GÖNÜL DİVANI



K O N U - 1

 

TASAVVUF’UN TARİFLERİ

Bir çok mutasavvıf, tasavvufu ayrı ayrı, kendi görüşlerine göre tarif etmişlerdir. Bu tariflerin hepsi de tasavvufun tarifidir ve doğrudur.

Tasavvuf lügat anlamıyla sorulduğunda, ahlâk ve kalp ilmi, gönül ilmi, Allah ilmi gibi anlamlara gelmekle beraber, aşağıda zikredilen zatlar tasavvuf hakkında daha değişik tarifler yapmışlardır.

Bu hususta Aydınlı ÖMER DEDE, “Tasavvuf, kalbi Hakk’a bağlamaktır.”, SÜNBÜL SİNAN Hazretleri, “Tasavvuf; Hak rızasını aramaktır.” RAMAZAN-I MAHFİ Hazretleri, “Tasavvuf; kimsenin gönlünü yıkmamaktır, haram ve neyholana bakmamaktır.”, AZİZ MAHMUD HÜDAİ Hazretleri, “Tasavvuf nefsi pak eylemektir, fena ile anı Hak eylemektir.” demektedirler. HACI BAYRAM-I VELİ’ye göre ise; "Tasavvuf; insanın özünü bilmesidir." Nitekim Hacı Bayram-ı Veli bir beytinde;

Bayram özünü bildi

Bileni anda buldu

Bilen ol kendi oldu

Sen seni bil sen seni, buyurmuştur. Bu tarifleri biraz genişleterek izahatını yapalım.

 

Kalbi Hakk’a bağlamak:

Tıbbi yönden kalp, kan dolaşımını sağlayan bir organdır. Ancak Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif’lerden anladığımız kalp ise, Allah’ın arşı, beyti, kürsü ve hazinesi olan ve iç âlemimize açılan bir kapıdır.

Hadis-i Şerif’te: “Kalbül mü’mini beytillahi ve kalbül mü’mini arşullahi ve kalbül mü’mini hazainullahi”[1] buyrulmaktadır. Yani; mü’minin kalbi Allah’ın beytidir, mü’minin kalbi Allah’ın arşıdır, mü’minin kalbi Allah’ın hazineleridir, demektir.

Yine bir Hadis-i Şerif'te: “Ma veseaniy erdı vela semai ve veseaniy kalbü abdil mü’minin” [2] buyrulmuştur. Yani; yerlerime ve göklerime sığamadım, mü’min kullarımın kalplerine sığdım, demektir. Bu hadisteki kelimesi Cenâb-ı Hakk’ın aczini değil, bilhassa mü’min kalbinin âlemlerden geniş olduğunu ifade eder. İlm-i Hakikat’te ise gerçek mü’min insan-ı kâmildir.

Madem ki kalp, Cenâb-ı Allah’ın insanda beyan ettiği bir makamıdır. O halde kalbi Hakk’a bağlamak demek, zaten onun olan bu makamda her an ona arif olmak demektir. Ancak bu hâli giymek için insanın manevi bir terbiye sisteminden geçmesi gerekir. Bu terbiye için Cenâb-ı Allah’ın Rab esmasına mazhar olarak kâinatın yegâne terbiyecisi olan Cenâb-ı Resûlullah’a, dolayısıyla onun terbiyesinden geçmiş olan manevi ilim sahibi kimselere bağlanmak gereklidir. Bu husus Kur’an-ı Kerim'deki (Fetih Suresi, ayet 10);

"Şüphe yok, sana biat edenler, muhakkak ki, Allah'a biat ederler. Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir. Artık kim -ahdini- bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur ve her kim de Allah ile üzerine sözleşmede bulunduğu şeyi yerine getirirse ona da –Allah-ü Teâlâ- büyük bir mükâfat verecektir" ayet-i celilesi ile bildirilmiştir. Yine bu konuda ŞEMSİ Hazretleri şu beytinde;

Sür çıkar ağyarı dilden ta tecelli ede Hak

Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan buyurmuştur.

Veliullahın bu beytinden anlaşılan şudur ki; ya Allah sevgisinden başka bütün sevgileri kalbimizden çıkaralım ya da sevdiğimiz her varlıkta Cenâb-ı Allah’ın tecellisini seyredelim ki kalbimiz tam anlamıyla Hakk’a bağlanmış olsun. YUNUS EMRE Hazretleri de bir beytinde:

Elif okuduk ötürü

Pazar eyledik götürü

Yaratılmışı severiz

Yaradandan ötürü buyurmuştur.

 

Hak rızasını aramak:

Cenâb-ı Allah’ın emriyle, Cenâb-ı Resûlullah’ın lisanından zuhur eden emir ve yasakları, hiç bir karşılık beklemeden, sadece Cenâb-ı Hakk’ın rızasını tahsil etmek için uygulamaktır. YUNUS EMRE Hazretleri bir beytinde:

Cennet cennet dedikleri

Üç beş köşkle üç beş huri

İsteyene ver sen anı

Bana seni gerek seni buyurmaktadır.

Bu beyit ile de tasavvuf ehlinin yegâne amacının Cemalullah’a kavuşmak olduğunu, dünya varlıklarına rağbet etmedikleri gibi, cennet, huri ve köşk gibi ahiret varlıklarına da rağbet etmedikleri anlatılmaktadır. Burada yanlış anlaşılmasın, ev bark sahibi olmamak, iş güç sahibi olmamak, Cenâb-ı Hakk’ın bize helâl kıldığı rızık ve nimetlerden faydalanmamak demek değildir. Bütün bu işlerde de Cenâb-ı Hakk’ın rızası aranmalıdır. Bu konuya ışık tutmak üzere ehlullahın:

Dünya ehline ahiret haramdır

Ahiret ehline Dünya haramdır

Aşk ehline ise ikisi de haramdır

buyurdukları rivayet edilmektedir. Yine Gönül Divanı’ndaki bir beyitte de:

Benim dinim ne ümittir ne korku

Allah’ıma sevdiğimden taparım

Ne Cennet ne Cehennem’den bir koku

Almaksızın vazifemi yaparım denilmektedir.

 

Öyle ise Hak rızasını aramak, ister ibadet ve taatte isterse hayır ve hasenat işlerinde Hak rızasından başka bir karşılık beklememek suretiyle yapılan işlerdir.

 

Kimsenin gönlünü yıkmamak:

Daha önce zikrettiğimiz kalp hakkındaki Hadis-i Kudsiler gereğince kalp, yani gönül, Cenâb-ı Allah’ın nazargâhıdır. Dolayısıyla herhangi bir gönlün incinmesi demek, Cenâb-ı Allah’ın incinmesi demek olacağından tasavvuf ehli bu hususta çok hassas davranır. Bilhassa Kur’an-ı Kerim’de sık sık zikredilen yetim, öksüz, fakir, esir gibi kimselerin gönülleri daha çabuk incineceğinden, bu kimselere karşı daha da hassastırlar. Duha Suresi 9. ve 10. ayetlerde ;

"Yetimi sakın üzme, yoksulu da sakın azarlama." buyrulmaktadır. Maun Suresi 1-3. ayetlerde ise;

“Dini yalanlayanı gördün mü, işte o yetimi itip kakar, yoksulu doyurmaya teşvik etmez." buyrulmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de buna benzer, öksüzün, yetimin, esirin, fakirin incitilmemesi gerektiğine dair daha birçok ayet-i kerime vardır. YUNUS EMRE Hazretleri de gönül yıkmanın kötülüğünü;

Gönül çalabın tahtı

Çalap gönüle baktı

İki cihan bedbahtı

Kim gönül yıkar ise beyti ile vurgulamaktadır.

 

Haram ve nehyolunana bakmamak:

Zahirdeki manası; Şer’an yasaklanmış hâl ve hareketleri yapmamaktır. Ancak, İlm-i Tevhid’de haram ve nehyolunana bakmamak demek, baktığımız her varlıkta veya her zerrede Cenâb-ı Hakk’ın tecellisinden başka bir şey görmemek demektir. NİYAZİ MISRİ Hazretleri bu hususta divanında şöyle buyurmaktadır.

Her neye baksa gözün bil sırrı Sübhan andadır

Her ne işitse kulağın mahzı Kur’an andadır

Her neye mahluk göz ile baksan ol mahluk olur

Hak göz ile bak ki bi şek nur’u Yezdan andadır

İbret ile şeş cihetten görünen eşyaya bak

Cümle bir ayinedir kim vechi Rahman andadır

 

Tasavvuf nefsi pak eylemektir. Fena ile anı Hak eylemektir:

Tasavvufta nefsin tezkiyesi için evvela İlm-i Tevhid’in kişiye telkin edilmesi gereklidir. Bu telkin ise, daha önce bahsedildiği gibi ve telkin konusunda daha etraflıca bahsedileceği gibi ancak Cenâb-ı Resûlullah’ın manevi ilimlerine sahip olan arif ve kâmil kişilerce verilir. İşte tasavvufta nefsi tezkiye keyfiyeti böyle başlar.

Nefsi tasfiye etmek, hiç şüphesiz şeriattandır. Bu olmaksızın iç âleme asla girilmez. SEVDAİ Hazretleri bir ilahisinde:

Çün Resul’den geldi hadis “Men arefe nefsehu”

Rabbehu dan çün bilindi, aç nikabın görsene

Beş vakite adet verme her zamanda kılsana

Çün selâ Miraç denildi böyle namaz kılsana buyurmaktadır.

 

Hatta günlük ibadetlerimize dahi girebilmek için tasfiye gerekmektedir. Bu hususta Cenâb-ı Peygamber, “La salate illa bihuzurilkalbi, illa salate illa bi tesgiyetil kalbi” buyurmakla namazın kalpte huzur ve tasfiye olmaksızın yapılamayacağını beyan etmişlerdir. Yani; namaz ancak kalp huzuru ile olur, başka türlü olmaz. Yine namaz ancak tasfiye olmuş bir kalp ile olabilir, başka şekilde olmaz, diye açık olarak beyan etmişlerdir.

Nefsin tezkiyesinde; nefisteki Hak’tan gayrı duyguların fâni olması hâlinde nefis tatmin olur, yani mutmainneye erişir. Bu nefsin pak olma hâlidir. Nefsin tezkiyesine devam edilince sırasıyla, radiyye, merdiyye ve safiyyeye erişir. Yani Hak olmuş olur. Buna da bir misal verecek olursak: Bir çok nehirler ayrı ayrı isimlerle denize doğru çağlarken denize vuslat ettiklerinde hepsinin ismi yok olup sadece “deniz” adıyla anılır.

Tasavvuf insanın nefsini bilmesidir:

Cenâb-ı Resûlullah (SAV) bir hadis’i kutsilerinde “Men arefe nefsehu, fakat arefe Rabbehu” buyurmuşlardır. Yani nefsine arif olan (bilen) Rabb’ini bilir, demektir. Bu konuda SEVDAİ Hazretleri bir beyitlerinde:

Nefse uyup gafil olma kalp gözünü açsana

Çünkü müslümanım dersin sen nefsini bilsene buyurmuşlardır.

 

TASAVVUF’UN DOĞUŞU VE TASAVVUF HAKKINDAKİ GÖRÜŞLER

İslâm’daki tasavvuf kendi ruhundan doğmuş ve esaslarını sırf Kur’an-ı Kerim’den ve hadislerden almıştır. Hindistan, İran ve Yunanistan’dan feyiz, fikir, remiz ve zikir almak ihtiyacını hissetmeksizin tasavvuf ruhunu, gayet feyizli ve îlahî esasları ihtiva eden pınarlardan, Kur’an-ı Azimüşşan ve hadislerden alarak mana ve şümulünü bulmuştur. Cenâb-ı Rabb’ül Âlemin kemali marifet (olgun bir irfaniyetle) ve ahlâk terbiyesi yolu ile vahdet bilgisini vücuda getirmiştir. İşte bu bilgi ve yola TASAVVUF diyoruz.

Tasavvuf yolunda tahsil edilen ilme; İlm-i Ledün, Sır İlmi, Aşk İlmi, Gönül İlmi, Maarifet İlmi ve Tevhid İlmi gibi daha bir çok isimler verilmiştir. Bu ilim, Cenâb-ı Resûlullah’dan evvel dünyaya teşrif eden peygamberler ve kavimleri tarafından da Cenâb-ı Resûlullah’dan feyiz alınarak tahsile çalışılmıştır. Çünkü Hadis-i Kutsilerde ve ayetlerde de belirtildiği gibi Cenâb-ı Allah ilk olarak kendine muhabbet için kendi nurundan Cenâb-ı Resûlullah’ın nurunu yarattı ve o nurdan da bütün âlemleri hâlk etti. Bu yüzden bütün peygamberler düştükleri zor durumlardan Cenâb-ı Resûlullah’ın yüzü suyu hürmetine dua ederek kurtulmuşlardır. Örneğin; Âdem (AS) Cennet'ten çıkarıldığı zaman,

-Ya Rabbi! Beni Hazreti Muhammed’in yüzü suyu hürmetine affet diye dua edince Cenâb-ı Allah sordu;

-Ya Âdem! Sen Resûlullah’ı nereden biliyorsun?

-Ya Rabbi! Cennet-i Âlâ’nın kapısında onun ismini senin ism-i şerifinin yanında “Lâ ilahe illallah Muhammeden Resûlullah” yazılı olarak gördüm ve yine Cennet-i Âlâ’daki bütün ağaçların yapraklarında “Lâ ilahe illallah Muhammeden Resûlullah” yazılı idi, demiştir.

Tasavvuf yolunun amacı; Cenâb-ı Allah’ın, Cenâb-ı Resûlullah’ın ve Ehlibeyt’in sır ve hikmetlerini tahsil ederek yaşamaktır.

Allah-ü Teâlâ Hazretleri kadim olan kelâmında, Kur’an-ı Kerim’inde Esteuzübillah;

"De ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim, bana vahyolunuyor ki, sizin ilahınız ancak bir ilahtır. Artık her kim Rabb’inin mânevî huzuruna ermek niyazında bulunur oldu ise iyi amel işlesin ve Rabb’inin ibadetine hiçbir kimseyi ortak edinmesin." (Kehf Suresi, ayet 110).

Kitap ve sünnette de salih ameller için bir çok yollar gösterilmiş, hâl ve nevileri söylenmiş ise de, tasavvufta salih amel, Cenâb-ı Resûlullah ve Ehlibeyt'in ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Çünkü Cenâb-ı Resûlullah; “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği mücahedat-ı hasene ve ibadet-i saliha o kadar geniştir ki, buna binaen "Cenâb-ı Rabb’ülâlemin’e ulaşma yolları yaratılmışların nefeslerinin sayısı kadar çoktur", denilmiştir. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’in Cuma Suresi'nin birinci ayetinde;

f"Melik, Kuddûs, Azîz, Hakîm olan Allah için göklerde ne varsa ve yerde ne varsa tesbihte bulunur" buyurulmaktadır.

Resul-ü beşir ümmetpenâh aleyhisselavatullah Hazretleri, "Ümmetimin en hayırlısı, nefs ve kalp tasfiyesine en uygun ve dolayısıyla Hakk’a ulaşmaya en yakın olan yola girerek hasıl olacak şevk ve zevkullaha erendir.", buyurmuştur. Buna erdirecek en emin ve en kısa yol olarak “Allah’ı anmak ve onu tanımak” yolunu göstermişlerdir. Yine bir Hadis-i Kudsi’lerinde “İnnel kulubi yesdien kema yesdil hadidü vecilaihe zikrullah” Yani; kalpler de demirin paslanması gibi paslanır, onun cilası Allah’ı zikretmektir, buyurmuşlardır. Kur’an-ı Kerim’in Ra’d Suresi 28. ayetinde;

"-Onlar- o zatlardır ki, Allah'ın zikriyle kalpleri mutmain olduğu halde iman etmişlerdir. Haberiniz olsun ki, Allah'ın zikriyle kalpler mutmain olur." Yine Kur’an-ı Kerim’in Ahzab Suresi 41. ayetinde;

"Ey iman etmiş olanlar! Allah'ı çokça zikredin." nazm-ı celili ile beni çok çok zikredin, buyuran Hakk’ı Cellü Hazretleri üç şeyi ekberiyetle vasıflandırmışlardır.

Birincisi; Zatı şeriflerini “Allahu Ekber” demekle vasıflandırmışlardır. Zatının büyüklüğünü Cenâb-ı Hak ancak kendisi anlatabilir ve yine kendisi anlayabilir. Bu hususta ehlullah Resûlullah’dan rivayet edildiği gibi “Rabb’imi Rabb’imle bildim.” buyurmuşlardır. Bunun zevk edilebilmesi için; Allah-ü Teâlâ, Cenâb-ı Resûlullah’a Hadis-i Kutsi’de beyan ettiği gibi “Habibim! Önce kendi nurumdan seni, senin nurundan da bütün âlemi hâlk ettim” buyurmuştur. Bu Hadis-i Kudsi’den anlaşılan şudur ki; bütün âlem Cenâb-ı Hakk’ın Zat-ı İlahîyeleri ile kaimdir.

İkincisi; Rıza-i Latifleridir ki “Rıdvanullah-i Ekber” demişlerdir. Rıdvanullah-i Ekber; Allah’ın rızası ve hoşnutluğunun büyüklüğü demektir. Evliyaullah’dan rivayet edildiğine göre Allah-ü Teâlâ Musa (AS)’ı Tur-i Sina’ya bin bir kelâma davet ettiğinde;

-Ya Musa! Arzın üzerini temaşa et! Buyurdu.

Musa (AS) yolculuğu esnasında yolu bir tarlaya uğradı. Baktı ki tarla hiç sürülmemiş, dikeni ve otu hiç toplanmamış, yer yer saban izleri görülüyor. Musa (AS) çiftçiye sordu;

-Ne yapıyorsun?

-Ekin ekiyorum.

-Allah verecek mi?

-Verir inşallah.

Musa (AS) yoluna devam etti. İkinci bir çiftçinin tarlasını biraz daha temizleyerek daha iyi sürdüğünü gördü. Ona da aynı soruları sordu ve aynı cevapları aldı. Üçüncü bir tarlaya geldiğinde gördü ki tarla kadife gibi kat kat sürülmüş, hiç bir yabancı ot kalmamış, toprak tam anlamıyla işlenmiş. Musa (AS) o çiftçiye de;

-Ne yapıyorsun? Diye sordu.

-Ekin ekiyorum, cevabını aldı.

-Allah verecek mi? Dediği zaman, çiftçi hemen öküzün koşumlarını çekerek,

-O kelimeyi bir daha söyle! Dedi.

Musa As;

-Allah verecek mi? Diye tekrar etti.

Çiftçi kendinden emin bir tavırla;

-İster istemez verecek! Diye cevap verince Musa (AS) hayrete düştü.

Daha sonra Musa (AS) Tur-i Sina’ya vardığında Allah (cc) ile bin bir kelâmı konuştuktan sonra,

-Ya Rabbi! Senin hikmetinden sual olunmaz. Emrin gereği arzın üzerindeki rastladığım çiftçilerin cevapları beni hayrete düşürdü. Bu hususta ne buyurursunuz, diye sordu.

Cenâb-ı Hak:

-Hepsine vereceğim Ya Musa! Birinciye iki buğday sekiz diken, ikinciye beş buğday beş diken vereceğim. Ancak üçüncü rastladığın çiftçiye vermemek bizim şanımızdan değil. Çünkü o ağustos sıcağında o tarlaya yedi kat saban attı, sürdü. Sonra her işinde bizim rızamızı gözetti ve bütün istekleri bizim rızamız içindir. Onun için ona emeğinin tam karşılığını vereceğiz.

Misalden de anlaşıldığı üzere Allah’ın rızasını kazanmak için kişinin, her işinde ve ibadetinde çok emek sarf etmesi gerekmektedir.

Üçüncüsü, “Zikri âlileri ve îlahîleridir” ki; Vele zikrullahi Ekber buyurmuşlardır. Bu cümle Allah’ı anmanın en büyük ibadet olduğunu anlatmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de ;

"Şüphe yok ki, ben, ben Allah'ım, benden başka ilâh yoktur. İmdi bana ibadette bulun, ve beni anmak için namaz kıl." (Tâ Hâ Suresi, ayet 14).

"Artık beni zikrediniz ki ben de sizi zikredeyim." (Bakara Suresi, ayet 152) gibi ayetlerle, zikreden kişiye saadet ve kurtuluş müjdesi vermektedir. Namaz ibadetlerin en şereflisi olduğu halde bazı hâllerde ve vakitlerde eda edilemezken, Allah’ı anmanın zamanı, yeri ve şartı yoktur. Bunun için Allah’ı zikretmenin taat ve ibadetin özü olduğu görülmektedir. Al-i İmran Suresi'nin 191. ayetinde ;

"Onlar ki, ayakta iken de, otururken de ve yanları üzerine yatarlarken de Allah Teâlâ'yı zikrederler ve göklerin ve yerin yaradılışı hakkında tefekkürde bulunurlar. İşte onlar şöylece tesbih ve duada bulunur dururlar. Ey Rabb’imiz!. Sen bunları boşuna yaratmadın, Sen yücesin, artık bizleri ateş azabından koru..."

 

Nisa Suresi'nin de 103. ayetinde;

"İmdi namazı kılıp bitirdiğiniz zaman ayakta iken ve otururken ve yanlarınız üzerinde iken Allah Teâlâ'yı zikrediniz. Vaktaki emniyet haline gelirsiniz artık namazı tamamiyle eda ediniz. Şüphe yok ki, namaz, mü'minlerin üzerine muayyen vakitlerde bir farize olmuştur." buyrulmaktadır. Bu sebepten Allah’ı kendi özünde duyarak ve bilerek anmak, onu dil ile ve kalp ile söylemek, üstün ve başka bir fazilet kazanmıştır. Çünkü bir kimse namaza dursa, görünürde o kimseden küfre, inkara ve günaha ait bir hâl meydana gelmez. Bu halkın nazarında böyledir. Halbuki diğer taraftan namaz; küfür, inkar ve diğer bütün günah ve kabahatleri bâtında yasaklamaz. Bâtın ise Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhıdır.

Namazın ehemmiyetine binaen, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uygun namaz hususunda ehlullah pek çok misaller vermişlerse de bir kaçını nakledelim.

Ehlullah bir vaazında cemaate hitaben:

Üç zümrenin namazında şüphe vardır. Bunlar hamal, avcı ve yolculardır, der. Ezan okunduğundan vaazı burada keser. Bir hafta boyunca bu meslek sahipleri gerek kendi aralarında, gerekse diğer yakınları ile kıldıkları namaz konusunda tartışırlar. Bir hafta sonra ehlullah vaaz için tekrar kürsüye çıktığında müşküllerini sorarlar. Ehlullah konuyu şöyle izah eder:

Hamal odur ki, abdest tazelemesi icap ederken, abdestini tazelemeden namaza duranlardır. Bunlar namaz müddetince bedenleri rahat olmadığı için, yaptıkları ibadetten manen bir zevk duymazlar. Avcı odur ki, kendi kıldığı namazı bırakıp cemaatin hareketleri ile ilgilenen, onlarda kusur arayan kişidir. Yolcu da odur ki, bedenen namaza durduğu halde aklı tartısında, ölçüsünde, bağında, bahçesinde olan kişidir. Bunlar da böyle kıldıkları namaz ile Hakk’ın rızasını kazanamazlar.

Diğer bir misal: İslâm’ın zahiri halifesi Abbasoğullarından Harun-ür Reşid, evliyaullahdan olan kardeşi Behlül-i Dane’yi bir Ramazan Ayı'nda iftar yemeği vermek üzere camiye göndererek namaz kılanları saraya getirmesini ister. Behlül Dane camiye giderek akşam namazını kıldıktan sonra kapıda durup cemaate; teker teker yanına gelmelerini ve halifenin emriyle kendilerine bir soru soracağını söyler ve her çıkan kişinin kulağına imamın zammı sure olarak neler okuduğunu sorar. Bilmeyenleri bırakır, sorusunu bilen üç kişiyi alarak saraya gider. Bütün cemaati bekleyen Harun Reşid üç kişiyi görünce kızarak sorar.

-Bütün cemaat bu mu?

Behlül Dane cevap verir.

-Hayır bütün cemaat bu değil, siz benden namaz kılanları getirmemi istediniz. Namaz kılanlar bu kadar, cemaati isteseydiniz hepsini getirirdim, der.

Allah’ın rızasına en uygun namaz ibadetine bir örnek verirsek: Bir savaş esnasında ok ile ayağından ağır yaralanan İmam-ı Şah’ı (Hz. Ali Keremallahu Veche’yi) muayene eden hekimler yaranın şeklinden dehşete düşerler. Bu yarayı dağlamanın ve oku çıkarmanın çok güç olacağını ve kimsenin buna dayanamayacağını söylerler. O zaman Hz. Ali Keremallahu Veche onlara;

-Bekleyin ben ikindi namazına durduğum zaman siz tedavinizi yapın, der. Hekimler onun buyurduğu gibi oku çıkarıp yarayı dağlarlar. Hz. Ali’de en ufak bir tepki meydana gelmemiştir. Namaz bitince kendisine sorulduğunda cevap olarak:

-Namaza durduğum zaman Rabb’imden başka bir şey düşünmediğim için sizin müdahalenizden acı duymadım, demiştir.

Biraz önce bahsettiğimiz gibi namaz, küfür, inkar ve diğer bütün kabahatleri bâtında yasaklamaz. Öyle ise önce bâtınımızı temizlememiz gereklidir. Gerek Kur’an-ı Kerim, gerekse Hadis-i Kudsi’lerde bildirildiğine göre, kişinin bâtınını temizleyen, pak eden ibadet şekli, Allah’ı zikretmektir. Allah’ı zikretmek gönlümüzü her türlü kötülüklerden pak eder. Bu yüzden Cenâb-ı Hakk’ı zikretmek ibadetler ve taatlerin özünü teşkil etmiştir. Böyle olunca Cenâb-ı Hakk’ın ve Resulünün katında ve mutasavvıflar nazarında Hakk’ın zikri cemili bütün ibadetlerin üstünde bir fazilet kazanmıştır. Hakk’ı bâtınen ve zahiren anmak, bu bakımdan namazdan eftâldir.“Vele zikrullahi ekber” de buna işarettir (Ankebut Suresi, ayet 45).

Bir amel ki Allah-ü Teâlâ’nın zikrine sebep oluyor ise, ondan daha üstün ve faideli bir şey olamaz. Yine Hadis-i Kudsi ile Cenâb-ı Hak; “Ene celisun men zekerani” Yani; “Beni zikredenle ben beraberim” buyuruyorlar. Bu Hadis-i Şerif'ten de anlaşılacağı gibi kul, Hakk’ı zikrederek Allah-ü Teâlâ’ya o kadar kemal ile yaklaşır ki, bu yakınlık ancak Cenâb-ı Hakk’ın zatına isnat edilebilir. Bu hususta mutasavvıf şair Kastamonulu Muslihiddin Vahi Hazretleri'nin Varidat-ı Kutsiyelerinden olan (Mirac-ül beyan) namındaki eserinin bir yerinde:

Feyzi zatından ayırma bir nefes

Zikrü fikrin ile cana hem nefes buyurmuşlardır.

Bütün bu sözlerden anlaşılacağı üzere, Hakk’ı zikretmek Muhammed ümmeti için asıl gayedir. Bunların en başında da Kur’an-ı Kerim’i okumak ve dinlemek gelir. “Efdal ibadet ümmeti gıraatil Kur’an” Hadis-i Şerif'i ile ümmetim için ibadetlerin en üstünü Kur’an okumaktır, diyen Resul-ü Beşir aynı zamanda “Lâ tegumüssalatü lâ yügalü fil ardı Allah, Allah” buyuruyor. Yani; yeryüzünde Allah Allah diyen oldukça kıyamet kopmaz telkininde bulunarak, Hak yolunda en kuvvetli unsurun Allah’ı zikretmek olduğunu belirtmişlerdir.

Hz. Ali (KAV) Resul-i Ekrem’den Hak Teâlâ’ya ulaştıracak en yakın yolu sorduğu zaman Hz. Peygamber Allah’ın emrini bekledi. O vakit Hz. Cebrail Hak Teâlâ tarafından gelip “Allah’a yakın yol zikir ve kalp yoludur.” buyurdular. İşte o zaman Cenâb-ı Resûlullah zikretme hâl ve şeklini, Cenâb-ı Hakk’ın bildirdiği şekilde dil ile aşikar (cehri zikir) ve kalp ile gizli (kalbi zikir) olarak sahabelerine talim ve telkin buyurdular.

İslâm’da tasavvuf, işte Kur’an-ı Kerim’den bu yol ve şekil üzere, bu surette doğdu ve yayılmaya başladı. Cenâb-ı Peygamber ve Kur’an-ı Kerim’den zuhur etmeye başlayan İslâm tasavvufu Resul-i Ekrem’den feyiz alarak telkin ve talim yolu ile yayılmıştır. Tasavvuf yolu ve erkânı, asıl kaynağından feyiz ve olgunluğuna uygun bir akım alarak genişlemeye başlamıştır. Bu yüzden pek çok yerde sofiler çoğalmış, içlerinden pek mümtaz, azimkâr ve iradeli simalar yetişmiştir. Bunların başında Beyazıd-i Bestami, Cüneyd-i Bağdadi gibi sofiler ile ilk sofi lakap ve unvanını alan Ebul Haşim Sofiyyul Kufi’yi görmekteyiz. Müslümanlık haddi zatında Allah’ı ve Resulünü tasdikten ibaret olmakla beraber, bu tasdikin bir biat ile perçinlenmesi gerekmektedir. Devri Saadet’te müslümanlar ile Efendimiz arasında muhtelif zamanlarda biatlar yapılmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de;

"Şüphe yok, sana biat edenler, muhakkak ki, Allah'a biat ederler." (Fetih Suresi, ayet 10) ayetinde buyrulduğu üzere tecelli-i îlahîyenin, yani Cenâb-ı Hakk’ın tecelli-i îlahîyesinin Efendimize vaki oluşunu beyan eder. Bununla beraber;

"Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir. Artık kim -ahdını- bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur ve her kim de Allah ile üzerine sözleşmede bulunduğu şeyi yerine getirirse ona da -Allah Teâlâ- büyük bir mükâfat verecektir." (Fetih Suresi, ayet 10) ayeti ile de vaki olan mukaveleyi beyan eder.

Devri saadetteki büyük biatlar şunlardır:

Resul-i Ekrem Efendimiz, hicretten önce her sene Hac mevsiminde ve Suk-uaz panayırı günlerinde Mekke’nin dışına çıkıp etraftan gelen kabilelerle görüşerek onları İslâm dinine davet ederdi. Peygamberliğin on birinci senesi Hac mevsiminde de, yine böyle Mekke dışına çıkmıştı. Akabe yakınında Medine ahalisinden olan Hazrec kabilesine ait bir topluluğa rast geldi. Hazrecilerle Haşimiler arasında Abdülmuttalib’in annesi Selma Hatun vasıtasıyla akrabalık bulunuyordu. Resul-i Ekrem onlara Kur’an-ı Kerim okuyarak İslâm dinine davet etti. Onlar, ihtiyarlarından ve Medine’deki Yahudilerden bir peygamber geleceğini işitmişlerdi. Resul-i Ekrem onları İslâm dinine davet edince, bahsedilen Peygamber işte budur, diye söyleştiler ve hemen iman edip peygamberin önünde Kelime-i Şahadet getirdiler. Bunlar altı kişiydiler. Hac mevsiminden sonra Medine’ye döndüler ve İslâm dininin yayılmasına çalıştılar. Bu suretle İslâm dini Hazrec ve Evs kabilelerinde yayılmaya başladı. Peygamberliğin on ikinci senesi yine Hac mevsiminde bu defa Evs kabilesiden iki ve Hazrec kabilesinden on kişi Mekke’ye geldiler. Akabe’de Resul-i Ekrem’le görüşüp ona biat ettiler. O günden sonra Allah’a şirk koşmayacaklarına, zina ve hırsızlık yapmayacaklarına,iftiradan sakınacaklarına ve evlatlarını öldürmeyeceklerine söz verdiler. Buna “Birinci Akabe Biatı” denir.

Peygamberliğin on üçüncü senesi Hac mevsiminde ise, Medine’den yetmiş üç erkek ve iki kadın Mekke’ye gelerek yine Akabe’de Resul-i Ekrem ile buluştular ve Hazreti Peygamber’in Medine’ye hicret buyurması hususunu konuştular. Resul-i Ekrem onlara bazı ayet-i kerimeler okuduktan sonra, kendi nefislerini ve evlad-ı ayâllerini nasıl korurlarsa, onu da öyle koruyacaklarına dair söz vermeleri şartıyla onlardan biat istedi. Onlar da söz verip Hazreti Peygamber'in elini tutarak biat ettiler. Buna “İkinci Akabe Biatı” denir.

Resul-i Ekrem hicretin altıncı, peygamberliğin on dokuzuncu yılında Zilkade ayının başlarında bin beş yüz kadar ashabı ile Medine’den çıkıp Mekke’ye gitti. Niyetleri muharebe etmek değil, yalnız umre yapmaktı. Bunun için yanlarına Arap adetlerine göre yolculukta bulundurulan bir kılıçtan başka silah almadılar. Hudeybiye’nin sonunda suyu çekilmiş bir kuyu başında konakladılar. Müslümanların geldiğini haber alan Mekkeliler etraflarındaki kabileleri de toplayarak müslümanları Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Müslümanlarla Mekkeliler arasında elçiler ve heyetler vasıtasıyla çeşitli görüşmeler yapıldı. Mekkeliler müslümanların gerçekten Hac niyetiyle geldiklerine kani olunca, müslümanlarla anlaşma yapmaya karar verdiler ve Hudeybiye Barışı denilen anlaşma yapıldı. Ancak Mekke’ye elçi olarak giden Hz. Osman orada tutuklu bulunuyordu. Mekkeliler onu geri vermek istemediler. Bu yüzden Resul-i Ekrem müslümanlara savaşmak mecburiyetinde olduklarını bildirerek onlardan ölünceye kadar kendisinden ayrılmayacaklarına dair biat istedi. Bütün müslümanlar orada, ölünceye kadar sabretmek, sebat etmek ve asla kaçmamak üzere Peygamber Efendimize biat ettiler. Buna “Biat-ı Rıdvan” denildi. Müslümanların bu biatı Kureyş’e korku ve dehşet verdi. Hemen Hz. Osman’ı serbest bıraktılar ve anlaşmaya uyacaklarını bildirdiler. Anlaşma uyarınca müslümanlar o yıl Hac etmeden geri döndüler.

Devri saadetteki büyük biatların dördüncüsü ise şöyle zuhur etti: Mekke’nin fethinden sonra Fahri Âlem Efendimiz Safa üstüne çıkıp oturdu. Önce erkekler birer birer gelip İslâm üzerine biat eylediler. Resul-i Ekrem de Allah’a ve Resulüne itaat etmek üzere onların biatını kabul etti. Daha sonra kadınlar gelerek Fatıma anamız vasıtasıyla, yani Resul-i Ekrem Fatıma anamızın bir elinden tutarak, kadınlar da diğer elinden tutarak biatlarını yaptılar.

Rıdvan biatında müslümanlar o gün Resûlullah’ın elini tutarak kendisinden asla ayrılmayacaklarına söz vermişlerdir. İşte onların bu samimi ittihadı kendilerini o tehlikeden kurtarmıştı. Binaenaleyh bir müslümanın bu gün, özü ve fiili birbirine uygun ve düzgün, fazilet ve istikamette muttasıf, muhabbet ve itimada layık kâmil bir insan huzurunda o güne kadar işlemiş olduğu günahlardan tövbe-i nush eder. Yani bir daha işlememek üzere sahihan tövbe eder. Tövbe ettiği günden itibaren kimseye fenalık etmeyeceğine, yalan söylemeyeceğine, kimsenin malını çalmayacağına, velhasıl her türlü günahlardan sakınacağına dair söz vermesi ve bu taahhüdüne Allah’ı ve Resûlullah’ı ve aynı zamanda tanınmış büyük mutasavvıflardan birini de şahit tutması, yukarıda bahsi geçen o birinci muahedeyi yenilemek ve tekid etmekten ibarettir. İşte bâtın-ı şeriat, yani şeriattan içeri olan tasavvuf yoluna girmek bu demektir. Ondan sonra o kişinin bütün işleri ve hareketleri, o intisap ettiği (bağlandığı) zatın nezaret ve murakabesine tâbi olur. Bu usul ve sistem gayet tesirli ve en güzel bir ahlâk rabıtasıdır.

İslâm prensiplerine uygun olarak; irşad, aydınlatma, güzel ahlâkı tahsil etme, karşılıklı yardımlaşma, insan ve hatta bütün canlılara şefkat gösterme, fertler arasında kardeşlik, samimiyet ve sevgi teminine çalışma, ancak tasavvuf terbiyesiyle mümkündür.

Buna misal olarak, bu sistem dahilinde tasavvufa, yani Hak yoluna girmiş, memleket hatta dünya çapında büyük ün kazanmış mutasavvıflarımız vardır. Mesela; isimleri hürmetle anılan Hamid Hamidüddin Aksaray-i Hazretleri'nin nezaret ve murakabesinde yetişmiş olduğu görülen Hacı Bayram-ı Veli, Kudüs’ten Basra’ya gelip yerleşen Abdüllatif-i Mukaddesi’nin nezaret ve murakabesinde yetişen, sorumluluğuna Orhan Gazi ve Hüdavendigar zamanında bütün Osmanlı ülkesinin müftülüğü verilmiş olan büyük Türk ve İslâm bilgini Şemsüddin-i Mehmet bin Hamza’tül Fenari, Muhiddin-i Arabi Hazretleri'nin nezaret ve murakabesinde yetişenlerden aynı zamanda da üvey oğlu olan Sadreddin-i Konevi, Tebrizli Şemseddin Hazretleri'nin irşad edip yetiştirdiği Mevlâna Celâleddin-i Rumi, Sadeddin-i Kaçgari Hazretleri'nin nezaret ve manevi murakabesi altında yetişen ve doğunun dünyaya tanıttığı en yüksek namı almış bilginlerimizden Mevlâna Nureddin-i Abdurrahman Cami, Bakü’de bulunan Seyyid Yahya-i Şirvani’den yetişen Aydınlı Ömer Dede, Davud-u Kayseri, Şahabeddin-i Sivasi gibi adetleri ve vasıfları ciltler dolduracak bir çok tasavvuf ehli böylece hep bu sistem dahilinde yetişmişlerdir.

Konunun nefsini bilme hususunda belirtildiği gibi Hacı Bayram-ı Veli bir ilahisinde;

Bayram özünü bildi

Bileni anda buldu

Bilen ol kendi oldu

Sen seni bil, sen seni demişlerdir.

Bu beytin manasını tasavvuf görüşü ile şöyle anlayacağız; Allah-ü Teâlâ kişinin hakikatini, kalbine dercetmiştir. Sonra o hakikati nefsani sıfatlarla örtmüştür, demek isteniyor. Bu ne demektir? Eğer bir kimse nefsinin âfaki sıfatlarını, yani kinini, kibirini, riyasını, hasedini ve dünyevi bütün ihtiraslarını kalbinden bilerek ayırmaya muvaffak olursa, ondan sonra kalbine yönelirse kendi hakikatini bilir. Bundan dolayı Rabb’ini de bilmiş olur. Dolayısıyla bileni onda bulur. Bilen de o kendisi olur, demektir. Bu manayı bize kuvvetlendiren “Men arefe nefsehu fakat arefe Rabb’ehu” Hadis-i Şerif’i zuhura gelmiştir. Yani; nefsini bilen Rabb’ini de bilir, demektir. Yalnız bu Hadis-i Şerif’de geçen nefsden murad, tasavvuf ehlinin nazarında insanın hakikatidir. Yani; kendi hakikatini bilen, o hakikatte Rabb’ini bilir, demektir.

İnsan kendi hakikatini keşfettikten sonra Hak Teâlâ’nın sırları kendisine aşikâr olur. Zira Cenâb-ı Hak insanın hakikatini, zatının mazharı ve esması olarak yaratmıştır. Tasavvuf yolunda gaye Hak olduğuna göre, Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri bunu bilmenin ve görmenin hariçte aranmayıp bizatihi insanın kendisinde olduğunu anlatmak istemiş, “Sen seni bil, sen seni” sözleriyle de bunu pekiştirmiştir. Şu halde evvela kişi nefsini, yani kendi hakikatini bilecektir. Velhasıl evvela sen seni bileceksin, daha sonra nefsin manasını bileceksin. Madem ki nefs manasındaki maarifet hasıl olmayınca, Maarifet-i Hak da hasıl olmuyor, o halde nefsin terbiyesi ile meşgul olup riyazata ve mücahadeye girerek, insanın sıfatını manasına yetiştirmesi lazımdır. Çünkü Hakk’ın sıfatları insanın manasında zahir olur. Cenâb-ı Hak ilm-i ezelide önce zatından zatına tecelli ederek kendi özünden bir cevher hâlk etti. Bu cevhere ise sıfatları ile tecelli ederek buna “Nur-i Muhammedî” dedi. Bu nurdan da bütün âlemleri hâlk etti. Bu âlemleri de yine en güzel sıfatları ile süsledi. İşte insanın manasından zahir olan bu sıfatlardır. Bunlar Hakk’ın sıfatları olup, biz Hakk’ın bu sıfatlarının mazharlarıyız. Mazhar; bir şeyin göründüğü yer demektir. Örneğin; elektrik kendini lambada ışık olarak, motorda hareket olarak, sobada ısı olarak, buzdolabında soğukluk olarak, televizyonda ses ve görüntü olarak göstermektedir. Elektriğin değişik araçlarda o aracın durumuna göre kendisini gösterdiği gibi, Cenâb-ı Hak dahi insanın fâni sıfatlarından, bâki olan kendi sıfatlarını göstermektedir.

Belli bir süre içinde insan, o sıfatların mazharı olur. Yani Allah’ın Hayat sıfatı bizim diriliğimizde, Hakk’ın İlim sıfatı bizim bilgimizde, Hakk’ın Semi sıfatı işitmemizde, Hakk’ın Basar sıfatı görmemizde, Hakk’ın İrade’si isteklerimizde, Kuvvet sıfatı kuvvetimizde, Kelam sıfatı sözlerimizde zahir olur. Tekvin ise bu sıfatları hâlk edici sıfatıdır. İnsan, sıfatını manasına yetiştirerek maarifeti nefs hasıl eder. O vakit insanın nefsinin manası sırf Hak gibi görünür. Ancak tasavvuf ilminde hakikate talib olan kimseye kendi manasından Hakk’ı ayırdetmesi talim ettirilir.

"Siz Allah’ı anmasını bilmezsiniz, bunu ehlinden sorun, onlar size talim ettirirler" (Enbiya Suresi, ayet 7). Ehlinden talim etmeyenler kendi manasına Hak dese Hakk’ı bilmemiş olur. “Men arefe nefsehu” makamına varmamış olur. “Fakat arefe Rabbehu” makamına varıldığında, çok kimseler burada yanlışlığa, gaflete düşmüşlerdir. Nefsin manasını Hak tasavvur ettikleri için bu hataya maruz kalmışlardır. Buna binaen Hak sıfatı kendilerinde zahir olduğu için Enel Hak davasını etmişlerdir.

Bu konuda Beyazıd-ı Bestami Hazretleri; 30 yıl çeşitli mücahedat ve riyazat ile talep kapısında oturduktan sonra, "Dostla benim aramda olan perdeyi kaldırdılar. Gördüm ki perde arkasında Beyazıd zahir oldu. (Demek oluyor ki Beyazıd, Beyazıd’da tecelli etti) Öyle sandım ki istediğim ben imişim. Çünkü gördüm, görünen Beyazıd imiş ve Beyazıd’ın manasında görünen Hak sıfatı imiş. Beyazıd’ın manasını bildim. “Men arefe nefsehu, fakat arefe Rabbehu” muhakkak oldu", buyurmuşlardır.

Yine bu olaya ışık tutmak üzere: Cebrail (AS) Hazreti Muhammed (SAV)’e vahiy getirdiği bir gün, Efendimiz sordu.

-Ya Cebrail vahyi kimden alıyorsun?

-Görmedim Ya Resûlullah, bir perde arkasından alıyorum.

Bir müddet sonra Cebrail (AS) vahiy zamanı geldiğini Cenâb-ı Resûlullah’a arz eder ve vahyi almak üzere müsaade ister. Cebrail (AS) Cenâb-ı Resûlullah’ın yanından ayrılırken Cenâb-ı Resûlullah;

-Ya Cebrail, vahyi aldıktan sonra gördüğün perdeyi arala ve arkasında kim var bak, buyurdu.

Cebrail (AS) vahyi aldıktan sonra perdeyi aralayınca gördü ki, Cenâb-ı Resûlullah perdenin arkasında oturuyor. Arza dönerken bütün gayreti ve hızı ile Efendimizin bulunduğu mahalle ulaşıp kendisine durumu anlatır ve hayretini ifade eder. Efendimiz ona;

-Ya Cebrail bu akıl ötesi bir iştir, diyerek onu hoşnut eder.

Velhasıl bir kimse kendi manasını bilip, ondan Hakk’ı bilmese, “Bana maarifeti nefs hasıl oldu” dese doğru olmaz. Demek oluyor ki, kim ki kendi manasını bilir, o kimse Rabb’ini bilir. Eğer bir kimse ki kendinin ne olduğunu bilmezse o kimse Hakk’ı da bilemez. Hele başkasını hiç bilemez.

Örnek: Bir memba suyu çıktığı kaynağında saf ve temizdir. Ancak bu kaynaktan çıkan su, geçtiği toprak tabakalarından almış olduğu koku ve katkılarla arzın belli bir yerinde kendini gösterdiğinde, su olarak o kaynağın suyu olduğu halde, tat ve koku bakımından geçtiği yolların özelliğini taşır. Bu yoldan aldığı katkılar kaynak suyunun aslına ait değildir. Cenâb-ı Hakk’ın insandaki tecellisinde de, tecelli eden Hak olmakla beraber fiiliyatta kişinin nefsinin özelliklerini taşır. Bu özellikler Hakk’a ait olmayıp o kişiye aittir. Aynı kaynağın suyu özel bir boru hattı ile kullanılacak mahale getirildiğinde, kaynak suyunun isim ve özelliğini taşır. Buna başka bir katkı karışmaz. Nefsini bilen insan da, Cenâb-ı Hak’tan gelen tecelliyi, daha önce izah edilen özel bir yol olan Ahlâk-i Muhammedî yolu ile alırsa, bu insanda Hakk’ın tecellisi görülür. Eğer o kişi bu tecelliye mazhar olduğuna arif değilse onda maarifeti nefs hasıl olmaz.

İnsanda olgunluk odur ki, Ahlâk-ı Muhammediye’ye aykırı her türlü düşünce ve davranışları nefsinden uzaklaştırıp, nefsini Ahlâk-ı Muhammediye ile terbiye etmiş olsun. Her şey bunun içindedir. Böylece nefs, Kur’an-ı Kerim’in emrettiği ve istediği Yani; "Rabb’ine dön!" (Fecr Suresi, ayet 28) Hitabına uyarak Cenâb-ı Hakk’ı anlamış olur. Çünkü insan olmaktan murat Maarifet-i Hak hasıl etmektir. Esasen bu hususta Cenâb-ı Rabb’ülâlemin Kur’an-ı Kerim’inde insanı yaratmaktaki maksadının aynı zamanda kendisini bilmek ve tanımak olduğunu;

"Ve cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat Suresi, ayet 56) ayet-i kerimesi ile beyan etmektedir. Yani; ben cin ve insanı hâlk ettim ki ancak bana ibadet edip beni bilsinler ve hâlkiyyetim ile vahdaniyetim onlara malum olsun, buyurmuşlardır. Aynı zamanda Hadis-i Kudsi’de Hak Teâlâ buyuruyor ki (Küntü kenzen mahfiyyen feahbebtü en uğrafe fe halaktül halke liuğrafe) Yani “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmekliğimi diledim. Onun için bu halkı ve âlemleri yarattım” demektir.

Şu halde bütün mahluklar maarifet için yaratılmışlardır. Hiç bir mahluk yoktur ki Allah’ı bilmesin ve onun vahdaniyetine şahadet etmesin. Her birisinin kendi hâlince maarifeti ve maarifetten nasibi vardır. Örneğin; arı ismi altında bulunan bütün arılar bir miktar bal yapmaktadırlar.Ancak Kur’an-ı Kerim’in Nahl Suresi'nde insanlara gıda olan balı yapan arıdan misal verilmiştir. Bütün kuşlar uçma özelliğine sahip iken Nuh As’ın gemisinden gönderilen kuş bir güvercindi. Aynı zamanda Cenâb-ı Resûlullah’ın bir hikmet tahtında Mekke’den Medine’ye hicretinde dinlenmek için uğradığı Serv Mağarası'nın kapısına yuva yapan kuş da güvercindi. Ebabil kuşları da Ebrehe’nin fil ordusuna karşı Mekke’yi müdafaa etmek için vazife almışlardır. Örümceklerin her çeşidi ağ yapmakla vazifelidir. Ancak bunlardan bir tanesi Serv Mağarası'nın ağzına ağını germiştir. Bütün balıklar yaratılış itibariyle denizde hâlk edildiği halde ancak bir balık Yunus As’ı taşıma şerefine ermiş ve Yunus balığı ismi ile isimlendirilmiştir. Burada verdiğimiz misaller gibi arzın üzerinde buna benzer birçok misaller verilebilir. İşte bunlar mahlukatın maarifetine ait örneklerdir. Yalnız maarifetin hakikati Hak Teâlâ’nın zatına ve sıfatına mahsus bir ilim olup, insandan başkasında bulunmaz. O da her insanda değil, ancak kâmil insanda bulunur ve kâinatta Cenâb-ı Resûlullah’dan başka bir kâmil insan yoktur. Cenâb-ı Resûlullah’dan sonra zuhura gelen ve kâmil insan diye adlandırılan kişiler Cenâb-ı Resûlullah’ın ruhaniyetinden aldıkları feyz ve muhabbeti kendilerine tâbi olanlara talim ettirmektedirler. Âl-i İmran Suresi 31. ayetinde ;

"Ey Habibim de ki; Allah’ı seviyorsanız, bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve sizin için günahlarınızı bağışlasın. Allah-ü Teâlâ gafurdur, râhimdir.” buyurmaktadırlar. Kim ki maarifetin hakikatini tahsil etmişse esasen o insan kâmil insandır. Maarifetullah üçtür:

1.   Maarifeti am

2.   Maarifeti has

3.   Maarifeti hassülhas

Birincisinde, az önce örneklerle zikredilen bütün mahlukat beraber ve müşterektir. İkincisi ve üçüncüsü yalnız insana mahsustur. Bu konuda Hak ehli olanlar katından ve tasavvuf penceresinden, mana yolunu bulanların söyledikleri pek çok sözler vardır.

Gözü olanlar kalp şehrini seyre çıkarlar. Bunlar görmenin de Hak olduğunu bilirler. Zira böyle olanların kalpleri, Hadis-i Kudsi’de buyurulduğu gibi Allah’ın îlahî nazargâhı, arşı, beyti ve hazinesidir. “Kalbül mü'mini beytillahi ve kalbül mü'mini arşullahi ve kalbül mü'mini hazainullahi” ve bu kalpler Allah’ın sonsuz feyzinin tecelligâhıdır. EŞREF RUMİ Hazretleri bir beytinde:

Bu gönül şehrini seyran ederken

Sırrım dedi bana seyran içinde buyurmuşlardır.

Bu sebeptendir ki gönül ehlinin söz ve davranış yönünden kanunları geçerli olup, bütün vaziyetleri ve tavırları da Kur'an’a ve sünnete uygundur. Çünkü suretleri Hak’tır. Hak’ta zulmet (perde) olmadığı gibi, Suret-i Hak’ta dahi zulmet yoktur. Mevlana (MUSLİHİDDİN-İ VAHİ-İ KASTAMONİ) Hazretleri bu alandaki manzum yazılarında;

 

Nuru Ahmed kendi nurumdan dedi

Men reeniden muradı bu idi

 

Kim ki almaz Mim-i Ahmed’den murad

Ol tarih-i Hak’da kaldı bi murad[3] diye izah buyurmuşlardır.

Seyitler taifesinden olan CÜNEYD-İ BAĞDADİ “Leyse fi cebeti seviyullah”[4] , MANSUR “Enel Hak”[5] , ŞEBELİ Hazretleri “Ene esmaü ve ene kavli”[6] gibi sözler buyurmuşlardır.

Ariflerin başkanı olarak anılan MUHİDDİN-İ ARABİ Hazretleri de “Lev arraf tumuni le seced tumuni”; "Benim hakikatimi bilseydiniz, bana secde ederdiniz", buyurmuşlardır. MUHİDDİN-İ ARABİ yaşadığı yüzyılda Allah’ın nazarını üzerinde bulunduran bir şahıstı. Yani tasavvuf sözü ile Nazargâh-ı İlahîyye'ye mazhar idi. Onun için bu tarzda sözler söylemeye bi Hakk’ın yetkili bulunuyordu. Böyle sözler başkası için küfürdür. Okuyanların yanlış manaya kapılmaması bilhassa lazımdır. Her mutasavvıfın kendi makam, rütbe ve meşrebine göre söyleme yetkisi vardır. Bununla beraber hepsininki gayede birleşir. Fark ortadan kalkar.

NİYAZİ MISRİ Hazretleri ise yukarıda söylenenlerden daha açık, anlaşılması nispeten daha kolay olarak şöhrete mazhar olmuş yazılarının birinde şöyle diyor;

Derman arardım derdime

Derdim bana derman imiş

Bürhan arardım aslıma

Aslım bana bürhan imiş

Bu mısrada geçen dert; kişinin özünde gizli olan ve Cenâb-ı Allah’ı bilememesinden kaynaklanan derttir. Dermanı ise kişinin kendi özünü bilmesindedir. Kişi bunu bildirecek delili ararken, kendi özünün kendisine delil olduğunu idrak eder.

Sağım solum gözler idim

Ben dost yüzün görsem deyu

Ben taşrada arar idim

Ol can içinde canan imiş

Kişi önce kendisini kendisine bildirecek delili, yani dost cemalini dışarıda arar. Ancak kendisini bildikten sonra aradığının aslında kendi cismi içinde var olduğunu müşahede eder.

Savm-u Salat-u Hac ile

Sanma biter zahid işin

İnsan-ı kâmil olmaya

Lazım olan irfan imiş

Cenâb-ı Hakk’ı müşahede için yalnız oruç, namaz ve hac gibi şartları yerine getirmek yeterli değildir. Kâmil bir insan olabilmek için ayrıca irfaniyet mektebinde tahsil etmek gereklidir.

Kande gelir yolun senin

Ya kande varır menzilin

Nerden gelip gittiğini

Anlamayan hayvan imiş

Nereden geldiğini idrak etmeyen, nereye gideceğini de bilemez.

"Onlar hayvandır, hatta daha aşağıdırlar, onlar Hak’tan gafillerdir." (Araf Suresi, ayet 179). Cenâb-ı Allah bu ayet-i kerime ile Hak’tan gafil olanların hayvan, hatta hayvandan da aşağı olduklarını beyan etmektedir.

Mürşit gerektir bildire

Hakk’ı sana Hakkel yakin

Mürşidi olmayanların

Bildikleri güman imiş

Allah’ı bilmenin üç mertebesinden biri İlmel yakin, ikincisi Aynel yakin, üçüncüsü Hakkel yakin mertebesidir. İlmel yakin kitaplarla öğrenilebilir. Aynel yakin, bu bilgilerle beraber öğrendiklerini uygulamakla anlaşılır. Hakkel yakin ise, bir mürşidin terbiyesinde az önce bahsedilen irfaniyet eğitimi ile yaşanabilir. Mürşit terbiyesi görmeyenlerin bildikleri ise şüphelidir.

Her mürşide dil verme kim

Yolunu sarpa uğratır

Mürşidi Kâmil olanın

Yolu gayet asan imiş

Ben mürşidim diyerek ortaya çıkan Erkân-ı Muhammediye’den yoksun, Ahlâk-ı Muhammediye’den mahrum kişiler insanlara Hakkel yakin olarak Allah’ı bildiremezler. Hatta onları daha da çıkmaza sokarlar. Ancak Cenâb-ı Resûlullah’ın mürşitlik vazifesini, yine ondan aldıkları feyiz ve muhabbet ile teberrüken ifa eden mürşitler ise insanları Sırat-ı Mustakim olan doğru yolda, kolaylıkla Cenâb-ı Hakk’a ulaştırırlar.

Anla hemen bir söz durur

Yokuş değil dümdüz durur

Âlem kamu bir yüz durur

Onu gören hayran imiş

Velhasıl uzun sözün kısası, cümle âlemde bir olan Allah’ın yüzüdür. Bunu görebilenler ve bu gördüğüne sensin diyebilenlerin yolu Sırat-ı Mustakim’dir.

"Doğu da, batı da Allah'ındır. Artık hangi bir yerde -yüzünüzü- kıbleye çevirirseniz Allah'ın zatı oradadır, şüphe yok ki Allah Teâlâ'nın rahmeti geniştir, o her şeyi bilendir." (Bakara Suresi, ayet 115).

İşit NİYAZİ’nin sözün

Bir nesne örtmez Hak yüzün

Hak’tan ayan bir nesne yok

Gözsüzlere pinhan imiş

Hiçbir şey Cenâb-ı Hakk’ın yüzünü örtemez. Hakk’ın görüşü ile her zerrede Hak görülür. Görüşleri Hakk’ın görüşü olmayanlara Cenâb-ı Hak gizlidir.

"O, evveldir ve âhirdir ve zâhirdir ve bâtınıdır ve O, her şeyi bilendir." (Hadid Suresi, ayet 3) ayet-i kerimesi bunun delilidir.

Daha nice kimseler, hakikatin özetini nazmen, nesren, teşbihlerle, kitaplar dolusu çeşitli tarzda yazılmış eserlerle işleyerek gönül ehli olanların dimağına bu hususta çeşni bahşetmişlerdir. Hak maarifetine ve hakikate dair her tabaka halk için, halk şiirlerine katılmış güzel süzme sözler de vardır. Hepsinin maksadı Hakk’ın kemali zuhurunu beyan, Cemal ve Celâli’nin hakikatlerini ayan etmektir. Bu bahiste daha ötesini öğrenebilmek için ehlinden tahsil etmek icap etmektedir.

Şimdiye kadar söylenilen sözlerden de anlaşılacağı gibi tasavvuf; şeriat ilminin manevi hükümlerini beyan ve izah eder. Kalp ihlasının doğruluğunu ve meydana gelişini gösterir. Tasavvuf, Allah’ın sonsuz maarifetinden zuhura gelen İslâmi bir felsefedir. Fakat bu felsefe hiç bir zaman tabii bir ilim değildir. Tasavvuf ilmi îlahî hikmet ile yoğrulmuş bir ahlâk ilmidir. Bundan dolayı ihlas nuru ile kendilerine tâbi olan mü'minleri aydınlatmış olan mutasavvıf-ı kiram, birer hüsnü ahlâk numunesi olagelmişlerdir. Zaten îlahî maarifetle neş'e bulan bir insan, kötü ahlâk sahibi olamaz. Kur’an-ı Kerim’in her sayfası birer ahlâk ve hikmet dersidir. Peygamber Efendimiz'in güzel sözlerinin her biri, hikmet ve ahlâk hazinesidir. Tasavvuf ilmini de içine alan, kütüphanemizi ve evlerimizi süsleyen ahlâkî kitaplarımız, binlerce cildi teşkil eder. Meraklı olanlar için bu hususta kaynak olarak, Mesnevi-i Şerifler, Füsus-ül Hikem’ler, İhya il Ulumlar, Pend-i Attarlar, Ahlâk-ı Celâller, Ahlâk-ı Nasıriler gibi hepsi meydanda, her biri cihanlar değerinde birer hakikat hazinesi, birer hikmet, felsefe ve tasavvuf definesi kitaplar örnek olarak sayılabilir.

Bunların okunmasından da anlaşılacağı üzere, tasavvuf ilmi iyi ahlâkın gayesidir. Bundaki formülü şöyle özetleyebiliriz. Ahlâk bilgisinin gayesi nefsi bilmektir, nefsi bilmenin gayesi de Halîk’ı bilmektir. Tasavvuf da budur. Tasavvuf terbiyesinde insan için dört mertebe vardır; nefs mertebesi, kalp mertebesi, ruh mertebesi, sır mertebesi.

Cenâb-ı Hakk’ı evvela nefs mertebesinde bilmelidir. Sırasıyla kalp, ruh ve daha sonra da sırren bilmek gelir. İnsanda yıldıza benzeyen nur kalptir veya kalp yıldıza teşbih edilir. Aya benzeyen nur ruhtur, veya ruh aya teşbih edilir. Güneşe benzeyen nur da sır dediğimiz âlemdir. Lakin yıldızların, ayın ve güneşin zuhuru görmemizde daim olmadığı gibi, bu nurlarında insanda doğuş ve oluşları daim değildir.

Mesela; karanlık bir odada çevremizi görmemiz için bir mum yakarsak, bununla bir kısım cisimleri belli bir ölçüde görebiliriz. Mum ışığı karanlığa göre en iyi görünendir. Mum ışığı mevcut iken bir gaz lambası yakarsak, cisimler daha iyi görünmeye başlar. Mum ışığının parlaklığı lamba ışığı karşısında sönük kalır. Aynı odada 100 mumluk bir elektrik lambası yakıldığında, cisimler çok daha iyi görünürken, mum ve gaz lambasının ışığı sönük kalır. Bu odanın kapakları açılıp güneş ışığı ile aydınlatıldığında, yanan her üç ışık hükümsüz kalır. O zaman cisimler çok daha net görünür. Şimdi bu misal ışığında diyebiliriz ki; nefis nuru zulmette insan için cüzzi bir aydınlık sağlar. Kalp nuru zuhur edince nefis nuru sönük kalır. Zulmet daha aydınlanır. Ruh nuru zuhur edince, nefis ve kalp nurları sönük kalır, aydınlık artar. Sır nuru zuhur edince, zulmet tamamen ortadan kalkar. Sır nuru yanında diğer nurlar mat olur.

Bu sebeptendir ki bazı rahipler ve Hint fakirlerinde görülen olağanüstü tecelliyat, tasavvuf tabiriyle meratibi mukayyededen hasıl olmuştur. Yani kendisinde doğa üstü bir olay zuhur eden kişi Nefs-i Emmare mertebesinde ise, olayı nefsinden bilip nefsine güveniyorsa, gurur ve kibirli ise, bu kendisinde görülen hâl mukayyettir. Her ne kadar halk nazarında muteber ise de Hak nazarında muteber değildir.

Tasavvuf görüşü ile muteber olanı, ıtlak üzerine olan Hak tecellisidir. Bu tecelli değişik ve süreklidir. Bunun için Hakk’ın hakiki dostları, bu tecelliye vasıl olmadıkça müsterih olmazlar ve her hangi bir makamda karar kılmazlar.

Olağanüstü olaylar iki kısımdır. Birine istidrac, diğerine kerâmet denir. Her ikisi de Hak Teâlâ’nın vermesiyle olursa da, mesela bazı hiç din ile alâkası olmayan kişilerde gördüğümüz doğa üstü şeylere istidrac denir.

Yukarıda sözü geçtiği gibi insan olarak herkeste bulunan kalp ve ruha ait nurların doğuş ve batışları, yıldız ve ay gibi sabit olmayıp, geçicidir. Hak Teâlâ onlara yaptıkları nefsani perhizlere mukabil bu hâlleri rızası olmaksızın verir. Halbuki kerâmet olan hususları Cenâb-ı Hak, salih kullarına bir fazilet olarak ihsan eder. Çünkü onlar hizmetlerinden dolayı herhangi bir karşılık beklemezler. Bunun için istidracın kaynağı ne olursa olsun makamı delâlet, kerâmetin makamı velayet (velilik) olur.

İstidracı kerâmetten ayırdedebilmek için şu hususlara dikkat edilir. Kendisinde olağanüstü hâller görünen kimse, Cenâb-ı Allah’ın emirlerine ve Peygamber Efendimiz'in sünnetine uymuyorsa bu istidracdır ve bu kişi delâlettedir. Allah’ın emirlerine ve Resûlullah’ın sünneti seniyyesine uyan salih kişilerde görünen olağanüstü hâller ise kerâmettir. Kişinin makamına ve rabıtasına göre çeşitli şekil ve hâllerde zuhur edebilir.

Kur’an-ı Kerim’in Şuara Suresi'nde nakledilen Musa (AS) ile Firavun arasında zuhur eden kıssada, Firavun’un büyücüleri nefislerine uyguladıkları perhizlerle, Firavun’un adına ipleri ve sopaları yılan biçiminde gösterdiler.

"Ve Allah kimi sapıklıkta bırakırsa artık O'nun için ondan sonra bir dost yoktur. Ve zâlimleri göreceksin ki, azabı gördükleri zaman diyeceklerdir ki: Acaba geri dönmeğe bir yol var mıdır?"ûra Suresi, ayet 44). Bu istidraca bir misaldir. Bu gösterilen sihir sonucu oluşan yılanları Musa As’ın asasının ejderha olarak yutması ise mucizeye misaldir. Çünkü bu Allah adına ve Allah’ın emriyle zuhura gelmiştir. Yine Kur’an-ı Kerim’in Kehf Suresi'nde bahsedilen Musa ile Hızır’ın yolculuğunda, Hızır’ın gemiyi delmesinin, çocuğu öldürmesinin, ve yıkılacak duvarı tamir etmesinin hikmetlerini Musa’ya anlatması kerâmettir.

Veliler şahı İmam-ı Ali Keremallahu Veche’nin, Hayber’in fethinde bir kişinin gücüyle kımıldatılamayacak ağırlıkta olan kale kapısını cenk anında kalkan olarak kullanması da kerâmete bir misaldir.

Tekrar ahlâkî kısma dönelim: Cenâb-ı Peygamber (SAV) bir hadislerinde “La yü’minü ehadüküm hatta yühibbü ilahihi meyühibbü linefsihi” "Sizden biriniz nefsiniz için hoş gördüğünüz iyi bir şeyi mü’min kardeşiniz hakkında da istemedikçe kâmil mü’min olamazsınız", buyurmuşlardır. Ve yine diğer bir Hadis-i Şerif'iyle “Ennesü ayellahi fil ardı veechüm ileyhi enfeahüm liayalih” "Yeryüzünde insanlar Cenâb-ı Hakk’ın ailesi mesabesindedir. İnsanlar içinde Hakk’ın en sevgili kulu, onun ayâli hakkında en faideli olanıdır", buyuruyorlar.

Yaratılış itibariyle bütün insanlar Cenâb-ı Hak nazarında birdir. Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatlarına inanan kimseler, Allah’ın Rahman sıfatı ile bütün âleme merhametli olduğuna, Rahim sıfatı ile de özel merhametinin olduğuna inanırlar. Rahim sıfatına mazhar olan kişi âlemdeki bütün yaratılmışların bir sevgi bağı ile bağlanmış olduğunu seyreder. Nitekim bu hususta YUNUS EMRE bir beytinde;

Yetmiş iki milleti

Bir göz ile görmeyen

Halka müderris olsa

Yine Hakk’a asidir buyuruyor.

Bütün insanları aynı göz ile seyretmek için, o kişinin tasavvuf zevki ile mücehhez olması lazımdır. Bu zevke eren Yunus Emre Hazretleri diğer bir beyitlerinde;

Elif okuduk ötürü

Pazar eyledik götürü

Yaratılanı severiz

Yaratandan ötürü buyurmuşlardır.

Bu Hadis-i Şerif’ler ve beyitlerde bildirildiği gibi, ahlâkî kanun ve düsturların hakikat manasına arif olmak, tasavvuf ilmine agâh olmaya bağlıdır. Sofi isminden ve tasavvuf ilminden bahseden bir çok kitaplar bu kanaati kuvvetlendirmektedir. İmam-ı Ebil Kasım Abdülkerim bin Hazin-i KUŞEYRİ’nin yazdığı Risale namındaki eser bu kitaplardan en başta gelenidir.

İslâm’da tasavvuf tariflerinin bundan dört asır evvel iki bini geçtiği bilinmektedir. İlimler içerisinde hakikati anlatan bir ilim varsa, o da ancak tasavvuftur. Risale-i Kuşeyriyye’de tasavvuf; "Hak Teâlâ’nın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir", denilmektedir. CÜNEYD-İ BAĞDADİ Hazretleri de, "Tasavvuf; kayıtsız şartsız Hak Teâlâ ile olmaktır", demektedir. Müntehibat-ı nefs-i Kuşeyriyye’de "Tasavvuf; Cenâb-ı Hakk’ı topyekün anlamak, dinlemek, aşkla tâbi olup amel etmektir", denmiştir.

Sofiyyun taifesine sofi denilmesinin sebebi, Arapça’da yün manasına gelen sofiden elbise giymelerinden ve dünya ziynetine rağbet etmeyişlerinden doğmuş bir kelimedir.

Kısacası tasavvuf; lügat manası ile yünden elbise giyme, hakikat manası ile de emmare olan nefsin isteklerinden pak olmak ve bütün eşya âlemini Hakk’ın mazharı bilmektir. Bu hususta Nefahatül-üns bilginlerimizden İSMAİL HAKKI CELVETİ Hazretleri'nin Ruhül Mesnevisinin birinci cildi, Hadikatül Evliya ile Katip Çelebi’nin Keşfüzzünun adındaki eserlerinden daha izahlı olarak bilgi edinmek mümkündür. Sofi ismi Resûlullah Efendimiz’in o saadetli zamanında yoktu. Bu tabiin asrında zuhur etmiş bir kelimedir. Tahminen hicretin 150 - 200. yıllarında kullanılmaya başlanmıştır.

Tasavvuf ilminin tabiin asrında en muhterem temsilcisi Ebu Haşimi Kufi’ye sofi denilmiştir. Onun talebeleri de sofiye veya sofiyyun namlarıyla isimlendirilmişlerdir. Bu cihetle sofiden tasavvuf kelimesi doğmuş, bu da tasavvuf ilmine isim olmuştur. Evvela sofi lakap ve kelimesi meydana gelmiştir. Bu kelimenin batılı düşünürlerin dedikleri gibi Yunanca’nın sofus veya sofyası ile bir alâkası yoktur.

Lisanımızda konuşurken sofi ile sofu kelimelerini de birbirinden ayırmak doğru olacaktır. Din ve ahiret taassubuna düşkün olarak İslâmiyeti yüzeysel bir biçimde yaşayanlara sofu denir. Allah’ın hikmetlerini sezen, Allah’ın rızasına talip olan ve Allah’a yakın olmayı arzulayarak Hakk’a vuslat yoluna girenlere sofi denir. Böylece hakikatleri diğerlerinden ayırırsak Hazreti Sofiyye’nin ruhaniyetlerini de hoşnut etmiş oluruz.

Mesela: Hz. Mevlana sofu değil sofi’dir. Hatta safi’dir. Safi olmak sofinin gayesi olan bir makamdır. Sofuluğun gayesi din ve ahiret taassubu, sofiliğin ise safi olmaklık ve vuslattır.

š


K O N U - 2

 

LEDÜNNİ MAARİFİN ANADOLU’YA GİRİŞİ

Ledünni demek, insanlara Allah’ın katından bahşedilen ilim demektir. Yani îlahî ilim demektir. İlahî ilmi beyan eden kültürün, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu (1200-1300) yıllarında Anadolumuza dışarıdan üç merkezden geldiği görülmüştür.

1.   Horasan

2.   Şirvan

3.   Erdebil

Yalnız Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan daha evvel Mevlâna Celâleddin-i Rumi, Sadreddin-i Konevi, Muhyiddin-i Cündi’nin sayelerinde Konya başlı başına bir irfan merkezi haline gelmişti. 8. yüzyılın sonlarında çok üstün bilgisi ve kemalatıyla bütün İslâm beldelerinde şöhret bulan bir zat zuhur etmişti. Bu zat Horasan’da Haf Köyü'nde doğduğu için Hafî namıyla anılan Zeyneddin’dir. 757’de doğmuş, 838’de vefat etmiş olup, türbesi Herad’dadır. Zeyneddin hacca giderken her indiği yerde bir çok kabiliyet sahiplerini terbiye ve irşat etmekteydi. Bunlardan birisi de Kudüs’ten geçerken kendisinden istifade eden, irfanından faydalanan Abdüllatif-i Mukaddesi’dir (doğumu 786, vefatı 856). Bu zat Zeyneddin-i Hafi hacdan döndüğü zaman onunla birlikte Horasan’a gitmişti. Bir zaman yanında kalmış, hizmetinde bulunduktan sonra müsaadesini alarak evvela Şam’a, oradan Konya’ya, sonra da Bursa’ya gelip yerleşmiştir. Bursa’da Zeyniye isimli tasavvuf yolunu neşreden bu zattır.

Sonra Merzifonlu Sarı Danişmend’in oğlu Abdurrahim Herad’a kadar gitmiş, Zeyneddin-i Hafi’ye intisap etmiş, ondan feyiz ve irfan, daha sonra da icazet alarak, talebe yetiştirmek üzere Anadolu’ya dönmüştür. Bir rivayete göre Zeyneddin-i Hafi, Abdurrahim için, bir aşk kütüğü yakıp Anadolu’nun üzerine attık demiştir. Daha sonra Sultan Murad bu zatı, Anadolu’da halkı bâtınî ve zahirî ilimler ile aydınlatmak üzere vazifelendirmiştir. Kendisi Rumi mahlası ile Türkçe aşıkane şiirler yazmıştır. Vefatı 838’de Merzifon’dadır.

On iki imamlardan, yedincisi İmam Musa Kâzım’ın neslinden olan Hacı Bektaşi Veli de Horasan'dan gelerek Anadolu’ya yerleşmiş erenlerdendir. Kendisi Nişabur’ludur. Lokman Perende Hazretleri'nin irşat ve terbiyesinde yetişmiştir. Horasan’dan gelerek Kırşehir’in Kara höyük (Hacı Bektaş) yöresine yerleşmiştir. Buraya nasıl ve ne zaman geldiği hakkındaki bilgiler rivayet hâlindedir. Osmanlı Devleti’nin askeri ocağı olan Yeniçeri teşkilatı da onun manevi himayesine verilmiştir.

Bektaşilik yolunun ikinci büyük siması, Balım Baba’dır. Bu yolun âdab ve merasimini o koymuştur.

Cengiz’in Horasan’ı işgal etmesi ile bir çok Müslüman Türk kabileleri şamanist olan Moğollar’dan kaçarak Anadolu’ya akın ve iltica etmişlerdir. Bu Türk kabileleri ile birlikte Horasan erenleri denilen bir çok kemal ve irfan sahibi bilginler de Anadolu’ya gelmişlerdir. Hacı Bektaşi Veli de bunlardan biriydi.

Türk edebiyat tarihimizde halk şiirleri diye söylenen tarzın kaynağı Bektaşi yazıları ve sözleridir. Bektaşiliğin kendi görüşleriyle uyguladıkları inanç ve amellerini kendilerine bırakalım. Basit ve Türkçe olarak söylenmiş sözlerinde tasavvuf felsefesinin en veciz ve ikna edici örnekleri vardır. Mesela:

Erişmeyen vahdete

Vahdetteki lezzete

Girerse de Cennet'e

Lezzet bulası değil

Vahdet tasavvuf ilminde birlik anlamına gelir. Ehli hakikat için de, varılması arzulanan ve bunun için gayret sarf edilen noktadır. (Vahdet-i Vücut bahsi geniş olarak 5. Bölümde mütalaa edilmiştir.)

Hacı Bektaşi Veli bir sözünde “Allah’a giden yollar mahlukatın nefesi kadar çoktur.” buyurduğu gibi Bektaşilik’ten başka bir çok yolların, değişik bir görüş ve inanışları da vardır. Fakat İslâm’da değişmeyen hakikat şudur ki; Yol ancak Cenâb-ı Peygamber’in yoludur. Bu yol salikleri için inanç ve itikat, zikir ve fikir, Ehlibeyt'in, ehli sünnet vel cemaatin itikadı ve fikridir. Yani Resul-i Ekrem (SAV) Efendimiz’in inanç ve itikatları üzeredirler. Bu itikada göre bizler, Allah’ı Allah, Peygamberi peygamber, Veli’yi de veli olarak tanırız. Bunun aksi delâlet olur.

Cenâb-ı Hak akıl fikir ile bilinmez, göz ile görünmez, cismani his ile anlaşılmaz. Ancak iman nuru ile anlaşılır ve irfaniyet ile keşfedilir. Hakiki hüviyetini ise kendisinden gayrı bilen yoktur. Bizler onu ancak zatî, subuti ve manevi sıfatları ile biliriz. Aslında dini esaslara uymayan yol dalalettir. Bu yüzden tarikat namı altında dalalete giden, vahdete dahil oluyorum diye şirke dahil olan, fikir ve inanca sahip oluyorum diye itikatsızlığa giden yollar ve kimseler de çok olmuştur.

İkinci bir irfan merkezi Şirvan ise bir vakitler Seyyid Yahya sayesinde bütün dünyaca meşhur olmuş bir yerdi. Seyyid Yahya, Seyyid Bahaeddin-i Şirvani’nin oğlu olup, Şemahi şehrinde doğmuştur. Soyu pak ve münevver seyitler silsilesi ile Ehlibeyt'e dayanan Seyid Yahya, Cemali ile zahir, kemalatı ile bâtın bilinen, nadir yaratılmışlardan bir cevherdir. Tasavvuf ilmini Sadreddin-i Şirvani’den tahsil ederek, hocasının vefatından sonra Bakü’ye gelmiş ve orada ömrünün sonuna kadar kalmıştır. Aydınlatıcı ve irşat edici manevi sohbetlerinden pek çok kimseler istifade etmişlerdir. Hazreti Seyyid tasavvuf âleminde HALVETİ yolunun ikinci kurucusudur. 862 yılında vefat etmiştir. Türbesi Bakü’dedir.

Seyyid Yahya-i Şirvani’ye göre tasavvuf yoluna girmek için kişide şu üç vasıf bulunmalıdır.

1.   Nefs ile mücadele (riyazat)

2.   Tefekkür edebilmek (akıl ile düşünmek)

3.   Hayranlık his ve görüşüne sahip olmak (hayret)

Tasavvufa girmeye istekli olan kimse, riyazet ve mücahede çekmedikçe fikir âlemine ayak basamaz. O âleme girmek müyesser olmadıkça, hayranlık his ve görüşlerine de sahip olamaz. Tenezzül ve terakki fikir âleminde belli olur. Tenezzül ve terakkiyi bir misal ile açıklayalım.

Belh şehrinde padişahlık yapan İbrahim Ethem vezirleriyle bir toplantıda iken, zamanın velisi Beyazıd-i Bestami Hazretleri sarayın kapısına gelerek, padişahla görüşmek ister, muhafızlar izin vermeyince tartışma başlar. Bunu duyan İbrahim Ethem ne olduğunu sorar. Muhafızlar yaşlı bir zatın kendisini görmek istediğini söylerler. İbrahim Ethem muhafızlarına onu içeri almalarını emreder. Beyazıd-i Bestami içeri girince padişah ona ne isteği olduğunu sorar.

-Misafir olmaya geldim.

-Baba yanlış geldin, burası misafirhane değil.

-Peki burası nedir?

-Benim sarayım.

-Peki evladım, senden önce burada kim vardı?

-Benim babam.

-Ondan önce?

-Onun babası.

-Ondan önce?

-Onun babası.

-Peki şimdi onlar neredeler?

-Ahrete göçtüler.

-Her gelen gittiğine göre demek ki burası bir misafirhanedir. Ben de onun için buraya gelmiştim, der ve geri dönerek kapıdan çıkar. Kısa bir tereddütten sonra İbrahim Ethem Beyazıt-i Bestami’nin peşinden koşarak, bu sözleriyle ne demek istediğini sorar:

-Bu sözleri anlamak için ilk şart tacını ve tahtını terk etmektir.

O anda İbrahim Ethem gönlünde zuhura gelen sevgi ile tacını ve cübbesini çıkarıp vezirlere doğru atarak, “Bunları isteyen giysin, ben maksuduma gidiyorum.” diyerek Beyazıd-i Bestami’nin arkasından yetişir. Birlikte Beyazıd-i Bestami’nin ikamet ettiği mütevazı evine varırlar. Bundan sonra İbrahim Ethem bir yandan İlm-i Hakikat'i tahsil ederken, diğer yandan fakir halkın yaptığı en hakir işleri yaparak geçimini temin ediyordu. Padişahlığı bırakarak bu işleri yapmasından dolayı da halk tarafından kendisine deli padişah lakâbı takıldı. İbrahim Ethem uzun yıllar bu hizmette bulunduktan sonra kendisinde olgunluk ve kemalat zuhur etti. İmanındaki terakki ile marifetullaha ulaştı.

İbrahim Ethem bir gün sahilde gezerken annesinin oturup deniz kenarında gergef işlediğini gördü ve onun yanına oturup dertleşmeye başladı.

Annesi ona:

-Senin bu pejmürde haline bizler çok üzülüyoruz. Halk seni ısrarla yeniden padişah olarak sarayda görmek istiyor. Bir an önce sarayına geri dön, dedi.

İbrahim Ethem o zaman annesinin elinden iğneyi alıp denize attı ve:

-Ey balıklar! Annemin iğnesini bana geri getirin, diye seslendi. O anda birinin ağzında iğne olmak üzere binlerce balık su yüzüne çıktı. O zaman İbrahim Ethem annesine:

-Anneciğim daha önceden bir sarayım vardı ve belli bir halkın padişahı idim. Şimdi ise gördüğün gibi bütün kâinat benim sarayım ve ben de bütün kâinatın sultanıyım, dedi.

Bu misalden de anlaşıldığı gibi İbrahim Ethem, Beyazıd-i Bestami’ye tenezzül ettiğinden dolayı ondan aldığı tasavvufi terbiye ile imanında büyük bir terakki meydana gelmiştir.

Günümüzde de İlm-i Hakikat'i talim ettiren halkın içinde bir çok veliler vardır. Bunların çoğu, Beyazıd-i Bestami gibi mütevazı halk kitlesi içindedir. Onlar gibi çalışır maişetlerini kazanırlar. İlm-i Hakikat'i de fî sebilillah Cenâb-ı Resûlullah’ın lisanından zuhur ettiği şekilde talip olanlara talim ettirirler. Böylece fikir âleminde tenezzül ve terakki meydana geldikten sonra, eşyanın hakikati o zaman bilinir. Kalbin gerçek sahibi de onda belli olur. Seyyid Yahya Hazretleri ondan sonra (Rabbizedni Tahayyeran) buyurmuştur. Yani: Hayranlık his ve görüşü ile Rabb’i temaşa edin, demek istemiştir.

Hazreti Seyyid Yahya’nın bu yolu süratle her tarafa, hatta Mısır, Hicaz ve Hindistan’a kadar yayılmıştır. Hele Anadolu’dan birbiri ardınca bir çok iştiyak sahipleri Bakü’ye koşmuşlardır. Mesela; Aydınlı Ömer Dede ve kardeşi Ali, Karamanlı Habib, Çankırı’da karacalarda meftun Hacı Hamza, Şeyh Sinan, Baba Resul, Derviş Kemal, Erzincanlı Mehmet Bahaeddin gibi. Hatta daha evvel Seyyid Yahya’nın mürşidi, Sadreddin Hazretleri'nin yanına gidip, tasavvuf dersi alarak dönenler de vardı. Mesela; Timurlenk Amasya’yı zapt ettiğinde oranın bilginlerinden İlyas isminde birini bir hizmetle vazifelendirerek Şirvan’a göndermişti. Bu zat orada talebelere ders okuturken, Şeyh Sadreddin’den de tasavvuf ilmini almış, bir müddet sonra da onun müsaadesiyle Amasya’ya dönmüştü. Mürşidinin vefatından sonra Amasya’da Halvetîye yolu üzerine irşada başlamıştı. İşte Pir İlyas Amasyavi dedikleri zat budur. Vefatından sonra yerine sırasıyla Abdurrahman Çelebi, Zekeriya Halvetî vs. geçmişlerdir.[7]

Baba İlyas Horasani ise başkadır. Hazreti Seyyid Yahya, İslâm âleminde bir çok kıymetli eserler bırakmıştır. Bilhassa Kelime-i Tevhidin harfleri adedi esas alınarak yirmidört fasıl üzerine tertip ettiği ESRARÜTTALİBİN adındaki basılmış risalesi tasavvuf konusunda yazılmış önemli eserlerdendir. Ayrıca Şifaül Esrar, Esrar-ül Vahiy, Keşfil Kulub, Meratibi esrarı kalp, Menazilül arifin vs. gibi önemli eserleri de bulunmaktadır. Seyyid Yahya Şirvani terbiye ve irşadında yetiştirdiği Aydınlı Ömer Dede’yi Gence - Berdia - Karabağ cihetlerine irşat maksadıyla göndermişti. O vakit Tebriz hükümdarı Uzun Hasan ve oğlu Sultan Yâkub, Ömer Dede’yi Tebriz’e davet etmişlerdir. Sultan Yâkub da kendisine intisap etmiştir. Ömer Dede Hazretleri, Uzun Hasan’ın eşi Selçuk Hatun’un kendisi için Tebriz’de yaptırdığı dergâhın avlusunda meftundur. (H. 892). Dede Hazretleri’nin şiirleri bilhassa naatleri eşsizdir.

Çün doğup tuttu cihan yüzünü hüsnün güneşi

Kim ola sevmeye bu veçhile sen mahuveşi

Matlaı ile başlayan naatı herkesin methine ve sevgisine mazhar olmuştur. Bu naat bir çok edip ve şairler tarafından tanzir ve tahmis edilmiştir. Dede Hazretleri Aydınlı oldukları için Ruşeni mahlasını almışlardır. Ömer Dede’nin şiirlerini okumak isteyenler Nuri Osmaniye kütüphanesinde Mecmua-i Nefise’ye bakabilirler.

Diyarbakırlı İbrahim isimli bir zat Tebriz’e giderek Ömer Dede’den îlahî ilmi tahsil etmiş, bilahare Mısır’a dönüp orada ismine nispetle Gülşeniye adındaki tasavvuf yolunu kurmuş ve yürütmüştür. Bu zatı kendisinden 300 yıl evvel yaşamış olan Mevlâna Celâleddin-i Rumi Hazretleri haber vermiş ve vasıflarını anlatmıştır. Bunu bir gazeli ile de belgelemiştir. Bu gazelin matlaı şöyledir;

Dedim ruhu hubu Gülşenire

Anı çeşmi çırağı Ruşenira

Böyle bir zatın zuhur edeceğine dair zuhurundan çok evvel vaki olan keşifleri Mevlana Celâleddin’in Ruh ve Sır âlemlerine olan nüfuzu ve o âlemlerdeki manevi yetkisi bakımından kayda şayandır. Anadolu’da, İstanbul ve Rumeli’de tasavvuf cereyanlarını yayan zatların bir çoğunun Erzincan’a gidip Mehmet Bahaeddin’den irfan alanlar olduğu görülmektedir. Tasavvuf alanında Halvetî kolunun yalnız buralarda değil, Suriye, Mısır hatta Fas’a kadar yayılmış olduğu görülür.

Biraz evvel arz edildiği gibi bu kolun ikinci üstadı Seyyid Yahya Şirvani, Şemahi’de doğmuş Azeri bir Türk’tür. Böyle olduğu halde tertip ettiği Evrad-ı Şerif o zaman yalnız Türklerde değil, Fas’a kadar bir çok beldelerde okunduğu bilinmektedir. Böylece İslâm tasavvufunun tek vücut gibi nasıl bir bütün olduğu görülür. Zira Halvetiye gibi kırk kadar şubeye ayrılmış olan geniş bir tasavvuf yolunun ileri gelenleri içinde bir Tebrizli, bir Şirazlı, bir Erzincanlı, bir Faslı, bir Bakülü ve bir çok yerli ve başka ırklardan olan kimselerin birbirlerine sımsıkı bağlanmış oldukları görülmektedir. Bu kalp birliği İslâm âleminde Birinci Dünya Savaşı’na kadar hissedilir derecede devam edegelmiştir. Sonra bu bütünlük, izahı mevzuumuzun dışında kalan bir çok sebeplerden dolayı çözülmüştür.

Özet olarak İslâm dini hem kuvvetli bir vatanperverliği hem de dinden doğan ve onunla kaim olan gönül birliğini içine alan kuruluştur. İslâm dinini kim incelerse, İslâm dini o kimseye büyük bir vahdet zevki verir. Üçüncü irfan merkezinin Erdebil olduğundan bahsedilmişti. Burası Azerbaycan’ın Tiflis ve Bakü ile Şiraz arasında ticaret merkezi olan iktisadi yönden önemli bir yerdir. Daha sonra İran’a hükmeden Safevi sülalesinin de zuhura geldiği ve ikbale erdiği bir belde olduğu için tarih cihetiyle de ayrı bir kıymeti vardır.

Hamidüddin Aksarayi Hazretleri tasavvuf ilmini, Erdebil’e gidip Hoca Alaeddin Ali’den tahsil etmiştir. Bu zat İsmail Hakkı merhumun silsile-namesindeki beyanına göre, Şeyh-Şah da denilen İbrahim’in babasıdır. Hamidüddin yahut Hamid-i Aksarayi Hazretleri esasen ilmi arayan bir kimse idi. Zamanının en meşhur ders verenlerinden okumuş, tabii ve müspet ilimleri elde etmişti. Lakin aradığı kalp huzurunu ve fikri kanaati bir türlü elde edemeyince Şam’a kadar gidip Beyazıd-i Bestami Hazretleri'nin dergâhına inmişlerdir. Bu seyahat Hamidüddin Hazretleri'nin fikir ve tasavvufi hayatının başlangıcıdır. Kendisi Kayseri’de dünyaya gelmişlerdir. Aksaray’ı tercih ederek oraya yerleşmiş olması kendisine Aksarayi denmesine sebep olmuştur. Aynı zamanda Hamid-i Aksarayi de denmektedir. Hamidüddin Şam’da tefekküratına devam ederek Rahmani ve Ruhani zevk ve kokular almakla beraber Şam’a gelip giden alimlerden manevi ilme vâkıf en yüksek makamda kimin olduğunu sormakta idi. Senelerce devam eden bu arama ve incelemelerden sonra Hamid’e Erdebil’i haber verdiler. Bunun üzerine Hamidüddin’in derhal Erdebil’e hareket ettiğini ve oradan kâmil olarak döndüğünü görmekteyiz. Erdebil’de ne kadar kaldığını bilmiyoruz. Hamidüddin’in üveysi meşrepten olduğunu da rivayet ederler. Bu şu demektir ki: Senelerce evvel vefat etmiş bir zatın kendisini manada ruhen irşat etmesidir. Beyazıt-i Bestami Hazretleri'nin kendisini manen ruhdan ruha terbiye ve irşat ettiğini de söyleyenler vardır. Ancak Hamidüddin’in Erdebil’e gittiği de muhakkaktır. Çünkü ruhdan ruha telkin almak ve içini aydınlatmak, onun manevi ve ruhani irşatlarıyla îlahî maarifet tahsiline yol almak mümkün ise de, zahiren de birisinden bunun tamamlanması lazımdır. Hamidüddin’in Erdebil’den ayrılış hâl ve şeklini Laali zade Abdülbâki Efendi risalesinde şöyle anlatır:

Alaeddin Ali Hazretleri bir gün Hamidüddin’i halvet hanesine götürmüş, orada kendisine; "Ey hidayete ermiş kerâmet sahibi oğul, aynada tecelli eden Cilve-i Rabb’aninin arzusu budur ki; Acem tarafından gelip, bizden bu ilmi alarak Anadolu’ya götüren kalmadı. Ey velayete layık olan âşık, şimdiden sonra Anadolu tarafına giderek, orada bu ilmi gönüllere aşıla ve o beldenin hakikat nuru ol." Buyurmuş ve kucaklaşarak onu Anadolu’ya yolcu etmiştir. Bu suretle ayrılan Hamidüddin Hazretleri evvela Bursa’ya yerleşti. Fakat müderrislik aklına yatmıyordu. Ancak görünürde de bir iş ile meşgul olmak lazım geldiğinden, geceleri hamur yoğurup ekmek pişirir, ertesi sabah isteyenlere satardı. Bu sebepten Bursa ahalisi kendisine “Somuncu Baba” “Ekmekçi Koca” gibi isimler vermişlerdir. Bu fırın halen Bursa’da mevcuttur. Bu zatın Bursa’ya geldiği devirde Bursa, medreseleriyle şöhret bulmuş bir belde idi. Bursa’nın Sultaniye Medresesinde yüksek dini eserleri okutmakla meşgul olan Molla Fenari (Şemseddin-i Mehmet bin Hamzatül Fenari)'nin daha sonra Somuncu Baba’ya intisap ederek, îlahî irfana mazhar olduğunu görüyoruz.

Sultan Yıldırım Beyazıt’ın kazandığı Niğbolu Zaferi'ne bir armağan olarak Bursa’ya yaptırmakta olduğu Ulu Camii’nin inşaatı o yıllarda bitmişti. Açılma merasimi de bir cuma günü yapılacaktı. Padişah o gün cuma namazında, hitabet, imamet ve namazdan sonraki vaazın velayet âleminin sultanı olan Emir Buhari Hazretleri tarafından yapılmasını arzu ediyordu. Fakat Emir Buhari Hazretleri'nin, Bursa’da Somuncu Baba varken bu gibi işlerin bir başkası tarafından yapılmasının münasip olmayacağını arz etmesi üzerine, Somuncu Baba, Sultan Yıldırım’ın arzusunu yerine getirmek zorunda kalmıştır.

Vaazında Fatiha Suresi'ne yedi türlü veya yedi mertebeden mana verdiği söylenir. Bir rivayete göre; birinci manadan sonra bunu herkes anladı, ikinci manadan sonra bunu bazılarınız anlamadı, üçüncü manadan sonra bunu yarınız anladı yarınız anlamadı, dördüncü manadan sonra bunu pek azınız anladı, beşinci manadan sonra bunu birkaç kişi anladı, altıncı manadan sonra bunu içinizden bir kişi anladı, yedinci manayı verdikten sonra bunu bizden başka anlayan olmadı bundan sonrasına da gerek yoktur, diyerek kürsüden inmiştir. Bu olaydan sonra hüviyeti meydana çıkmış olan Somuncu Baba’yı ziyaretçiler fazla rahatsız etmeye başladılar. Bu yüzden Somuncu Baba’nın Bursa’yı terk ettiğini görüyoruz. Daha sonra kendisinin, Hacı Bayram Hazretleri ile beraber evvela Şam’da, müteakiben Hac’da görüldüğü, daha sonra da Aksaray’a gelip yerleştiği bilinmektedir. Somuncu Baba’nın vefatına kadar Hacı Bayram’ın kendisini terk etmediğini ve nihayet vefatlarını müteakip, Peygamber Efendimiz'in hakikat nurundan olan manevi emaneti alarak Ankara’ya döndüğünü görmekteyiz. Hacı Bayram Hazretleri bu suretle manevi devlete mazhar olmuştur. Bu manevi devletin en büyük emanetin teslimi veya devri meselesi manevi bir emir ve tembih ile vukua gelir. Bu bir velayet sırrıdır. Rabb’ani maarifin Anadolu’ya gelişi ve yayılması hakkında daha geniş bilgi için kaynak olarak İsmail Hakkı Hazretleri'nin “Celvetiye silsilenamesi”, Rifat Efendi'nin “Mirat-ül Mekasidi”, Bandırmalı zade Ahmet Münüb Efendi''nin “Miratül Türuk” ve Sami Yüssünküli’nin “Esma-ı Ezhar” gibi kitaplarının okunması tetkik için tavsiyeye değerdir.

 

š


K O N U - 3

 

KALP GÖRÜŞÜ İLE İNSAN VE RUH HAKKINDAKİ MÜTALÂA

Ne yaparsak yapalım mekânın hudutlarını aşamayız. Zaman dahi bizi, henüz tahakkuk etmemiş, fakat bilinmesi zaruri olan bir çok mana ve hâllerin eşiğinde durdurmaktadır. Bu noktadan ileriye geçebilmek için mevcut zaman ve mekâna olan bağımlılığımızdan kurtulmamız gerekir ki, bu ilerideki konularda etraflıca anlatılacaktır. Ancak maddeye bağımlı zaman ile madde ötesi âlemlerin zamanı arasında bir mukayese yapmamız gerekirse, madde âlemindeki bin yıl, hatta elli bin yıl madde ötesi âlemde bir gün veya bir an gibidir. Bunu Kur’an-ı Kerim’in şu ayetleri ispat etmektedir.

"Allah gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra bu işler sizin saydığınız hesap ile bin yıl tutan bir günde onun nezdine çıkar." (Secde Suresi, ayet 5).

"Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vaadinden asla dönmez. Muhakkak ki Rabb’in nezdinde bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir." (Hac Suresi, ayet 47).

"Melekler ve ruh oraya miktarı dünya senesi ile elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar." (Meariç Suresi, ayet 4).

Zaman hakkında yapılan bu mukayese gibi, maddi mekân ile madde ötesi mekânda, birbiri ile kıyaslanacak şekilde farklıdır. Bunu Mirac’ın başlangıcı olan ve İsra Suresi birinci ayetinde bildirilen, maddi iki mekân arasında zuhura gelen İsra yolculuğu ispat etmektedir. Buradan da Efendimizin madde ötesi âlemlere yapmış olduğu zaman ve mekân ötesi yolculuk, Allah katındaki mekân ve zamana örnektir.

Diğer yandan iki metrekare deri ile kaplı insanın bir böbreğinin kanı süzme yüzeyi 200 metrekaredir. Yine insandaki sinir yollarının uzunluğu 380.000 kilometredir. Bir insan boyu ile mukayese edildiğinde milyonlar katıdır. (Dünya ile ay arası 340.000 kilometredir). Bir insan bünyesinde alan ve uzunluk olarak milyonlarca kat büyüklükte mekânlar hâlk eden Cenâb-ı Hak, bunun gibi zahiren duyularımızın erişebildiği mekânların yine milyonlarca kat büyüklüğünde madde ötesi âlemler yaratmıştır. Bunu idrak edebilmek için ise kişinin zaman ve mekâna bağımlılıktan kurtulması lazımdır. Bunun bu âlemde yaşanabilmesi için ise İlm-i Ledün denilen manevi ilmin tahsil edilerek kişinin bizatihi kendinde var olan sır ve hakikatleri yakinen müşahede etmesi gerekir.

Bir gün bilginlerden bir zat, kuduz mikrobunu ve aşısını keşfeden meşhur Pastör’e şöyle sormuş:

-Bu güne kadar bilmediğimiz sonsuz küçüklükteki mahlukat âlemini keşfettiniz. Bu görünmeyen âlemin hudutları içerisinde bulunan mahlukatı aramak ve bulmaya azmettikçe ve başardıkça kim bilir ne kadar seviniyorsunuzdur. O büyük bilgin bakınız ne demiş:

-Bana ne kadar sevindiğimi sormayınız. Bu âlem içerisine her adım attıkça cehaletimin derecesini anlayarak daha ziyade utanıyorum. Anlıyorum ki dört bir tarafımızı gizli şeyler sarmıştır.

Pastör’ün bulduğu mikropları hiç olmazsa bir mikroskop ile görmek, hatta beslemek ve üretmek mümkündür. Fakat ruh âlemi için, ruh âlemindeki manevi yüksek ve büyük hakikatleri görebilmek için henüz cismani böyle bir dürbün keşfolunmamıştır.

Bu sebepledir ki doktor Eugene Osty, La Connaissense Supernormale isimli eserinde; "İnsan henüz tamamen keşfedilecek bir halde duruyor. Bir yumurta hücresinin sperm denilen diğer bir hücre ile aşılanması sonucunda eserleriyle bilinen nice faaliyet ve mirasına konduğu protoplazmanın, yaratılmış bir kudretin, üst üste gelmiş ve birikmiş bir tekamülün o kadar karmaşık ve o derecede de düşünmeye istidatlı bir insan haline gelmesi henüz mutlak bir sır halindedir", diye hakimane mütalaâda bulunmuştur.

Hastalığın, ihtiyarlığın, ölümün seyri ve manevi akışı dahi biyolojinin henüz el sürülmemiş sırlarındandır. Ferdin hayatı neden zahir oluyor ve neden duruyor? Bunlara verilecek hiç bir izah başlangıcına malik değiliz. Hele zamanın geçmesi ile ağır ağır inkişaf ederek hayatın tesir ve nüfuzu ile yaşamaya intibak eden, uzun bir müddet çocukça hareketlerden sonra, nihayet pek yakın bir zamanda tecrübe sahibi olmak gibi metin ve müessir bir maarifet yolunu bulmaya muvaffak olmuş olan bu tefekkür sistemine acaba ne diyelim? Hem her şeyi, hem kendisini anlamaya çalışan bu sisteme ne demeli? Maddenin geçici ve fâni olan bu cismaniyeti üzerinde hüküm süren bu kadar geniş bir kuvvete ne mana vermeli? İnsanın tesadüf ettiği muammalardan en kapalısı yine insandır. Hatta bilgimiz arttıkça muamma daha kapalı bir hâle gelecektir. Yani bilgilerin toplamı daimi surette arttıkça, insan ve ruh bilinmezini sonsuz olarak genişletmektedir. Bilginler hayat hakkında böyle düşünürlerse, ruh için ne diyecekler?

Bizce bunun iyisi ruhu yine ruha terk etmek ve kendi gözü ile kendisini görmeyi uygulamaktır. İşte böyle bir görüş ve denemenin semeresine felsefemizde MAARİFET-İ FUADİYE denir. Bu Maarifet-i Fuadiye'nin kitabı yoktur. Bunun lisanı hâl lisanıdır.Buna İLM-İ LEDÜN, İLM-İ ESRAR ve İLM-İ BÂTIN gibi isimler verilmesi de bu yüzdendir. Gönül Divanı’ndaki bir ilahide bu konu kısaca şöyle dile getirilmiştir.

Kalbin ile iman eyle

Hâlin ile kelam söyle

Dön Allah’a olmaz böyle

Biz Muhammed âşıkıyız

Şimdi Maarifet-i Fuadiye’den olarak Kur’an görüşü ile insana geçelim. Cenâb-ı Rabb’ül Âlemin insan ruhlarını Lahut âleminde nur denilen mananın cevherinden bütün yaratılanların en güzeli, en güzel yaratılmışı olmak üzere, yani ahsen-i takvim üzere yarattığına dair Kur’an-ı Kerim’in Tin Suresi'nin 4. ayetinde;

“Muhakkak ki: Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” buyuruyor. Yani; biz insanı namaza kabiliyetli, güzel suretli, olgun mizaçlı, duyularla donatılmış, kâinata seçkin, îlahî emaneti taşıyacak özellikte hâlk ettik, demektir. Lahut âlemi dedik. Bu âlemden başka başlangıcı bu olmak üzere sırasıyla Ceberrud, Melekut ve Anasır âlemleri vardır. Ruhlar sırasıyla bu âlemlerden geçerek en son anasır, yani madde âlemine, içinde bulunduğumuz bu cisim âlemine intikal ettirilmiştir. Velhasıl insanların ruhları müşahede makamında uzun müddet kalmak suretiyle bütün yaratılmışlardan bilgili ve mükerrem olup, ilmin kemaliyle, ibadet âdabıyla vasıflı olmuştur. İnsanlar onun için Allah-ü Teâlâ’ya imana ve dine mazhar oldular.

Cenâb-ı Allah anasır âleminde henüz hiç bir şey yokken, Melekut âlemine hitaben, insan gibi ilmin kemaliyle ve ibadet âdabıyla şartlandırdığı bir mahluku yeryüzünde kendisine halife olarak yaratacağını, Kur’an vasıtasıyla bizlere de bildirmektedir.

"Ben yer yüzünde muhakkak bir halife kılacağım" (Bakara Suresi, ayet 30). İşte bu açıklama ve beyandan sonradır ki Cenâb-ı Hak yeryüzüne indirmek için müstesna bir ceset icat ve tasvir ettiğine dair Kur’an-ı Kerim'inde şöyle buyuruyor;

"O, o Yüce Yaratıcıdır ki, sizi bir çamurdan yarattı, sonra bir ecel takdir etti ve onun katında malûm bir ecel de vardır. Sonra da siz şüphe ediyorsunuz" (En’am Suresi, ayet 2).

Yukarıda bahsi geçen ayetlerin tasavvuf ve bâtın görüşü ile incelenmesinden varacağımız sonuç şu olur: İnsanî ruh, cisim yani madde âlemine gelmezden evvel ruh âleminde idi. Ruh âlemine de gelmezden evvel Âlemi Âmâ, yani Lahut âlemindeydi. Bu ise akdes olan varlığın Ahadiyet mertebesine bir işarettir. Demek ki Hak Teâlâ’nın ezeli ilminde Sıfatullah ile insan ruhu arasında münasebet olduğu anlaşılır. İşte bu insanî ruh âlemidir. Buna gayb âlemi de derler. Buradan da mülk âlemine, yani bu âleme gelmiştir. Bu da şahadet âlemidir. Âlem-i Eflak, âlem-i escam, âlem-i anasır ve âlem-i mevalid dahi derler. Bunların hepsi de hâlen içinde bulunduğumuz âlemdir.

İşte bu suret ve sıra üzerine, insanın yaratılan ruhu Cenâb-ı Hakk’ı yakınen bilmekte iken, o yüksek âlemlerden bu içinde bulunduğumuz madde âlemine inmiştir. Ruhun Hakk’ı bilmek ve hakikatimizi anlamak bakımından kemal ve maarifet tahsil ederek asıl makamına dönmesi gerekmektedir. Asıl makamına dönmeden Hakk’a ve hakikate arif olamaz. Bu anasır, yani fena âlemine intikal eden ruh, cesetle birleşti, ruh ve ceset terkibini aldı. Ruhumuzun maddeye inmiş olmasını ispat eden Kur’an-ı Kerim, Tin Suresi, ayet 5’de şöyle buyurmaktadır.

"Sonra biz insanı esfele safiline indirdik." İşte bu keyfiyetle insanî ruhlar madde ile birleştiler. Cesetle birlikte olunca, intikal etmiş oldukları âlemde müşahede makamında uzun müddet kalmış olduklarından, Cenâb-ı Hakk’ın zat ve sıfatına, yani Celâl ve Cemal’ine mazhar olmuş iken, bu makamdan süfliyete (madde) âlemine inmiş oldular. Ruhlarımız cesetle birleşince beşerî tabiatın karanlığı içinde cismanî faktörlerin kesafetiyle örtülmüştür. Bundan dolayı kendisinde olan nuraniyet, yaratılışlarında bulunan Ledünnî ilim ve Hakk’a maarifet silinmiş oldu.

Misal: Bazı kazalardan sonra tıbbi olarak beyin sarsıntısı geçiren bir insan hafızasının tümünü kaybeder, ancak o kişinin zeka ve karakteri değişmez. Belleği kaza anından itibaren yeniden kaydetmeye devam eder. İşte bu kaza anını ruhun bedene intikal anı olarak kabul edersek, ruh da bedene intikalden önceki hâlini ve Hakk'a olan maarifetini unutmaktadır. Hafızasını yitiren hastaların tıbbi tedavi ile yeniden hafızalarını kazanma imkanı olduğu gibi, insan da tasavvuf terbiyesi ile Cenâb-ı Hakk'a maarifet kazanırsa, ruh da bedene intikalinden önceki zevkine yeniden ulaşır. Nitekim Allah-ü Teâlâ Nahl Suresi 78.ayetinde;

"Ve Allah sizi analarınızın karınlarından hiçbir şey bilmez olduğunuz halde çıkarır. Ve size teşekkür edesiniz diye kulaklar, gözler ve kalpler verdi." buyurmuşlardır. Ruhun maddi âleme intikal etmesi mutlak surette bir ana rahminde vuku bulmaktadır. İnsan buradan yukarıdaki ayette buyrulduğu gibi hiç bir şey bilmez halde dünyaya teşrif eder. Sonra yine Allah-ü Teâlâ o ruhları, asıllarındaki neş'elerine, irfanlarına ve sıfatlarına yükseltmeyi, tekrar o hâle döndürmeyi sağlamak maksadıyla kitaplar ve elçiler göndermiştir. Bu kitaplar ve resuller din uğruna yapılması gereken işlerle, hayra yönelik salih amelleri beyan etmişlerdir. Her kim bunları yerine getirirse, tabiatın, nefsin, cismaniyetin, kesafet ve fenalıklarından kurtulup, asıl olan neş’elerine dönerek bizatihi kendi nuraniyetine geri dönmek suretiyle Hak Teâlâ’ya kemali maarifet hasıl ederek aslına vuslat eder. Nitekim Allah-ü Teâlâ bu hususta Kehf Suresi 110. ayette;

"De ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim, bana vahyolunuyor ki, sizin ilahınız ancak bir ilahtır. Artık her kim Rabb’inin mânevî huzuruna ermek niyazında bulunur oldu ise iyi amel işlesin ve Rabb’inin ibadetine hiçbir kimseyi ortak edinmesin." buyurmuştur. Dinde farz ve sünnetlere, Cenâb-ı Hak tarafından Cebrail vasıtasıyla Hazreti Peygamberin getirdiği ve söylediği emir ve yasaklara şeriat denir. Bunları yerine getirmeye, kimseyi incitmemeye, bir nefse veya bir varlığa ziyan vermeyip fesada alet olmamaya salih amel denir. Bu zahiri olan salih ameldir. Salih amelin bir de bâtını vardır. Bu da kalbi nefsimizin fesadından kurtarıp doğruya ve iyiye götürmektir. Bundan tasavvuf ilmi ile, emredici olan nefsimizi, yani nefs-i emmaremizi emmarelikten mutmainne olan nefse döndürmek kast edilmiştir. Bunun için Hak olan yola, Hz. Muhammed (SAV)’in yoluna girmek ve tasavvufa dahil olmak suretiyle nefsi terbiye etmek gereklidir.

Hak olan yola veya tasavvuf yoluna dahil olmak demek; daha açık manası ile şeriat denilen îlahî kanunlara uyarak aynı zamanda Allah’a ulaştıracak zikir, tefekkür ve ahlâkî terbiye sistemine girmek demektir. Tasavvuf erbabı, "Tarikat şeriatın adıdır" demişlerdir. Yüksek ve en kapsamlı hükümleri içeren îlahî kanunları tebliğ buyuran Hz. Muhammed (SAV) olduğu için bu kanunlara Şeriat-ı Muhammediye denilir. Şeriat-ı Muhammediye’nin maddi ve manevi sonu olmayan ilahi nurlarla aydınlanmış olan Allah’a vasıl olma yolunu ümmetine telkin eden de yine Hz. Muhammed (SAV) Efendimiz olduğundan bu îlahî şeriata da Tarikat-ı Muhammedîye denir.

Allah-ü Teâlâ’nın indirmiş olduğu kitaplarda güzel mücahede ve salih ibadetleri gösteren yollar bir hayli çoktur. Fakat bu yollardan insanı bizatihi nuraniyetine, kendi aslına götürecek ve ruhların tasfiyesine en uygun en kısa ve en kesin yolun tefekkür ve tezekkür yolu olduğunu bundan evvel belirtmiştik. Bu konuda Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim'inde söylenmiş sözleri çoktur. Mesela:

"-Onlar- o zatlardır ki, Allah'ın zikriyle kalpleri mutmâin olduğu halde imân etmişlerdir. Haberiniz olsun ki, Allah'ın zikriyle kalpler mutmâin olur." (Rad Suresi, ayet 28) demektir. Kalbin tamamı tamamına kanaat getirip kanması, doyarak sakin olmasıdır. Hadisi Kudsi olarak Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu: (Ene zekiru men zekerani); "Beni zikredeni ben de zikrederim", demektir. Yine Kur’an-ı Kerim’de;

"Ey bana iman eden kullarım, beni çok çok zikredin" (Ahzab Suresi, ayet 41) buyurmuştur. Buradan İslâm itikadı üzere Allah’a iman etmiş kimseler için onu anmanın ve zikir etmenin gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Yine Araf Suresi 205. ayette;

"Ve Rabb’ini içinden yalvararak ve korkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabahları ve akşamları zikret ve gâfillerden olma." buyrulmaktadır.

Peygamber Efendimiz de diğer bir hadislerinde (Zikrullahi şifa ül kulub) buyurmuşlardır. Allah’ın zikri kalplerin şifasıdır, demektir. Bu hususta daha bir çok deliller söylenebilir.

"Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tespih etmektedirler" (Hadid-Haşr-Saf-Tegabun Sureleri, ayet 1) yani yaratılışları gereği gayri ihtiyari her an Allah’ı anmaktadırlar. Allah’ı zikretmek ise sadece insanlara mahsus Allah’ı anmak ibadetidir.

Her ne kadar Kur’an-ı Kerim ve hadisler ile Allah’ı zikretmenin gerekliliği çeşitli defalar bildirilmiş ise de, Allah zikrinin kendine has adap ve erkânı vardır. Bu da ancak ;

"Ve senden evvel de göndermedik, ancak kendilerine vahyeder olduğumuz bir takım erkekler gönderdik. Eğer siz bilmez kimseler oldunuz ise artık bilgin zatlardan sorunuz." (Enbiya 7 – Nahl 43) ayetinde bildirildiği gibi ehlinden talim etmek suretiyle öğrenilebilir. Âl-i İmran Suresi 191. ayeti de;

"Onlar ayakta, otururken ve yanları üzerine yatarken her vakit Allah'ı zikrederler. Arzın ve semanın hâlk olunuşunu tefekkür ederler. Ey Rabb’imiz sen batıl bir şey yaratmadın derler" buyuruyor. Bu ayette bildirildiği gibi ayakta zikir cehri zikir demektir ve Allah’ı dil ile sesli olarak anmaya denir. Otururken yapılan zikir kalbi zikirdir ve Allah’ı kalp ile sessiz olarak anmaktır. Yatarken yapılan zikir ise ruhi zikir olup ruh ile birlikte bütün azalar bu zikre iştirak ederler. Niyazi Mısri Hazretleri'nin şu beyti bu hâli şöyle anlatmaktadır.

Gönül o bahre daldı

Dilim tutuldu kaldı

Girdim anın zikrine

Azalarım dil oldu

Bu üç zikri ayette buyurulduğu gibi ehlinden talim ederek tamamlayan salih kullar, fena fillah olarak Hadisi Kutsi’de buyrulduğu gibi ölmezden evvel ölüm sırrına ererler. Daha sonra onlara Rab’leri tarafından ruh nef edilir. Bu salih kullar bu andan itibaren bekâ âlemindedirler. Ancak bu bekâ makamlarında arzın ve semanın hâlk olunuşunu yani enfüs ve âfakı tefekkür edebilirler. Bunun sonucu Kaf Suresi 22. ayette açıklandığı gibi;

"Gözlerinden gaflet perdesi kaldırılır, görüşleri Hakk’ın görüşü olur ve bu görüş ile Rabb’imiz batıl bir şey hâlk etmemiş derler.”

Ruh hakkındaki görüşe gelince: Ruh denilen varlığımız Kur’an’ın bildirdiğine göre Cenâb-ı Hakk’ın emriyle vücut bulmuş, emir âleminden bir varlıktır. Bunu şu ayet-i kerimede ispat eder.

"Sana ruhtan sual ederler. De ki: Ruh Rabb’imin emrindendir. Size ise ilimden ancak az bir şey verilmiştir." (İsra Suresi, ayet 85). Şu halde ruh Hakk’a mahsus bir bilgidir. Bu da ledünnî ve îlahî sırrı ihtiva eden ilimlerdendir. Tasavvuf ehlinin nazarında veya indinde bâtın insan denilen can ve iç varlığımızın tamamı (Lataifi ruhu insani) terkibi ile ifade edilmiştir. Bu terkiple emir âleminden yaratılmış ve iç âlemimizi meydana getiren 5 faktör kast edilir. Her biri kendi başına bir mefhumdur. Bunlar sırası ile;

1.   En yüksek derecede olanına, ihfa

2.   İkinci derecede olanına, hafi

3.   İç âlemde çok geçen faktör,sır

4.   Bu faktörlere zemin olan mana, ruh

5.   İç âlemimizin kapısı olan mana ki ona da kalp denilmektedir.

Yine tasavvuf ehli zahir insan olarak gördüğümüz bedenin bütününde 5 faktör mütalâa etmektedir. Bu faktörler de hâlk âleminden olan latifelerdir.

1.   Natıka olan nefsimiz

2.   Vücudumuzdaki çoğunluğu teşkil eden su

3.   Toprak, yani et ve kemiğimizi teşkil eden unsurdur.

4.   Hava, bu da teneffüsümüzü sağlayan, akciğerlerimizde cismani yaşamımızı meydana getiren unsurdur.

5.   Ateş, o da vücudumuzun tabii sıcaklığıdır.

İmam-ı Gazali’nin açıkça beyan ettiği şekilde insan; beşi emir âleminde ve beşi de halk âleminde yaratılmış olan letaifin birleşmesinden meydana gelen yüksek bir mahluktur. Tasavvuf felsefesinde insan budur. İnsanın mütalâası böyle bir tasnife tâbi tutularak yapılmıştır. Tabîi ki emir âleminden olan letaif, halk âleminden olan letaifden daha önemli ve anlamı daha güçtür. İç unsurlarımızdan olan letaifin en yüksek mertebesi olan ihfanın Hazreti Hak’la, en aşağı mertebesi olan nefsi natıkanın da cesedimizle irtibatı vardır. Bunu doğrulayan hadislerden, şu hadisi kutsiyi beyan edebiliriz. (Ve fi sırrı hafiye ve fil hafiyi ahfe ve ene fi ahfe ala inne fil cesedi kalben ve fil kalbi fuaden ve fil fuadi sırran) Yani; Resul-i Ekrem’in lisanıyla Cenâb-ı Hak, agâh ve mütenebbih olun ki, cesette kalp vardır. Kalpte de ondan öte bir ruh vardır, fuad budur. Fuad’dan yani ruhdan daha içeri sır vardır, sırda da ondan öte hafi denilen bir derece ve âlem vardır. Bu âlemden daha içeri ve en gizlisi olan ihfa vardır. Ben de bu gizliliğin içindeyim, diye buyurmuşlardır.

Lakin Hak Teâlâ ile olan irtibat, mahlukatla olan irtibatla kıyas edilemez. Nitekim Hazreti Mevlana kaddesallahu sırra hu bu hususta şöyle buyurmuşlardır.

İttisali bi tekeyyüf bi kıyas

He est Rabb’ün nasıra bu ceninas

Hak Teâlâ Hazretleri'nin insanla, daha doğrusu insanın ruhu ile olan yakınlığında keyfiyet ve kıyas olmayacağını, bunun ancak keyfiyetsiz ve kıyassız olacağını beyan buyurmuşlardır. Bu olay için her hangi bir kıyas yapılamaz, keyfiyetle arz edilemez, bu hâlin vaki olduğu kimseler, bunu yalnız hâl ile bilebilirler.

Eğer bir sözün manası ve lafzı Hak Teâlâ’dan olursa “ayet-i kerime” denir. Manası Hak Teâlâ’dan, lafzı Resul-i Ekrem’den olursa, o kelamı şerife “Hadis-i Kutsi” denir. Manası ve lafzı, her ikisi de Resul-i Ekrem’den olursa o kelama da “Hadis-i Nebevi” denir.

İsmail Hakkı Hazretleri'nin Ruh-ül Beyanında bildirdiğine göre; bütün kâinat zatî ruh ile canlıdır. Bütün ruhlar Nefha-i Rahmani’dir. Tecelli-i Zatiyye-i İlahîye’den mütecelli olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak;

“İmdi onun yaradılışını tamamladığım ve içerisine ruhumdan üfürdüğüm zaman hemen onun için secde ediciler olarak yere kapanın.” (Hicr Suresi, ayet 29 - Sad Suresi, ayet 72) buyurmuştur. Yani biz ilk insan olan Âdem’e hilkatin ruhunu nefh ettik, demektir ki, bu suretle bütün kâinatın zatî ruh ile yaşadığına ve canlı olduğuna bu ayet kesin bir delil teşkil eder. Cenâb-ı Hak, Hadid Suresi 4. ayetinde;

buyurmuştur. Bu ayet-i celile ile de Cenâb-ı Hak kullarına hitaben; “Siz nerede veya hangi mekânda olursanız olun, biz sizinle beraberiz” diye buyurmuştur. Bu beraber bulunma hâli her hangi bir keyfiyet ile anlatılamaz, ancak hissedilir.

İrfan sahibi olan kimseler bilirler ki; ruhlarımız, Ruh-i Evvel ve Akl-ı Evvel’den nefh edilmiştir. İlahi tecelli bütün eşyaya göre aslında birdir. Ancak zuhura gelişinde fark vardır.

Her şeyin fıtratında ne var ise ruh nefh edildiğinde o şekilde zuhura gelir. Hadid Suresi'nin 4. ayetinde belirtildiği gibi:

"O, o -zat- dır ki: Gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arş üzerine istiva buyurdu. Yerde dahil olan şeyi ve ondan çıkan şeyi ve semadan iniveren şeyi, ve onda yükselen şeyi bilir. Ve O, her nerede olsanız sizinle beraberdir. Ve Allah, ne işlediğinizi hakkıyle görücüdür." Gökten indirilen su ile ilkbaharda topraktan her cins bitki kendini gösterir. Aynı güneş, aynı su ve aynı toprak ile beslendikleri halde hiç birinin rengi, kokusu, tadı birbirine benzemez, her canlı kendi fıtratını ortaya koyar. Her varlığın, arz ve semanın birleşmesindeki tecelliler ile hayat bulduğu aşikârdır. Varlıkların ruhları 5 grupta mütalâa edilir:

1.   Ruh-i Cemati (cansız varlıkların ruhu)

2.   Ruh-i Nebati (bitkilerin ruhu)

3.   Ruh-i Hayvani (hayvanların ruhu)

4.   Ruh-i İnsani (insanların ruhu)

5.   Ruh-i Sultani (ariflerin ruhu)

Ayrıca bu mütalaayı insan kendi varlığında şöyle müşahede edebilir:

1.   Cemadat: İnsan vücudundaki madenler

2.   Nebadat: İnsan üzerindeki tüyler ve kıllar

3.   Hayvanat: İnsan yapısındaki etler ve kemikler

4.   İnsan: Eşrefi mahluk yönümüz

5.   Sultan: Ruh-i Muhammedî yönümüz.

Mesela; vücudumuzdaki kaş, kirpik, bıyık, sakal ve saç gibi kıllar aynı özellikte yaratılmalarına rağmen fıtratlarındaki farklılıklarından dolayı en yavaş büyüme hızı kaş ve kirpiklerdedir. İkinci büyüme hızı sakal ve bıyıklardadır. Saçlar ise hepsinden hızlı büyür. Kaş ve kirpikler saç hızında büyürse fıtratına aykırı olur ve büyük ihtimalle bir hastalığın işaretidir.

İnsana gelince, Cenâb-ı Allah’ı bilme, anlama ve yakınlık kesbetme fıtratında yaratılmıştır. Buna uygun davrandığı takdirde fıtratına uygun, aksi halde fıtratına aykırı hareket etmiş olur.

Kendi yaşama ortamında olmayan yaratılmış varlıkların fıtratı ortaya çıkmaz. Yani fıtratın ortaya çıkabilmesi için her varlığın kendi yaşama ortamı içinde olması gerekir. Örneğin; buğday tanesi toprağı, kendine uygun ısı ve nemi bulmayınca ondan bir başak ve tane meydana getirmez. Bunun gibi insanın dahi fıtratında bulunan Hakk’a maarifeti ortaya çıkarabilmesi için Hakikat-i Muhammediye yolunu bulması ve o yolda Ahlâkî Muhammediye ile terbiye olması gereklidir.

Tabîi ki ilk yaratılan âlemde zuhur eden, ruhların nurudur. Buna “Akl-ı Evvel” denir. Ruh-i Evvel, Akl-ı Evvele sahip olan, kül olan ruhtur.Bu da Ruh-i Muhammedî’dir. Hak Teâlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de;

"Cinleri ve insanları yaratmadım, ancak bana ibadet etsinler diye-yarattım-" (Zariyat Suresi, ayet 56) buyurmaktadır. Başka bir deyişle: Ben göze görünmeyen mahlukları ve insanları ancak bana ibadet edip beni bilsinler ve hâlikiyetim ile vahdaniyetim onlara aşikâr ve malum olsun diye yarattım, demektir. Yine bir hadisi kutsi ile de (İ’rif nefseke ya insane lite’rifeni) "Ey insan, beni bilmek için nefsini bil." Emri şerifi ile de, nefse maarifetin Hak Teâlâ hakkında maarifet sahibi olmaya vesile olduğunu beyan buyrulmuştur.

Bilmenin, yani ilim sahibi olmanın, beş sebepten dolayı amelden üstünlüğü vardır. Sebepler şunlardır:

1.   Amelsiz ilim hasıl olur, ilimsiz amel hasıl olmaz. Mesela; bir kişide tıp bilgisi mevcut olup doktor olsa, doktorluk yapmadığı halde kendisinde tıp bilgisi mevcuttur. Fakat tıp bilgisi olmayan bir kişi doktorluk yapamaz.

2.   Amelsiz ilim fayda verir, ilimsiz amel fayda vermez. Mesleğini icra etmeyen bir doktorda mevcut olan tıp bilgisi gerektiğinde faydalı olur. Doktora ihtiyaç duyulduğu anda tıp bilgisi olmayan bir kişinin hastaya müdahale etmesi fayda vermez.

3.   İlim nur gibi aydınlıktır. İnsanlığın yararına kullanılan ilimler insanlık için aydınlıktır. Mesela; nükleer enerji, elektrik üretiminde, kanser tedavisinde ve röntgen dediğimiz teşhis metodu olarak kullanıldığında, insanlığın yararınadır. Aynı enerji savaş silahı olarak (atom bombası vs.) kullanılırsa insanlık için aydınlık değil, karanlıktır.

4.   İlim nebîler makamıdır. Cenâb-ı Resûlullah ilmin menşei ve kaynağıdır. Nur, evveline ve âhirine, bâtınına ve zahirine olmak üzere, bütün âleme ondan yayılmaktadır.

5.   İlim Allah’ın sıfatlarından bir sıfattır. Amel ise kulluk sıfatındandır.

Şüphesiz Allah-ü Teâlâ’nın sıfatı, kulluk sıfatından daha şerefli ve üstündür. Yalnız bu beş sebepten dolayı faziletli ve üstün görülen ilim, ihlas ile yani halis niyetle tahsil olunan ilimdir. Bu ilmi Hak Teâlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’in, Bakara Suresi, 31.ayetinde şöyle bildiriyor;

Hak Teâlâ Hazretleri Âdem (AS)’ı yarattıktan sonra, bütün mahlukat ve eşyanın isimlerini, meziyet ve hâllerini ona talim ettirerek öğretmiştir.

"Dediler ki: Ey Rabb’imiz!. Biz kendi nefislerimize zulm ettik, ve eğer bizi bağışlamaz ve merhamet buyurmaz isen elbette biz zarara uğramışlardan oluruz." (Araf Suresi, ayet 23) İşte bu ayet-i kerime de doğrular ki, nefsimizi bilmek ilmi ile, bütün âlemleri bilmek ve tanımak ilmini elde etmiş oluruz. Zira Hazreti Âdem evvela nefsini bildi. İblis kibir gösterip bâtından gafil oldu. Âdem (AS) kendi başına gelen zulmü kendinden bildi.

Raufurrahim olan yani rahmet sahibi olan Rabb’ül âlemin Hazretleri, kemali merhamet ve yüce inayetinden, bâtıni ve zahiri âlemde eşyanın en büyüğünden en küçüğüne kadar, her ne yaratmışsa, insan vücudunun da dış ve iç âlemlerini hemen o tavır ve tarz ile Ahsen-i Takvim üzere, içinde yaşadığımız bu âlemin bir numunesi olarak hâlk ve tasvir eylemiştir. Cenâb-ı Hak âlemlerde ne hâlk ettiyse, her şeyi kendi aslına itaatkâr eylemiştir. Mesela; bir zeytin ağacında meydana gelen meyvenin çekirdeğinde, kendisini meydana getiren ağacın bütün özellikleri mevcuttur. Bu çekirdek uygun şartlarda toprağa düşerse kendisini meydana getiren ağacı zahir eder. Keza; Cenâb-ı Hak, insanın cismini de her yönüyle kendi ruhuna itaatkâr eylemiştir. Cenâb-ı Hak insanı, kendi sıfatlarının mazharı olarak yaratmıştır. İnsan ancak bu sıfatlarla, Cenâb-ı Hakk’ın âlemdeki ef'al ve sıfatlarını anlar. Bu suretle Cenâb-ı Hakk’ın zatı îlahîyesine muhabbet duyarak ve ibadet ederek maarifet saadetine erişip, irfaniyet sahibi olabilir. İnsanın kendi ruhuna itaatkâr olmasındaki Cenâb-ı Hakk’ın muradı da budur.

Cemadata misal; insandaki madenlerdir (kemikler, tırnaklar vs.). Nebadata misal tüyler ve kıllardır. Hayvanata misal insanın bedeni olan fiil ve hâlleridir. Bütün bunların dahi yaratılışlarında kendi özlerine itaat etme özelliği mevcuttur. Bunun içindir ki ehlullah bütün bu varlıkların özüne ruh tabir etmektedir. (Ruh-i Cemati, Ruh-i Nebati, Ruh-i Hayvani, Ruh-i İnsani, Ruh-i Sultani gibi.).

Dört mevsime misal; insan hayatındaki dönemlerdir. Kış çocukluğu, ilkbahar gençliği, yaz olgunluğu, sonbahar ise ihtiyarlığıdır.

Âlemde görülen tabiat kuvvetlerine misal; insandaki kuvvet ve duyulardır. Berzah âlemine misal; insandaki fikir ve düşüncelerin merkezi olan zihindir. Meleküt âlemine misal; insandaki kalp ve candır. Buna benzer misaller sayılamayacak kadar çoktur. Yüzlerce kitaba sığmayacak olan bu misaller ancak arif olan kişinin kalbine sığar. Bütün bu verilen misaller ve daha fazlasını da söyleyen tasavvuf ehli “Güneşten bir zerre, ummandan bir katre demedik.” derler.

Ruhumuz bedenimizde bir üstad gibidir. Bedenimiz daima değişmektedir. Değişmeyen sadece ruhumuzdur. Ruhun değişmemesi demek, vücutta görünen tecellinin değişmeyeceği demek değildir. Ruh her vücudun mevsimine (yaşına) göre sanatını o vücutta gösterir. İlkbaharda arzın üzerinde bulunan badem ve erik ağacının meyvelerine fotosentez vasıtasıyla çağla badem ve ekşi erik lezzetini veren güneştir. Her ağacın meyvesinin lezzetini ortaya çıkarır. Aynı güneş yaz geldiğinde eriği tatlılaştırır. Bademin de ekşiliği gider ve katılaşır. Karpuz ve kavun meyveleri de yazın, gene aynı güneşten aldıkları ışınlarla karpuzluklarını ve kavunluklarını ortaya koyarlar. Sonbaharda ayva ve nar olgunlaşıp, kendi lezzet ve tatlarını ortaya koyarlar. Kış geldiğinde narenciye meyveleri (portakal, mandalina ve limon) ve hatta muz, kış güneşinde kendi tat ve lezzetlerini meydana çıkarırlar. İşte ruh da bedenin mevsimlerinden kış olan çocukluk çağında, çocuğun gelişmesine göre tecelli eder. Bunun gibi ömrün ilkbaharı olan gençlik, yazı olan olgunluk ve sonbaharı olan ihtiyarlık dönemlerine göre, üstad olan ruh, o bedenlerde ayrı ayrı sanatını gösterir. Ruhun bâki olduğu ve manen şahsiyet aldığı meydandadır. Ruhun bâki oluşu ve ahiret âleminde devamı, güneş gibi müspettir. Beden candan, can bedenden gizli bir şey değildir. Lakin canı görmeye kimseye ruhsat verilmemiştir. Ruhumuzun eserleri olan akıl, zeka, muhabbet, nutuk ve Allah’ı anlayan berrak bir zihin ve daha bir çok feyizler, tecelli ederek görülür bir haldedir.

Ruhu aynen görmek mümkün olmayıp, görünmeyen, cisim veya maddeden öte, Rabb’ani bir emir olduğunu açıklamıştık. Mesela; güneşi her gün görüyoruz, varlığına dair bir şüphemiz yoktur. Ancak yapısını ve içini bilmiyoruz. Nelerden meydana geldiği, şu andaki ilimle teorik olarak kısmen biliniyorsa da tamamı bilinmiyor. Her şeye rağmen güneşin varlığını da inkar etmek mümkün değildir. Kim ki güneşi görmek ve anlamak için ona yaklaşırsa belli bir mesafeden sonra yanıp yok olacağı aşikârdır. Bunun gibi ruhun hakikatini zihnen, yani akıl ile idrak etmek isteyen de manen ve aklen zarar görür. Güneş ışınlarının ay yüzeyinden nur olarak yansıdığı gibi, ruh dahi Cenâb-ı Resûlullah’dan, arif ve velilerden bu nur gibi yansır. Ruhu akıl ile idrak etmek mümkün değildir. Çünkü akıl, ruhun bedene yansımasının bir tezahürüdür. Ruh ancak ruh ile bilinir. Cenâb-ı Hak; Nuh Suresi'nin 16. ayetinde;

“Ay’ı bir nur, güneşi ise bir çerağ yapmıştır.” buyurmaktadır. Zekai efendinin bir beytinde:

Gel vücudun ateş-i aşk-ı habîbullaha yak

Çeşm-i kalbi ol ziyadan feth edip Mevlâ’ya bak

Sinen içre nur-i zikr ile uyandır bir çirağ

Ol çirağın şulesiyle görünen didar-ı Hak

Açıklaması:

Gel vücudunu Allah’ın sevgilisinin (Resûlullah’ın) aşk ateşine yak

Kalp gözünü o aşk ateşinin ziyasıyla açarak Mevlâ’ya bak

Allah’ın zikrinin nuru ile iç âleminde bir ışık yak

Bu ışığın aydınlığı ile Allah’ın didarı görülür.

Yani; Ruhu anlamak aklî ilimler ile değil, aşkî ilimlerle mümkündür. Ruhaniyet kanadı (aşk ilmi) sende olmayınca maneviyatın yükseklerinde uçmaktan sakınmak icap etmektedir. Eski Yunan filozoflarından Sokrat, her şeyden ziyade bize yakın ve bizde olan manevi hüviyetimize bakılmasını tavsiye etmiş, bu manevi hüviyetle meşgul olmuştur. Eflatun dahil bir çok batı bilginlerinin ruh üzerindeki beyanlarının nihayet gele gele bir cümlede toplandığı görülür. O da “Ruh, Allah’ın bir sırrı ve emridir” (İsra Suresi, ayet 85) cümlesidir.

Bunun dışına çıkmış henüz müspet bir fikir ve görüşe rastlamak mümkün değildir. Cenâb-ı Rabb’ül Âlem’in altı şeyi altı şeyde gizlemiştir.

 

1.   Rızasını taat içinde

2.   İcabeti dua içinde

3.   Hışmını günah içinde

4.   Velisini kullar içinde

5.   Ruhu cismaniyet içinde

6.   İsm-i Âzâm’ını esmaları içinde

1)Rızasını taat içinde: Allah’ın rızasını kazanmak için, Resûlullah’ın lisanından dökülen Kur’an-ı Kerim’de ayet-i kerimelerle bildirilen emir ve yasaklara uymak gerekir. Bu emirlere uyulmadığı takdirde Allah’ın rızasını kazanmak mümkün olmaz. Hakikatte ise; Allah’ın rızası bir kul rızasında gizlidir. Ancak Cenâb-ı Resûlullah’ın buyurduğu gibi, fî sebilillah hizmet etmeyince bu rızayı kazanmak mümkün değildir.

2)İcabeti dua içinde: Hak ile sohbet iki kelime ile özetlenir. İcabet ve istikamet. İcabet ahiddir, istikamet verdiği sözü tutmaktır. İcabet şeriattır, istikamet hakikattir. Dua halisane istemek olduğuna göre, Allah ayetleri ile dua edilmesini emrettiğinden, kul yerine getirmekle mükelleftir.

3)Hışmını günah içinde: Kul şer bir iş işleyeceği zaman bu iş için kalbinde bir meyil ve rıza hasıl olur. Bu sebepten günahkâr olur. Bundan dolayı terbiye edilmek amacı ile Cenâb-ı Hakk’ın Celâline (hışmına) mazhar olur. Yoksa hayır ve şerri hâlk eden aslında Cenâb-ı Hak’tır.

"Sizi ve sizin fiillerinizi hâlk eden Allah’tır." (Saffat Suresi, ayet 96).

4)Velisini kullar içinde: Cenâb-ı Allah Kur’an-ı Kerim’in, Yunus Suresi, 62.ayetinde;

"Allah’ın velilerine korku yoktur, onlar üzülmezler." buyurmaktadır. Bu veliler kullar arasında yaşamaktadır. Ancak herkes tarafından bilinmemektedir.

5)Ruhu cismaniyet içinde: Aslı toprak olan beden ruh ile hayat bulur. Madde âleminde ruh bedensiz, beden de ruhsuz olamaz. Ruh bedeni terk ettiğinde beden yine toprak olur. Onun için Cenâb-ı Hak bedeni, ruhun gizlenmesi için bir kap olarak hâlk etmiştir.

6)İsm-i Âzâm’ını esmaları içinde: Cenâb-ı Hak, Haşr Suresi 24. ayetinde;

"O, yaratıcı, var edici, eşyaya şekil verici olan Allah-ü Teâlâ'dır. O'nun için pek güzel isimler vardır. O'nun için göklerde ve yerde ne varsa tesbih eder ve azîz, hakîm olan, O'dur." buyurmaktadır. Esma-ül Hüsna’dan bir tanesi İsm-i Âzâmdır. İsm-i Azam’ın manası en büyük isim olup, onunla edilen dualar geriye çevrilmez.

Bir gün bir mürşit ile müridi yolculukları sırasında köprüsüz bir nehirden geçmek zorunda kalırlar. Mürşit talebesine der ki;

-Sen benim elimden tutarak benim adımı an ve böylece bu nehirden geçelim.

Mürid mürşidinin elinden tutup onun adını anarak nehrin üzerinde yürümeye başlarlar. Nehrin ortasına geldiklerinde, mürid mürşidinin “Ya Allah” demekte olduğunu işitir. O da mürşidinin adını söylemeyi bırakarak “Ya Allah” demeye başlar ve o anda suya batmaya başlar. Müridin durumunu gören mürşidi müridine;

-Ben sana ne demişsem sen onu söyle nehri geçelim der. Böylece batmaktan kurtulup nehri geçerler.

İnsanlar hayata geliş anlayışlarına göre üç sınıfa bölünerek mütalaa edilmiştir.

1.   Birinci grup, bu âleme niçin geldiğini, bu gelişten maksadın ne olduğunu bilmeyen guruptur. Bu sınıfa dahil olanlar için hayat ve hayata gelmekten maksat; yiyip içmek, yatıp kalkmak ve cinsi münasebetlerdir. Bu sınıfın hayat mevzuları budur. Söylenilen üç şeyi kendilerine iş edinmişlerdir. Onlar için hayattan murat bu üç şeydir. Bu sınıfa dahil olan insanlar, ulvî âlemde olan asıl makamlarına asla uruc edemezler. Bahis konusu olan bu üç şeye, tasavvufta avamın taptığı üç put manasına gelen (Esnam-ı selase-i avam) tabir edilmiştir.

2.   İkinci grup olarak mütalâaya alınmış olanlara gelince; bu süflî âlemdeki nimetten maksadın kemal kesbetmek olduğunu anlamış olan insan sınıfıdır. Bu sınıfa dahil olanlar kendilerine dört özelliği benimsemişlerdir. Bu hassaları tanır, bunlara taparlar. Tasavvuf lisanında ismi geçen bu dört hassaya Esnam-ı Erba-i havas (Havasın dört putu) denir. Bunlar; 1. Nefse muhabbet (Hubb-ü Nefs) 2. Çocuğa muhabbet (Hubb-ü veled) 3. Mala muhabbet (Hubb-ü mal) 4. Mevki ve rütbeye muhabbet (Hubb-ü cah) . Bu sınıfa dahil olmuş insanlar ulvi âlemdeki makamlarına dönebilir ve o yere yükselebilirler. Yani rucu ve uruç edebilirler. Bununla beraber bu sınıftan olanlar yine Esnam-ı Erba-i havas (Havasın dört putu) ile meşgul ve meftundurlar. Bu gruptaki insanların arzusu en yüksek makama ulaşmak değildir. Zaten bu âleme gelişten murad olan gaye, yani terakki hasıl olmamıştır.

3.   İnsanların üçüncü sınıfı; bu süflî âleme irfan ve kemal tahsil etmek için gelindiğini bilenlerdir. Bu sınıftan olanlar kendilerini burada misafir görürler. Bundan evvel zikredilen ve avamın üç putu ile havasın dört putu olarak bahsettiğimiz yedi hassayı terk ederek kemal ve irfan sahibi olmuşlardır. Bu sınıf insanlar en yüksek mertebeye vasıl olurlar. Zira; nefsin mertebelerini, yani yedi mertebesini de idrak ederek bu suretle nefis terbiyelerini tamamlamışlardır.

Özet şu ki ; Bu âlemde nefsini her cihetiyle idrak eden insan, kâmil insandır. Aranılan insan-ı kâmil de budur. Şüphesiz ki nefsini her cihetiyle idrak eden ilk insan Cenâb-ı Resûlullah'tır. Bizler ancak onun buyurduğu Kur’an-ı Kerim’de belirtilen ve hadisleriyle açıklanan bir insan-ı kâmil terbiyesinde nefsi idrak edebiliriz. Bâtın görüşü ile insan ve ruh hakkındaki mütalâa, insan-ı kâmilde sonucunu bulur. İnsanın hakikatini beyan etmek için Cenâb-ı Rabb’ül Âlemin (El insane sırru ene sırrahu) buyurmuşlardır. Yani; insan benim sırrım, ben de onun sırrıyım, demektir. Onun için can içinde lisana gelmez mana vardır. Bu hususu Niyazi Mısri Hazretleri şu beyti ile dile getirmektedir:

Tende canım canda cananımdır Allah hu diyen

Dilde sırrım sırda sübhanımdır Allah hu diyen

 

Bu keyfiyeti daha fazla konuşmak, anlamakta iktidarı olmayan zihinlere ağırlık verir ve söyleyenin de işinde iyilik yerine fenalık hasıl eder.

 

š

 

 


K O N U - 4

 

TASAVVUF YOLUNDA NEFSİN TERBİYESİ, SINIFLARI, ARINDIRILMASI, TELKİN HAKKINDAKİ GÖRÜŞLER

Bâtın görüşü ile insan olmaktan murad, Hakk’a maarifet hasıl etmek ve Cenâb-ı Hakk’a, tabîi (mecburi) ölümden evvel ihtiyari ölümle ulaşmaktır. Bu hususta Cenâb-ı Resûlullah bir hadisi kutside “Mutu kable ente mutu” buyurmuşlardır. Anlamı, “Ölmezden evvel ölünüz” demektir.

Maarifet hasıl etmek keyfiyeti, Cenâb-ı Hakk’ın zatına ve sıfatlarına mahsus bir ilme dayanır. Bu ilim de, insan-ı kâmilden başkasında bulunmaz. Bir insanın imanı da maarifetine göre olur. Keza maarifet de imana göredir. İman inanmaktır. Bu da üçe ayrılır;

1.   Avamın imanı; Amentüye inanmaktır.

2.   Havasın imanı; avamın imanını bildikten ve ona inandıktan sonra, sözünde, fiil ve ibadetinde her ne işlersem Hak Teâlâ Hazretleri beni görür ve bilir diye işlemektir.

3.   Ahs-ül Havasın imanı; bu imanın sahipleri, gönülleri başkasının ve başka şeylerin hayalinden pak olanlardır.

İkinci mertebedeki imana "iman-ı ihsan" da denilir. Zira Peygamber Efendimiz'den sorulduğunda; “Elihsan en ta’büdullahe menneke terahü feinlem tekünnü terahü feinnehü erake” buyurmuşlardır. Yani; ihsan, senin Allah’ı görür gibi ibadet etmendir. Sen her ne kadar Allah’ı göremezsen de onun muhakkak seni gördüğüne inanmalısın, demektir. Kimde ki ahs-ül havasın imanı vardır, onun basiret gözü açılmıştır. Cenâb-ı Hak onun ruhuna sıfatlarından bir sıfatla tecelli etmiştir. Bu üçüncü mertebedeki imana sahip olanlar böyle bir tecelliyi basiret gözü ile görürler ve o tecelliye iman ederler. Bu imanlarına zahiren ve bâtınen vücudu anasırlarının her zerresi şahadet eder ki işte bu imana hassül has olan yani "ahs-ül havasın imanı" denir. Böyle ikinci ve üçüncü mertebedeki bir imana sahip olabilmek için, nefsi emmare sıfatlarından, yani sana emreden nefs hâllerinden geçmek lazımdır.

Genel olarak bu gibi manevi hedeflere ulaşmak için nefsimizin, Allah’ın rızasına uygun olmayan hâllerine karşı çıkılması gerektiğini, Rabb’ül Âlemin Hazretleri Kur’an-ı Kerim’in, Naziat Suresi, 40.ayetinde;

"Rabb’inin huzurunda hesap için duracağından korkan bir kimse, kendini nefsinin keyfi arzularından alıkor veya ona uymaz." buyurmaktadır. Bunun için de nefsin tezkiyesi lazımdır. Nefs tezkiyesine de Allah’ın inayeti, insan-ı kâmil’in himmeti ve tövbe ile başlanır. Ancak, Allah-ü Teâlâ’yı kalben sevmede ve istemede, sadık olmak lazımdır.

Hazreti Mevlâna “Sıtkı tü rehberi tü” yani “senin sadakat ve doğruluğun senin kılavuzundur” demişlerdir. İşte böyle doğru niyetle nefsi terbiye etmek için de, kâmil bir insan önünde Hakk’a teslimiyet lazımdır. Bundan daha önce insan ve ruh münasebetleri konusunda söz etmiştik ve orada bazı âlemlerden de bahis olunmuştu. O âlemleri bizim âlemimizden itibaren sıralayalım. Bunlar Nasut, Melekut, Ceberut ve daha ötede Lahut âlemleriydi.

Bu âlemler Cenâb-ı Allah’ın arzusu doğrultusunda emri ile göz açıp kapayıncaya kadar hatta daha az bir zaman içinde zatından vücuda gelmişlerdir. Yâ Sin Suresi, ayet 82 bunun delilidir:

"Onun işi bir şey yaratmak istediği vakit sadece “ol” demektir ve o şey derhal varolur” Kamer Suresi, ayet 50’de;

"Bizim buyruğumuz, bir göz açıp kapanana kadar oluverir." buyurmaktadır. Burada buyurmaktan murat emridir. Cenâb-ı Rabb’ül Âlemin bir şeyi murat eder ve ona ol der. O şey göz açıp kapayıncaya kadar geçecek en az bir zamanda vücut bulur. İşte bu âlemler de böyle vücuda gelmiştir. Hatta belki de daha yakın ve seri olarak vücut bulmuşlardır. Cenâb-ı Hak her şeye kadirdir. Zatı zatında gizli iken kendi iradesiyle ayan olmuştur. Hiç bir şey yoktan zuhura gelmemiştir. İnkılabı zattan zuhura gelmiştir. Zira ne yok var olur, ne de var yok olur. Deryayı zatın inkılabından âlemler zuhura gelmiştir. İşte kâmil insan bu âlemlerin hepsine havi ve cami olan kimsedir. İnsan-ı kâmil’in mertebesi camiadır. İnsan-ı kâmil zahir ve bâtın her zerreyi kaplamıştır. Zatının tecellisi ile her zerrede mevcuttur. Hatta belki de aynıdır. İnkılabı zatı ve zuhurunu bir Hak âşığı şöyle ifade etmiştir.

Cihan bir bedenin mesti

Veli mestaneler başka

Çırağı bezm bir ama

Yanan pervaneler başka

Bu konuda hazreti Ali Keremallahu Veche Kaddesallahu Sırruh kâmil insan’a hitaben: “Sen kendini cürmü sağir sanırsın halbuki sen âlemi ekbersin ve sende âlem var âlemlerden büyük, gizli” buyurmuşlardır. Şayet bir kâmil mürşide teslim olup, nefsimize arif olursak, cümle âlemi kendimizde ve kendimizin de cümlede olduğumuzu yakinen biliriz. Bu şekil bilgiye “aynel yakin irfaniyet” denir.

Nitekim bu konuda tasavvuf ehlinin büyüklerinden olan Niyazi Mısri’nin talebesi Gördesli Hasan Sezai Efendi bir şiirinde şöyle buyurmuştur:

Âdem-i manayı mirad eyleyenler zahiren

Seyreder Allah’ı halkta, halkı da Allah’da

Say edüp kulluk da mahvol sıdk ile kim la cürüm

Abd-i mahzı Şah ederler bu ulu dergâhda

Bade-i engura el sunman bu bezm-i fânide

Bulmuşum camı muhabbet neşvesin ben ahda

Sanma menzilde karar eden olur Ehl-i Kemal

Ey Sezai kâmil odur ki ola daim rahda

Açıklama: 1. Âdemin manasını anlayanlar âlemi ayna yaparak halkı Hak’ta, Hakk’ı da halkta seyrederler. 2. Kullukta çok gayret sarf ederek, benim zannettiğin varlığını gerçek sahibine teslim et ki, seni bu ulu dergâhta şahın saf ve temiz kulu eylesinler. 3. Bu fâni âlemde men edilen içkiye el sürme ki, gerçek aşkın, muhabbetin lezzetini Allah aşkına yanmakta bulasın. 4. Yürüdükleri yolda burası sondur, daha ilerisi yoktur diyerek karar kılanlar kemâlat bulamazlar. Kemâlat odur ki, her kişi sahip olduğu ilmin sonsuzluğuna inanarak yoluna devam etmesidir. Niyazi Mısri Hazretleri de şu beyitlerinde:

Hak ilminde bu âlem bir nüsha imiş ancak

Ol nüsha da bu âdem bir nokta imiş ancak

Ol noktada gizlidir nice nice bin derya

Bu âlem o deryada bir katre imiş ancak

Âdemliğini her kim bulduysa odur âdem

Yoksa görünen suret bir gölge imiş ancak buyurmuşlardır.

1. Bu âlemlerin bilgisi Cenâb-ı Hak’ta bir kitap sayfası gibidir. Bu kitap sayfasında âdem, bir nokta gibidir. Ancak bu nokta gibi görünen âdemde mana cihetiyle nice nice deryalar mevcuttur. Bu âlem o deryada bir katre misalidir. Âdemin manasını kim anlarsa gerçek anlamda âdem odur. Yalnız surette görünen âdem demek değildir. Onun gölgesidir.

Âdemin âdemliğini anlamasının tek yolu İlm-i Tevhid yönünden âdemliği tahsil etmesidir.Bu tahsil neticesinde ef’al-i îlahî, sıfat-ı îlahî ve zat-ı îlahînin âdemdeki zuhura gelen tecellileri anlaşılmış olur. Neticede o âdem, gerek âfakı ayna ederek Hakk’ı halkta seyreder, gerekse enfüsü ayna ederek halkı Hak’ta seyredebilir. Hakikatte hâlk ile Hak ayrı olmayıp, ayrılıkları esma yönünden yaratan ve yaratılanlar diye ayrıldıkları içindir.

Buna bir misal verecek olursak: İki hidrojen ve bir oksijen atomu uygun şartlarda birleşerek suyu meydana getirirler. İsimleri hidrojen ve oksijen iken su oldu. Bu su uygun şartlarda buhar, kar ve buz hâllerine döner. Suyun bu isimleri alması aslını değiştirmez. Değişiklik suret ve isimlerdedir. Hak ile bu âlem ve yaratılan varlıklar dahi bunun gibidir.

2.   Kul manası kap manasıdır. Kap manası, içinde bir şeyi bulunduran manasındadır. Mesela; bir küp içinde uzun müddet bal bulunduğunda küpte o nefis koku olmamasına rağmen balın nefis kokusunu dışarıya verir. İçinde bal bulunan küp bu kokuyu kendinin zanneder. Testici gelerek küpe sorarsa:

-Seni imal ettiğim zaman sende bu koku yoktu. Sen bu kokuyu nereden aldın?

Küp lisana gelip söyler:

-Sen beni günlerce yoğurup pişirdikten sonra, beni kullanmak üzere alan âdemoğlu bal ile doldurdu. Ancak senin sorduğun nefis koku benim içime dolan baldan sonra meydana geldi. Baldaki bu koku olmasa benden toprak kokusundan başka bir koku duymazdınız.

Verilen bu misal gibi bir kulun yolu Hak yoluna uğrayıp da orada kendi kabının niçin imal edildiğine ve içinde ne olduğuna arif olursa, o zaman Allah’ın saf ve temiz kulları arasına katılır. Ancak burada şunu da belirtmek lazımdır ki, kabın içerisinde bulunan, kendini ancak bu kap ile zahir edebilir. Bu kapta bulunduğu sürece kuldur ve ibadetle yükümlüdür. Çünkü yaratılışının gayesi aslını bilmek ve aslına ibadet etmektir.

3.   İnsan, kul diye vasıflandırdığımız kap içinde bulunduğu sürece, taşımış olduğu îlahî varlığın tecellilerini âleme yaymaktadır. Ancak Kur’an-ı Kerim'in, Maide Suresi'nin 90-91. ayetlerinde;

“Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar, fal ve şans okları birer şeytan işidir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister.” buyurmaktadır. Yani Kur'an’ın men ettiği alkollü içkiler vücudun zikir ve ibadetine manidir. Zahirde; kumar, fal, şans okları, bâtında ise kin, kibir, haset, fesat, gurur, riya, yalan, gıybet...vs. gibi nefsin men edildiği içkiler nefsi zikir ve ibadetten alıkoyar. Bütün bu hâller insanı Allah’tan, yani özündeki sırdan uzaklaştırır. Bu hâlleri terk eden insan ise önce ahlâk güzelliği ile, daha sonra da ibadet zevki ile Allah’ı tanımaya ve anlamaya başlar. Bu hâl devam ettikçe o kişide Allah aşkı zuhur eder ki, onun lezzeti hiç bir beşeri içki ile kıyaslanamaz. Nitekim Muhammed Suresi'nin 15. ayetinde;

"Mü’minlere vaad edilen cennetin durumu şöyledir; içinde tadı ve kokusu bozulmayan bir sudan ırmaklar vardır. Tadı değişmeyen sütten ırmaklar vardır. İçenlere lezzet veren şaraplardan ırmaklar vardır. Saf ve süzme baldan ırmaklar vardır. Hem orada meyvelerin her çeşidi mü’minlere sunulmuştur.” Yine Kur’an-ı Kerim’in, Dehr(İnsan) Suresi 12.-24. ayetleri arasında bahsedildiği gibi Cenâb-ı Hak cennet ehline değişik lezzette çeşitli içkiler sunulacağını bildirmiştir. Ayetlerde adı geçen içkilerden birincisi, kaseler içinde sunulan zencefil içkisidir. İkincisi bir pınardır ki adına "selsebil" denilmektedir. Üçüncüsü ise özel bir zümreye aittir ki; onlara Rab’leri tarafından sunulan, Kur’an-ı Kerim'de Dehr(İnsan) Suresi 21. ayette;

"Onların üzerlerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır, ve gümüşten bilezikler ile bez edilmişlerdir, ve onlara Rabb’ileri de gayet temiz bir şurup içirmiştir." diye zikredilen tertemiz bir içkidir. Şunu da unutmamalıdır ki, cennet nimetleri ile dünya nimetleri arasında isimden başka bir benzerlik yoktur. Tahur Şarabı her ne kadar cennet ehline ahirette sunulacak diye biliniyorsa da, aslında bu âlemde Cenâb-ı Hakk’ın Rab esması ile tecelli ettiği insan-ı kâmiller tarafından âşıklara sunulan bir şaraptır ki, içildikçe kalplerdeki kir ve pası giderir, nefisleri mutmain eder ve âşıkların iman-ı mutlaka ermelerine vesile olur. Bu âşıklar Rab’lerinden bu içkiyi içtikten sonra Cenâb-ı Allah, Cenâb-ı Resûlullah ve Ehlibeyt aşkı ile bezenip, tertemiz olurlar. Onlar için ahiret cennetine karşı bir meyil söz konusu değildir. Çünkü bu aşkı tadan insan, her an Rabb’inin huzurundadır ve Rabb’inin özel manevi cennetindedir.

Haktan gelen şerbeti içtik elhamdülillah

Şol kudret denizini geçtik elhamdülillah

Bir kuş olup uçmak gerek

Bir kenara geçmek gerek

Bir şerbetten içmek gerek

İçenler ayılmaz ola

4.   Bilhassa İlm-i Hakikat yolunda âşığa menzil yani durak yoktur. Çünkü gördüğü yol sırat-ı müstakimdir ve bu yol sonsuzdur. Yolunda karar edenin hâli şuna benzer; bir kuyunun içinde doğmuş, kuyunun içinden başka bir yer görmemiş bir kurbağa, en büyük suyun bu kuyuda olduğunu ve âlemin de kuyu kadar olduğunu kabullenir. Bir gün bol miktarda yağmurlar yağıp, bir göl kurbağası gezintiye çıktığında sel sularıyla bu kuyuya düşer. Göl kurbağası kuyu kurbağasına, bu kadarcık suda nasıl yaşadığını sorar. Kuyu kurbağası cevaben; “Benim dünyam çok büyük, bundan daha büyük su olur mu?” der. Bunun üzerine göl kurbağası; “Birlikte dua edelim, yağmur devam etsin, sular kuyuyu tamamen doldursun biz de yeryüzüne çıkalım, o zaman senin yaşadığın âlemle benim geldiğim âlemi mukayese edelim.” cevabını verir. Duaları kabul olur ve yağmur devam eder. Kuyu dolar taşar, bunlarda birlikte dışarıya çıkarlar. Kuyu kurbağası o ana kadar çok küçük bir âlemde yaşadığını anlar ve göl kurbağasının söylediklerine ancak o zaman hak verir. Tasavvuf ehlinden Seyfullah Hazretleri bir beytinde:

Bu aşk bir bahri ummandır

Buna haddi kenar olmaz

Delilim sırrı Kur’andır

Bunu bilende ar olmaz buyurmuşlardır.

Bu beyti Türkçeleştirdiğimizde; Kur’an'ın sırrını bilenler Allah’ın aşkındaki sonsuzluğu hissederler ve karar edecek bir menzil bulamazlar. Çünkü vardıkları her menzilde "O, her gün bir işdedir." (Rahman Suresi, ayet 29) ayetinin tecellisini görürler.

Bahsimize devamla; kâmil insan makulatı akıl gözü ile, mahsusatı his gözü ile, manaları ve maneviyatı kalp gözü ile seyreden kimsedir. Böylece kendisinin hakikatine arif olmuş, kemal sahibi bir insan demektir. Her insan kendisinin mazharı bulunduğu ismin insan-ı kâmili olabilir.

Makulatı akıl gözüyle görmek: İlm-i şeriatte akıl, akl-ı kül ve akl-ı cüz diye ikiye ayrılmıştır. Akl-ı cüzün akl-ı küle göre nispeti, deryada bir dalga gibidir. Dalga deryadan ayrı olmadığı gibi, akl-ı cüz de akl-ı külden ayrı değildir. Bunu ayıran kullardır. İnsan-ı kâmil akl-ı kül ile akl-ı cüzün aynı olduğuna arif olduğundan makulatı akl-ı kül ile seyreder. Onun için görüşü geniş ve sonsuzdur.

"Doğu da, batı da Allah'ındır. Artık hangi bir yerde -yüzünüzü- kıbleye çevirirseniz Allah'ın zatı oradadır, şüphe yok ki Allah Teâlâ'nın rahmeti geniştir, o herşeyi bilendir" (Bakara Suresi, ayet 115). Arif olmayan kullar ise makulatı akl-ı cüz ile seyrettiklerinden görüşleri dar ve kısadır.

Makulatı akıl gözü ile görme: Ehlullahın lisanında tevhidin ilmel yakin mertebesini temsil eder.

Mahsusatı his gözü ile görmek: İnsan-ı kâmil içinde bulunduğumuz zamana ve mekâna kayıtlı değildir. Dolayısıyla ona ne geçmiş ve gelecek zamanlar ve ne de geçmiş ve gelecek âlemlerdeki olaylar gizli değildir. İnsan-ı kâmil işte kullar için gizli olan bu zaman ve mekân âlemlerini his gözü ile seyreder ve gerekli gördüğü tecellileri zaman zaman zuhura getirir. Bu görüş ehlullahın lisanından İlm-i Tevhit’teki aynel yakin mertebesini temsil eder. Bu hâller zaman zaman bazı kullarda da tecelli eder. Bu durum his gözü ile görmek değil, bir önsezidir.

Manaları ve maneviyatı kalp gözü ile seyretmek: Bu görüş İlm-i Tevhit’te ehlullahın lisanından hakkel yakin mertebesini temsil eder. Hakkel yakin görüş demek, kalp gözü ile ve Hak görüşü ile görmek demektir. Zamanın evliyalarından Muhiddin-i Arabi Hazretleri şu sözleriyle bunu aydınlatmıştır. “Onu ancak o bilebilir, onu ancak o anlayabilir, onu ancak o görebilir.” Cenâb-ı Resûlullah da; “Rabb’imi Rabb’imle bildim” Hadis-i Şerif'iyle kalp gözündeki görüşün, Hakk’ın görüşü olduğunu zahir etmiştir. İnsan-ı kâmil de Cenâb-ı Resûlullah’ın velayet sırrının hamisi olduğundan, onun da görüşü Hakk’ın görüşüdür.

Hak nazar eylese kula, kendi özünü üryan görür.

Kul nazar eylese Hakk'a kendi özünü hayran görür.

Tevhid makamlarında Hakk’ın zahir, halkın bâtın olduğu yerde halk Hak gözünde çıplaktır. Halkın zahir, Hakk’ın bâtın olduğu yerde ise Hak halk gözünde hayran durur.

Mahluk gözüyle her neye bakarsan ol mahluk durur.

Hak gözüyle bak ki bi şey nuri Yezdan andadır.

Her insan, mazharı bulunduğu ismin kâmili olabilir demiştik. İlm-i Tevhid'e adım atan bir salik insan-ı kâmilin uhdesinde bulunduğu makamın talim ve terbiyesi ile o makamın en yüksek kemalatına ulaşabilir. Yani; o makamın kâmili olabilir. Bunun için ehlullah “Her âşık kendi makamının velisidir.” buyurmuşlardır. Bu hususta Cenâb-ı Rabb’ül Âlemin Kur’an-ı Kerim’inde şöyle buyurmaktadır.

“Ey bana iman eden kullarım, bana yaklaşmak, beni bulmak ve beni görmek için vesile arayınız. Beni bulmuş kullarım vardır. Onları bulmaya teşebbüs ediniz. Onlar size vesile olup bana ulaştırırlar.” (Maide Suresi, ayet 35). Böylece bir kimse kâmil bir insan bulup ona öğrenci olursa, ondan İlm-i Hakikat'i tahsil ederse, onun ahlâkı ile ahlâklanırsa Cenâb-ı Hakk’ın istediği hâle gelir. Böylece nereden geldiğini ve nereye gideceğini anlamış olur. Dünyaya niçin geldiğini tasavvuf görüşü ile idrak etmiş olur. Böyle bir görüşe sahip olmanın ilk basamağı, insanın kendi nefsi ile mücadele ve mücahedesidir. Böyle bir cihat muharebelerin en büyüğüdür. Buna bir örnek verecek olursak;

Cenâb-ı Resûlullah Uhud Harbi'nden dönerken kendisini karşılamak üzere gelen halk;

-Gazanız mübarek olsun, dediler.

Cenab-ı Resûlullah da onlara:

-Küçük harpten büyük harbe dönüyoruz. Kim bu harbi kazanırsa, ben onun gazasını mübarek edeceğim, buyurdu.

Bunun üzerine harbe katılanlar:

-Ya Resûlullah! Bundan daha büyük harp olur mu? Dediklerinde;

-Şimdiye kadar yaptığımız savaş, düşmanı görerek yapılmıştır. En büyük savaş kişinin kendi nefsiyle olan savaşıdır. Çünkü bu savaşta düşmanı göremeyiz. Bu savaşı kazananı ben cennet ile müjdelerim, dedi.

Madde ötesi yani, iç âlemimizin bilgileri ışığında anlıyoruz ki; yaratılış itibariyle nefs, mutmain olana kadar Hak ve hakikate düşmandır. Nefs, insan-ı kâmilin murakabesi altında, İlm-i Tevhid ile terbiye edilip ıslah olmadıkça, Allah’a dost olup yakınlık sağlanamaz. Her şey bir ilme dayandığı gibi, nefisle cihat etmek de bir ilme dayanır. İlim üzerine Resul-i Ekrem (SAV) “El ilm-ü iman, ilm-i bil lisan ve ilmi bil cenan” “Akla dayanan dünyevi ilimler, Hakk’ın lisanına dayanan ilimler ve iç âleme dayanan gönül ilmi” buyurmuştur. Günümüzde ise ilimlerin tasnifi şöyle yapılmaktadır.

1.   Fıkıh, tefsir, hadis gibi dini ilimler.

2.   Matematik, fizik, astronomi gibi akla dayalı müspet ilimler.

3.   Vicdani ilimler, yahut ilm-i ahval.

4.   Ledünni ilimler, yahut ilm-i esrar: Bunun okulu yoktur. Bu ilim insana Allah tarafından verilir.

"Ey Rabb’imiz!. Bizlere hidâyet buyurduktan sonra kalplerimizi -haktan- saptırma ve kendi Yüce katından bizlere bir rahmet bağışla. Şüphe yok ki çok bağış yapan ancak sensin."(Âl-i İmran Suresi, ayet 8).

İlim almak, öğrenmek ve onu tahsil etmek üç hâl üzerine olur.

İlmel yakin: Bir şey hakkında bilgi edinmek, o konuya ilmel yakin olmaktır.

Aynel yakin: Bir şeyi öğrenmek ve bilmekle birlikte, bizzat görerek müşahede etmek suretiyle elde edilen yakınlıktır.

Hakkal yakin: Bilinen şeyin bizzat içinde bulunarak, yani onu yaşayarak yakın olma hâlidir.

Kur’an-ı Kerim’in Kaf Suresi l6. ayetinde;

Cenâb-ı Hak; “Ve and olsun ki, biz insanı yarattık ve ona nefsinin ne vesvese verdiğini de biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” buyurmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in haber verdiği bu yakınlığı okuyarak iman eden, Allah’a ilmel yakin olmuş olur. Bu yakınlığı anlamak isteyen kişi bir araştırma içine girdiğinde, önce Allah’a yakın olmuş bir veli bulur, Allah’ın yakınlığını onda müşahede eder ki; bu da Allah’ı aynel yakin bilmektir. Bir veliden tevhid ilmini tahsil edip, Hakk’ı Hakk’ın görüşü ve bilişi ile kendinde müşahede ettiğinde Allah’a hakkal yakin olur.

Diğer bir misal de şöyledir; şecaat, Allah yolunda canını hiçe sayarak gösterilen yiğitlik ve cesarettir. Bunun ne olduğunu bu şekilde biliyorsak ilmel yakin bilgimiz var demektir. Şecaati bir başkası tarafından işlenirken görmüş olmakla, bilgimizi kuvvetlendirmiş oluruz. Görmekle ilmimiz ayniyet kesbeder ve bilgimizin derecesi aynel yakin olur. Şecaat diye bildiğimiz bu mana, fiilen kendimizde zuhur ederse, bu hâli bizzat nefsimizde yaşamış oluruz ki, bu bilgi derecesi hakkal yakindir ve bilgi vasfının en kuvvetlisidir.

Zahirde bir misal de şudur ki: Varlığını okuduğumuz veya duyduğumuz bir şehri, ilmel yakin biliriz. Bu şehri görmek ve bilgimizi kuvvetlendirmek için yola çıktığımızda, şehre yaklaşıp yüksek bir tepeden bu şehri seyrettiğimiz zaman, onu aynel yakin biliriz. Şehrin içine girip, caddelerini, sokaklarını, özelliklerini yerinde müşahede ettiğimiz zaman ise o şehri hakkal yakin bilmiş oluruz.

Bu konuda Kur’an-ı Kerim'in Tekasür Suresi'nde Cenâb-ı Hakk’ın verdiği misali de şöyle açıklayabiliriz. Soy sopunun, evlatlarının, mallarının çokluğu ile övünenleri Cenâb-ı Hak cehennem azabına layık görmüştür. Bu kişiler Allah’ın bu bildirisini duydukları an, bu hâli ilmel yakin bilirler. Daha sonra kendilerine verilen nimetlerden hesap sorularak cehennem gösterilecek ve onlar cehennemi aynel yakin bilecekler. Nihayet onun içine girerek ateşi tattıklarında onu hakkal yakin bileceklerdir.

Yukarıda verilen misallerde olduğu gibi, nefsimizi tanımak da ilim ile olur. İlim ya görünen eşyaya ait olur ki, buna "zahir ilmi" denir. Ya da iç âlemimize ait olur ki, buna da "bâtın ilmi" denir. Zahir ilmine bazı yerlerde "lisan ilmi" de denilmiştir. Bâtın ilmine de yine bazı yerlerde “İlm-i hikmet, ilm-i Ledün, ilm-i cenan” gibi isimler verilmiştir. Mutasavvıflar iç âlemimizi anlatırken daha ziyade bâtınî ilim ile mütalaa etmişlerdir. İslâm dinini bir ağaca benzetirsek; şeriat bu ağacın gövdesidir. Bâtın ilmi (tarikat) bu ağacın dallarıdır. Hakikat bu ağacın meyvesidir. Marifet ise meyvedeki lezzettir. Bir başka benzetişle; şeriat dediğimiz, zahir ağacın kökü Kur’andır, gövdesi sünnettir, dalları icma-i ümmettir (İslâm âlimlerinin çoğunluğunun birleştiği konular). Yaprakları ise kıyas-ı fukahadır (fıkıh ilmi). Bu ağaç misalinde belirttiğimiz gibi İslâm dini, hem zahir, hem bâtın ilimler üzerine inşa edilmiştir.

Bir ağacın, yalnız gövdesini görmekle tanınmadığı gibi, İslâm dini de yalnız şeriat hükümleri ile anlaşılmış olmaz. Ağaç, kökleri, gövdesi, dalları, yaprakları, meyveleri ve meyvelerdeki lezzetiyle bir bütündür. İslâm dini de bunun gibi, hem zahir, hem bâtın ilimleriyle bir bütündür. Meyvesi görünen ağacın meyvesinden tatmadıkça, meyvenin lezzetini duymamız mümkün değildir. Şeriat kaidelerinin de hakikatini bilmedikçe o kuralları uygularken lezzet (zevk) duymamız mümkün olmaz. Şeriatin iç yüzünü bilmeden uygulanması ile, ancak vazifeler yerine getirilmiş olur. Kişi, İslâm'ın zahirinde bâtını idrak etmedikçe, gerçek imana ulaşamadığından zevk alamaz. Bir Hak âşığının dediği gibi:

Zahir bâtın iki gece

Var arada perde peçe

Aşka gelip dıştan içe

Girenler vahdet buldular.

Yine başka bir âşığın:

Erişmeyen vahdete

Vahdetteki lezzete

Girerse de cennete

Lezzet bulası değil. Bu hakikate ışık tutmaktadır.

Bunun gibi bâtından haberdar olmak, onu bilmek ve anlamak İslâm dinini bütünler. Hatta bâtın ilmini tahsil etmek sünnettir. Zira; Resul-i Ekrem Efendimiz, Kur’an-ı Kerim’deki emre ve beyana uyarak mübarek nefislerini, nefsin sınıfları olan mutmainneden, raziye, merziyye ve safiyyeye sülûk ettirdiler. Bu sebepten ötürü bu şekilde bâtın yolunda sülûk etmek sünnet olmuştur. Kur’an-ı Kerim’deki beyan şudur (Fecr Suresi, ayet 27-28):

"Ey mutmain olmuş nefs! Raziye ve Merdiyyeye sülûk ederek Rabb’ine dön!" buyrulmuştur. Efendimiz daha sonra ashabının nefislerini de Emmare sınıfından, ta merdiyye ve safiyyeye kadar sülûk ettirdiklerine göre, bu yol fiilen şeriata dahil olmuştur.

Ruh aslından ayrı düşüp, bu noksanlıklar dünyasına girince, aslı ile arasına perde gerildi. Bu perdenin adı madde itibariyle beden, mana itibariyle nefstir. İnsan benliğini ruh ve nefs birlikte oluştururlar. Bu sebepledir ki amaç, nefsi öldürmek değil, ıslah etmek olmalıdır. Kalp ruh ışığının, ruh sır ışığının gölgesidir. Sır ise hakikatin şualarına mazhardır. Nefse gelince o, kalbin dünya âlemine yönelik bakışının adıdır. Nefsi çıkarıp atarak bir yere varamayız. Çünkü bütün kötülüklerine rağmen nefs, en yüce noktalara çıkabilmesi için insana merdivenlik yapmaktadır.

Nefs ile ruh, kendilerine verilmiş bir imtihan sarayının içinde imtihan bitinceye kadar birlikte olmaya mahkumdur. Bu saray bedendir. İkisi de bu saraya müsabaka yapmak için gelmişlerdir. Birbirlerini kovamazlar lakin birbirlerini yenmek için didinirler. Biri olmadan diğeri benlik gücünü ispatlayamaz. Ruhun aslına dönmesi savaşmasıyla mümkündür. İbadetler ve kâideler birer ön tedbirdir. Harp öncesi hazırlıktır. Asıl mesele cephede ateş hattında dayanıklı olmaktır. Halbuki çoğunluk harpten kaçmış, ön tedbirleri savaşın kendisi sanmıştır. Çoğunluk bilmez ki; ibadetlerin anahtarı tefekkür, tefekkürün tam yapıldığına delil nefse muhalefet, nefse muhalefetin delili ise şehvete esir olmamaktır.

Allah, insan varlığının tüm inceliklerine uygun olarak sonsuz yüzeyde çokluk ve ona bağlı olarak yokluk zarfını taşıyan nefsi yarattı.

Nefs, sonsuz yüzeylerden tüm etkileri enfüsümüzden alıp âfakımıza ileterek kişiliğimizi doğurur. Bizim kartvizitimiz nefsimizdir. Ancak nefs sonsuz yüzeylerde şeffaf bir zar gibi yayılırken bir yandan, Allah’ın kendini seyrettiği ekran, bir yanda da âfakta bizim için gerçekleri gizleyen bir perdedir.

Allah hamurumuza nefsi katmasaydı, biz sonsuz yüzeylerde mutlak varlığın zikri ile raks eder dururduk.

İç âlemimiz mütalâa edilirken kabaca, nefs ve ruh diye evvela iki büyük ana kısma ayrılır. Sonra nefs olsun, ruh olsun her ikisi de üç şubeye ayrılır.

Nefs-i Ulvi - Ruh-i Ulvi

Nefs-i Süflî - Ruh-i Süflî

Nefs-i İzafi - Ruh-i İzafi

Bu bölüm dahilinde araştırma yapıldığında, ruhta pozitif olan kuvvetlerin karşısında nefste de negatif kuvvetler aynı miktarda mevcuttur. Bir misalle bu cümleyi izah edersek: Cenâb-ı Hakk’ın Esma-ül Hüsna’sından her birinin kendine mahsus ayrı bir nuru mevcuttur. Cenâb-ı Hakk’ın Celâli esmalarına nefs itibariyle "İllet-i Kuvva" denir. Nurlarına da nefs için "Madde-i Kuvva" denir. Cenâb-ı Hakk’ın Celâli esmaları, nefse tecelli etmektedir ve nefs bu esmaların nurları ile mütecelli olmaktadır. Cemali esmalar ise ruh için İlleti Kuvva’dır. Nurlarına da ruh için Madde-i Kuvva denir. Yani; Cenâb-ı Hakk’ın cemali esmaları ruha tecelli etmektedir. Bu Cemali esmaların nuru ruhta mütecelli olmaktadır.

Bu cümleden olmak üzere elektrik ampule tecelli eder, ampulden ışık mütecelli olur. Elektrik sobasına elektrik tecelli eder, mütecelli olan ısıdır. Elektrik enerjisi, elektrik motoruna tecelli eder, oradan hareket mütecelli olur.

Aslında nefs için asıl illet(sebep) Hakk’ın La kelâmıdır ve asıl Madde-i nefs, bu La kelâmının nuru olur. Yine ruh için ise asıl illet Hakk’ın İlla kelâmıdır. Asıl Madde-i Ruh da bu İlla kelâmının nurudur. Burada asıl ve mühim olan İsm-i Âzâmı, Hakk’ın Lâ kelâmı ile İlla kelâmını birleştirmektir. Zira Hakk’ın kuvveti Celâli esmasıyla Cemali esması arasındaki zıddiyettir. Bu nihayetsiz zıddiyetin vahdeti, bütün esmanın zıddiyeti olup, nurlarının da toplanarak nur-i vahid ve vücud-i vahid kılınmasına sebep olur.

Şimdi ruh ile beraber değil de, yalnız nefsi ele alarak özelliklerini ve tezkiyesini inceleyelim:

Tasavvufta nefsi tezkiye keyfiyeti telkin ile başlar. İslâm’da telkin ikiye ayrılır. Birincisi şeriatta herkesin bildiği ve gördüğü gibi, mezara konan naaşın başında din görevlisinin ölüye hitaben yaptığı dini sözlerle olan uyarıdır. Ancak telkin almak mezara girdikten sonra değil de, girmeden evvel lazım ve esastır. Bu da şeriattandır, zira Hazreti Cibrili Emin Medine-i Münevvere'de Resuli Ekrem (SAV)’e telkin eyledi, farz oldu. Resul-i Ekrem (SAV) de ashaba telkinde bulundular, sünnet oldu. Ashabı da ümmete telkin eylediler, icma-i ümmet oldu. İşte telkinin ikincisi ve gerçek olanı budur. Bir insan, anlatılan bu telkin sırasına dahil olmuş bir insan-ı kâmili bulup telkin alırsa, onun şeriatı bütün olur. Bahsettiğimiz bu telkin kişi ile insan-ı kâmil arasında hususî olup, Muhammedî mayanın âşığın gönlüne aşılanması ve sonra karşılıklı ahîtleşmedir (Fetih Suresi, ayet 10). Yapılan bu telkin ilmine Kur’an-ı Kerim’de "İlm-i Ledün" denilmektedir. İşte bu telkin ile nefs tezkiyesi başlamış olur. Dolayısıyla tezkiye de şeriattandır. Bu hususta Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Azimüşşan'da (Al’a Suresi, ayet 14) şöyle buyurmuşlardır:

"Telkin alarak nefsini tezkiye eden, küfür ve masiyetten pak olan kimse felah buldu." Kısaca nefsini tezkiye eden felah buldu, denmiştir. Nefsi tasfiye etmeden iç âleme asla girilemez, hatta günlük ibadetlerimize dahi girebilmek için nefs tasfiyesi gerekmektedir. Bu hususta Hz. Muhammed (SAV). “La salate illa bihuzurilgalbi eylasalate illa bitasgıyatil galbi” buyurmakla, namazın kalpte huzur ve tasfiye olmaksızın yapılamayacağını beyan etmişlerdir. Yani mealen; “Kalp huzuru olmaksızın namaz olmaz, ancak tasfiye olmuş bir kalp ile olabilir.” demektir. Tasavvuf görüşü ile bir mü'minin kalbi bütünü ile Beytullah olursa onun şeriatı, yani İslâmlığı da bütün olur. Yoksa İslâm’ın beş şartı noksan olur, tamamlanmış sayılmaz. Hz. Peygamber (SAV), bu hususu açıklayan ve teyit eden bir hadisleriyle şöyle buyurmuşlardır. “Galbel mü'mine miratallahu galbel mü'mine hazainallahe galbel mü'mine beytillahi galbel mü'mine arşillah”. Bu hadisi şerif gereğince, her mü'minin kalbinin Beytullah olması, dinde veya şeriatta bu suretle bütün olması gerekmektedir. Olur veya olamayız, o başka. Ancak böyle olunması mutlak gereklidir.

Mutasavvıflar dinini bütünlemek maksadıyla bâtıni terbiyeye dahil olan bir nefsi, Hz.Muhammed (SAV)’in buyurduğu şekilde şöyle sınıflandırmışlardır.

Hazreti Allah, Cenâb-ı Peygamber'e ruhi pakiyeleri daha Lahut âlemindeyken esmaları belli bir sıra dahilinde talim ettirdi, bu sıra Hazreti Peygamber’den velilere, onlardan da mü'minlere aynı şekilde intikal etmektedir.

Nefs terbiyesi için Cenâb-ı Resûlullah yedi isim tahsis etmiştir ki bu yedi isme ehlullah Usul-i Esma tabir etmişlerdir. Sonra da Seraceddin-i Ömer-ül Halvetî Hazretleri tarafından Esma-i Seb’a namı altındaki bu yedi îlahî isme devam etmekle nefsin terbiye ve tezkiyesine geçildiği görülmektedir. Bu esmaların her biri nefsin bir bölümünün terbiye ve tezkiyesine memurdur. Buna göre nefsin sınıfları ve esmaları şöyledir.

1.   Nefs-i Emmare[8] -Esması (Lâ ilahe illallah)

2.   Nefs-i Levvame[9] -Esması (Allah)

3.   Nefs-i Mülhime[10] -Esması (Hu)

4.   Nefs-i Mutmainne[11] -Esması (Hak)

5.   Nefs-i Raziye[12] -Esması (Hay)

6.   Nefs-i Merziyye[13] -Esması (Kayyum)

7.   Nefs-i Kâmile[14](Nefsi Safiyye) -Esması (Kahhar)

Nefsin bu mertebelerini teker teker inceleyecek olursak:

1.   Nefs-i Emmare: Nefsin kesif zulmet perdeleriyle örtülü hâlidir. Bu nefsin istekleri doğrultusunda hareket eden kişi kötülük işler ve işlediği kötülüğü beğenir. Hakk'ı daima inkar eder ve kendi gibi inkar edenlerden hoşlanır. Örneğin; Firavun’un, Nemrud’un, Ebu Cehil’in, Yezid’in nefisleri gibi. Bu nefsle mücadele farzdır. Nefsle savaşmanın en zor ve en kutsalıdır. Bu nefsin tezkiyesi "Lâ ilahe illallah" esmasının zikri ve makamat-ı îlahîye de Tevhid-i Ef'al’in zevki ile mümkündür. Büyük mutasavvıf Necmeddin-i Kübra şöyle buyurmuştur. Nefs-i Emmare kötülüğü emreden bir fıtrat üzere yaratılmıştır. Kendi haline bırakıldığında şerden başka bir işe girişmez.Cenâb-ı Hak’tan hidayet erişip kalbi aydınlanmaya başlayınca o kişinin nefsi, Levvame adını alır.

2.   Nefs-i Levvame: Nefsin hafif zulmet perdeleri ile örtülü hâlidir. Bu nefse sahip olan kişi kötülük işler. Fakat işlediği kötülükten pişmanlık duyar. İşlediği kötülüğü iyi görmez. Ancak hâlâ kötülük işlerken az da olsa bir zevk alır. Bu yüzden eski hâlini tamamı ile terk edemez. Kendisinde zaman zaman da iyi hâller görülmektedir. Bu nefsin tezkiyesi "Allah" esmasının zikri ve makamatı îlahîye de Tevhid-i Sıfat’ın zevki ile mümkündür.

3.   Nefs-i Mülhime: Nefsin nur ile zulmet arasında olan hicaplar ile örtülü hâlidir. Bu nefs artık ruhtan ilham almaya başlamıştır. Zaman zaman zulmet perdesiyle ilhamlar kesilse de, kısa sürmektedir. Kişinin iyi hâlleri kötü hâllerinden fazladır. Bu nefsin tezkiyesi "Hu" esmasının zikri ve makamatı îlahîyede Tevhid-i Zat zevki ile mümkündür.

İlm-i Tevhid’de bu üç makama, fena makamları denmektedir. Bu makamları kat eden salike fenafillah olmuş (Allah’ta fâni olmuş) denir. Nefs-i Levvamede, insanı doğruya götüren ikazlar, sadece insan-ı kâmil ve veliler tarafından söz ile yapılmakta iken, bu ikazlar nefs-i mülhime sahibine yine aynı makamlardan azar azar kalbine ilham yolu ile de gelmeye başlamıştır. Nefsin bu üç hâlini İslâmiyet’te adaletin simgesi kabul edilen Hazreti Ömer’den bir misalle açıklayalım. Ömer, Cenâb-ı Resûlullah’ın ve Kur'an’ın terbiyesine girmeden önceki hâli ile evvela Nefs-i Emmare’nin tesiri altında, kendi öz kızını diri diri toprağa gömecek kadar zulmet içindeydi. O an için de hâlinden şikayetçi değildi. Hatta yaptığı işlerle övünmekte idi. Yine Nefs-i Emmare’nin tesiri ile Ömer, müşrikler arasında alınan bir kararla Hazreti Muhammed (SAV)’i öldürme görevini üstlendi. Bu iş için hazırlığını yapıp yola çıktığında karşılaştığı bir kişi Ömer’e sordu.

-Ya Ömer! Böyle yalın kılıç nereye gidiyorsun?

-Muhammed’i öldürmeye gidiyorum.

-Sen önce kız kardeşinle eniştene bak, onlar da müslüman oldular, deyince Ömer daha da öfkelendi. Yolunu değiştirerek kız kardeşinin evine yürüdü. O sırada içeride hane halkı tarafından Kur’an-ı Kerim’in Tâ Hâ Suresi okunmakta idi. Ömer dışarıda durup bir müddet bunu dinledi. Kalbinde kendisinin de tarif edemediği bir değişiklik oldu. Ancak geri dönünce müşrik dostlarıma ne derim düşüncesi ile içeriye girdi ve ablasıyla eniştesinin üzerlerine yürüdü. Onlar;

-Ya Ömer! Bizi öldürsen de biz yolumuzdan dönmeyiz, biz İslâmiyeti kabul ettik, dediler.

Onların bu kararlılığı Ömer’i bir an düşündürdü. Ölümü bile hiçe sayacak kadar insanı etkileyen bu dini merak etti.

-Okuduklarınızı bana da okuyun dinleyeyim! Dedi ve Kur’an-ı Kerim’in Tâ Hâ Suresi'ni başından sonuna kadar dinledi. Dinlediği bu suredeki Cenâb-ı Hakk’ın kelamları ile kalbi yumuşadı. O anda kız kardeşiyle eniştesine yaptığı hareketlerden pişmanlık duydu. Onlardan özür dileyerek kendisini Muhammed’e götürmelerini istedi. Dinlemiş olduğu Kur’an-ı Kerim, o anda onun Emmare olan nefsini Levvame’ye çevirdi. Ancak hâlâ kalbinde bir şüphe vardı. Yaptığı dönüşün doğruluğu veya yanlışlığı üzerinde kararsızdı. Bu hâl ile Hazreti Muhammed’in bulunduğu yere gelirken onu gören müslümanlar tedbir almak için telaşlandıklarında Hazreti Muhammed onlara; telaşa gerek olmadığını, Ömer’in iyi niyetle geldiğini söyledi. Neticede onu Resûlullah’ın huzuruna aldılar, bir müddet Hazreti Muhammed’i dinleyen Ömer’in kalbindeki şüphe kalktı. O ana kadar yaptıklarının ve düşündüklerinin yanlış olduğunu idrak etti ve açık bir dille müslüman olmak istediğini ifade edince Cenâb-ı Resûlullah ona İslâmiyet’i telkin etti. İslâm terbiyesiyle müşerref olan Ömer’in nefsi, bir zaman geldi ki kalbine gelen ilhamlarla onu, devlet işini devlet mumu ile, özel işini ise kendi mumu ile yapacak derecede olgun bir kişi yaptı. Bu hâl onun nefsinin Levvame’den Mülhime’ye geçtiğine bir işarettir. Her devirde olduğu gibi, günümüzde de her kişi geçmişini tefekkür ettiğinde kendi nefsinde de buna benzer hâllerin zuhur ettiğini görebilir. Bunun gibi İslâmiyet’in tevhid ilminden haberdar olmayan bir kimse de başlangıçta Nefs-i Emmare’nin tesiriyle bu ilme ve bu ilim sahiplerine karşı olumsuz düşünceler beslemekte ve hoş olmayan davranışlarda bulunmaktadır. Bu kişi herhangi bir vesile ile Tevhid sofrasından bir muhabbet dinlerse kalbinde şüphe ile karışık bir Tevhid sevgisi başlar. Daha önceki düşündükleri ve yaptıklarından pişmanlık duyar. Şimdi onun nefsi Levvame’dedir. Ancak kalbindeki şüphe hâlâ onu geri döndürebilir. Eğer merak ve sevgisi şüpheden üstün gelirse, onu Sırat-ı Müstakim olan doğru yola sevk eder. Bu kişi bir İlm-i Tevhid yoluna bağlanırsa bu suretle onun nefsi Mülhime’ye geçer. Rabb’i tarafından gerek âfakî, gerekse özünden enfüsî olarak kalbine çeşitli ilhamlar zuhur eder. Ancak Nefs-i Mutmainne’ye geçmeden kalbindeki şüphe tam olarak silinmez.

4. Nefs-i Mutmainne: Nefsin zulmani hicaplarından kurtulup, nurani hicaplar ile örtülü mertebelerinin birincisidir. İman ancak burada mümkündür. Bu nefs mertebesine ulaşmış kişinin kalbi her türlü şüphe ve korkudan kurtulur. Sevinç ve üzüntüden etkilenmez. Yapmış olduğu ibadet ve zikirden kalbi tatmin olur. Örnek vermek gerekirse; veliullahtan biri bir muhabbet meclisinde iken bir haberci gelerek kendisine ticarete çıkan kervanının helâk olduğunu söyler. Veli, "Elhamdülillah" diye karşılık verip muhabbetine devam eder. Bir müddet sonra ikinci bir haberci gelerek, helak olduğu bildirilen ticaret kervanının başka birine ait olduğunu haber verir. Veli buna da "Elhamdülillah" diye karşılık verince, meclistekiler hayrete düşerek ona; “İki haberciye de Elhamdülillah diye karşılık verdiniz. Bunun hikmeti nedir?” diye suâl ederler. Veli; “Birinci Elhamdülillah demem, kervanın kaybından dolayı kalbime bir üzüntü gelmediği için, ikincisi ise, kaybolmadığından dolayı kalbime bir sevinç gelmediği içindir. Her şeyin sahibi Cenâb-ı Allah’tır. Alan da O’dur, veren de O’dur.” diye cevap verir. Kur’an-ı Kerim’in Yunus Suresi 62. ayetinde;

"Allah’ın veli kulları korkmazlar, üzülmezler, hiç bir şeyden mahzun olmazlar" ve Nas Suresi'nde belirtildiği gibi onlar vesveseden kurtulmuşlardır. Rad Suresi 28. ayetinde de;

"İman edenler ve gönülleri Allah’ın zikri ile tatmin olanlardır. Bilesiniz ki kalpler, ancak Allah’ı anmak ile tatmin olur." buyurmaktadır. Şimdi mutmain olan bu kalbe, Rabb’inden şu ayetle davet gelir.

"Ey mutmain olmuş nefs dön, Rabb’in senden, sen Rabb’inden razı olarak." (Fecr Suresi, ayet 27-28). Bu makamın esması "Hak"tır. Makamat-ı Îlahîye’de Cem Makamının zevki ile anlaşılır. Kul bu makamda İslâm'ın şartlarını ve farz olan ibadetlerini yapmakla mükelleftir.

5. Nefs-i Raziye: Allah’ın kuvvet ve kudretini görmüş ve tam teslim olmuş nefs, kendisine ait bir görüş ve bilişi kalmamış nefs demektir. Kaf Suresi ayet 22’de;

"And olsun sen bundan gaflette idin, derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir." buyrulmaktadır. Burada halk zahir, Hak bâtındır. Dolayısıyla işleyen halk gözükse de, hakikatte yine Cenâb-ı Hak’tır. Bunun gibi kulun gözünden gören, dilinden söyleyen, elinden tutan vs. bütün azalarından işleyen Cenâb-ı Hak’tır. Ayette de belirtildiği gibi, kulun gözünden gaflet perdesi kalkmış, görüşü Hak görüşü olmuş, keşfi açılmıştır. Kul bu hâli yaşayınca, Cenâb-ı Hakk’ın bu âlemdeki pek çok hikmetlerine şahit olur ve bu hâli kendine bahşeden Rabb’inden razı olur. Saffat Suresi ayet 99 - 110 arasında, Hazreti İbrahim ile Hazreti İsmail arasında geçen şu olay Raziye olan nefse bir misaldir. İbrahim Suresi 39. ayetine göre;

"Hamdolsun o Allah'a ki, bana ihtiyarlık çağında İsmail'i ve İshak'ı ihsan buyurdu. Şüphe yok ki Rabb’im, elbette duayı hakkıyla işiticidir." kendisine bir evlat ihsan etmesi için, Hazreti İbrahim’in Cenâb-ı Allah’a dua ettiği ve duasının kabul olduğu anlaşılmaktadır.

Ehlullah, Hazreti İbrahim’in “Ya Rabbi! Bana bir evlat ihsan et, sana en sevdiğimi feda edeyim.” diye dua ettiğini rivayet etmektedir. Nitekim, Hazreti İbrahim manasında Hazreti İsmail’i kurban ettiğini gördü ve oğlu Hz. İsmail’e “Yavrum, bu gece manamda seni boğazladığımı gördüm, düşün bakalım ne dersin!” Oğul Hz. İsmail: “Babacığım emredileni yap, inşallah beni sabredenlerden bulursun.” dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim oğlunu kurban etmek üzere şakağı üzerine kıbleye karşı yatırdığında Allah (cc)’dan bir nida geldi. “Ey İbrahim! Vaadini yerine getirdin. Biz sözünde duranları böyle mükafatlandırırız.” diyerek büyük bir kurbanlık ihsan etti. Hazreti İbrahim’in gözünden perde kaldırıldı ve teslimiyatının sınanması için oğlunu kurban etmesi emredildi. (Saffat Suresi, ayet 100-105).

Hz. İbrahim gelen bu emri oğlu Hz. İsmail’e Allah (cc)’den aldığı gibi teklif etti. Hz. İsmail’in de gözünden perde kalktığı için teklifini kabul etti ki, her ikisinin üzerinde görülen bu teslimiyet Hak’tan razı olduklarından dolayıdır. Emri yerine getirme hâlinde gönderilen kurban ise Hakk’ın onlardan razı olduğuna apaçık bir delildir. Nefs-i Raziye’nin esması "Hay"dır. Makamatı îlahîye de Hazret-ül Cem zevkiyle yaşanır. Ehlullah ve veliyullah bu makama ve bu hâle kurb-i nevafil de demişlerdir. Kul bu makamda Kur’an-ı Kerim’in emrettiği cemi ibadetleri yapmakla mükelleftir.

6.Nefs-i Merziyye: Nefs, terbiyesini tamamlayarak tekrar âfaka yönelmiş hâlkıyyete dönmüştür. Âlemi, şahadet yani dünya âlemidir. Bu kişinin bâtını Hak, zahiri Hak ile olduğundan, Hak’tan aldığını halka aktarma yeteneği kazanmıştır. Bu mertebede nefs, hâlık ile mahluk özelliklerini birleştirmiştir.

“Ne evvelinde, ne âhirinde, ne zahirinde ne de bâtınında kesret yoktur.” (Hadid Suresi, ayet 3). Sadece esmada kesret vardır. Yani; su dediğimiz madde değişik tabiat şartlarında buhar, su, çiğ, kırağı, kar ve buz isimlerini almaktadır. Aslı itibariyle hepsi su olmakla birlikte kesretteki görünüşleri itibariyle değişik isimlerle çağrılmaktadırlar. Kul bu makamda bu esma tuzağına artık düşmez, zahiren bu esmaları zikretse bile, bâtınında gerçeğini zevk eder. Bu makamda Allah kuldan razı olmuştur ve;

“Dön Rabb’ine, Rabb’in senden razı olarak.” (Fecr Suresi, ayet 28). Beyanı tahakkuk etmiştir. Nefs-i Merziyye’nin esması "Kayyum"dur. Makamat-ı Îlahîye de Cem’ül Cem zevkiyle yaşanır. Kul bu makamda daha önce belirtildiği gibi, Kur'an’ın emrettiği bütün ibadetleri ifa etmeye başlar. Bilhassa Müzzemmil Suresi'nin emri gereği gece ibadetleri çoğunluktadır.[15] Yapmış olduğu bu ibadetler sonunda Rabb’inden vahiy almaya başlar. Gündüzleri ise Müddessir Suresi emrince uyarıcı olarak halk arasında görev yapar.[16]

7.Nefs-i Kâmile, Zekiye, Safiyye: Daha önce bahsedilen zulmani ve nurani perdelerden arınmış olan nefstir. Vahdette kesreti, kesrette vahdeti seyreder. Buna “Seyr-i Billah” denmektedir. Nefsin bu hâle gelebilmesi, yokluk sırrından geçmesi ile mümkündür. Bu hâle gelen nefse, daha önceki nefs mertebelerinde güzel görünen tevazu dahi, gerektiğinde bir mana erinin himmetiyle, kaldırılması gereken perdedir. Nefs-i Safiyye’ye mazhar olan insan, îlahî tecelliye de mazhardır ve zahiren kendi aleyhinde bile olsa, zuhura gelecek tecelliye yardımcı olur. Şöyle ki; Hz. Ali (KAV) sabah namazı için kalktığında her zaman kendisiyle beraber mescide gittiği yol arkadaşını almadı. Bunu gören ev halkı, mescide yalnız gitmemesi için ısrar ettiler. Hz. Ali (KAV) “Bizce bilinen sizce bilinmez.” buyurdu ve büyük bir zevk ve sevgilisine kavuşma iştiyakı ile mescidin yolunu tuttu. Şüphesiz ki kendisi için tecelli-i îlahînin hazırladığı takdirden haberdardı. Hz. Ali (KAV)’yi şehit etmek üzere gelen İbni Mülcem lakabıyla anılan köle Firuz, mescitte uyumakta idi. İmam-ı Şah mescide girince ayağı ile dürterek onu uyandırdı ve kendisi namaza durdu. Namaz esnasında zehirli bir hançer darbesiyle İbni Mülcem tarafından şehit edildi.

Buna benzer diğer bir tecelli de şöyledir; Pir Sultan Abdal, kendisinden himmet isteyen Hızır ismindeki talebeye:

-Bak evladım! Bizden bu ilmi alırsın, bu ilim ile Paşa olursun, Sivas’a da vali olursun, sonra da bizi asarsın dediği rivayet olunur. Pir Sultan Abdal’ın dediği gibi bu olaylar tecelli etmiş ve Pir Sultan Abdal bu îlahî takdirin tecellisi için her türlü gayreti göstermiştir.

Tarihe baktığımız zaman, buna benzer misaller bir çok gönül erinin başından geçmiştir. Nefs-i Safiyye’ye mazhar olan gönül erleri bazen âşık, bazen de maşuk makamındadır. Âşıklık makamı, her ne kadar aşkın cezbesiyle zevkli bir makam ise de gerçek kemalat, halka tenezzül edip hizmet etmektedir. Bunun için nebiler ve veliler gerçek kemalatı halk içinde, halkı irşad makamında bulmuşlardır.

Zamanın ünlü tasavvuf alimlerinden Hasan-ül Basri Hazretleri bir gün nehirden geçmek için sandal beklemekte iken, yine zamanın velilerinden Habib-i Acem-i Hz. ona ne beklediğini sordu. Hasan-ül Basri:

-Sandal bekliyorum.

Habib-i Acemi:

-Beklemeye ne hacet, işte böyle geç. Sen yakîn sahibi değil misin? Diyerek nehri yürüyerek geçmeye başladı.

Hasan-ül Basri ile Habib-i Acem-i nefs itibariyle kâmileye mazhar oldukları halde, Habib-i Acem-i aşk sarhoşluğu içinde olduğundan sebepleri fark edemeyerek yalnızca müsebbibe bakmaktadır. Hasan-ül Basri Hz. ise âşık makamına erdikten sonra tekrar hâlkıyyete dönmüş, özün özü ile özün sahibini zevk etmiş, hâlkiyetteki sebeplere sarılmayı esas almıştır.

Başka bir misal de şöyledir ki; Fuzuli’nin Hadikatü’s Süeda adlı eserinde belirtilen Kerbelâ olayında İmam-ı Hüseyin Efendimiz karşısında bulunan kuvvetlere şöyle hitap etmiştir.

-Ey doğru yoldan sapmış askerler! Siz bilmez misiniz ki ben, İmam-ı Ali ve Fatımatüzzehra’nın oğlu, Cenâb-ı Resûlullah’ın iki gözünün nuruyum. Sizi son defa Allah’ın Kur'an’ına uymaya davet ediyorum.

Onlar da derler ki:

-Ya Hüseyin! Senin Hz. Peygamberle ne ilgin var?

-Ya Rabbi! Bu kişi benim neslimi dedem Muhammed’den kesiyor. İsterim ki sen bu gün onun cezasını veresin, dediği anda o kişi görünüşü iğrenç bir şekilde can verdi.

Yine bunun gibi İmam-ı Hüseyin ve Ehlibeyt'e dil ile saldırıda bulunan birkaç kişi daha İmam-ı Hüseyin’in dua ettiği şekilde can verdiler. Eğer İmam-ı Hüseyin aynı makamda durup bu hâl üzere Allah’a dua etmeye devam etseydi, değil Yezid’in ordusu, bütün kâinat bir araya gelse Ehlibeyt'e karşı koyamazdı. Ancak, İmam Hüseyin ve Ehlibeyt Cenâb-ı Allah’ın takdirine rıza göstererek hâlkıyete döndüler ve din ve hakikat uğrunda canlarını Allah’a feda ederek şehit oldular. Onların bu şehadeti gelmiş ve gelecek tüm müslümanların uğradıkları ve uğrayacakları belâlara kalkan oldu.

Nefs-i Kâmile makamının seyri, seyr-i billâh olup âlemi, kesrette vahdet, vahdette kesrettir. Mahalli ahfa’dır. Esması Kahhar’dır.

Hâl ve ahvali belirtilen bu yedi nefsin her birinde onar bin olmak üzere, yetmiş bin perde (hicap) mevcuttur. Ehlullah bunların otuz binini zulmani, kırk binini de nurani olarak vasıflandırmıştır. Bu perdeler kul ile Rabb’i arasındadır. Nefsin bu sınıflarından tevhid terbiyesi ile bir derece yükseğine geçildikçe, hicaplar da derece derece inceleşir. Esas gaye bu inceliğin tamamen kalkarak, arada hissedilir veya hissedilmez hiçbir engelin kalmamasıdır. Perdelerin inceldiği bu hâli bir âşık şöyle ifade etmektedir:

Bu gönül şehrine bir dem giresim gelir

İçindeki güzelin yüzün göresim gelir

İşitirim sesini, göremem yüzünü,

Yüzün görmekliğe canım veresim gelir.

Var dediler bu gönül şehrinde yetmiş bin kapı

Kapıların her birinde yüz bin nöbetçi

Aşkın kılıcın kuşanıp cümlesin kırasım gelir,

İçindeki Sultanın yüzün göresim gelir

Nefsin bu sıfat ve sınıfları üzerinde terbiye ve irşada başlayan Ömer-ül Halvetî Hazretleri'nden sonra bazı üstad ve bilginlerin nefs terbiyesine tâbi tutacakları öğrencilerini yedi sınıf değil, on iki sınıf terbiyeye tâbi tuttukları görülür. Hakk’a götüren yola giren bir kimsenin en az bu yedi sınıfı, sırası ile talim ve tahsil etmesi gerekir. Bu tahsil devresine tasavvuf dilinde Seyr-i Süluk denilmektedir. Seyirde yedinci sınıfa gelmiş bir öğrencide, manevi keşifler başlamıştır. Hatta bu manevi keşifler, yani seziş ve buluşlar, dördüncü sınıfta başlar. Nefsin zikredilen bu yedi sınıfına tasavvuf lisanında “Etvar-ı Seba”, “Letaif-i İnsaniye” ve “Esma-i Seba” isimlerinin verilmekte olduğu görülür.

Bundan anlaşılmaktadır ki, bu sınıfların her biri bir makam veya bir daire kabul edilmekte, böylece yedi daire veya makamın hepsine birden Etvar-ı Seba namı verilmektedir. Bu yedi sınıfın her biri de, kendi içerisinde ayrıca yedi şubeyi ihtiva eder.

Mesela; nefsin sınıflarından beşinci sınıfa yükselmiş bir talebe, Raziye sınıfında derslerini şu yedi şube üzerinde görür. 1. Şeriatı 2. Baatıniyatı 3. Hakikati 4. Maarifeti 5. Kurbiyyeti 6. Kutbiyyeti 7. Ubudiyyeti. İşte böylece her sınıf yedi şube üzerinde öğrenim görür.

Şeriat birdir ama, sınıf geçtikçe her sınıfın şeriat istekleri ayrı ayrıdır. Bu konuyu namaz üzerinde incelersek; İlm-i Tevhid'e göre, Etvar-ı Seba’nın her biri için bir vakit namazı mevcuttur. Bütün bu namazlar, Şeriat-ı Muhammediye’nin emri olmakla beraber, gerek zaman, gerek rekat, gerek ayetlerin gizli veya açık okunması, gerekse sünnet ve farzları yönünden hiçbiri diğerine benzememektedir. Bu namazlardaki farklılıkların her biri aslında bir İlm-i Hakikat hikmetine ışık tutmaktadır. Bu hikmetleri anlamak için ise bu namazların tekabül ettiği makamın zevkini yaşamak gerekir. Bu vakit namazları sırasıyla; sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı, vitr ve teheccüt namazlarıdır. Böyle olmakla beraber, mesela birinci makamda olan kişi de, ikinci makamda olan kişi de, şeriatın emri gereği sabah namazını kılmaktadır. Birinci makamda olan kişi kıldığı bu namazda Cenâb-ı Hakk’ın Ef'al-i Îlahîyesini seyrederek zevk alır. İkinci makamda olan kişi ise aynı namazda Hakk’ın sıfatlarını seyrederek zevk alır. Birinci makamdaki bir kişi yatsı namazı da kılsa, yine kendi makamının görüş ve şuhuduna göre zevk alarak kılacaktır. Yine şeriatın emri gereği, beşinci makamda bulunan bir kişi de yalnız yatsı namazını değil, bütün vakit namazlarını kılacaktır. Bu namazları kılarken isterse, o namazın tekabül ettiği makamın zevkini yaşar, isterse bütün namazları o anda bulunduğu makamın zevkiyle kılar. Bu vakit namazlarının haricinde cuma, teravih, bayram ve cenaze namazları gibi özel şartlara haiz, özel namazlar da mevcuttur ki, bu namazların zevki de, bazı tevhid makamlarında yaşanır.

Şeriat Kavl-i Muhammedî’dir. Bâtıniyet, Fiil-i Muhammedî’dir. Hakikat Hâl-i Muhammedî’dir. Maarifet, kurbiyyet ve kutbiyyet ise Sırrı Muhammedî’dir. Yalnız her sınıf öğrenci için ayrı ayrıdır, hepsi için aynı olamaz. Her sınıf halk için her işte daima farklılıklar mevcuttur. Bu hususta büyükler “Kelimün nas ala kadri ukulihim” demişlerdir. “İnsanlar, akıllarının yettiği kadar, bir konu üzerinde fikir yürütebilirler” demektir.

Tüm kâinatın mürşidi, âlemlerin üstadı Peygamberimiz (SAV), bir hadislerinde bu konuya ait; “İnnallahe sebeine elfi hicabin min nurin ve zulmetin” "Nurdan ve zulmetten Allah’ın yetmiş bin hicabı vardır", demişlerdir. Yani; Cenâb-ı Rabb’ül Âlemin Hazretleri'nin nurdan ve zulmetten yetmiş bin perdesi, maniası, derecesi vardır demekle, yukarıda ismi geçen yedi sınıfı, nur ve zulmet hicaplarını ihtiva eden sınıfları beyan buyurmuşlardır. Burada mühim bir nokta da şudur ki; yanlış bir fikre kapılmamak lazımdır. Hak Teâlâ Hazretleri'ne hiç bir şey perde olamaz. Olsaydı Cenâb-ı Hakk’a tesir etmesi icap ederdi. Halbuki tesir edici ve eden ve de kahir olan ancak kendisidir. Netice olarak bu perde ile örtülü olma hâli bizlere aittir.

"Ve o kullarının üzerinde her türlü tasarrufa sahiptir. Ve o hikmet sahibidir, herşeyden haberdardır" (Enam Suresi, ayet 18) ayet-i kerimesi ile Cenâb-ı Hakk’ın, kullarının hepsi üzerinde tasarruf sahibi olduğu bildirilmektedir.

Perdeli oluş meselesi oldukça takdire değer bir problemdir. Cenâb-ı Hak ile aramızda perde oluşundan uzun uzun mesafeler var zannetmeyelim.Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’in Kaf Suresi, ayet 16’da;

"Ve and olsun ki, biz insanı yarattık ve ona nefsinin ne vesvese verdiğini de biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız." buyurmuşlardır.

Genelde bu güne kadar müfessirler bu ayetin kelimesini "şah damarı" olarak tefsir etmişlerdir. Aslında şah damarı iki adet olup beyine giden atar damarlardır. Halbuki toplar damar düğümü manasına gelmektedir. Bu düğüm ise kalbin sağ kulakçığında iki büyük toplar damarın birleştiği yerde bulunmaktadır. Kalbin kendine has sinir ve iletim sisteminin merkezidir. Bu merkez bağımsız çalışabilme özelliğine sahip olup yine bu özel sinir sistemi vasıtasıyla beyinle de irtibatlıdır. Her ne kadar manevi his ve duygularımızın merkezi beyin sanılıyor ise de, pozitif bilimciler tarafından da bu merkezin kalp olduğu anlaşılmıştır. Sevgi, şefkat, merhamet vs. gibi güzel duygular kalpten tecelli ettiği gibi, Nefs-i Emmare’nin tesiri ile kin, kibir, haset vs. gibi kötü hâller de kalpten zuhur eder. Kalp, dış (madde) yönünde nefs ile, iç (mana) yönünde ruh ile irtibatlıdır. Ondan öte bir sır, ondan öte hafi denilen ikinci bir sır, ondan da öte ihfa denilen sır ve âlem mevcuttur.[17] Bu âlemlerdeki irtibat, maddenin madde ile olan irtibatı ile kıyaslanmasın. Bunlar bir şey ile birleşmekten, bir şeyin içinde, dışında, yakınında veya uzağında olmaktan münezzeh olan Cenâb-ı Allah’ın manevi sır ve âlemleridir.

Dolayısıyla insan varlığının manaya açılan tek penceresi gönül (kalp) dür. İnsanın gönül penceresi (gönül gözü) ancak Cenâb-ı Resûlullah’ın ve Ehlibeyt'in gönlüne olan yakınlığı nispetince açılır. Divanımızın;

Bir gönüle girmeyince

Ehli derdi bilmeyince

Muhabbete girmeyince

Muhammedi gördüm sanma

beytinde belirtildiği gibi, şu an dahi Cenâb-ı Hakk’ın sırlarına açılan pencere Resûlullah ve Ehlibeyt'in gönlünden geçer. İnsan, yaşamış olduğu asrın velisinin (insan-ı kâmilin) gönlüne girmeyince ve o gönüldeki muhabbeti tatmayınca, o gönülde taht kurmuş ehl-i derdin hâlini giymeyince, Ehlibeyt'in gönlüne ulaşamaz, dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın sır âlemlerine de giremez.

İşte ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah’ın, gizlendiğini, yakın olduğunu belirttiği esas mahal, sırların çözüldüğü aşkın ve muhabbetin kaynağı olan kalptir. Mealen bir hadisi kutside Cenâb-ı Hak, Cenâb-ı Resûlullah’ın lisanından “Arza ve semaya sığmam, ancak mü’min kulumun kalbine sığarım” buyurmaktadır. Bu da ayette belirtilen yakınlık mahallinin kalp olduğunun delilidir.

Tasavvufun tarifleri bölümünde bir hadisi kutside belirtildiği gibi; mü’minin kalbi Allah’ın hazinesi, arşı ve beytidir. Bu hadisten de yakınlık merkezinin kalp olduğu anlaşılır.

Cenâb-ı Hak yine perdeli oluş meselesi hakkında; “Bizim ilmimize hiç bir şey hicap olmaz” buyurmuştur. İnsanlar yaratılışı itibariyle birbirlerine perdelidirler. Yani hiç bir insan, diğerinin kalbinden ve aklından geçenleri bilemez, yani birbirine perdelidirler. Cenâb-ı Hakk’ın maddi ve manevi varlıklara yakınlığı aynıdır. Ayırım yaratılmışlar açısındandır.

Nefsinin yedi mertebesi tezkiye olunan ve bu sayede kalplerindeki perdeleri kaldıranlar, muhakkak ki feyiz alırlar. Bu feyiz ile uzaklık ve yakınlıktan, yön ve mekânlardan münezzeh olan Zatullah’ın kendilerine ne kadar yakın olduğunu irfaniyetleriyle müşahede ederler. Bu hâl kendisine ihsan olunanları ikram etme makamıdır. İşte meselenin en güç tarafı da, bu kemal mertebesini anlamaktır. Bu mazhariyet her tasavvuf ehline ve her salik olana nasip olmayabilir, şu var ki, yolunda bulunmuş olmak, yani; bu mazhariyeti kazanabilmek için bir insan-ı kâmilin terbiyesine girmek de bir mazhariyettir. Cenâb-ı Hak bizleri ve isteklileri her iki mazhariyete de ulaşanlardan eylesin.

Şunu da izah edelim ki; kul ile Rabb’i arasında yetmiş bin perde oluşu ve bunların otuz bininin zulmani, kırk bininin nurani oluşları, kul ile Rabb’inin ayrı olup aralarında perde olduğu anlamına gelmez. Bu perdeler kulun kendi aslına ve nefsine olan cehlidir. Dolayısıyla bu cehaletten kurtularak Allah’a yakınlık ve vuslat hâlinin, çalışmak, cihat etmek ve ihlasla kullukta bulunmak ile kazanıldığı anlaşılır. Zaten amaç da; tevhide adım atan istekliye ve istidatlıya, perdenin mahiyetinin bu olduğunun anlatılmasıdır. İstek ile çalışarak makamları kat etmek suretiyle, o perdeleri yok etmek yoluna yönlendirilmesidir. Bundan ötürü evliyaullah, yedi makam ve her makam için on bin perde tahsis etmiştir. İstekli ve istidatlının ayrı oluşları şunun gibidir; Musa (AS)’da Allah’ı görme isteği vardı, fakat bu istidat yani Allah’ı görecek göz (Hakk’ın görüşü) o an için Musa’da tecelli etmemişti. Diğer yandan devri saadette gerek müslümanlar, gerekse müşrikler tarafından çok üstün bir zekaya sahip olduğu, kabiliyetli ve her konuya istidatlı olduğu bilinen Velid bin Mugire, Efendimizin bütün gayretlerine rağmen, gerçeği gördüğü ve anladığı halde iman etmemiştir.

Esma-i seba veya etvar-ı seba dediğimiz bu seyr-i sülûkte, birinci makamı tahsil ederek, o makama tekabül eden nefsinin tezkiyesini tamamlayan ve makamının hâlini ve zevkini yaşayanın on bin perdesi kaldırılır. Salik her makamı bu minval üzere kat eder ve her kat ettiği makamda on bin perde kaldırılarak yetmiş bin perdeden kurtulur. Böylece perde gerçek mahiyette anlaşılmış olur.

Bu yedi makamı kat etmek tabii ki laf-ı güzaf ile değil, ihlas olgunluğu, yani hulus-i kalp ile yapılan ibadet, çalışmak ve yaşamak ile mümkündür. Bu makamları kat edenler teberrüken Makam-ı Mahmud’u seyrederler. Yani salik Allah’a vuslat mertebesine gelmiş olur. Cenâb-ı Rabb’ül Âlemin cümlemize bu kemal mertebesine ulaşmayı nasip eylesin!

İşte hakikat yolunda sır, esrar denilen kavram ve mana bu makamda, yani Kâmil Nefs mertebesinde başlar. Bu mertebeye erişmiş bir insan-ı kâmilden o makamın zevk ve haline dair bir beyan beklemek doğru olmaz. O bir sırrı îlahîdir ki, söylenmez. Çünkü söylenilmek istenilse bile onu ifade ve beyan edecek lafız kalıbı ve kelime bulunmaz. İlahi sırları ifşa etmeye beşer lisanında imkan genişliği ve onu telaffuz şekli yoktur. Onun için Süleyman Çelebi Hazretleri Mevlid-i Nebevi de;

Bi hurufu lafzı saft ol padişah

Mustafa ya söyledi bi iştibah buyurmuştur.

Bu mertebeye yükselmiş büyüklerimizin, bu makamı birbirlerine lisanla değil, ancak hâl ile anlattıklarını yine kendilerinden dinliyoruz.

“Bu yolda Hakk’ın lisanını bilir tercüman, hiç bulunmaz.”

Yukarıda bahsi geçen etvar-ı seba tabir edilen yedi sınıfın ilgili bulunduğu îlahî isimlerin kendilerine has nurları vardır. Emmare sınıfında bulunan bir kimsenin meşgul olacağı isim, Lâ ilahe illallah, bu ismin de zuhuratı ve tecellileri neticesinde salike göstereceği nur mavi renktedir. Bunun gibi Levvame sınıfının esması Allah, nuru sarıdır. Mülhimenin esması Hu, nuru kırmızıdır. Mutmainnenin esması Hak, nuru siyahtır. Raziyenin esması Hay, nuru yeşildir. Merdiyenin esması Kayyum, nuru beyazdır. Kâmile nin esması Kahhar, nuru ise renksizdir. Kur’an-ı Kerim’in, Bakara Suresi 138. ayetinde de

"-Ey mü'minler! Deyiniz ki, bizim boyamız- Allah'ın boyasıdır. Allah'ın boyasından boyası daha güzel olan kim vardır? Ve bizler ancak ona ibâdet edenleriz." buyurulmaktadır. Bu boya işte Allah’ın esmalarının nurlarının rengindedir. Ayette de belirtildiği gibi, Allah’ın bu esmaları zikredildikçe, o aşığın kalbinde Allah’ın nuru tecelli eder. Bu nur her esmaya göre değişik renktedir. Ancak bu renkler, maddi renklerle kıyaslanmamalıdır. Kalpte tecelli eder ve yine kalpte, kalp gözüyle görülürler.

Esmanın nuru, vücut menzilesinde, muhabbetullahın da nuru ruh menzilesindedir. Her ikisinin birleşmesine maya denmiştir. Başlangıçta bu maya, Ruh-i Muhammediye'ye Hak tarafından telkin suretiyle verildi. Vücut kendisi, üstad da kendisiydi. Hak Teâlâ Cibril-i Emin’e, Cibril de peygamberlere telkin yoluyla vermiştir. Resul-i Ekrem (SAV) Efendimiz de, Cenâb-ı Hakk’ın emirleriyle bu mayayı aldılar ve telkin ettiler. Hülefa-i Raşidin Hazretleri de, Resûlullah’dan aldıkları bu maya ile bâtıni irşatta bulunmuşlardır. Cenâb-ı Resûlullah’ın mübarek vücutlarının halk ile, çok aziz Ruh-u pür Fütuhlarının da Hak’la münasebetleri vardır. Mübarek vücutları ile halka telkin edip, halk ile münasebette iken, ruhaniyetleri ile de Hak ile münasebette idiler. Cenâb-ı Resûlullah asla bu usulü bozmamışlardır. Zamanımızda, mezarlarda telkin almak fikrinde veya itikadında olanlar, bu manevi mayadan mahrumdurlar. Yanlış anlaşılmasın; kabir ehlini ziyaret etmek, ruhaniyetlerinden manen yardım isteğinde bulunmak, ruhlarının istirahatı için dua etmek yerinde ve caizdir. Yalnız, manevi irşat ile nefs tezkiyesine sahip olmak ve bu suretle ruhun kemaline malik olup, dünyada Hak ile bâtıni münasebette istidatlı olabilmek için, kabir ehli vasıta olmaz. İlahi feyzin ve kemalin kaynağı Resul-i Ekrem (SAV)’ dir. Tasavvuf erkânında telkini, Cenâb-ı Resûlullah’ın maneviyatına mazhar olmuş bir veliden almak lazımdır. Böyle kimseler, kalbi bu Muhammedî maya ile olgunlaşmış insanlardır. Bu gibi kimselerden telkin almak ve onların terbiyesine girmek ihlas sahiplerine her zaman mümkündür. Hak ve hakikate istekli olan kimselerin nefislerinin tezkiyesi kendi ihlaslarına bağlıdır. Zira Cenâb-ı Rabb’ül Âlemin isteyene nasip edici, ihsan edici ve vericidir. Vermemek şanından değildir. Yeter ki istekli olan isteğinde samimi (ihlaslı) olsun. Kur’an-ı Kerim’in Yâ Sin Suresi'nin 13-30. ayetleri arasında mealen anlatılan karye halkından bir kişinin, kendilerine gönderilen elçilere kavminden hiç kimse inanmadığı halde onun ihlas ile iman etmesi ve bu uğurda öldürülmesi hâlisane bir imana numunedir. Tarihte buna benzer bir çok misaller vardır. İhlas bir kalp işidir ki, Cenâb-ı Hak’tan başkası agâh olmaz. İhlas hakkında Beyyine Suresi, 5.ayet-i kerimesi;

“Halbuki, onlar emr olunmadılar, ancak dini O'na has kılarak, hanifler olarak ibadet etsinler ve namazı dosdoğru kılsınlar ve zekâtı versinler -diye emrolunmuşlardır.- Ve işte en doğru din de budur.” nazil olmuştur. Cenâb-ı Hak bu ayet-i kerime ile dinde, ibadette, kullukta ihlâsı emretmiştir. İhlas lügat manasında özün söze, sözün de öze uyması demektir. Tasavvufta ihlas, iman ve amelde sadece Allah’ın rızasını gözetmek, riyakarlık ve ikiyüzlülükten uzaklaşmaktır. Sözde ihlas, fiilde ihlas, ibadetlerde ihlas, halde ihlas gibi bölümlerde incelenebilir. Birer örnek vermek gerekirse:

Sözde ihlas: Kişinin dilini Ahlâkî Muhammedîye ölçülerinde kullanmasıdır.

Fiilde ihlas: Kişinin her işinde İslâmi âdab-ı muaşeret ölçülerine uymasıdır.

İbadette ihlas: Cenâb-ı Resûlullah’ın işaret buyurduğu gibi ibadeti yapanın ibadetin içinde bulunmaması hâlidir ki, tasavvufta fenafillaha ermiş kişinin ibadetidir. Tâ Hâ Suresi 14. ayette;

kulun lisanından aynen şöyle buyurulur; “Muhakkak ki ben Allah’ım, benden başka ilah yok, bana ibadet et ve beni an.”

Hâlde ihlas: Sözde, fiilde ve ibadetteki ihlası yukarıda belirtildiği gibi yaşayan kişinin üzerinde tecelli eden Ahlâk-i Muhammediye’ dir.

Cenâb-ı Resûlullah’ın bir hadisi kutsisinde Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “Hüve sırrun min esrara evde’tühü galbe men habbühü minibadi” Yani; ihlas benim esrarımdan bir sırdır, ibadımdan sevdiğim kullarımın kalplerine vedia olarak ilham ve ilka ettim, buyurmuştur.

 

š


K O N U - 5

 

İSLÂM’DA TEVHİD ve VAHDET-İ VÜCUD BAHSİ

Tevhidin lügat manası bir kılmak veya bir kılınmaktır. Yani Hakk’ın halkı tevhid etmesi, bir kılmaktır. Halkın Hakk’ı tevhid etmesi ise, bir kılınmaktır. Şühud ve zevk yönünden aslında ikisi de aynıdır. Yalnız esma yönünden fark vardır.

O, evveldir ve âhirdir ve zâhirdir ve bâtınıdır ve O, her şeyi bilendir.” (Hadid Suresi, ayet 3). Süleyman Çelebi Hazretleri Mevlüd-i Şerif’te:

Birdir ol birliğine şek yok durur

Gerçi yanlış söyleyenler çok durur

buyurduğu gibi, gerçek manada tevhide eremeyenler, bu hususta bir çok yanlış düşünce ve zanlarda bulunmaktadırlar. Tevhidin diğer bir tarifinde; “Allah’ın zatını aklen tasavvur edilen ve zihnen tahayyül edilen her şeyden tecrit etmektir” denilmektedir. Allah’ı zihninizde dilediğiniz gibi tasavvur edin, ama bilin ki bu tasavvur Allah değildir. İşte en çok düşülen yanılgı da budur. Kelime-i Tevhid’den murat ise Allah’ı birlemektir.

Hz. Ali (KAV)’ den rivayet edilmiştir ki; Cenâb-ı Peygamber (SAV) "Ben Seyyid-ül Melaike Cibril AS’ dan işittim “Yeryüzüne Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlullah kelime-i şerifinden daha üstün ve daha büyük bir kelime indirmedim” buyurdu" demiştir. Devamla “Bu kelime ile semalar ve arz, dağlar, yer ve denizler mevkilerini muhafaza ederler. Bu tevhid kelimesi ahlâk kelimesidir, İslâm kelimesidir ve üstünlük kelimesidir. Kıyamet gününde mizanın bir gözüne bu kelime-i şerife, diğer gözüne yedi kat semavat ile yedi tabaka yerler konmuş olsa, Kelime-i Tevhid ağır gelir.” diye tarif buyrulmuştur.

Kelime-i Tevhid, manevi terbiye sisteminin (İlm-i Tevhid'in) ilk basamağı olan Tevhid-i Ef’al makamının da, terbiye edici esmasıdır. Bu esmadan gayrı nefs-i emmareyi terbiye edecek hiç bir esma yoktur. Bilindiği gibi nefs-i emmare daima şeytanla işbirliği içindedir. Bu nefs-i emmarenin ve şeytanın gücünü küçümsemeyin. Çünkü peygamber olarak hâlk edilen Âdem (AS)’ı ve zevcesini dahi, cennette oldukları halde dalalete düşüren bu ikili sistem, acaba bizleri ne hâle koyar. Âdem (AS), bu hâle düştükten sonra, hatasına arif olarak bunu Rabb’inden değil, nefsinden bildi ve ayet-i kerimede bildirildiği gibi Rabb’ine tövbe etti.

"Dediler ki: Ey Rabb’imiz! Biz kendi nefislerimize zulm ettik ve eğer bizi bağışlamaz ve merhamet buyurmaz isen elbette biz zarara uğramışlardan oluruz." (Araf Suresi, ayet 23).

Cennetten çıkarıldıktan sonra, daha önceki konularda anlatıldığı gibi, (Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlullah) kelime-i şerifinin yüzü suyu hürmetine affolundu ve Cenâb-ı Resûlullah’ın ruhaniyetinden "Lâ ilahe illallah" zikri şerifini talim ederek, nefsi emmaresini terbiye etti. Buna istinaden o günden bugüne hacılar, kurtuluş duası olarak bilinen vakfe duasını bu kelime-i şerif yüzü suyu hürmetine yapmaktadırlar.

İlm-i Tevhid'de nefsi emmaresi ile mücadele eden salike, bu kelime-i şerif, belli bir usul ile mürşid-i kâmili tarafından talim ettirilir. Salikin bu mertebesi aynı zamanda, bütün fiillerden işleyenin Hak olduğunu seyretmek ve seyrederek zevk etmek makamıdır. İşte ehlullah bu makamda Cenâb-ı Hakk’ın fiillerini, hareket ve sükunet denilen iki hâl mertebe ile zevk ettirmiştir. Dağların duruşu sükunete, suların akması ise harekete misaldir. İster hareket, isterse sükunette olsun, salik her fiilden işleyenin Cenâb-ı Hak olduğunu zevk etmekle mükelleftir. Az önce de belirtildiği gibi arzda ve semalarda, enfüste ve âfakta, her ne var ise bütün zerreler, Kelime-i Tevhid’den almış oldukları güç ile mevkilerini muhafaza etmektedirler.

Cenâb-ı Allah Kur’an-ı Kerim’inde dağlarla ilgili şu beyanlarda bulunmaktadır.

“Bir de dağları görürsün, onları hareketsiz sanırsın. Halbuki onlar, bulut geçer gibi geçer, bu her şeyi muhkem yapan Allah’ın işidir. Şüphesiz ki o bütün yaptıklarınızdan tamamiyle haberdardır.” (Neml Suresi, ayet 88).

“Dağları Allah yerleştirdi.” (Naziat Suresi, ayet 32).

 

 

“Yeryüzünü de döşedik ve ona sabit dağlar koyduk. Orada gönül açan her tür bitkiden çift olarak çeşitler bitirdik.” (Kaf Suresi, ayet 7).

“Sizi sarsmaması için yer yüzüne sabit dağları, doğru yolu bulmanız içinde ırmakları ve yolları meydana getirdi.” (Nahl Suresi, ayet 15).

“Yeri uzatıp yaydık, orada sarsıntıyı önleyen dağlar yerleştirdik ve yer yüzünde tartılan her şeyden nice nebatlar bitirdik” (Hicr Suresi, ayet 19).

“O, yeri döşeyen, onda sabit dağlar ve akan ırmaklar yaratan, orada bütün meyvelerden iki çift yaratandır.” (Ra’d Suresi, ayet 3).

Makamat-ı Tevhid’e göre dağların yerinde duruşu ifadesi, âfaktaki dağların görüldüğü gibi yerinde durduğu manasında değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in Neml Suresi'nin 88. ayetinde;

"Ve dağları görürsün, onları yerlerinde sâbit sanırsın, halbuki, onlar bulutların geçişi gibi geçer gider. Her şeyi sağlam kılmış olan, Allah'ın sanatıdır. Şüphe yok ki, o, yaptığınız şeylerden haberdardır." dağların yerinde durmayıp bulutlar gibi hareket ettiği (yüzdüğü) belirtilmektedir. Bulutlar nasıl dünyamızın atmosferi içinde, uzayda hareket hâlindeyse, dağlar da dünyamızla beraber aynı uzayın içinde yüzmektedir.

Anasır vücudumuzu her şeyi ile bir dağa benzetirsek; görünüşte sabit olmakla beraber, görmesi, hissetmesi, tahayyül etmesi, tefekkür etmesi, rüya ve mana görmesiyle kendi manasında gezmektedir. Yine dış görünüşü ile insanın, bir vücut görünmekle beraber çeşitli fonksiyonlara sahip organlardan teşekkül ettiğini görürüz. Nahl Suresi, ayet 15'de;

"Ve yerde sabit dağlar vücude getirdi, sizi sallayıp muztarip etmesin diye ve nehirler ve yollar da -vücude getirdi- tâki, doğru yolu bulasınız." ve Hicr Suresi ayet 19’da;

"Yeryüzünü de yaydık ve onda sabit dağlar bıraktık, ve onda miktarı ve ölçüsü belirli olan şeyden bitirdik." Dağların, arzın sallanmaması ve sağlamlığı için yaratıldığı belirtiliyor. İnsan vücudu olan bu dağ da, ruhun muhit edinmesi ve kendi tecellilerini göstermesi gayesiyle yaratılmıştır. Yine bu ayetlerde akar suların insanların doğru yolu bulmaları için hâlk edildiği beyan edilmektedir. Bütün akan suların kaynağı deryadır. Kaynağı derya olmakla beraber ayrı ayrı kollardan deryaya koşmaktadırlar. Denize vasıl oluncaya kadar her birinin kendine mahsus adı ve istikameti vardır. Denize ulaşınca istikametini ve adını kaybeder. Kendi vücudunu yok ederek denizin vücudu ile vücudlanır. Emr ile arza dönmesi mukadder olduğunda, vücutsuz olarak semaya yükselir. Yeni emr ile arza yağmur olarak döner. İnsanlardaki akan sular ise Cenâb-ı Hakk’ın ilim sıfatıdır ki, kaynağı Cenâb-ı Resûlullah’ dır. Cenâb-ı Resûlullah’ın olan bu ilim, insan-ı kâmiller kanalıyla bizlere kadar ulaşmaktadır. Nasıl bir akar suyun iki tarafı o sudan istifade eden bitkilerle süslenir ise, Cenâb-ı Resûlullah’dan bizlere intikal eden bu ilim de Ahlâk-ı Muhammediye ve Hâl-i Muhammediye ile kendini belli eder. Süleyman Çelebi Hazretleri Mevlid-i Şerif’inin bir beytinde;

Zatıma mirat edindim zatını

Bile yazdım adım ile adını

buyurmuştur. Bu beyitte bahsolunan kelime “Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah” dır ki, bütün mevcudat bu kelime ile hâlk olunmuştur ve yine bu kelime ile varlıklarını ve mevkilerini muhafaza etmektedirler. Çünkü bu kelime Cenâb-ı Allah’a yakınlık kelimesidir. Her kim ki, veya herhangi bir varlık, bu kelimeden hayat bulmuştur; bu tevhid içinde bulunduğu sürece Allah’a yakındır. Varlığı ve mevkii, Hak ile kaim olarak devam eder. Bu tevhid ilminden uzaklaşan ise zevk ve şühud itibariyle Cenâb-ı Hak’tan uzaklaşmış olur(A’raf Suresi, ayet 179).

İslâm dini Cenâb-ı Resûlullah’ın mübarek sözleriyle şöyle bir kaleye benzetilmiştir; bu kalenin muhkem (sağlam) dört duvarı; namaz, oruç, zekat ve hac, çatısıysa mübarek tevhid kelimesidir. Bu dört duvarın hangisinde bir hasar meydana gelirse, oradan nefsani düşmanlar kaleye girmek için fırsat ve imkan bulurlar. Bu suretle tevhid kelimesi ile kalbin arasına bir gaflet perdesi iner. Namaz kılmadan, oruç tutmadan, mali imkanı varken zekat vermeden ve hacca gitmeden, yalnız Cenâb-ı Hakk’ı tevhid etmekten, onu zikir etmekten hiç bir surette fayda hasıl olmayacağını bilmek lazımdır.

Bu mevzu ile ilgili Hz. İmamı Gazali, Risale-i Tevhid adlı eserinde şöyle buyuruyor: “Allah’ı abdestsiz, namazsız, oruçsuz, hac ve zekatsız zikretmenin “Ya ateş, ya su, ya ekmek” diye akşamdan sabaha kadar bağırmaktan hiç bir farkı yoktur.” Böylece bağırıp çağırmakla, ne bir ateş gelip seni ısıtır, ne bir su gelip senin susuzluğunu gideri, ne de bir ekmek gelip karnını doyurur. Bu şekilde dindarlık gösterenler zahir ilmi önünde olduğu kadar bâtınen de dini bir değer taşımazlar. Velhasıl Allah’ın bütün emir ve yasaklarına uymadan, tevhid ve zikir yoluna girmenin faydası yoktur. Zira namazsız, sünnetsiz, kitapsız Hak yolu olmayacağını gösteren bir çok delil mevcuttur (Meryem Suresi, ayet 59 - Hicr Suresi, ayet 99 - Ankebut Suresi, ayet 45 - Maun Suresi, ayet 4-7 - Beyyine Suresi, ayet 5 - Mürselat Suresi, ayet 48 - Mearic Suresi, ayet 22-35). Mealen birkaç ayet belirtmek gerekirse;

“Deki: Sizin ibadetiniz olmayınca Rabb’im size ne kıymet verir. Halbuki, siz yalanladınız, artık -bu yalanlamanın cezası size- yakın bir zamanda gelecektir.” (Furkan Suresi, ayet 77).

“Ben cinleri ve insanları beni bilsinler ve bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Beyyine Suresi 5),

"Kitaptan sana vahy edilmiş olanı oku ve namazı dosdoğru kıl. şüphe yok ki, namaz, hayâsızlıklardan ve yaramaz şeylerden alıkoyar. Ve elbette ki, Allah'ın zikri en büyüktür. Ve Allah ne yaptığınızı bilir." (Ankebut Suresi, ayet 45) gibi ayet-i kerimeler konunun önemini vurgulamaktadır.

Eserin başlarında belirtildiği gibi ibadet etmeyen veya gayri müslim, hatta putperest kişilerden, kendi nefislerine zulmetmek yoluyla istihrac denilen olağanüstü hâller görülse bile bunda Allah’ın rızası olmadığına arif olmak gerekir. Nitekim Hak âşıklarından Rıza Baba bir beytinde bu konuyu şöyle dile getirmiştir.

Boz yılanı tuttu, çivi yuttu derler

Pirimiz duvarı yürüttü derler

Kerâmet olsa da böyle hünerler

İnsanlığa yarar bir iş değildir.

Bütün bu aklî ve naklî delillerden anlaşıldığı gibi, şeriat kaidelerine uymadan hakikatin kapısını açmak ve o deryadan bir katre almak mümkün değildir.

İslâm dini evvela tevhide girmekle başlar, Ahlâk-i Muhammedî’yi tahsil ile devam eder. Cenâb-ı Peygamber bir Hadis-i Şeriflerinde; “Beş vakit namaz, insanın kapısının önünde akmakta olan bir nehir gibidir, her gün beş defa yıkanan bir insanda kirden eser kalmaz” buyurmuşlardır.

Kelime-i Tevhid esas olarak üç manayı beyan eder, başka bir deyişle Cenâb-ı Hak üç türlü tevhid edilir.

1.   Lâ mabuda illallah: (Allah’dan başka mabud yoktur.)

2.   Lâ maksuda illallah: (Allah’dan başka maksud yoktur.)

3.   Lâ mevcude illallah: (Allah’dan başka mevcud yoktur.)

Bunlardan birincisine “tevhid-i avam” denir ki; manası, Hak olan mabudu ispat, batıl olan mabudu red etmektir. Bunu şu şekilde mütalaa ederiz.

Cahiliyet devrinde inanma ihtiyacını duyanlar, Kâbe’de bulunan her kavme ait olan putlardan birine taparlardı. Cenâb-ı Resûlullah bir gün Mekkelileri toplayarak, yönlerini Ebu Kubeys dağına çevirip kendilerine şöyle hitapta bulunmuştur.

-Ey Kureyşliler! Ben size Ebu Kubeys dağının arkasında bir hazine var desem bana inanır mısınız?

-İnanırız.

-Yine dağın arkasını görmediğiniz halde, düşman orada mevzilenmiş desem bana inanır mısınız?

-İnanırız.

Buna benzer bir çok cümleleri dinleyip hepsine inanırız dediler.

-Peki ben size ben Allah’ın resulüyüm, sizi görmediğiniz halde bir olan Allah’a davet ediyorum desem bana inanır mısınız?

Onlar da cevaben;

-Sen bizim yakınımız ve içimizden birisin nasıl inanalım? dediler.

İşte zamanla bu insanlar, aklî deliller ve bazı mucizeler ile putları terk ederek, görmedikleri halde bir olan Allah’a iman ettiler ve onu mabud tanıdılar. Onların bu imanı avamın tevhididir. Bakara Suresi'nin 3. ayetinde de, İslâmiyet'te imanın evvela gayba olduğuna işaret edilmiştir.

İkinci tevhid şekline gelince; "Her işte ve her şeyde, her hâl ve her sıfatta maksudum, her şeyden münezzeh olarak yalnız Allah’dır", demek olup bu şekliyle yapılan tevhide “tevhid-i havas” denir. Bunu şu şekilde açabiliriz. Cenâb-ı Hakk’ın âlemlere taalluk eden sıfatları, Hayat, İlim, Semi, Basar, İrade, Kuvvet, Kelam ve Tekvin’dir. Bunların ilk yedisine sıfat-ı subutiye denir ki; Cenâb-ı Hak bizim olan fâni sıfatlarımızdan, kendi bâki sıfatlarını zahir eder. Bir başka deyişle Hakk’ın olan bu sıfatlara mazhar oluruz. Bu sıfatları seyrederken Hakk’ın olduğunu şühud etmek bu tevhiddendir.Cenâb-ı Hakk’ın Tekvin sıfatı ise bizi, bütün âlemleri, görünen ve görünmeyen bütün işleri hâlk edici sıfatıdır.

"Sizi ve sizin fiillerinizi hâlk eden Allah’tır" (Saffat Suresi, ayet 96) demektir. Bu meyanda gerek kendimizde gerekse bütün âlemlerde görünen ve görünmeyen yani harekette veya sükunette olan bütün fiillerin Cenâb-ı Hakk’ın olduğunu şühud etmek havvasın tevhididir. Yalnız işlerin sadece iyisini Hakk’a nispet etmek değil, hayır ve şer bütün fiillerin failini Hak olarak seyretmektir. Zaten Amentü Billahi de; “Hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ” demekteyiz. Yani; hayır ve şer bütün işleri hâlk eden Cenâb-ı Hak’tır. Burada şunu da idrak etmek gerekir ki, hayır ve şer kul gözüyledir. Hak nazarında hayır ve şer yoktur. Mesela; yağmur yağdığı zaman çiftçi için hayırlıdır, tuğlacı için şerdir. Hak için ise birdir. Başka bir misal de şöyledir ki; ava çıkan bir avcının avını vurması avcı için hayır, av için şerdir. Vurmaması ise av için hayır, avcı için şerdir. Allah için ikisi de birdir. Tevhid itibari ile avcının fiil ve sıfatlarından tecelli eden Hak olduğu gibi, avın dahi fiil ve sıfatlarından tecelli eden Hak’tır. Bu yönden Allah için hayır ve şer yoktur. Mayalanmış sütün içinde bakteriler sütü yoğurt haline getirir. Mayalanmış şıranın içinde bakteriler şırayı şarap haline getirir. İş olarak ikisi de Hakk’ın işidir. Şer-i yönden birinin yapılması hayır, yenmesi helâl, diğerinin ise yapılması şer, içilmesi haramdır.

Üçüncü tevhid ise şöyledir; Allah'dan başka hakiki varlık yoktur, vücud Allah’a mahsustur. Bizim vücud diye gördüğümüz hakiki vücudun gölgesi gibidir. Bu manayı tevhid etmeye “tevhid-i ahsülhavas” denir. Hakiki vücud denildiğinde cisim ve bedenler anlaşılmasın. Bu, cisim ve bedeni ayakta tutan, Hay olan gerçek vücuddur. Hay olan bu gerçek vücud da, yalnız görünen cisim ve bedenlerde değil, kâinatın her zerresinde aynen mevcuttur. Görünen vücutlar ve cisimler zamanla değişir. Biri gider, biri gelir. Cisimler bir halden başka bir hâle dönüşür. Ancak hakiki vücutta hiç bir değişim yoktur. Ezelde nasılsa ebede kadar aynıdır. Ona ne bir şey katılabilir, ne de ondan bir şey çıkarılabilir. O, herhangi bir şeyin içinde, dışında, yanında vs. de olmaktan münezzehtir.

Fahri Kâinat Efendimiz ilmin en şereflisi tevhid ilmidir, buyurmuşlardır. Bu tevhid ilminin verilmesi ve öğretilmesi ise ledünnîdir. Yani Rab katındandır. Ayet-i kerimede (Âl-i İmran Suresi, ayet 8);

“Ey Rabb’imiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma ve bize kendi katından bir ilim bahşet.” buyurulmaktadır.

Tasavvuf ehli tevhidi altı kısımda mütalaa etmişlerdir. Bunun üçü fâni mertebedir ki, lafzi (kelami) ve dünyevi diye de adlandırılır. Üçü ise bâki mertebeler olup, manevi ve uhrevi diye de söylenir. Bunların dışında ehlullaha ait bir makam daha vardır ki, buradaki hüviyet ise sıfatlarından gizli olması gerektiği için açıklanmamıştır.

Kelam-ı Tevhid’in anlamı şöyledir: Cenâb-ı Hakk’ın ıtlakiyetinde, tekliğinde ve hâlikiyetinde La ilahe illa Hu veya Lâ ilahe illallah denmesine Kelam-ı Tevhid demişlerdir. Hu, Türkçe’de o kimse demektir ama burada murat edilen Hakk’ın kendisidir. Zatullah’ın Tevhid-i Zatına, ıtlakiyet denir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın kendi zatını, kendi zatında, kendi zatı ile tevhid etmesidir. Yaratılanın yaratanı tevhid etmesi ise muhabbettir. Muhabbetin zuhuru için bir muhatap gerektiğinden hâlkiyet yaratılmıştır. Ehlullah, Hakk’ın zatının, sıfat âlemindeki zuhuratını ehline telkin etmişlerdir. Ehli olmayandan gizlemek için de, Allah’ın sıfatları hakkında la tayin demişlerdir. La tayin demek; Zatullah’ın sıfatından gizliliğidir. Her insanın vücudu kendine ait olduğu halde vücudunda meydana gelen bir hastalık, onun sıfatlarından gizlidir. Ancak bu işin bir uzmanı, gerekli muayene, röntgen ve laboratuar tetkikleri ile bu hastalığı teşhis ve tedavi edebilir. Bunun gibi Zatullah da bu âlemde sıfatlarından gizli olduğu için, kişi Cenâb-ı Hakk’ın subuti sıfatlarına mazhar olduğu halde Zatullah’ı idrak edemez. Ancak kişi kendinin zannettiği varlık şirkinden, bir mürşid terbiyesi ile kurtulup, Hakk’ın görüş ve bilişi ile, Zatullah'ı idrak edebilir. Onlar için la tayin söz konusu değildir.

Biz Cenâb-ı Hakk’ı birken, tevhid ederken, evvela ef'al’i tevhid etmesini bileceğiz. Yani enfüs ve âfakta, hareket ve sükunette görünen bütün fiillerden (işlerden) işleyenin Hak olduğunu bileceğiz. Bundan sonra sıfatın tevhidine geçeceğiz. Yani; âlemde görünen bütün sıfatların (Hayat, ilim, semi, basar, irade, kuvvet, kelam, tekvin) Hakk’ın sıfatları olduğunu tevhid edeceğiz. Sonra da sıfattan, zatın tevhidine geçeceğiz. Âlemde görünen bütün vücutlarda mevcut olanın Cenâb-ı Hak olduğunu bileceğiz. Böylece ef’alden sıfat, sıfattan da zat görünür. Hüviyet ise la tayindir. Bunda bilmek veya görmek olamaz. Cenâb-ı Hakk’ı herkes görmektedir, lakin gördüklerinin Hak olduğunu bilmediklerinden görmezler ve görünmez derler. Böylelerinin cehilleri kendilerine perdedir. Didara hicap yoktur. Niyazi Mısri Hazretleri bir ilahilerinin son kıtasında şöyle buyuruyor.

İşit Niyazi’nin sözün

Bir nesne örtmez Hak yüzün

Haktan ayan bir nesne yok

Gözsüzlere pinhan imiş

Zatullah’ın ef’alinin tevhidine masivayı hâlk ettiği için, hâlikiyet denmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfatları zatına mahsus olduğu için, sıfatlarının tevhidine vahidiyet de denmiştir ki bu da, Zatullah'ın tevhid-i ammesidir. Cenâb-ı Hakk’ın vücut, kıdem, bekâ, vahdaniyet, muhalefet-ün lil havadis ve kıyam bi nefsihi adları verilen ve zatına mahsus olan sıfatları vardır. Bunlara zatî sıfatlar denir. Bu sıfatlarla yaratılmışların hiçbir ilgisi yoktur. Sadece onun zatına mahsustur. Onun için Zatullah’ın bu tevhidine ubudiyyet de denmiştir. Bu zatî sıfatlardan;

Vücut: Sebepsiz, kayıtsız ve şartsız olarak var olmaktır.

Kıdem: Cenâb-ı Hakk’ın varlığının ezeli olmasıdır. Yani her şeyin evveli odur, fakat evveliyatının başlangıcı düşünülemez. Ne kadar geriye doğru gidilirse gidilsin onun bulunmadığı bir zaman tasavvur edilemez.

Bekâ: Cenâb-ı Hakk’ın varlığının ebedî olmasıdır. Yani her şeyin ahiri Cenâb-ı Hak’tır. Onun ebedî oluşuna bir son düşünülemez. Ne kadar ileriye gidilirse gidilsin, varlığının olmayacağı bir an tasavvur edilemez.

Vahdaniyet: Allah’ın birliğidir. Zatında, sıfatlarında, işlerinde tek olup, eşi benzeri ve ortağı olmaması demektir.

Muhalefet-ün lil havadis: Cenâb-ı Allah, zatında ve zatî sıfatlarında hiçbir şeye benzemez. O, bizim düşündüklerimizin hatır ve hayalimizden geçenlerin hepsinden başkadır ve hiç birine benzemez (Şûrâ Suresi, ayet 11).

"-O- gökleri ve yeri yaratan, sizin için kendi cinsinizden eşler kılmıştır, hayvanlardan da çiftler -yaratmıştır- Bu sûretle çoğalmanızı sağlamıştır. Onun misli gibi bir şey yoktur ve O hakkıyla işiticidir, görücüdür."

Kıyam bi nefsihi (Kıyam bi zatîhi): Varlığı için başka bir şeye muhtaç olmamak. Yaratılmışların hepsi Cenâb-ı Hakk’ın varlığı ile vardır. Onun varlığı için böyle bir sebep düşünülemez.

Bu saydığımız zatî sıfatlarla yaratılmışların ilgisi yoktur. Ancak yaratılmış hiçbir varlık, bu zatî sıfatların kapsamı dışında da değildir. Böyle olduğu için, Cenâb-ı Hakk’ın görünmediği bir nesne dahi bulunmaz.

Mesela; bir hükümdar, saltanatından veya makamından kıyafet değiştirmek suretiyle çıkıp memleketi gezse, onu hangi kılığa girerse girsin, bilen tanır, bilmeyen tanımaz. Hatta tanıyan bir kimse, tanımayan bir kimseye “Hükümdar geçti gördün mü?” diye sorsa, “görmedim” cevabını alır. Belki görmediğine yemin bile eder. İşte Cenâb-ı Hak da her zaman, her yerde, her iş ve sıfatta görünmektedir. Yalnız içinde bulunduğumuz kesrette tevhidi idrak etmek, onu bilmek lazımdır ki; hakiki tevhid de budur. Biz idrak etsek de etmesek de, gerek vahdette ve gerekse kesrette tevhid hüküm sürmektedir. Hakiki tevhid; kesrette vahdeti, vahdette kesreti idrak etmektir. Bu hususta Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri'nin şu mısralarına bir göz atalım:

Muhit-i bahri tevhidi bilip ummanı bi sahil

Vücudun katresin mahvet eğer oldunsa ehli dil

"Ey insan bil ki; tevhid sahilsiz bir ummandır. Gönül ehli isen o ummandan bir katre olan vücudunu o ummanda yok eyle." Hiç dalga olmayan bir denizde, denizin coşmasıyla dalgalar meydana gelir. Bu dalgalardan bir tanesini ele alalım. Bu dalga daha önce denizde yoktu. Görünen sadece denizdi. Dalga meydana geldikten sonra, aslı deniz olduğu halde ayrı bir vücut gösterdi. Biz bu görünene dalga diyoruz. Bu görünen dalga vücudun kendisine ait olduğunu zanneder. Aslında dalgadaki bütün özellikler denizde de mevcuttur. Tevhid ise dalganın kendisine ait bir vücudu olmadığını, dalga halinde iken idrak ederek, deryada bir katre olan vücudun, o deryada yok olmasıdır. Deniz dalgadaki bütün özelliklere sahip olduğu halde, dalgada denizdeki yaratma gücü mevcut değildir. Cenâb-ı Hakk’ı bahri umman, yaratılan kâinatı ise bahri muhit olarak zevk edersek; kâinatta görünen bütün fiiller, sıfatlar, vücutlar tevhid itibariyle Cenâb-ı Hakk’ındır. Fakat görünen vücutlar, bedenler ve cisimler vs. Hak demek değildir. Görünen bu vücutların zaman içinde değişmesi, bir gelişi ve bir gidişi vardır. Zamana ve mekâna kayıtlı olmayan, her an ayrı bir güzellikle tecelli eden Hakk’ın varlığı ise, evvelinde ve âhirinde, zahirinde ve bâtınında hep aynıdır.

Şebb-i firkatteki kesret, hayal-i zıldır aldanma

Serdabı ko, saraya bak, saray-ı sırra ol dahil

Ayrılık gecesindeki kesret gölgeden ibaret bir hayaldir. Aldanma, hizmetçi evlerini bırakarak gerçek saraya bak, sarayın sırrını anla, demektir.

Ayrılık gecesindeki kesret, muhtelif renklerde sayısız balonları olan birinin, her balonu şişirip hava boşluğuna bırakması hâli buna bir misaldir. Balonu dolduran hava, bu mekândan alınarak balonun içine üflenmekle, sınırsız mekândan ayrılarak sınırlı bir mekâna girmiş olur. Bu hâl, içerdeki havanın dışarıdaki havadan ayrılmasıdır. Balonu ile beraber düşündüğümüzde, gene o havanın içindedir. Balonların renkli ve çok görünmesi bizi aldatmasın. İçlerindeki hava aynı, üfleyen de aynıdır. Bu balonlar semaya doğru yükseldiğinde, genişler ve büyür, bir noktaya gelindiğinde patlar.

"Onlar ki, kendilerine bir musîbet isâbet ettiği zaman: "Biz Allah içiniz ve biz sonunda ona döneceğiz" derler." (Bakara Suresi, ayet 156) Ayetine göre arza ait olan patlamış balon, arza döner. Semaya ait olan hava ise, semada aslına vuslat eder. Buradaki her balon bir hava kütlesine kaplık yapmaktadır. Bu kaplara bakmaktan vazgeçerek asıl hava kütlesine bak. Balonlar muhtelif renkler taşırken, patladıktan sonra, o balondan ayrılan hava, o balondan bir renk almayarak, renksizlik vasfına geri döner. Özetle; yaratılan varlıkların dış görünüşüne bakmayarak asıl taşıdığı öz cevhere bakıp onu anlamaya çalışmamız lazımdır.

Mecaza bakma ey salik , hakiki matluba azmet

Ki zira zılli zailde, ikamet eylemez akil

"Ey salik fâniye bakma, gerçek maksada ulaşmaya çalış. Aklı olan yok olacak bir muhitte mekân tutmaz." Dünya hayatı, hakiki hayatın tahsilini yapacağımız bir eğitim alanıdır. Bu alanda gerçek maksat olan hakiki hayatı bulmalıyız. Akıl sahipleri gelecekteki gerçek hayatı beklemeyip her anında bu hâli yaşamaya çalışırlar. Gerçeği bilen ve düşünen bir insan, beden denilen fâni âlemi bir gün terk edeceğini idrak eder. Tevhid ilmi ile Cenâb-ı Hakk’ın evvelinde, âhirinde, zahirinde ve bâtınında her an hüküm sürdüğünü idrak edince, bu âlemin sadece bir hayal olduğunu zevk edecek ve bu âlemde Cenâb-ı Hak’tan başka hiç bir varlığa yer olmadığının zevkine varacaktır. İşte o akıl sahibi bu zevk ile gerek kendi varlığını, gerekse âlemi Hakk’ın varlığında birleyerek, fâni varlıkların aslında yok olduğunu şühud edip, bu muhitte kendisine bir mekân olmadığını anlayacaktır.

Anın nakkaşını gör sen hemen zaynine aldanma

Güneş tabende çün şebnem bilirsin kim olur zail

"Bir işi işleyeni gör. Zannındakine aldanma. Bilirsin ki güneş parlayınca, yaprak üstündeki su damlası yok olur." Bir günün gecesinde bir yaprağın üzerinde şebnem (çiğ tanesi) meydana gelir. Bu şebnem latif olarak havada vardı. Havanın ani ısı kaybından dolayı su molekülü olarak vücut buldu. Sabah olunca güneş ışınları karşısında su damlası buharlaşarak latif hâle dönüşür. Eğer gece boyunca hava hep aynı sıcaklıkta kalırsa bu çiğ damlası oluşmaz. Tevhid yönünden; fena makamları gece misalidir. Fena saliklerinde aşk harareti, muhabbete devamlılığı, teslimiyatı taammesi aynen devam ederse, o su damlası gibi bir varlık göstermezler. Şayet aşklarında, zikirlerinde, muhabbetlerinde, bir azalma meydana gelirse, çiğ damlası gibi vücut gösterirler. Ancak güneş o salikin makamıdır. Güneş ışınları ise rabıtasıdır. Salik makamının rabıtasına girince güneş ışınlarının su damlasını yok ettiği gibi, bu rabıta ile salikin varlığı da yeniden yok olur.

HÜDAİ vahdete bak kim sana mani değil kesret

Olur mu afitabe hiç vücud-i zerrenin hail

"Ey Hüdai, kesret vahdeti görmene mani olmasın. Allah’ın güzelliğine senin zerre misali vücudun perde olmasın." Sayısız nebadatın hepsi bir olan arzın suyunu kullanmaktadır. Bu nebadatın çokluğu ona hayat veren "Bir"i görmene mani olmasın. Nasıl ki rüya âleminde gördüklerimiz, duyduklarımız, konuştuklarımız vs. için bu vücudumuzda bulunan göze, kulağa, dile ihtiyacımız yoksa; Cenâb-ı Hakk’ın görmesi, duyması, söylemesi için göze, kulağa, dile vs. ye ihtiyacı yoktur. Mazharı olduğumuz bu sıfatlara muhtaç olan biziz. Basar sıfatı dediğimiz Hakk’ın görmesinin sınırı yoktur. Mazhar olduğumuz görmemiz ise Hakk’ın görüşü olduğu halde madde gözüne bağımlı olduğu için sınırlıdır. İşte bu sınırlı görüş göreni idrak etmemize manidir.

“Hiç bir göz onu dünyada ihatâ ve idrak edemez. Fakat o, bütün gözleri ihatâ eder. O, bütün incelikleri bilir, her şeyden haberdardır.” (En’am Suresi, ayet 103).

“Size Rabb’inizden, hakkı ve batılı ayırt etmek için açık hüccetler geldi. Artık kim, hakkı görür de ona iman ederse, kendi lehinedir. Kim de hakkı görmeyip batılı seçerse, kendi aleyhinedir. Ben üzerinize bir gözetleyici değilim.” (En’am Suresi, ayet 104). Esasen Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’in Kaf Suresi'nin 16. ayetinde;

“Ve and olsun ki, biz insanı yarattık ve ona nefsinin ne vesvese verdiğini de biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız." buyurmuşlardır. Cenâb-ı Hak, insana ilmen daha yakın olduğunu beyan buyurmuştur. Yeter ki biz bu yakınlığı ilmen bilelim. Aynel yakın olarak görelim ve tanıyalım. Hakkal yakın olarak hissedelim ve yaşayalım. Her fiil bir sıfatın izidir. Yani, Cenâb-ı Hakk’ın âleme taalluk eden Tekvin sıfatının zuhurudur. Bütün fiiller Cenâb-ı Hakk’ın tekvin sıfatından meydana gelir. Sıfatlar da Zat’ın bu âleme zuhurudur. Yani her sıfat zatı îlahîyeye bağlıdır.

Cenâb-ı Hak bu âleme zatı ile tecelli etti. Yine zatından sıfatını, sıfatından da fiillerini zuhura getirdi. Bizler bu âlemde ilim yönünden yalnız fiiliyatların zuhurunu görebildiğimiz için, tevhid ilmini tahsil ederken, öncelikle bu fiillerin tevhidi gerekir. Bu tevhidi idrak eden salik, her fiilin bir sıfatın zuhuru olduğunu tefekkür ederek bu delil ile âlemde görünen Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını tevhid edip, aynel yakin olarak görür ve idrak eder. Bu sıfatlar dahi Cenâb-ı Hakk’ın zatına delildir. Bu sebeple sıfatın tevhidinden sonra zatın tevhidini hakkal yakin müşahede ederek yaşamamız lazımdır. Bu şekilde hakkal yakin olarak hakikati görenlerin zatı tevhid etmeleri, ism-i âzâm olan zikirleri, en güzel huy ve ahlâkları, bu tevhid zevkinde ehâdiyettir (Zatın ehâdiyetidir). İşte Cenâb-ı Resûlullah da Hira Dağı'ndaki resullüğünü bu ehâdiyetle buldu. Itlakiyet (hayır işleme) makamında oturdu, vahdaniyette muhabbet etti.

“Lâ ilahe illâ Hu” zevkiyle yaşanan tevhide, tevhid-i zat denir. Hakikat-i Muhammediye'nin zatı tevhid etmesi, ism-i âzâm ve meşrebi âlâsı bu tevhid ile ıtlakiyettir. Nitekim Hazreti Peygamber buyurmuştur ki; “Limeallahi vaktun la yesani melekun mukarrebun vela Nebiyyün mürselun” Yani; "Benim Allah ile olduğum öyle bir vakit vardır ki, ne Hakk’a yakın olan melekler, ne de nebi ve resul o ana dahil olamazlar."

Nefsin yaratılışı itibariyle ruha olan zıddiyeti, nefs fenafillah olunca sona erer ve ruhdan gelen tecellilere tabi olur. Yani; ruh ile nefs ittifak hâlindedir. Bu ittifaktan vahdet hasıl olur. Bu vahdete ise imtizac-ı zat (tevhid-i zat) denir. Nefsin ruha uymasıdır. Kulun Allah ile bir olması demek değildir.

Ruhtan ve nefsten bazı kuvvetlerimizin zıddiyetleri birbirleriyle itilâftadır, anlaşamazlar. Nefsimiz terbiye görerek ruha ters düşen hâllerinin yok olmasıyla, ruh ile dostluk başlar. Süratle her konuda birleşirler. Bu vahdete imtizac-ı ef’al, itidal-i ef’al denir ki, bu da tevhid-i ef’al dir.

Mesela;

1.   Sabah ezanı duyulduğunda, ruhtan kişiye ibadet için bir hazırlık yapma isteği gelir. Nefs ile hemen anlaşırsa kalkar abdestini alır ve namazını kılar. Hem ruh, hem nefs birlikte zevk alırlar ve kalp mutmain olur.

2.   Bu halde ruhtan istek geldiğinde nefs kalkar bu emre tabi olur. Fakat zevk almaz, emir olduğu için yerine getirir. Ruh tatmin olsa da, nefs memnun değildir. Kalp de tam manasıyla tatmin olmaz.

3.   Ezan duyulduğunda, ruhun namaza kaldırma isteğine karşı nefs de kendini haklı çıkaracak binlerce mazeretle bu emre karşı çıkar ve namazı kılmaz. Ruh da bir tatminsizlik, nefste de dediğini yaptırmanın memnuniyeti hasıl olur. Bu memnuniyet kalbe ait değildir. Kalbin sesini örten nefsin sesidir.

Bir başka deyişle; bir ustanın duvara çivi çakma işi için keseri tutan sağ eliyle, çiviyi tutan sol elinin uyum içinde çalışması gerekir. Ustayı fail kabul ettiğimizde, sağ el de, sol el de, çivi de, keser de birer fiildir. İki elin uyumu ile çivinin çakılmasından usta memnun, eller memnun, çivi ve duvar da memnundur. İki elde bir uyumsuzluk meydana gelirse, keser ya ele ya da duvara vuracaktır. Bu halden ise ne usta, ne eller, ne de duvar memnun kalmayacaktır. Faili Allah kabul ettiğimizde iki el ruh ve nefs durumundadır. Misal itibariyle sağ el ruh, sol el nefs durumundadır. Kâr ve zarar nefse aittir. Ruh zarar görmez.

Misallerde izah edildiği gibi, fiiller itibariyle nefs ve ruh ittifak hâlinde iseler zuhura gelen bütün fiiller Hakk’ın rızasına uygun olur. Ruh ve nefs ittifak etmezlerse zuhura gelen fiiller genellikle Hakk’ın rızasına uygun değildir. Fail yönünden bir fark yoktur. Hayır ve şerri hâlk eden ve işleyen fail birdir. Farklılık fiillerdedir. İşte bu zevke tevhid-i ef’al denir.

Görünen zat, sıfat ve ef’aldir. Esmanın tecelliyatı ile ef’alin tecelliyatı görülür. Ef’alden sıfat, sıfattan da Zat görünür. Hüviyet ise hiç bir surette görülmez. Tevhid yönünden Cenâb-ı Hak bu âlemde, ef’ali ile zahir, sıfatı ile muhit, zatı ile kaimdir. Mesela; günlük hayatımızda kullandığımız buzdolabı, çamaşır makinesi ve televizyon ef’al itibariyle birer fiildirler ve ayrı ayrı fiiller işlerler. Sıfatı ile muhit olmasından, soğutma buzdolabında, yıkama çamaşır makinesinde, görüntü ise televizyonda meydana gelir. Bu saydığımız araçlar ister faal, isterse gayri faal olsunlar, bu isimleri almaları kendilerine mahsus zatlarından dolayıdır ve böyle görünürler. Bunların faaliyetleri elektrikle olduğundan, elektriksiz çalışmaları mümkün olmadığı için çalışırken yaptıkları işler, yaptıkları yerler göründüğü halde, bunları yaptıran elektrik görünmemektedir. İşte bu araçların hüviyeti elektriktir. Elektrik ise görünmez. İbn-i Arabi’ye göre; tüm varlıklara sirayet eden gayb âlemindeki mutlak varlığa hüviyet denir.

İnsan vücudu mecazidir. Yani gölgedir. Fakat görünen o gölgenin inkarı demek değildir. Nitekim evliyaullahın İlm-i Hakikat'te tariflerine göre; gölgenin vücudu yok demek, gölge yok demek değildir. Kâinatta gözün gördüğü görüntüler inkar edilemez. Tasavvuf fikir ve görüşü ile; kendimize, kendi nefsimize vücut vermek, İlm-i Hakikat yolunda yürümeye perde ve engeldir. Zira; enfüs görüşümüzle vücut, her türlü hayır ve kemalin başlangıcıdır. Bu da Allah’a aittir. Şer ve noksanlık ise nefsimize aittir. İşte vahdeti vücut zevki kanaatimizce budur. Nitekim ayet-i kerimede belirtildiği gibi, Cenâb-ı Hak’tan gelen ve nefs tarafından değiştirilmeyen her duygu hayırdır. Cenâb-ı Hak’tan hayır hâlinde gelen tecelliyi değiştirerek zuhura getiren duygu şerdir (Nisa Suresi, ayet 78-79).

Tasavvufta bir nisan yağmuru misali vardır. Nisan yağmuru yağdığı zaman, karada yılanın ağzına düşüp zehir olur. Deryada balığın ağzına düşüp inci olur. Geldiği yer bir ve hayır iken, intikal ettiği yerde özelliklerinden ve meyillerinden dolayı hayır ve şer meydana geliyor. Nitekim Amentü Billahi de; “Hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ” derken, hayır ve şerrin Allah’dan geldiğini, fakat hayır ve şerri işleyenin kul olduğunu tespit etmekteyiz. Hayırdan sevap, şerden ise günah hasıl olduğu bilinmektedir. Allah’ın hayırda rızası, şerde ise kazası mevcuttur.

Bu meseleyi anlatabilmek kolay değildir. Bir sofiye sormuşlar. “Hakk’ı batıldan nasıl ayırdınız?”, o da cevaben; “Mülkünde kendisinden başka bir mevcut bırakmadım.” demiş. Böyle olunca, Hak ve batıl kim olur, hayır ile şer kime olur? Cenâb-ı Hak insanı, kendisine ibadet ve kulluk etmesi için yaratmıştır. Onun için kendisinden başkasına ibadet ve kulluk edilmesini istemez. Kur’an-ı Kerim’in İsra Suresi 23. ayetinde bu belirtilmektedir.

"Ve Rabb’in emretmiştir ki, kendisinden başkasına ibadet etmeyesiniz ve ana ile babaya ihsanda bulunun. Senin yanında onlardan biri veya ikisi de ihtiyarlık çağına gelirse sakın onlara öf -bile- deme ve onları menetme -azarlama- lâkırdılarını kesme -ve onlara güzel hitapta bulun." Hakikat yönü ile âlemde Hak’tan gayrı bir varlık yoktur. Ancak kişiler, Hakk’ı bu yönü ile bilmedikleri için batıla Hak diye tapmaktadırlar. Bunun da geçmiş kavimlerde bir çok örnekleri vardır. Cenâb-ı Hak böyle hükmettiği için ondan başkasına ibadet etmek ve hatta ondan başkasını sevmek mümkün değildir. Hakikat yönüyle Cenâb-ı Hak, âlemlerin her zerresinde ef’al, sıfat ve zatı ile tecelli etmektedir. Bu yönden bakıldığında puta tapan bir insan dahi, bilmeyerek hakikatte Allah’a ibadet etmektedir. Yani puta ibadet edenin dahi, hakikatte ibadeti sanem değil, sameddir, puta değil Hakk’adır. Zira sanemin varlığı dahi Samed’dendir. Varlığın Hakk’ın olduğunu iyice bilmek ve teslim etmek gerekir. Arif olan bir kimse bu manaya erişince, kendisi her zerrede Hakk’ı görerek ve zevk ederek ibadet ettiği gibi, bir başkasının itikat ve ibadetine de karışmaz. Onu batıl görmez. Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’in Rahman Suresi'nin 29. ayetinde şöyle buyurmuştur; "Cenâb-ı Hak her an yaratma hâlindedir." demektir.

İnsan fikir yönünden kendini kontrol ettiği anların hiç birisinde aynı halde bulunmaz. Değişik düşünce ve zevklerde olduğunu idrak eder. Uyku hâlinde dahi istem dışı olarak bu faaliyetler devam eder. Biz bunların bazılarını rüyalar yardımıyla hatırlarız. Bundan anlaşıldığına göre, insan dahi kendi çapında her an bir başka yaratılıştadır. Nitekim tevhid makamlarının birinde “Hakk’ın fiili olmadan hiç bir şey yerinden kımıldayamaz” denilmektedir. Kendimizde tespit ettiğimiz bu fiiller, Cenâb-ı Hakk’ın her an yaratmasının bizdeki ispatıdır.

Âfaka bakarsak, canlı ve cansız her varlığın her an değişim içinde olduğunu görürüz. Bir çiçek gonca iken açar, sonra meyve verir veya dökülür. Bir ağaç çekirdek iken fidan olur, büyür ağaç olur, ömrünü tamamlayınca kurur. Bir insan doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. İşte Cenâb-ı Hak bütün bu hâllerin her anında başka bir yaratma hâlindedir. Değişmediğini zannettiğimiz dağlar, taşlar dahi değişmektedir. Ancak insanın ömrü bu değişmeyi tespit etmeye yetmez. Bundan dolayı zahir ve bâtında ne tarafa dönersek veya hangi mekânda olursak, orada Hakk’ın bir yüzü vardır. Gerçi görünen yüz birdir lakin, sıfatı, esması ve makamatı vardır.

"Doğu da, batı da Allah'ındır. Artık hangi bir yerde -yüzünüzü- kıbleye çevirirseniz Allah'ın zatı oradadır, şüphe yok ki Allah Teâlâ'nın rahmeti geniştir, o herşeyi bilendir." Bakara Suresi, 115. ayette bildirdiği gibi, Cenâb-ı Hak her makamda ve her mertebede bir nevi yüz gösterir.

Allah’ı anlama yolu olan tasavvuf yolunda, tevhid-i ef’al salikinin fail diye sevdiği, sıfat salikinin mevsuf diye sevdiği, zat salikinin mevcut diye sevdiği aynı varlıktır. Her salik kendi makamına göre seyreder ve sever. Cenâb-ı Hak her yüzde ayrı bir güzellik ve her güzellikte değişik bir aşk, her aşkta sevgiliye ait bir işaret ve her işarette başka bir cazibe gösterir. Bu böyle sonsuz bir şekilde devam eder. Onun için insanların terbiye sisteminde, bazen Cemal tecellisi bazen de Celâl tecellisi gerekir. Âşıklar kah naz ile, kah niyaz ile Cenâb-ı Allah’a yönelirler. Böylece Cenâb-ı Hak renk renk değişik cazibe ve tecellilerle, daima âşıkın makamında muhtelif renkler ve hâller gösterir. Bunun için arif, mabudu her ne surette ve sıfatta, her ne kıyafet ve cazibe ile kendini arz edip tecelli etse, gaflet etmeyip, mabudunu bir suret veya yüz ile kayıtlı tutmaz, her yüzde müşahede eder. Kayıtlı tutanları da hoş görür. Bu hâle göre arifi billah olanın âleme bakış açısı genişler. O asıl olan tevhide ulaşmış, vücudun birliğini anlamış kimse demektir.

Fena makamlarının salikleri de ef’al, sıfat ve zat zevki ile işleyeni, görüneni ve mevcut olanı gereği gibi zevk ettiklerinde kendi makamlarında fenafillah olurlar, yani kendi makamlarının arifi olurlar.

Fenafillah olan salik, bekâ makamlarında Cenâb-ı Hakk’ın vücudu, sıfatları ve ef’ali ile dirilir ve arifi billah olur. Bütün makamlarda işleyenin ve seyredenin kendisi olduğunu, kendisinden başka hiç bir varlık olmadığını zevk eder. Fakat bu hâli ehli olmayana açmaz.

Bir Hadis-i Şerif'te rivayet edildiğine göre; ehl-i cennet, cennete girdiklerinde, Cenâb-ı Rabb’ül Âlemin cemalinden perdeyi kaldırıp görünecek. "Bunca yıldır görmek istediğiniz Rabb’iniz benim" diyecek. Bu âlemde terbiyeci vasfına mazhar bir Rab terbiyesine girip Rablerini tanımayanlar ve kendi zanlarınca bir Rab tahayyül edenler inkar edecekler. "Biz böyle bir Rab tanımıyoruz", diyecekler. Cenâb-ı Hak üç defa ayrı ayrı tecelli ederek görünecek. Yine inkar edecekler. Bu defa Hak Teâlâ Hazretleri, "Rabb’inizden bir işaret yok mu?" diyecek. "Evet var" diyecekler ve herkes kendi zannındaki Rabb’ini tarif edecek. Cenâb-ı Hak rahmetinden dolayı, onlara her birinin kendi zannındaki gibi görünecek. "İşte bizim görmek istediğimiz Rabb’imiz budur", deyip kabul edecekler.

Halbuki arif olanlar, her zerrede, her tecellide ve her yüzde Rablerini gördüklerinden daha ilk tecellide evet Rabb’imiz sensin diyerek kabul edecekler.

Yine bir Hadis-i Şerif’te “Ayın on dördüncü gecesi Ay’ı nasıl görürseniz, Rabb’inizi de öyle aşikar kemali ile görürsünüz” buyrulmuştur.

Cenâb-ı Rabb’ül Âlemin bütün makam ve mertebelere tenezzül eder. Çünkü ona, tenezzül dahi kemaldir.

Kur’an-ı Kerim’in Tâ Hâ Suresi 9-14. ayetlerinde anlatılan, ayetin rivayet edilen hikayesinde, hadisi kutsi ışığında ve evliyaullahın sohbetlerinden bize intikal ettiğine göre; Musa (AS) ailesiyle birlikte gece Medyen’den Mısır’a giderken, Tur Dağı’nda bir ışık gördü. Ailesine;

-Siz burada bekleyin, ben görünen yerden bir ateş alayım veya yol sorayım,dedi.

Tuva Vadisi’ne yaklaşınca ateşin olduğu yerden bir ses gelerek;

-Ya Musa! Ben senin Rabb’inim. Ayağındakileri çıkararak gel. Çünkü burası kutsal bir vadidir, dedi.

Rivayete göre Cenâb-ı Allah ile sohbetleri arasında Musa aleyhisselam;

-Ya Rabbi! Sen yer misin, içer misin, yatar uyurmusun? dedi.Cenâb-ı Hak;

-Evet Ya Musa! Dediklerinin hepsini yaparım,buyurdu.

-Ya Rabbi! Seni yemeğe davet etsem gelir misin?

-Gelirim Ya Musa?

Musa (AS) ailesinin yanına dönerek zannındaki Rabb’i için sofra hazırlığına başladı. Öğleye kadar beklediği halde gelen olmadı. Öğleden sonra bir ihtiyar gelerek, Musa (AS)’dan yemek istedi. Musa ona;

-Rabb’im bana yemeğe gelecek, biraz sabret beraber yeriz. Sen önce şu testiyi doldur gel, dedi.

Musa (AS) akşama kadar bekledi. Ne Rabbi geldi, ne de ihtiyar geri döndü. Ertesi gün Musa (AS) Tur Dağı’na giderken ihtiyarın eline verdiği testinin boş olarak çeşme başında durduğunu gördü. Rabb’ime su götüreyim diyerek testiyi doldurup, yoluna devam etti. Tur Dağı’na varınca;

-Ya Rabbi! Bekledim gelmedin.

-Geldim Ya Musa. Fakat sen beni suya gönderdin. Daha önce de hastalandım, ziyaretime gelmedin. Acıktım, beni doyurmadın. Çıplak kaldım giydirmedin. Susadım su vermedin.

Musa (AS) Allah’a cevaben dedi ki;

-Sen âlemlere şifa verensin, nasıl hasta olursun ki, ben seni ziyaret edeyim?

-Komşun hastalandı, onu ziyarete gitseydin beni ziyaret etmiş olurdun. Bir fakir acıkmıştı, onu doyursaydın, beni doyurmuş olurdun.

Bu sohbet devam ederken Musa (AS)’a bir uyku hâli geldi ve elindeki su dolu testi düşerek kırıldı.

Rabb’i Musa’ya;

-Ya Musa! Senin düşündüğün gibi bir uyku hâli bizde olsa, âlem senin testin gibi olurdu, buyurdu. (Bakara Suresi, ayet 255).

Yukarıda uzun uzun anlatılan misalden gaye; kişi Rabb’inin tenezzül ettiği her makama tenezzül edip, Rabb’inin gönlüne girerek önce kemalat sahibi olmalıdır. Bu kemalat ile âlemi seyrettiğinde, gördüğü her zerrede Rabb’ini müşahede eder.

Hiç bir sıfat yoktur ki, zıddı ile dahi mevsuf olmasın. Cenâb-ı Allah her şeyi zıddı ile yaratmıştır. Gece-gündüz, soğuk-sıcak, acı-tatlı, ölü-diri, ilim-cehalet... vs. gibi âlemde her ne varsa bir zıddı da mevcuttur. Cenâb-ı Hak her sıfattan mevsuf olduğu için gecede ve gündüzde, acıda ve tatlıda, ölüde ve diride yani her sıfatta ve onun zıddında mevsuf olan O’ dur.

Cenâb-ı Resûlullah bir Hadis-i Şerif ile herkese aklının alabileceği ve anlayabileceği kadar söylemek lazım geldiğini ikaz buyurmuşlardır.

"Doğu da, batı da Allah'ındır. Artık hangi bir yerde -yüzünüzü- kıbleye çevirirseniz Allah'ın zatı oradadır, şüphe yok ki Allah Teâlâ'nın rahmeti geniştir, o herşeyi bilendir." (Bakara Suresi ayet 115) ayet-i kerimesi gereğince Cenâb-ı Hakk’ın her mertebede bir yüzü vardır. Zaten diğer bir ayet-i kerime de,

Her şeyin evveli, ahiri, zahiri ve bâtınının Hak olduğu bildirilmektedir (Hadid Suresi, ayet 3). Hâl böyle olunca, bir yüze iman edip, diğer yüzleri inkar etmek olmaz. Hakk’ı her yüzde görüp iman etmek, vahdet-i vücudu anlamak bakımından önemlidir. Kur’an-ı Kerim’in Bakara Suresi 144.ayetinde belirtilen

“Yüzünüzü Mescid-i Haram’a çevirin” emri, yukarıdaki ayetin manasına zıt gibi görünmekte ise de, bu ayet-i kerimeler arasında herhangi bir zıtlık yoktur. Asıl olan Cenâb-ı Hakk’ın tarafsız ve cihetsiz (Uluhiyet sıfatlarından biri) oluşudur. Cenâb-ı Hak bir taraf ve bir cihette değil, her taraf ve her cihettedir. Taraf ve cihet kul için vardır. Taraf tayin etmekten murat, muhtelif yerlerde bulunan inanç sahiplerinin gözlerini ve gönüllerini bir cihette toplayıp cem etmektir. Bu suretle muhtelif nazarlarda olan mü'minler bir nazar üzerinde toplanırlar. Bire ermeyen ibadetler mabuduna layık değildir. Esasen caminin ve cemaatin üstünlüğü de buradadır. Eğer bir müslüman, bütün mazharlarda Hakk’ın varlığını müşahede edip, bir tek mazharda dahi Hakk’ın varlığını inkar ederse, şeriat ona müslüman demez. İnsanda ruh, Cenâb-ı Hakk’ın cemaline mazhar, nefs ise celâline mazhardır. Bu ikisinin vahdeti ise Hakk’ın didarına mazhardır. Bunun da aynası gönüldür. Evliyaullahın büyüklerinden Rıza Baba bir beytinde şöyle buyurmuştur.

Ey Rıza takat yok Hak’kı inkara

Sen didar imişsin Didar-ı Hakk’a

Şimdi âgâh oldun sırrı esrara

Âlemi yaratan Rahman sendedir

Cenâb-ı Allah Emr âleminden, muradı îlahîyesi ile bedenlere tecelli ettiği zaman, beden dirilik kazanır. Yine takdiri îlahî gereği, bu dirilik nefs örtüsü ile örtülmüş olduğundan, her nefs başlangıçta bu diriliğin kendisine ait olduğunu sanır. İlm-i Hakikat'te buna Şirk-i Hafi (gizli şirk) denir. Nefs bu özelliği ile Cenâb-ı Hakk’ın didarına ayna olan gönül üzerinde de kalın bir örtü teşkil eder. Eğer nefs, daha önce kemale ermiş bir nefse sahip olan insan-ı kâmil terbiyesine girip, Celâlî esmalar ile terbiye edilirse Rabb’ine olan teslimiyatı ölçüsünde, ruh ile yakınlık peyda eder. Ruhtan gönüle yansıyan tecellilerden zevk alır. İşte bu zevk ile gönülde (kalpte) didar görünür. Nitekim Hadis-i Kutsi’de “Yerlere ve göklere sığmam, mü'min kulumun kalbine sığarım” [18] buyurulmuştur. Burada iman eden mü'minden murat, kâmil insandır. Kalbe sığmaktan murat, gönlün Hakk’ın didarına ayna olmasıdır. Bu konuyu şu Hadis-i Kutsi doğrulamaktadır. “El mü'min miratül mü'min” Yani "Mü'min mü'minin aynasıdır". Bu zahiri manasıdır. Bâtıni ve tasavvufi manasına gelince; birinci mü’minden murat, insan-ı kâmildir. İkinci mü’minden murat, Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir. Bu âlemin insan-ı kâmili bir tanedir, o da Cenâb-ı Resûlullah'tır. Ondan sonra zuhura gelen insan-ı kâmiller ise onun varisleridir (El ulema veresetül enbiya). Velhasıl konunun özü şudur ki; kâmil insanın gönlü Hak Teâlâ Hazretleri'nin aynasıdır, demek olduğu gibi, ehl-i irfanın gönlü de, Rabbi olan insan-ı kâmilin aynasıdır.

Nasıl ki bir merkeze bağlı telsizler, açık oldukları ve merkezin frekansında bulundukları sürece merkezle irtibatları devamlı olur, ne müşkülleri olursa anında sorar ve cevabını alırlar, ehl-i irfanın da gönül telsizinin frekansı Rabb’inin ehl-i irfana yayın yapan gönül frekansına uygun olursa onun gönlü Rabb’inin aynası olur. Telsizi açık olduğu sürece, gönlünde bir müşkül zuhur etmez. Şayet alıcı cihaz kapanır veya frekansı değişirse o gönülde müşküller başlar. O zaman salik, Rabb’i ile yüz yüze gelerek müşkülüne cevap aramak ihtiyacı hisseder.

Kalp mertebesinin azamet ve genişliğini anlatan çok güzel mutasavvıf sözleri vardır. Mesela Beyazıd Bestami Hazretleri; “Allah’ın muhabbetini çanak çanak içtim, ne şarap tükendi, ne de benim susuzluğum kandı” buyurmuşlardır. Başka bir veli buna yakın; “Sevgiyi bardak bardak içtim, ne sevgi bitti ne ben usandım” buyurmuştur. Muhiddin-i Arabi Hazretleri de; “Başı ve sonu olmayan âlemleri yaratan, bunu arif ve kâmil olan insanın kalbinde yaratsaydı, bir hardal tanesinin harman yerinde işgal ettiği kadar yer tutmazdı” buyurmuştur.

Kalp âleminin bu kadar geniş ve azametli olduğunu beyan etmek için söylenmiş bu sözlerin manası zevk hâliyle bilinir. Lisanen ve fikren ifade etmek, anlatmak veya anlayabilmek için, bu söylenilenden öteye varılmaz. Cenâb-ı Rabb’ülâlemin Hazretleri bizlere de bu zevkleri müyesser etsin.

Beyazıd-ı Bestami Hazretleri'nin az önce zikredilen sözlerini şöyle de zevk edebiliriz: “Kalbimin aynası ezeli sevgilinin tecelli ve feyizlerine mazhar olup, bu îlahî feyizler devamlı olarak “El ulema veresetül enbiya” hadisi gereğince, Rabb’imin gönlünden nazil olmaktadır. Kalbim onu daima kabul etmekte, böylece ne muhabbet nihayet bulmakta, ne de kalbimin kabulü tükenmekte ve ne de tükenecektir” demek istemiştir. Bunları söylemekten maksadımız, kâmil insanın büyüklüğünü ve mertebesini bildirmek, Cenâb-ı Hakk’ın da azametini söylemek ve bu azamet karşısında tevhidi zuhura getirmektir.

Kâmil insan olmak isteyen, yine kâmil bir insandan İlm-i Hakikat'i talim ve tahsil etmek, onun ahlâkı ile ahlâklanmak, onun kalben yakınında ve göstereceği hizmetlerde bulunmak ile, yani teslimiyeti nispetince, istidadı kadar olgunlaşabilir. Bunun için kişinin öncelikle bir insan-ı kâmile teslim olması ve insan-ı kâmilden feyiz alması gerekir. Bu konuda tasavvuf ehlinden Şaban-ı Veli Hazretleri bir beytinde;

Sarıl gel dameni insanına sen Şeyhi Şabanın

buyurmakla, “Bir velinin hakikatini anlamak istiyorsanız evvela onun görebildiğiniz suretine teslim olun” demek istiyor. Yine bu mevzuda mutasavvıf Merzifonlu Hazreti Sümbül Sinan Efendinin şu sözleri vardır:

 

Hümay-ı aşkı saydetmek dilersen

Dil-i viraneme gel kim yataktır

Manası; îlahî aşkı istersen gönül evim onun kaynağıdır, demektir.

Gel ey salik diyem bir söz ki Hak’tır

İşidir Hakk’ı şol kim Hak kulaktır

Manası; sana anlattığım bu sözlerin hepsi Hak’tır. Bu sözleri duyacak ve anlayacak olan dahi Hak’tır.

Şarab-ı aşkı içmiş Sümbüli çün

Anı mest eyleyen şol son ayaktır

Manası; sümbül Sinan Hazretleri aşkın şarabını çeşitli sakîler elinden içmiş ise de, asıl onu mest eden ve mutmain eden, teslim olduğu insan-ı kâmilin sunduğu şaraptır.

İlahi aşkın şarabı ile mest olma istidadını Cenâb-ı Allah cümlemize vermiştir. Cenâb-ı Resûlullah da bu şarabı, herkese velileri vasıtasıyla sunmaktadır. Eğer bundan zevk alamıyor isek, kusur kendimizdedir. Ya hizmetimizde, ya abdestimizde, ya namazımızda, ya çalışmamızda, ya da teslimiyatımızda kusur aramalıyız.

"İnsan insan olur çalışma sayesinde." (Necm Suresi, ayet 39)

Muhiddin-i Arabi Hazretleri Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinde tevhid konusunda mealen şöyle buyurmuştur: Tevhid; Kur’an-ı Kerim’in Bakara Suresi'nin 3. ayetinde buyrulan,

"O müttakiler ki, gayba inanırlar, namazı da doğruca kılarlar, ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infakta bulunurlar." Cenâb-ı Resûlullah’ın şeriatına göre gayba iman itikadını terk etmeden, bütün itikatları topluca kabul edip, bunların aslını anlayarak, Cenâb-ı Hak hangi surette görünürse görünsün, bir surete kayıtlamadan her yüzde onu müşahede etmektir. Ehlullah:

Tecelliyat-ı Hüda iledir kamu cihan

Cemal-i Hakk’a nazar kıl, pay-i vechegan buyurmuştur.

Manası; bütün âlem Cenâb-ı Hakk’ın tecellisi ile zuhur etmiştir. Bu âlemin neresine bakarsan bak, baştan aşağı Hakk’ın cemalidir, demektir. Nitekim; Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’in İsra Suresi 72. ayetinde;

"Her kim, dünyada gönül gözü ile âmâ olup Hak’kı görmez ve bilemezse, ahirette dahi âmâ olarak haşr olur" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak’tan niyazımız odur ki, bizleri taklitten, kayıtlı itikattan muhafaza buyursun.

İlm-i Hakikat’te çeşitli yollar bulunmakla beraber, bunların vahdet-i vücut hakkındaki görüşlerinde bir ayrılık ve gayrılık yoktur ve olamaz da. Çünkü vahdet-i vücudun esası tasavvuf, tasavvufun esası da vahdet-i vücuttur. Bütün Allah dostlarının da bu konuda aynı fikirde oldukları görülmektedir. Evliya kavramını bir hocaya tarif eden mutasavvıf, kuvvetli bir eda ile şöyle söylemektedir.

Kem nazarla bakma zahit, evliyaya serseri

Bilmedin sırrın anın sen, çek elini andan yörü

Evliya bir kimsedir ki, damenin tutsan anın

Erdirir Zat’ı Hüdaye, gösterir peygamberi

Yukarıdaki beyti açarsak; Ey İlm-i Hakikat'ten haberi olmayan kişi, aklını başına al, evliyaya hor bakma. Onun sırrını bilemedin, onun hikmetli işlerine karışma. Evliya öyle bir kimsedir ki; kendisine teslim olanları Allah’ın Zatına erdirir ve onlara kendi sıfatında peygamberi gösterir.

Vahdet-i Vücut gibi anlamı geniş ve derin olan böyle bir konuda, bir çok büyük simaların istiğrak ve cezbe gibi manevi bir zevk içerisinde söylenmiş çeşitli beyanları da vardır. Mesnevi şerhi yazarlarından Sarı Abdullah Efendi, Cevahir-ül Bevahir-ül Mesnevi adlı eserinde; tevhidi iki yaydan meydana gelmiş bir daire olarak kabul eder. O dairenin başlangıç ve bitiş noktası aynıdır ve o dairenin merkezi kalptir. İki kavisten murat; enfüs ve âfak, zahir ve bâtın, fena ve bekâ, madde ve mana vs. dir. Bu âlemde her ne var ise, mutlaka iki yönü ile vardır. Bu kavislerin ve kalbin terakkisi (yücelmesi), âfaka (yaratılmışlara) olan tenezzülleri nispetindedir. Çünkü âfaka inen kavsin başlangıcı vahdet noktası veyahut Ahadiyet-i Cem’dir. Nihayeti de, kalpteki aşk noktası olduğunu buyurmaktadır.

Bu konuyu Hazreti Ali Keremallahu Veche şu sözleri ile vurgulamaktadır. “Raeytühü feareftehü sümme abedtühü” Yani Rabb’i için, “Onu gördüm, tanıdım, sonra ibadet ettim” buyurmuşlardır. Yine Hazreti Ali Efendimiz: “Lae’büdü Rabben lem erahü” “Görmediğim Rabb’e ibadet etmem, görüyorum ki ibadet ediyorum” demektedir. Hazreti Ali Keremallahu Veche’nin sözlerine itibar etmemizin sebebi şudur ki: Cenâb-ı Resûlullah; “Korkutucu benim, Ali yol göstericidir. Ya Ali! Doğru yolda gidenler senin önderliğinde giderler” buyurmuştur.

Hazreti Ali (KAV) hikmeti îlahî gereği, daha çocuk yaşında Hazreti Muhammed (SAV)’in maddi ve manevi terbiyesine ve hizmetine girmiş, İslâmiyetten önce bile hiç bir puta tapmamış ve İslâm ahlâkına aykırı hiç bir davranışta bulunmamıştır. Böylece saf ve temiz olarak Hazreti Muhammed’e ilk iman eden kişilerden olmuştur. Ahzap Suresi 33. ayet-i kerimesinde Cenâb-ı Allah, Ehlibeyt'in günahsız ve tertemiz olduğunu beyan etmektedir. Hazreti Muhammed (SAV)’de imamların şahı Hazreti Ali (KAV) hakkında yüzlerce hadis beyan etmekle beraber, bunlardan bir kaçını zikredelim kafidir.

“Ali’nin bana olan yakınlığı, Harun Peygamberin Musa’ya olan yakınlığı gibidir”

“Benden ayrılan Allah’u Teâlâ’dan ayrılır, Ya Ali! Senden ayrılan, benden de ayrılır”

“Ali bin Ebu Talib’i hatırlamak, anmak ibadettir.”

“Beni seven Ali’yi de sever”

“Ali bin Ebu Talib’in sevgisi günahları ateşin odunu yediği gibi yok eder”

“Benim sır sahibim, Ali bin Ebu Talib’dir”

“Kur’an Ali ile, Ali Kur’an iledir”

“Ali’nin yüzüne bakmak ibadettir”

“Eğer bütün insanlar Ali bin Ebu Talib’in sevgisinde birleşselerdi, Allah-u Teâlâ cehennemi yaratmazdı”

Bir gün Resûlullah:

-Cennetin direğini göstermemi ister misiniz? Dedi, o sırada oradan geçmekte olan Hazreti Ali’yi işaret ederek.

-Bu kişi ve onun Ehlibeyt'i cennetin direğidir, buyurmuşlardır.

Bir gün Hazreti Muhammed’e, Hazreti Ali hakkında ne buyurursunuz? Diye sorulduğunda;

-Hikmet on kısma bölündü, dokuz kısmı Ali bin Ebu Talib’e bir kısmı da diğer insanların hepsine verildi, buyurmuşlardır.

Hazreti Muhammed Hayber Gazasında:

-Yarın sancağı öyle bir kimseye vereceğim ki, Allah ve Resulü onu sever, o da Allah ve Resulünü sever, buyurmuş ve ertesi gün sancağı Hazreti Ali’ye vermiştir.

Resûlullah veda haccından dönerken Gadırhum’da Hazreti Ali’nin elinden tutup ashabına dönerek;

-Beni seven, Aliyi de sever. Ya Rabbi! Ona düşmanlık edene düşmanlık et, onu seveni sev, onu aşağı tutanı zelil et, ona yardım edene yardımcı ol, nerede olursa olsun hakkı ve doğruyu ona bildir, buyurdular.

Konumuza geri dönersek; kalbin terakkiye (yükselmeye) tabi olan kavsi, âfakın tenezzül eden kavsine mutabıktır. Tenezzül eden âfak kavsinin başlangıcı vahdet noktası (ahadiyet-ül cem) olduğunu ve nihayetinin de kalpteki nokta-i süveyda (kalpteki aşk ve keşif noktası) olduğunu, Hazreti Ali Efendimiz “Görmediğim Rab’be ibadet etmem” sözleriyle daha veciz biçimde beyan etmiştir.

Ehline malumdur, tevhid-i barinin beyanına ait Mesnevi-i Şerif’de Hazreti Mevlana buyurmuştur ki;

Ma âdem hay-i mü hesti hay-i ma

Tü vücud-i mutlak-i fâni nüma

Yani; bizler yoklarız, öyle ki, kendi varlığımızla yokuz, mutlak varlık sensin, seninle varız, kendimizle fâniyiz, buyurmuşlardır.

Kulun kalbi Hakk’ın hazinesi, insan da onun hazinedarıdır. Zahirde ve bâtında olan Allah-ü Teâlâ'dır, ama zuhur eden ef’ali, sıfatları ve zatıdır. Cenâb-ı Hakk’ın âfaktaki tecellileri kafa gözü ile, enfüsteki tecellileri kalp gözü ile görülür. İşte “Hak görünür” dedikleri budur. Yoksa kafa gözüyle görmek gibi bir mana çıkmasın. Zira Cenâb-ı Hak kafa gözü ile görünür olmaktan münezzehtir. Çünkü o, bütün gözleri ihatâ etmiştir.

"Gözler onu- görüp- idrâk edemez. O ise bütün gözleri idrâk eder. Ve eşyayı pek iyi bilen, herşeyden haberdardır." (En’am Suresi, ayet 103).

Beyazıd-ı Bestami Hazretleri'nin “Ben Hak’kı cübbemin altında hâlk ettim” demesi; Cenâb-ı Hakk’ın esma ve sıfatlarını kendinde müşahede etmesindendir. Cenâb-ı Hakk’ı idrak edenler, onu esma ve sıfat libası ile idrak etmişlerdir. Kulun idrakinin sonu, Makam-ı Uluhiyetten öte geçemez, oradan itibaren kul Hakk’ı, Hak ile idrak eder.

"İmdi şunu bil ki: Şüphe yok, Allah'tan başka ilâh yoktur ve günâhın için ve îmânlı erkekler ile imânlı kadınlar için mağfiret dile ve Allah, dolaştığınız yeri de, durduğunuz yeri de bilir." Muhammed Suresi 19. ayet-i kerimesi de buna işaret etmektedir. Hakteâlâ Hazretleri ebedîyen tecelli üzeredir. Tecelli zahir olmak manasına gelir. Şu halde bütün âlem Cenâb-ı Hakk’ın Zahir ismine mazhar olmuştur. Hakikatte de zahir olan Allah-ü Teâlâ'dır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın “Ben bir gizli hazine idim” buyurduğu gibi, gizli hazine Hak’tır, halk değildir. Bu yüzden zuhur eden Zat-ı İlahîye'dir. Bu makamda tasavvuf ehli Hak zahir, halk bâtın demişlerdir.

Hazreti Ali Efendimiz; “Ben görmediğim Rabb'e ibadet etmem” buyurmuşlardır. Hazreti Ali Efendimizin gördüğü Rabb'i, ibadet edilen kalplerde şöyle görünür; Cenâb-ı Hak Rahman Suresi 29. ayetinde;

Tefsiren; "Her an değişik bir tecelli ile kalplere zuhur etmekteyim." buyurmaktadır. Bu tecelliden hasıl olan Hak emri, ibadet eden kulların üzerine nazil olup, onların gönlünü ziyaret eder. O emri Hak, mü’min kulun kalbine şekilsiz ve renksiz olarak tecelli eder. Mü’min olan kulun kalbi o anda Hak ile muhabbette ise, tecelli eden emri Hak, gönlünde olan Hakk'a ulaşır. Bu birleşmeden güzel bir suret ve kutsal bir keyfiyet hasıl olur. Bu hâl yine Hakk’ın görüşü ile kalpte müşahede edilir. İşte kalben görülen Hak veya ibadet edilen Rab budur. Kul gaflette ise, bu keyfiyetten nasip alamaz. Eğer kul Hazreti Ali gibi, her an Rabb'i ile beraber ise Hakk’ın her tecellisi ona Cemal görünür.

Bu keyfiyeti şöyle bir misal ile açıklayalım; padişahı sıfat yönü ile hiç görmeyen bir kimse, onu evine yemeğe davet etmiş olsa, padişah da tebdili kıyafet edip, sıradan sade bir insan gibi gelip kapıyı çalsa, ev sahibi padişahı tanımadığı için kapıyı açtığında, padişahı beklediği şekilde göremediğinden onu geri çevirecektir. Eğer padişahı yakinen tanımış olsa idi, hangi şekil ve kıyafette olursa olsun, onu tanır ve gerektiği şekilde karşılayıp ağırlardı. Cenâb-ı Hak da bunun gibi her an değişik bir tecelli ile insanların gönlüne inzal olmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ı hakikat cihetiyle, yani ef’al, sıfat ve zatı ile yakinen tanıyıp müşahede edenler, Cenâb-ı Hak ne şekilde tecelli ederse etsin, kabul edip ikrar ederler. Tanımayanlar ise inkar ederler.

Hazreti Mevlâna’nın yine aynı beytinin diğer bir meali şöyledir; Hazreti Mevlâna Tevhid-i Zat makamını açıklayan bu beyti ile, insan vücudunun mecazi veya fâni olduğunu ifade ederek; “Bizi hem fâni gösteriyorsun, hem de bizde görünen sen oluyorsun, yani biz öyle bir perdeyiz ki, bütün mevcudat gibi senin varlığına deliliz” hitabında bulunuyor.

Hazreti Mevlâna Tevhid-i Ef’al makamında fiil ve fail’e bir örnek olarak şöyle buyurmuştur; “Biz hepimiz aslanlarız, fakat bayraklarda resim olarak yapılan aslanlarız. Onların bütün hareketleri rüzgârdandır. Rüzgâr ise görünmediği halde bu hareketlerin failidir. Rüzgâr görünmediği halde hiç bir zaman yok olmaz. Rüzgârın hareket ettirdiği bütün varlıklar ise fânidir” Bu misalin bizdeki tecellisini Hazreti Mevlâna şöyle dile getirmektedir; “İlahi bizim rüzgârımız sensin, bizim hareketlerimiz senin Bad-ü keremindir. Bizim zannettiğimiz bütün varlığımız senin varlığındır. İlâhî yokluğa, zatın ile varlık lezzeti tattırdın. Yokluğu ezelde kendine âşık kıldın”. Cenâb-ı Hak bu âlemde çok değişik tecelliler ile zuhur etmektedir.

"Göklerde ve yerde her kim var ise O'ndan dilerler. O, hergün bir işdedir." (Rahman Suresi, ayet 29). Bu tecellilerin bir birine olan nispetiyle varlık ve yokluk ortaya çıkar. Zatullah açısından yokluk söz konusu değildir. Burada bahsi geçen yokluğun aşkı, yaratılanın yaratana olan özlemidir. Bundan da şu anlaşılıyor ki; Cenâb-ı Hakk’ın vücudu, semavat ve arzın nurudur. Bütün yaratılmışların vücudu ise o nurun gölgesi gibidir. Zira Hak Teâlâ, Nur Suresi 35. ayet-i celilesinde;

“Allah semavatın ve arzın nurudur” buyuruyor.

Mesela; madde âleminden bir örnek verirsek; güneş kendi sistemindeki semaları ve arzımızı ışınlarıyla ihatâ etmiştir. Güneş ışınları bizim bulunduğumuz arz ve sema için, madde yönünden hayatiyetin vazgeçilmez unsurudur. Bu sebeple güneş ışınları arz ve semadaki bütün varlıkların nurudur diyebiliriz. Çünkü bütün varlıklar hem güneş ışınları ile hayat bulmakta, hem de ömürleri müddetince bu sayede hayatta kalmaktadırlar. Bu husus biyoloji ilmi ile de kanıtlanmıştır. Madde yönünden varlıkların ölümü, güneş ışınlarının azalmasından değil, varlıkların zamanla bu ışınlardan istifade edemez hâle gelmesindendir.

Kitabımızın ilk bölümlerinde anlatıldığı gibi insan da, bir arz ve yedi semadan müteşekkildir. Kur’an’da bildirilen Allah’ın nuru, bizdeki semavat ve arzın nurudur. Bizim varlığımız ise Hakk’ın vücudunun gölgesi gibidir. Evliyaullahın Makam-ı Zat’ta belirttiği gibi, gölgenin kendine mahsus bir vücudu yoktur. Böyle olunca, kâinatta Hakk’ın vücudundan başka bir mevcut olmadığı anlaşılmaktadır. Öyle ise Allah’ın nurunun, yine kendi zatına tecelli etmesiyle meydana gelen gölge, işte bu mümkünat âlemidir.

Yine aynı hususta Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim'inde, Habib-i Ekrem (SAV)’ ye hitaben;

“Görmedin mi? Rabb’in gölgeyi nasıl uzatıyor. Eğer dileseydi, onu elbette hareketsiz de kılardı. Sonra biz güneşi ona delil kılmışızdır”, buyuruyor (Furkan Suresi, ayet 45). Buradaki gölgeden murat, “Ol” emri ile oluşan tüm varlıklardır.

Bu mevzuda Hazreti Mevlâna zikredilen manayı Mesnevi-i Şerif’lerinde şöyle bir beyitle anlatmak istemişlerdir.

Keyfe meddi zıll-i nakş-i evliyasat

Gud-i leyl-i nur-u hurşid-i Hüdaset

Beytin meali şöyledir: Gölgenin uzamasındaki keyfiyet, evliyanın nakşının delili ise, mehtap gibi geceyi aydınlatan evliyalar da, Allah’ın güneşinin nurunun delilidir.

Bir başka açıdan beytin ifade ettiği manayı şöyle de açıklayabiliriz; Nasıl ki ay, güneşten aldığı ışınları yansıtarak geceyi aydınlatıyor ise, bu kâinattaki veliler de, Cenâb-ı Allah’tan gelen tecellileri, kalplerimize nakşederek, karanlık kalplerimizi aydınlatmaktadırlar.

Az önce beyan edilen ayet-i celilede gölgeden maksat kâinatın varlığıdır. Gölgenin uzatılmasından maksat ise, kâinatın devamlılığıdır. Bu varlığın devamında gölge ise, evliyanın nakşıdır ki, Hüda güneşinin nurunun delilidir. Çünkü güneş olmazsa gölge olmaz. Gölge güneşin varlığını ispat etmektedir. Bir başka deyişle ayet-i celilede bahsedilen gölge, “Ol” emri ile Cenâb-ı Hakk’ın zuhura getirdiği bütün kâinattır. Bu kâinatın zaman boyutundaki devranı, gölgenin uzatılmasıdır. Bu kâinattan zaman içinde tebeddül ve tegayyür ile zuhura gelen gölgeler ise, evliyaların nakşıdır. Şurası mühim ve ilginçtir ki, gölgeye nurdan yakın bir şey olmadığı gibi, nura da gölgeden uzak hiç bir şey yoktur.

Şayet gölgeyi kul, nuru Cenâb-ı Hak olarak zevk edersek; Cenâb-ı Hakk’ın, Kaf Suresi 16. ayetinde buyurduğu gibi, kula Allah’tan daha yakın hiçbir şey yoktur.

“Ve and olsun ki, biz insanı yarattık ve ona nefsinin ne vesvese verdiğini de biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.”

“Ey iman edenler Allah’dan korkun, ona yaklaşmaya yol arayın” Maide Suresi 35. ayetine göre ise kul ile Cenâb-ı Allah arasında bir mesafe olduğu ispat edilir. Bir Evliya nakşı ile işlenmemiş kul, kendisine nispet ettiği varlıklar sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ı kendisinden çok uzak zannetmektedir. Kulun bu zannındaki uzaklık, bir evliyanın nakşı ile Cenâb-ı Hakk’ın, önce ilmel yakin, sonra aynel yakin ve nihayet hakkal yakin olarak bilinmesi ile ortadan kalkar.

Şayet gölgeyi salik, nuru ise mürşid-i kâmil olarak zevk edersek; Yâ Sin Suresi 12. ayetinde;

“Şüphesiz biz ölüleri diriltiriz, yaptığınız ve yapacağınız bütün işler apaçık bir imamda yazılıdır” buyrulmuştur. Yine İsra Suresi 71. ayetinde Cenâb-ı Hak;

 

“Bir gün her insan topluluğunu önderleriyle çağıracağız, artık onlardan her kimin kitabı sağ eline verilirse işte onlar kitaplarını okurlar ve onlar en küçük bir haksızlığa bile uğramazlar” buyurmaktadır. Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, imam kelimesinden murat mürşid-i kâmildir. Birinci ayette bildirildiğine göre, salike insan-ı kâmilden daha yakın hiç bir şey olamaz. Çünkü ayete göre mürşid-i kâmil salikin, önce tüm varlıklarından arındırarak cehaletini öldürür, kendi irfaniyeti ile salikin irfaniyetini diriltir. İşte salik önce mürşid-i kâmilini zahir gözle gördüğü sıfat ile uzak bilir. Halbuki gözünden gaflet perdesi kaldırıldığında, görenin ve görünenin de o olduğunu idrak eder.

Yine gölgenin nurdan çok uzak kaldığını ehlullah; “Ayan-ı sabite vücut kokusu almamıştır” sözleriyle belirtmişlerdir. Ayan-ı sabite kelimesi; eşyanın Allah’ın ilmindeki suretlerini, varlıkların Allah katındaki ilmi suretlerini, yaratılmış şeylerin hazreti ilmiyedeki hakikatini ifade etmektedir. İlm-i Tevhid'in “Lâ mevcude İllallah” veya “Lâ mevcude İllâ Hu” mertebesinde ehlullahın bildirdiği gibi, sadece Allah’ın vücudu vardır. Var sanılan diğer şeylerin müstakil ve bizatihi vücutları yoktur. Ancak Allah’ın vücudu yokluk aynasında zuhur ve tecelli edince farklı şeyler ortaya çıkar. Bu farklılık şekilde ve görünüştedir. Mesela; bir top kumaş esas itibariyle aynı şeydir. Fakat bu kumaş belli ölçülerde kesilir ve farklı elbiseler dikilirse, farklılık kumaşta değil, ölçülerde ve şekillerdedir. Bunun gibi Hak’tan gayrı hiç bir şeyin hakiki vücudu yoktur. Farklı şeyler ve varlıklar, Hakk’ın vücudunun çeşitli ayan-ı sabitelere göre farklı şekillerde zahir olmasından ve görünmesinden ileri gelir.

Kâinat Cenâb-ı Hakk’ın feyzinin tecellisi ile görünen bir aynadır. Bu âlemin düzeni, Hakk’ın varlığı eşyanın yokluğu ile bâkidir. Cenâb-ı Hak kendi ezeli ilminin kemalini ve güzelliklerinin cemalini seyretmek murat ettiğinde, kendi hüviyetinden zuhura gelen aynalarda tecelli etmiş ve her aynada bir münasip surette cemalini göstermiştir. Bu sebeple zuhur yerinin çok olmasından, kesret (çoğunluk) ortaya çıkmıştır. Yoksa Cenâb-ı Hak kesretten (varlıklardan) ayrı veya bitişik, onlara uzak veya yakın, onların içinde veya dışında olmaktan münezzehtir. Kâinatın her zerresinde başlı başına tecelli eder. Fakat herkes kendi kabiliyet ve istidadına göre o nurun tecellisinden nasip alır. “Allah mahlukatı zulmette yarattı, sonra nurundan onlara serpti” mealinde olan “İnnallahe halegal halka, fi zulmetin sümme sinne aleyhim min nurihi” hadisi şerifi bu manaya işarettir. Kul ile Hak arasındaki hicap, ne zamandır ne de zemindir. Kendimize nispet ettiğimiz varlıktır. Eğer aradan kendi varlığımızı çıkarabilirsek, yalnız Hak kalır. Bizim yokluğumuz veya fâni olmaklığımız derecesinde Hakk’ın vücudu zahir olur. Hak zahir olunca da, bizden bizlik gider.

İmam-ı Gazali Hazretleri “Mesküvet-ül Envar” adlı eserinde; ariflerin hakikat sırrına erince veya hakikat semasına yükselince, vücutlarında Hak’tan gayrı bir şey görmediklerini beyan etmektedir.

Arif demek; Cenâb-ı Hakk’ı bütün kemal sıfatlarıyla kalben görerek, cümle halkta, eşyada ve kendi enfüs ve âfakında zahir olduğunu idrak eden kimse demektir.

Hakikat semasına yükselme keyfiyeti ise, kiminde irfan ilmi (İlm-i Hakikat, İlm-i Ledün), kiminde de bir hâl zevki ile meydana gelir. Bu makama yükselenlerden kesret (çokluk) tamamen kaybolur, kesrette görünen bütün varlıkların, aslında Cenâb-ı Hakk’ın ef’al, sıfat ve zatının bir tecellisi olduğunu idrak eder. Kendileri de bu tecellilere gark olurlar. Arifler bu makamda, enfüs ve âfakta, Cenâb-ı Hak’tan gayrı bir şey görmedikleri için, akılları dahi Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ile ihatâ edilir ve kendi akılları mat olur. Çünkü insandaki cüz-i akıl, İlm-i Hakikat'in bu mertebesini idrak edemez. İdrak eden dahi Cenâb-ı Hak’tır. Bu hususta Süleyman Çelebi Hazretleri Mevlid-i Şerif’in Mirac bahsinde;

Kim ne hâlidir ne mali ol mahal

Akl-u fikr etmez o hâli fehmü hâl buyurmuşlardır.

Bu makamda akıl ile birlikte, dil de mat olur, o zaman kendilerinde veya nefslerinde Allah’ı zikretmeye takat kalmaz. Onların indinde Hak’tan gayrı bir şey yoktur. Hak’ta mest olmuşlardır. Bu makamda ve bu zevkte olan Hak âşıklarının, mest oluş hâlindeki sözleri daima kapalıdır, anlaşılamaz, beyan olunamaz ve anlatılamaz. Ne zaman ki mest oluşları azalır ve bu âlemde Cenâb-ı Hakk’ın mizanı olan aklın hüküm ve idaresine geri dönerler, o zaman bu hâllerin hakiki bir birleşme değil ona benzeyen bir hâl olduğunu bilirler.

Bu hâl şuna benzer ki; insan aynaya yaklaşıp kendine baksa, akseden yüzünün aynayı kapladığını görür ve bu sebepten aynayı göremez. Zanneder ki gördüğü suret, kendisi ile birleşen aynanın suretidir. Yine bunun gibi aslında renksiz olan suyu hangi kaba koyarsak o kabın renginde görünür. Suyun rengini o kabın rengi gibi zannederiz. Fakat keyfiyete vâkıf olunca bu zannımızdan döneriz.

Kul, bu hâllerden sonra bir makama vasıl olur ki; o makamda fâni olan sıfatlarından ayrılmış olur. Cenâb-ı Hak ile kul o kadar yakınlaşır ki; “İza tekarrebel abdi bi nevafili ve iza ahbeptü küntü sakiahu yesmehu bihi ve basarahu illezi yüesiru biha ve lisanühüllezi yentıkı biha illah” hadisi şerifi ve Kaf Suresi 22. ayetinde bildirildiği gibi,

"Muhakkak ki, sen bundan bir gaflet içinde idin, imdi senden perdeni kaldırıp açtık, artık bugün senin gözün keskindir." Kul, Hak ile işitir, Hak ile görür, Hak ile yürür ve Hak ile söyler, velhasıl kendisinden her ne zahir olursa Hakk’ın kudreti ile meydana gelir.

Cenâb-ı Rabb’ül Âlem’in bir kulunu sevdiğinde, o kulunda zuhur eder, kulunun lisanı ile kendisi, kendisini zikreder. Böyle kimselerin nefsi, masivadan arınmıştır. Kalp ile nefs arasında herhangi bir zıddiyet kalmamıştır. Yani nefsin kendine ait en ufak bir eseri yoktur. Hakteâlâ Hazretleri bir kulunun kalbine tecelli ettiği zaman; sıfatlanmadan, herhangi bir yere girip çıkması olmaksızın, kendi aslına görünür. Yani kulun basiret görüşünde mütecelli olur. İşte arifin gözündeki Hakk’ın görüşü budur.Cenâb-ı Hak her cihetten tecelli eder, hiç bir cihete kayıtlı değildir. Kendi zatında bütün suretlerden münezzehtir. Bütün suretler Allah’ın ezeli ilminde tasarlanmıştır.

Hülasa arifler derini, uzağı, hakikati ve doğruyu görürler. Cenâb-ı Hakk’ın zatından başka bir zat görmezler. İşte o zaman bütün değişiklik ve çokluğun Zatı îlahîde olmayıp ef’al ve sıfatlarda olduğunu bilirler. Bu hususta Hazreti Mevlana şöyle buyurmuşlardır. “Halkı saf bir su gibi kabul et ki; Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfatları onlardan zahir olur. Halkta görünen ilim, adalet, kahır gibi sıfatlar, yıldızların akan bir suya akseden görüntüleri gibidir.”

Vacib-ül Vücud, bütün hâllerde bâki ve sabittir. Mümkün-ül Vücud ise, yani bizler, bütün mahlukat ve kâinat, bütün hâllerde suver(suretler) olduğumuzdan tebeddül ve tagayyür ederiz. Mümkün-ül vücut denilen şeyler Vacib-ül Vücud'un âlemlere yansımasıdır. Bu yansıma ahiret âleminde iki hâl ile zuhur eder. Tevhid ehli, Vacib-ül Vücut nasıl görünürse görünsün iman eder. Tevhid sırrına ermeden ahirete intikal edenlere ise, mahşer gününde Cenâb-ı Hak azameti ile tecelli edecektir. Onlar Cenâb-ı Hakk’ı görürler, ancak her kişi onu bu dünyadaki itikadı (zannı) üzere görecektir. Cenâb-ı Hak bu hususta Hadis-i Kutsi ile şöyle buyurur; “Ene inde zanni abdi bi” Yani; "Ben kulumun zannı gibiyim, nasıl zannederse beni öyle bulacağından, beni istediği gibi zannetmekte serbesttir", buyurmaktadır. Şu halde bundan anlaşılıyor ki; insanın başkasına olsun, Rabb'ine olsun, Hüsn-ü Zan’da bulunması uygundur.

Mir Avni Efendinin bu zan nüktesini beyan eden şu beyti çok yerindedir.

Âşıklara ol gün ki tecelli edecektir

Didar bana suret-i canan da görünsün

Bu konuda Peygamber Efendimiz (SAV) “Hüsni zanni bin husnil ibadeti” Yani; Hakk’a ve halka, hüsn-ü zan etmek ibadettendir, buyurmuşlardır.

Yine mevzuumuzun aslına dönerek, henüz dünyada iken hakikati idrak etmiş kimseler; hakikat namazı ile miraçlarını tamamlayarak, aynen görmüşlerdir ki, mevcut olan Allah cc.’dür. Her şey fâni olup, bâki olan Allah’ın vechidir. Ezelde böyle idi, ebedde de böyledir. Başka türlü tasavvur olunamaz.

Nitekim Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri; “Allah mevcut idi ve onunla beraber hiç bir şey yoktu” mealinde olan “Kanallahü velem yekün meahü şey’ün el ene kemakane” Hadis-i Şerif'ini işittiği vakit;

-Yani şimdi de öyledir, buyurmuşlardır.

Mutasavvıflardan Mevlâna Camî Hazretleri, Şerh-i Rubaiyyatında bu meseleyi çok güzel, etraflı ve anlaşılır olarak izah etmişlerdir. Orada diyor ki;

derya teneffüs eder, buhar derler. Buhar bir yerde toplanır, bulut derler. Bulut yoğunlaşarak arza iner, yağmur, dolu veya kar derler. Bu sular arzda toplanır bir yatak bulur, orada akar, nehir derler. Denize ulaştığında yine derya olur. Bunların hepsinin hakikati birdir. Kendisine bir çok isimler yakıştırılan deryanın bu değişik hâllerinin hakikati mutlak olan sudur. Ben de diyorum ki: Hak Subhane ve Teâlâ Hazretleri Mutlak Vücud olup, herhangi bir şeye kayıtlandığında onların isimleri ile anılır. Nasıl ki önce akıl ile, sonra nefs ile, sonra felek ile, sonra cansız varlıklar ile, sonra tabiat ile, sonra doğarak ortaya çıkan varlıklar ile, sonra da daha başkaları ile isimlenmiştir. Fakat hakikatte mevcut olan Cenâb-ı Hakk’ın Vücud-u Mutlak olan varlığıdır ki; Ehadiyetten, Vahidiyete, Rububiyete (Rablık), ondan da kevniyete (yaratılmışlara), kevniyetten bütün insanlara tenezzül ederek bu esma ile müsemma olmuştur. Nitekim aslından habersiz dalga, bulut, yağmur, sel suları vs, kendi suretlerine baktıkları zaman derya nerededir derler. Bilmezler ki; derya mutlak olan sudur, kayıtlı suretlerde zuhur ederek kendisini başka biçimlerde göstermiştir.

Bunun gibi akıllar, nefsler, felek, cisimler, tabiatlar ve bir doğuşla zuhura gelenler, suret ve mertebelerine bakıp Allah nerede derler. Bilmezler ki; bunların cümlesi Cenâb-ı Hakk’ın nurunun zuhurudur. Ne yaratılmışlar Allah’tan ayrı, ne de Allah yaratılmışlardan ayrıdır. Hak ile yaratılmışlar arasında, hakikatte olan tek ayrılık esmadadır. Yani esma itibariyle yaratılanlar Hak’tan ayrı, hakikat itibariyle birdir.

Şu halde hakikati gören arifler, yaratılmış vücutlarda, mutlak olan mevcuttan başkasını görmezler. Bunların her birisinde hakiki vücudu bir bilirler. İşte vahdet-i vücut felsefesi anlayış ve görüşü budur.

Seyid Şerif Hazretleri'nin Şerh-i tecride ilaveten yazmış olduğu açıklama okumaya değer. Bundan çıkaracağımız netice şudur; hiç bir şey Hak Teâlâ Hazretleri'nden hali (ayrı) değildir. Eşya ancak kayıtlanma ve görüntü itibariyle çokluk ve ayrıcalık göstermektedir. Cenâb-ı Hak zatı itibariyle tek olup, sıfatlarının çokluğu vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak Haşr Suresi 23. ayetinde ;

"O, o Allah'tır ki: Kendisinden başka hiç bir mâbut yoktur. Hükümran olan, mukaddes olan, selâmet veren, emniyet ihsân eden, gözeten her dilediğine galip olan, dilediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi bulunmayan ancak O'dur. Allah, ortak koştukları şeylerden münezzehtir" buyurmaktadır.

Cenâb-ı Hakk’a nispet ettiğimiz noksanlıkların sebebi, sıfatlarının çokluğundandır. Yani Cenâb-ı Allah’ı bu sıfatların biri ile veya bir kaçı ile tefekkür etmek, Allah’ın bütün sıfatlarını ve zatını kapsamadığından noksan kalır, yanlış değildir, eksiktir. Cenâb-ı Hakk’ın bu sıfatları vücuduna delildir. Cenâb-ı Allah’ın hakikat nurunun, muhtelif suretlerde, müteaddit zamanlarda zuhurundan âlemler meydana gelmiştir.

Bu konuda sözü ne kadar uzatsak, değişik misallerle de anlatmaya çalışsak, yine de konuyu gereği gibi açıklayamayız. Belki daha da anlaşılmaz hâle gelebilir. Onun için bu kitabın ancak bir anahtar olarak kabul edilmesi gerekir. Bundan ötesi kilidin açılmasına, tevhidin sırlarına girilmesine, ayrıca tevhid ilmine ve tahsiline olan istidatla birlikte, teslimiyat, zevk ve hâle mazhar olmaya bağlıdır.

Bu kitap bahri tevhitten ancak bir damladır. İmam Cafer-i Sadık’ın şu beyti kitapların bu husustaki aczinin ifadesidir:

Tevhid-i Hüda kitaba sığmaz

Takriri anın hitaba sığmaz

 

 

š

 

 

 


 

 



[1] MİFTAH-ÜL KULÜB : sayfa - 325 -

[2] MİFTAH-ÜL KULÜB : sayfa - 326 -

[3] Ahmed ismi Kur’an-ı Kerim’in Saf Suresi 6. Ayetinde yazılıdır.

[4] Leyse fi cebeti seviyullah: Allah’a yakın olanlar aynı zamanda onun koruması altına girerler. Bir başka deyişle Allah’ın zırhına bürünenler Allah’a yaklaşırlar anlamına gelmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim de; Allah’ın boyası ile boyanınız (Bakara -138-) ve Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız (Ali İmran -103-) diyerek bu sözleri tasdik etmektedir.

[5] Asıl adı Hüseyin bin Mansur olup 857 ile 922 yılları arasında yaşamış olan Hallac-ı Mansur’un “Enel Hak” sözü görünüşte “Ben Hakkım” manasına gelmekle beraber, Hakikatte “Ben yokum, yalnız Hakteala Hazretleri vardır” manasındadır. Zahirde şeriatla hüküm verenler bu sözün manasını anlayamadıklarından Hallac-ı Mansur’u bu sözünden dolayı suçlu buldular. Nitekim Evliyaullahın şu beyti Mansur’un bu sözünü çok güzel açıklamaktadır.

Mansur Enel Hak söyledi

Hakdur sözü Hak söyledi

[6] Ene esmaü ve ene kavli: Bütün esmalar ve bütün sözler benim

Cenâb-ı Hakkın “Ne var ise on sekiz bin âlemde, mevcut kıldım bir Âdem’de” buyurduğu gibi, Şebeli Hazretleri de bu hâli ve zevki yaşadığı için bu sözü söylemiştir.

[7] Hüsamettin efendinin Amasya tarihi cilt I, sayfa 178 – 225

[8] Yusuf Suresi, ayet -53 -

[9] Kıyamet Suresi, ayet - 2 -

[10] Şems Suresi, ayet - 1-10

[11] Fecr Suresi, ayet - 27 -

[12] Fecr Suresi, ayet - 28 -

[13] Fecr Suresi, ayet - 28 –

14 İsra Suresi, ayet - 79 -

 

[15] Müzzemmil - 1-7-20

[16] Müddessir - 1-7

[17] Kalp görüşü ile insan ve ruh hakkındaki mütalaa bölümüne bakınız.

[18] La yesani arzı velessemai illa yesani kalbi abd-il mü’minin - (Miftah-ül Kulub)