17 Şubat 2025
19 Şaban 1446
halveti
MENÜ
SOHBETLER HAZRET-İ MUHAMMED'IN
(S.A.V) HAYATI
SEVGİLİ PEYGAMBERİM KUR'AN-I KERİM İLMİHAL İSLAM VE TOPLUM 40 HADİS HADİS-İ ŞERİFLER OSMANLICA SÖZLÜK RÜYA TABİRLERİ BEBEK İSİMLERİ ABDÜLKADİR BİLGİLİ
(SEBATİ) DİVANI
NİYAZİ MISRİ DİVANI HİKMETLİ SÖZLER KUR'AN-I KERİM ÖĞRENİYORUM KUR'AN-I KERİM (SESLİ ve YAZILI) SESLİ ARŞİV İLAHİLER KVKK ve GİZLİLİK POLİTİKASI
İSLAM ve TASAVVUF
TASAVVUFUN TARİFLERİ TASAVVUFUN DOĞUŞU TASAVVUFUN ANADOLU'YA GİRİŞİ HALVETİLİĞİN TARİHİ HALVETİLİĞİN TARİHİ GELİŞİMİ HALVETİLİĞİN TÜRK TOPLUMUNDAKİ YERİ HALVETİYYE SİLSİLESİ PİRLERİMİZİN HAYATLARI MEHMET ALİ İŞTİP (VAHDETİ) ABDÜLKADİR BİLGİLİ (SEBATİ) İBRAHİM GÜLMEZ(KANÂATÎ)
EHLİ - BEYT
EHL-İ BEYT KİMDİR? EHL-İ BEYTİ SEVMEK
RESÛLULLAH'I SEVMEKTİR
EHL-İ BEYT EMANETİ RESÛLULLAH'TIR EHL-İ BEYTİN HALİ NUH'UN GEMİSİ GİBİDİR EHL-İ BEYT OLMAK HEM NESEBİ HEMDE MEZHEBİDİR
ONİKİ İMAMLAR
HZ. İMAM ALİ K.A.V RA HZ. İMAM HASAN-I (MÜCTEBA) HZ. İMAM HÜSEYİN-İ (KERBELA) HZ. İMAM ZEYNEL ABİDİN HZ. İMAM MUHAMMED BAKIR HZ. İMAM CAFER-İ SADIK HZ. İMAM MUSA-İ KAZIM HZ. İMAM ALİYYUL RIZA HZ. İMAM MUHAMMED CEVAD (TAKİ) HZ. İMAM ALİ HADİ (NAKİ) HZ. İMAM HASAN’UL ASKERİ HZ. İMAM MUHAMMED MEHDİ






OSMANLICA SÖZLÜK


A B C D E F G H I J K L M N O P R S T U V Y Z

  • za : (-Zây) f. ' Doğuran' anlamına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nâdire-zâ $ : Nâdir şeyler yapan, bulunmaz şey meydana getiren. ◊ Zı harfinin bir adı. More…
  • za'ar : Zâlim kimse ki herkes ondan korkar.
  • za'b : Def'etmek, kovmak. * Doldurmak. ◊ Avaz, ses, savt. * Bacanak.
  • za'bel : (C.: Zeâbil) Karnı büyük, boynu ince olan çocuk.
  • za'bub : Kısa boylu fena adam.
  • za'c : Koparmak.
  • za'f : Zayıflık. Kuvvetsizlik. İktidarsızlık. ◊ Derhal, hemen öldürmek.
  • za'feran : (C.: Zeâfir) Güzel kokulu meşhur bir çiçek.
  • za'fî : Zayıflığa aid. Kudretsizliğe, cılızlığa dair.
  • za'fiyyet : Zayıflık, dermansızlık, güçsüzlük.
  • za'k : Çağırmak, bağırmak.
  • za'm : Kelâm, söz.
  • za'n : Göçmek.
  • za'r : Bedende kılın az olması. ◊ Meyletmek, eğilmek.
  • za't : Boğmak. Boğazlamak.
  • za'za' : Bir şeyi parça parça etmek. * şiddetle esen yel.
  • za'zaa : Doldurmak. * Ayırmak. * Rüzgâra savurmak. ◊ şiddetle hareket ettirmek, sarsmak.
  • zaaf : (Bak: Za'f)
  • zaal : Şâdlık, neşeli oluş, neşat.
  • zaan (ziân) : Deve üstüne mahfe bağladıkları ip.
  • zaar : şiddetli korku.
  • zaarre : Kişinin ahlâk ve huyunun kötü olması.
  • zaazi' : (Za'zaa. C.) Sarsmalar, ırgalamalar.
  • zab : (Zevben - Zevebânen) Eriyen, erimiş, eridi.
  • zab' : Sırtlan.
  • zabab : Rutubetli duman. Sis.
  • zabazib : Devenin çok acıktığında karnının ötmesi.
  • zabb : Kertenkele, keler.
  • zâbih : (Zebh. den) Boğazlayan, kesen. Kurban kesen.
  • zabil : Kısa boylu.
  • zâbit : (C.: Zâbitân) Askere kumanda eden rütbeli asker. * Kuvvetli, yavuz. * Zabteden. Başkalarını zabtedip idare etmeğe memur olan. * Subay. * Mc: Dediğini yaptıran, tuttuğunu koparan kimse.
  • zabit : Mahkeme, meclis gibi yerlerde söylenenlerin olduğu gibi yazılmışı. * Alâkalılarca yazılarak karşılıklı imzalanan, karşılıklı anlaşmayı bildiren yazı. * Yazı varakası. * Birçok kimselerce More…
  • zâbita : Yurt içinde emniyet ve intizamı korumakla vazifeli devlet kuvveti, polis. * Fık: Bütün hususlara şâmil olmayıp yalnız bir hususa ve onun teferruatına şamil olan hususi kaideye denir. Kanun More…
  • zâbitân : (Zâbit. C.) Zâbitler. Subaylar.
  • zabt : Zabt etmek. İdâresi altına almak. * Sıkıca tutmak. Kendine mal etmek. * Kavramak. * Kaydetmek. Hülâsasını yazmak. * Bağlamak.
  • zabt u rabt : Disiplin, âsâyiş, düzen. * Hüsn-ü tedbir ve basiret ile muhâfaza.
  • zabt-nâme : f. Hâdise veya vak'a yerinde alâkalı kimselerin hâdisenin oluş şeklini imzâ altında kaydettikleri kâğıt. Zabıt tutulan kâğıt.
  • zabtiyye : Jandarma veya polis kuvveti. Memleket içi âsâyiş ve intizamı te'min maksadı ile çalışan hükümet kuvveti.
  • zabtiyye nâziri : Emniyet genel müdürü.
  • zabtiyye nezareti : Emniyet Umum Müdürlüğü'nün eski ismi.
  • zabu' : (C.: Zıbâ) Sırtlan.
  • zaby : Geyik, karaca, gazâl denen hayvan.
  • zabyan : Ağaç.
  • zabzab : Men'etmek, engel olmak. * Ayıp. * Zahmet. Maraz, hastalık.
  • zac : Kara boya.
  • zacc : Cenk arasında medet istemek. Savaşta yardım istemek.
  • zacir(e) : Mâni olan, alıkoyan, yasak eden. Zecreden. Zorlayan.
  • zad : f. 'Doğma, doğmuş, evlâd' mânalarına gelerek birleşik kelime yapılır. Meselâ : Mâder-zad : Anadan doğma. Nev-zad : Yeni doğmuş. ◊ Azık. Yolda yenecek veya içilecek More…
  • zade : f. Evlâd, oğul. * İyi insan. * Nikâh neticesi olmuş çocuk. * Kelime sonuna getirilerek birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Şah-zade (Şehzade) $ : Padişah evlâdı. ◊ (Ziyâdet. More…
  • zadegân : f. Asâlet. * Temiz ve meşhur soydan olan. Tanınmış ve temiz âileden olan. Aristokrat. * Meşhur ve belli âileler cemaatı.
  • zadegî : f. Asillik, soy temizliği, zadelik.
  • zadellah : Allah ziyade eylesin, artırsın (meâlinde dua).
  • zaden : f. Doğmak, doğurmak.
  • zafair : (Zafire. C.) Örülmüş saçlar.
  • zafar : Yemen diyarında bir şehrin adı.
  • zafer : Muvaffak olma, maksada erme. Bir çok uğraşmadan sonra maksada erişme. * Düşmanı yenme, üstün gelme. Başarma.
  • zafer-yab : f. Muzaffer olan, muvaffakiyet gösteren. Üstün gelen. Gayesine erişen.
  • zafere : Göze inen perde.
  • zafir : Zafer bulan. Zafere erişen. ◊ Galib gelmiş olan.
  • zafire : Yar, yoldaş. * Kavim. Kabile. ◊ Kapı perdesi.
  • zafr : (Bak: Zufr)
  • zafre : Çukur yer.
  • zag : (C.: Ziygan) f. Karga ve kuzgun. * Fitneci, gammaz.
  • zag-beçe : f. Karga yavrusu. Yavru karga.
  • zagafe : (C.: Züguf) Nazik, yumuşak gömlek. * Geniş nesne.
  • zagain : (Zagine. C.) Kinler, nefretler.
  • zagak : Kızılcık yemişinin çekirdeği.
  • zagan : f. Çaylak.
  • zagar : Av köpeği.
  • zagine : (C.: Zagain) Kin, nefret.
  • zagt : Bir şeyi bir yere zorla sokma, girdirme.
  • zagzag : Zayıf nesne.
  • zagzaga : Mânâsız söz. * Bir nesneyi gizlemek.
  • zaha : Çirkin kokulu, pis kokulu.
  • zahair : (Zahire. C.) Zahireler. Yiyecek, hububat gibi şeyler.
  • zahar : Arka ağrısı.
  • zahara : Ev eşyası.
  • zahf : (C.: Zuhuf) Ayaklarını sürüyerek yürüme. Sürünerek yürüme. * (Çocuk) emekleme. * Askerin, düşmana karşı emekliyerek ilerlemesi.
  • zahh : Hışım ve gadap etmek, öfkelenmek, kızmak. * Kovmak, def'etmek.
  • zahib : (Zehâb. dan) Giden, gidici. * Bir zanna kapılan. Bir fikre uyan.
  • zahid(e) : (Zühd. den) Tas: Borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka dünya süs ve makamlarından feragat eden kimse. Sofi. Müttaki. Zühd ve perhizkârlıkla muttasıf.
  • zahidâne : f. Zahide yakışır surette. Ehl-i takva gibi.
  • zahif : Nişandan beri düşen ok. * (C.: Zâhifât) Yılan gibi karnı üzerine sürünerek yürüyen. ◊ Kibirli, mağrur.
  • zahife : (C.: Zevâhif) Sürüngenler, (yılan gibi) yerde sürünenler.
  • zahih : Ateş közünün parlaması.
  • zahik : Berbat, perişan, helâk olmuş. * Bâtıl. Köhne.
  • zahil : Sıkıntıdan sonra yüreği feraha erişen. * Unutan. ◊ (Zühul. den) İhmal eden. Unutan. ◊ Zakkum ağacı.
  • zahir : (Zuhur. dan) Görünen, âşikâr olan. Açık, belli, meydanda olan. * Görünüşe göre. * Şüphesiz. * Suret. Dış yüz. Görünüş. * Anlaşılan. * Meğer. Galiba. Zannederim. Elbette. ◊ More…
  • zâhir-perest : f. Bir şeyin iç yüzüne, hakikatına kıymet vermeyip görünüşüne kıymet veren. Dış yüzüne ehemmiyet veren. İç yüzüne aldırış etmeyip, hakikatını bilemeyen.
  • zahire : Dışarı fırlamış olan göz. * Günün yarısında devenin otlamaktan gelmesi. ◊ (Zahâyir) Öğle vakitleri sıcaklığın çok olduğu vakitler. ◊ Anbarda saklanan yiyecek, hububat. More…
  • zâhiren : Görünüşe göre. Meydanda olduğu gibi. Göründüğü gibi.
  • zâhirî : (Zâhiriyye) Görünüşte olduğu gibi. Zâhire âit ve müteallik. Asıl ve hakiki olmayan. * Zâhiriyyun mezhebine âit olan. (Bak: Zâhir)
  • zâhiriyyat : Dış görünüşler.
  • zâhiriyyun : Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zâhir olanlar. * İlm-i Kelâm'da: Nassların zâhir mânalarına göre hüküm çıkaran ve te'vil ve tevcihten geri More…
  • zâhit : (Bak: Zâhid)
  • zahk : Hastalıktan dolayı tilkinin tüyü dökülüp derisi açılması.
  • zahl : Öç. İntikam almak. * Düşmanlık, adâvet etmek, kin tutmak.
  • zahm : Galebe etmek. * Omuz vurmak. * Sıkıştırmak. * Tazyik. ◊ Yara, ceriha. ◊ İri.
  • zahmdar : f. Yaralı, mecruh.
  • zahme : f. Vurma, darbe. * Yara, ceriha. * Üzengi kayışı.
  • zahmet : Sıkıntı, eziyet. Yorgunluk. * Zor, güç.
  • zahmhurde : f. Mecruh, yaralı.
  • zahmin : f. Yaralı, mecruh.
  • zahmkâr : f. Yaralayıcı, yara açan.
  • zahmnak : f. Yaralı, zahmzede, mecruh.
  • zahmres : f. Yara açan, yaralayıcı.
  • zahmzede : f. Yaralı. Mecruh.
  • zahr : (C.: Zuhur-Ezhâr) Binek devesi. * Kuş yeleklerinin kısa tarafı. * Kara yolu. * Sırt, arka. * Yüksek yer. * Kur'an'ın lâfz-ı şerifi. * Haber.
  • zahrî : (Zahriyye) Arkaya âit, arka ile alâkalı. * Bir kâğıdın arkasına yazılan yazı, şerh.
  • zahzah : Uzak, baid.
  • zahzaha : İkrar etme, uzaklaştırma. * Uzak, baid olma.
  • zai' : Yayılmış olan. Dağılmış olan. Herkesçe bilinen şey.
  • zaib : Eriyici, eriyen.
  • zaid : Artan. Fazlalık. İlâve olunmuş. * Lüzumsuz, gereksiz. * Gr: Te'kid için söylenen. * Mat: Müsbet işareti, artı. (+) (Bak: Harf-i zâid)
  • zaif : (Za'f. dan) Güçsüz, iktidarsız, kuvveti az, kuvvetsiz, tâkatsız. Kansız. Gevşek, tenbel. ◊ Kalp, eksik akçe.
  • zaik : Tadan, tadıcı, lezzet alan. Zevklenen.
  • zaika : (Zevk. den) Tatma, tad alma. Tad alıcı kuvvet, tad duyurucu hassa.
  • zail : (Zâile) Geçen, geçici.Devamlı olmayan. Tükenen.
  • zailat : (Zâil. C.) Zâil olan şeyler.
  • zaim : (Zeâmet. den) Zeâmet sahibi. Kefil. * Prens. Şef, lider.
  • zaine : (C.: Zuun-Zaâyin-Zâân-Ez'ân) Mıhfe içinde olan kadın.
  • zair(e) : Ziyaret eden, ziyaretçi. Hatır sormaya, görmeye giden. * Seyirci.
  • zait : (Bak: Zâid)
  • zak : f. Dölyatağı, meşime. Rahim. ◊ Pak, arı, temiz.
  • zak-dan : f. Döl yatağı, rahim.
  • zaki : (Zâkiyye) Saf ve temiz kimse. Hareket ve davranışları düzgün olan kişi. ◊ Güzel kokulu, keskin kokulu.
  • zakine : (C.: Zevâkın) Enek çukuru.
  • zâkir : Zikreden, zikredici. * Hafızası kuvvetli. * İlâhiler okuyan. Çok çok duâ ve Esmâ-i İlâhiyeyi okuyan. * Tekrar eden.
  • zâkire : Andıran, hatırlatan, hatıra getiren şey.
  • zâkirûn (zâkirîn) : Zikredenler.
  • zakkum : Cehennem'de bir ağacın ismi, cehennemliklerin yiyeceği. * Gösterişi güzel, çiçekli ve zehirli meyvesi olan yâsemine benzeyen bir bitki ismi.
  • zakm : Yemek, ekl.
  • zakn : Yükletmek.
  • zakna' : Uzun. * Kaba, yoğun. * Eğri.
  • zakt : Cima etmek.
  • zakv : Çağırıp bağırmak.
  • zakzak : Yeynicek, hafif. * Bir karınca cinsi.
  • zakzaka : Çocukların oynayıp sıçramaları.
  • zal : İhtiyar. Ak sakallı. * f. İranlı meşhur kuvvet ve pehlivanlık senbolü Rüstemin babasının adı. ◊ () harfinin bir ismi. 'Dal-i Mu'ceme ve 'Zel' de denir. * More…
  • zal' : Eğilmek, meyl etmek. * Dar olmak. * Davarın ağır yük getirmekten dolayı yürürken iki yanına eğilmesi.
  • zalal : Gölge eden. Gölge olan.
  • zalâm : Karanlık. Zulmet.
  • zalef : Kum ve taş olmayan sağlam yer.
  • zaleme : (Zâlim. C.) Zâlimler.
  • zalf : Men'etmek. Nefsini bir işe rağbet ve teveccühten men etmek. * Mübah şey. * Bâtıl. * Şiddet. * Beyhude.
  • zali' : (C.: Zulu') Eğri, meyilli. * Müttehem kimse. Töhmetli. * Aksak hayvan. ◊ Geniş, bol, vâsi.
  • zalif : Çok hor, çok hakir kimse.
  • zalifen : Birisinin izine uyup gitmek. * İzini gizlemek, belirsiz etmek.
  • zalik : Giden, gidici.
  • zalik(e) : Bu, şu, o. Kezâlik. Böylece.
  • zalil : Gölgeli.
  • zalim : (C.: Zılem-Zılmân) Deve kuşunun erkeği. * Kaymağı alınmadan içilen süt. * Hiç bozulmamış yerden kazılan toprak.
  • zâlim(e) : Zulmeden, haksızlık eden.
  • zâlimâne : f. Zâlim olana yakışır şekilde. Zulmeder surette. Zâlimce.
  • zâlimîn : (Zâlim. C.) Zâlimler, zulmedenler.
  • zâlimûn : (Zâlim. C.) Zulmedenler. Haksızlık edenler. Zâlimler.
  • zallam : (Zalûm) Çok zulmeden. Çok zâlim.
  • zalm : Kar. * Diş beyazlığı.
  • zalma : (C.: Zulem) Karanlık.
  • zalûm : Çok zulmeden. Çok zâlim.
  • zam : (Bak: Zamm) ◊ Ayıp.
  • zama : Diş etinin kanının az olması.
  • zama' : Susuzluk.
  • zamaim : (Zamime. C.) İlâveler, ekler. Artırmalar.
  • zamair : (Zamir. C.) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri. * İsim yerine kullanılan kelimeler.
  • zaman : Kefil olma, kefillik. Bir şeyin mislini veya değerini vermek üzere zarara karşı kefil olma, garanti. ◊ (Bak: Zeman)
  • zamanet : Kötürümlük.
  • zamih : Somak ağacı. ('Tadım' da denir)
  • zamile : (C.: Zevâmil) Yük hayvanı. * Küçük yük.
  • zamime : Ek, ilâve. Artırma, katma, ekleme.
  • zamin : Ödeyen. Kefil. Tazmine mecbur olan. ◊ Tazmin eden. Kefil olan. ◊ Hasta ve kötürüm kimse.
  • zamir : 'Bir şeyi gizlemek. * İç. * Huk: Bir şeyin iç yüzü. * Niyet. * Vicdan. Kalb. * Gaye. * Gr: Mütekellim, muhatab ve gaibe delâlet eden ve bunların makamına kaim olan rumuzat harfleri ve More…
  • zamm : Bir şeye bir şeyi ekleme. Artırma. Katma. Fazla olarak verme. * Kenarlarını bitiştirme. *Gr: Bir harfin zammeli (ötreli) okunuşu.
  • zamme : Ötre o, ö, u, ü, diye okunan harfin harekesi.
  • zammetân (zammeteyn) : İki zamme.
  • zampara : (Aslı 'zenpare'dir) Kadınlar peşinde dolaşan ahlâksız erkek.
  • zamya : Yufka dudaklı. * Yufka kapaklı. * Dişinin etleri boz olup kanı az olan kimse.
  • zamyan : Palamut ağacına benzer bir ağaç. (Necid bölgesinde olur.)
  • zamzam : (C: Zamâzim) Büyük ve kuvvetli arslan. * Gadaplı ve kızgın kimse.
  • zan : (Bak: Zann) ◊ Ayıp.
  • zanbur : (Bak: Zünbur)
  • zangoç : (Ermenice) Kilisenin hizmetlerini gören ve çan çalan kimse.
  • zani(ye) : Zina eden. Meşru olmayan nikâhsız cinsî münasebette bulunan.
  • zanin : Suç işlediği zannedilen kimse. Töhmetli, suçlu kimse. ◊ Cimri, bahil ve hasis olan.
  • zaniye : (Bak: Zani)
  • zank : Dar yer. Dar şey. * Darlık, sıkıntı.
  • zankâ' : (Bak: Dankâ')
  • zânn : Zanneden. Sanan. Zannedici.
  • zann : şüphe. Zannetmek, samak. Sezme.
  • zannî : Zanna ait, zanna dâir ve müteallik.
  • zânû : f. Diz.
  • zânû-be-zânû : f. Diz dize.
  • zânû-be-zemin : f. Diz çökerek, dizini yere koyarak.
  • zânû-ber-zânû : f. Diz dize.
  • zânû-zen : f. Diz çökmüş.
  • zanûn : Düşünce ve tedbiri kıt olan adam. * Suyu olup olmadığı bilinmeyen kuyu. * Suyu az olan kuyu.
  • zânûzede : f. Diz çökmüş.
  • zar : f. Kelimenin sonuna gelerek birleşik kelimeler olur. İsimlere eklenerek yer adı bildirilir. Meselâ: Lâle-zar $ : Lâle bahçesi. ◊ f. İnleyen, sesle ağlayan. * Zayıf, dermansız.
  • zar zar : f. Hazin hazin, yanık yanık, (sesle) ağlıya ağlıya.
  • zar' : (C.: Zuru') Meme. * Süt veren hayvan memesi.
  • zaraat : (Derâat) Alçalma. Kendini küçük görme, küçültme.
  • zarafet : Zariflik, incelik, kibarlık. Nâzik davranış. Muamelede, harekette ve giyimde hoşluk ve temizlik.
  • zarafet-perver : f. Zarafete düşkün olan, zarifliği seven.
  • zaragim : (Zırgam. C.) Arslanlar.
  • zaraif : Zârif, ince, hoş şeyler.
  • zarar : Lüzumlu ve kıymetli bir şeyin eksilmesi veya kaybolması. Ziyan. Kayıp.
  • zarar-dide : f. Zarar görmüş olan. Ziyana, kayıba, noksanlığa uğramış olan.
  • zarar-i beyyin : f. Meydanda ve âşikâr olan zarar.
  • zarb : (Bak: Darb)
  • zarf : Kap, kılıf. Mahfaza. * İçine mektup konulan kılıf kâğıt. * Gr: Bir fiilin veya bir sıfatın veya başka bir zarfın mânasına 'yer, zaman, mâhiyyet' (Nicelik, nitelik) gibi cihetlerden More…
  • zarfiyyet : Gr: Kelimenin zarf olması hâli, bir kelimenin zarf olarak kullanılması.
  • zari : f. Ağlayıp sızlama. * Hakirlik ve itibarsızlık.
  • zarî : Kanı durmayan damar.
  • zari' : (Zer'. den) Ekin eken. Çiftçi. ◊ Hurma ağacının dikeni.
  • zarib : (C.: Zırâb) Bir ucu keskin yerli taş. * Küçük tepe.
  • zarif(e) : Zarafetli. İnce ve nâzik tavırlı. Güzel. Şık. İnce nükteli. * İnce nükteli ve güzel tâbirlerle konuşan.
  • zarifane : f. Zariflikle, incelikle, zarif olana yakışır surette.
  • zarife : Fazla ve lüzumsuz söz.
  • zarih : (Darih) Mezar, kabir. Türbe.
  • zarir : (C.: Ezırre-Zırrân) Kaba, sert yapılı ve muhkem yer.
  • zaris : Taşla yapılmış kuyu.
  • zariyat : Kırıp ufalayan, toz duman edip götüren kuvvetler. * Velud kadınlar. (Bak: Zerv)
  • zariyat suresi : Kur'an-ı Kerim'in 51. suresidir. Mekkîdir.
  • zârr : Zarar veren, zararlı.
  • zarr : Soğuktan dolayı suyun donması. ◊ Zarar.
  • zarrâ' : (Darrâ') Şiddet. Keder, mihnet, sıkıntı.
  • zarurat : (Zaruret. C.) Zaruretler. Sıkıntı ve muhtaçlıklar.
  • zaruret : Çaresizlik. Muhtaçlık. Sıkıntı. Yoksulluk.
  • zarurî : (Bak: Zaruriyye)
  • zaruriyyat : (Zarurî. C.) Mecburi işler. İster istemez olan işler.
  • zaruriyye : (Zarurî) Mecburî. İster istemez olacak iş. İhtiyarî olmayan, mecburî olan.
  • zât : Hürmete lâyık kimse. * Kendi. Öz, asıl. * Ehil. Sâhib. (Zu'nun müennesi)
  • zâten : Esâsen, aslında, asıl olarak.
  • zâtî : (Zâtiyye) Zâta mensub. Kendisine âit, ile alâkalı, hususi. Özel.
  • zâtiyyat : şahsiyetler. Zâta mahsus işler.
  • zâtülbeyn : (Zât-ül beyn) İki kişinin arasında olan düşmanlık.
  • zâtülcenb : (Zât-ül cenb) Tıb: Akciğer zarı iltihabı. Akciğer veremi.
  • zaun : Yük devesi.
  • zav' : Aydınlık. Işık.
  • zavabit : (Zâbıta. C.) Kaideler. Nizamlar, usuller.
  • zavahir : (Zâhir. C.) Görünüş. Dış görünüş. * Göze çarpan yerler. Yüksek yerler.
  • zavarib : Nabız damarları.
  • zaviye : Köşe. * Küçük tekke. * İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil. * Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi More…
  • zaviyetân (zaviyeteyn) : İki zaviye. İki açı.
  • zay'a : (C: Zıyâ') Geliri olan bina. * Tarla. Çiftlik. * Binasız arsa.
  • zay'at : Kaybolma, kaybetme.
  • zaya' : Elden çıkma, yok olma.
  • zayan : Yasemin çiçeği.
  • zayf : Misafir. Gelip geçen.
  • zayh : Çok sulu süt. ◊ İncir ağacı.
  • zayi' : (Ziya'. dan) Elden çıkan. Kaybolan. Yitik. Zarar, ziyan.
  • zayiât : Zarar ve ziyanlar. Yitikler.
  • zayig : Mail, eğik, eğilmiş.
  • zayiga : Meyledici, eğilen.
  • zayil : Uzun etekli gömlek. * Uzun kuyruklu at. (Müe: Zâyile)
  • zayr : Mazarrat, ziyan.
  • zayven : (C.: Zayâvin) Yaban kedisi. * Erkek kedi. * Hırçın ve vahşi adam.
  • ze : Kur'an alfabesinde onbirinci harftir ve ebcedi kıymeti 7'dir.
  • ze'a' : Bölükler, fırkalar.
  • ze'b : Ayıp. * Reddetmek. Hor ve hakir etmek, kepaze yapmak.
  • ze'c : şiddetle emme, yutma. * Doldurmak.
  • ze'm : Katı, şiddetli, şedid. * Hacet, ihtiyaç. * Mevt, ölüm. ◊ Tahkir etmek, hakaret etmek. * Ayıplanmak.
  • ze'me : Şiddetli ses, çığlık. * İhtiyaç, hâcet.
  • ze'r : Kerih görmek. İğrenmek. Nefret etmek.
  • ze'r (zeir) : Arslan kükremesi. * Çağırmak ve kükremek mânâsına mastar.
  • ze're : Meşelik.
  • ze't : Boğmak.
  • ze'v : Sürmek ve sulamak.
  • ze've : (C: Ze'vât) Zayıf koyun.
  • ze'zee : Cem'etmek, toplamak.
  • zeal : İnkârdan sonra ikrâr etmek.
  • zeam : Tamâ, hırs.
  • zeamet : Şeref, şan. Riyaset. * Yetiştirdikleri hayvanları ile birlikte harbe iştirak eden ve Sipâhi denen Osmanlı askerine öşrü alınmak üzere verilen en büyük timâr.
  • zebab : Karasinek. (Bak: Zübab)
  • zeban : f. Dil, lisan, lügat, lehçe.
  • zeban-âver : f. Düzgün konuşan, düzgün söz veya şiir söyleyen. * Dile getiren.
  • zeban-diraz : f. Dil uzatan, atıp tutan.
  • zebane : f. Terazi gibi bazı âletlerin dili andıran parçaları. * Alev.
  • zebanekeş : f. Alevlenen, alevli.
  • zebaneş : Onun dili.
  • zebani : Cehennem'de vazife gören melek.
  • zebaniyân : f. (Zebaniye) Zebaniler. Cehennemlikleri Cehennem'e atmaya vazifeli melekler.
  • zebaniye : Azap melekleri.
  • zebanzed : f. Ata sözü, darb-ı mesel. * Alışılmış, her zaman söylenen söz.
  • zebayih : (Zebiha. C.) Kurbanlık hayvanlar.
  • zebb : Men ve defetmek. Kovmak. * Yaban sığırı. ◊ Üzüm kurutmak.
  • zebeb : Kaşın kıllı ve yoğun olması.
  • zebed : (C.: Ezbâd-Zübed) Köpük. * Kir ve pas, tüfl.
  • zeber : f. Üst.
  • zeberced : Zümrüd cinsinden ve onun kadar kıymetli olmayan, sarımtırak yeşil, cam parlaklığında kıymetli taş.
  • zeberdec : Zeberced taşı.
  • zeberdest : f. En üstün, galib, hâkim, âmir. * Mâhir.
  • zeberdestî : f. Maharetlilik, ustalık. * El üstünlüğü, üstünlük, galibiyet.
  • zeberin : f. Üstteki.
  • zebg : Yaramaz huy, kötü alışkanlık.
  • zebh : Kesme, boğazlama. Kurban kesme. (Boğazlanmış veya boğazlanacak hayvana da 'zebiha' denir.)
  • zebib : Kuru üzüm. Kuru incir. * Yılan veya akrep gibi hayvanların zehiri.
  • zebih : Kesme, boğazlama. Kesilecek hayvan. * Hz. İsmail'in (A.S.) ve Hazreti Muhammed'in (A.S.M.) babası Hz. Abdullah'ın lâkabı.
  • zebiha : Boğazlanmış veya kesilecek hayvan. (Bak: Zebh)
  • zebiheyn : İki kurban.
  • zebil : Fışkı, gübre. * Pislik.
  • zebir : Sıkıntı, mihnet. * Yazılmış şey. Mektup.
  • zebk : Yolmak.
  • zebl : İnce belli olmak. * Çiçeğin solması. * Deniz kaplumbağasının sırt kemiği.
  • zebn : Şiddetle def'etmek. * Devenin çifte vurması.
  • zebr : Kitab. Cüz. Kitap yaprağı. * Yazı yazma. * Söz. Yazı. * Akıl, zekâ. * Kuvvetli, sağlam, şiddetli adam. * Men'eylemek.
  • zebrec : Ziyne, süs.
  • zebtel : Kısa boylu.
  • zebun : f. Zayıf, güçsüz, âciz. * Alışverişte aldanan.
  • zebunî : f. Zayıflık, güçsüzlük, âcizlik.
  • zebur : Kitap. Mektub. * Peygamber Hz. Dâvud'a (A.S.) vahiy ile gelen mukaddes kitabın adı.
  • zebzeb : (C.: Zebâzib) Adam zekeri. ◊ Uzun gemi.
  • zebzebe : Muallâkta kalma. * Mütereddit. * Titreme. * Asılı bir şeyi havada oynatmak.
  • zeca : (Zecven - Zeccâ - Eczâ) Sevketmek, yürütmek. * Def etmek.
  • zeca' : Hüküm geçmek. * Kolaylık.
  • zecc : Süngünün arkasıyla vurmak. * Atmak. * Deve kuşunun yelmesi.
  • zecca' : Adımı birbirinden uzak olan.
  • zeccac : Şişeci. Camcı. Sırça işleri yapan.
  • zecec : Kaşın uzun ve ince olması.
  • zecel : Avaz, ses, savt. * Mübâlağa ile çağırmak.
  • zecl : Atma.
  • zecme : Kelime.
  • zecr : Menetme, engel olma. Nehyetme. * Zorlama, zorla yaptırma. * Önleme. Sıkma. * Kovma. Eziyet etme. * Angarya olarak çalıştırma. * Köpek balığı. * Çağırma. * Sürme.
  • zecre : Çağırmak, bağırmak, sayha. * Men'etmek, engel olmak.
  • zecren : Zorlayarak, zorla. * Ceza olarak. * Engel olarak, menederek.
  • zecrî : Cebren, zorlayıcı olarak.
  • zed : Vurucu, vuran mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Guş-zed $ : Kulağa çalınan. Zeban-zed $ : Yayılmış söz. ◊ f. Vurma, dövme.
  • zede : (Zed) f. Birleşik kelimeler yapılarak, 'vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş' manalarına gelir. Meselâ: Musibet-zede $ : Musibete uğramış.
  • zedegân : (-zede. C.) f. Tutulmuşlar, çarpılmışlar, uğramışlar mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
  • zedergâh : (Bak: Zidergâh)
  • zeelan : Yab yab yürümek.
  • zefer : Ağaca vurulan payanda, destek. ◊ Kötü koku.
  • zeferat : Soluk almalar.
  • zeff : Kişinin nikâhlısını kocasına teslim etmek.
  • zefif : Çabuk davranan. Çevik. * Deve kuşunun yelmesi. * Gelini kocasına göndermek. * Hızla gitmek.
  • zefir : Çok şiddetli ses. * Hıçkırıkla nefes vermek. Göğüs geçirmek. * Ağlatmak. * İnlemek. * Ateş gürültüsü. * Eşek anırtısının evveli. * Belâ.
  • zefirr : Uzun boylu yiğit. * Kuvvetli deve.
  • zefn : Raksetmek, dansetmek.
  • zefr : Yükseltmek. * Yük getirmek.
  • zefur : Kir, pas, vesah.
  • zefzefe : Titreme, sarsılma.
  • zegab : Kuş yavrusunun üstünde olan sarıca tüyler.
  • zegan : f. Çaylak.
  • zeh-dan : f. Döl yatağı, rahim.
  • zehab : Gitmek. * Zihnen bir yola sapmak. Yanlış düşünce. Bir fikre uymak. Zan.
  • zehadet : Dünyadan, yâni nefsanî, fani ve fena şeylerden çekinmek. Zâhidlik. Sıkı sıkıya dine bağlılık.
  • zehair : (Bak: Zahair)
  • zeharif : (Zuhruf. C.) Yalancı süsler, yaldızlar, gösterişler. * Sahte süsler.
  • zehder : Çakır doğan. * Doğan yavrusu. * Bir atın adı.
  • zeheb : Altın.
  • zehebî : Altına ait. Altından yapılma.
  • zehem : Yağlı ve kirli olmak.
  • zehen : (C.: Zehân) Zeyreklik, akıllılık. * Hıfz. * Kuvvet.
  • zeher : (C.: Ezhâr-CC: Ezâhir) Çiçek.
  • zehf : Yeynilik, hafiflik.
  • zehi : (Bak: Zihi)
  • zehib : Altın sürülmüş, yaldızlı.
  • zehid : Az, kalil.
  • zehim : (C.: Zühüm) Yağlı ve kirli.
  • zehk : Helâk olmak, mahvolmak. * Bâtıl olmak. * Okun nişanı aşıp geçmesi. * Çıkmak, huruç. * Derin kuyu. ◊ Yorulmak.
  • zehl : Dalgınlıkla unutma, geciktirme. İş çokluğundan sonraya bırakma. * Kasden unutma. ◊ (Bak: Zahl)
  • zehlul : İyi at.
  • zehna' : Düzgün. * Süs, ziynet.
  • zehr : (Zehir) f. Zehir, ağu, semm.
  • zehr(e) : Çiçek. şükufe.
  • zehr-ab : f. Acı su.
  • zehr-abe : f. Acı ve zehir gibi su. Zehirli su. * Mc: Acı, acılık.
  • zehr-alud : f. Zehirli. Zehir karışmış.
  • zehr-amiz : f. Acı, zehirli.
  • zehr-bar : f. Pek acı, zehir saçan.
  • zehr-efşan : f. Zehir saçan.
  • zehr-hand : f. Acı acı gülme.
  • zehr-nak : f. Zehirli, ağulu.
  • zehra : (Müe.) Ay gibi parlak olan. Çok parlak ve safi, berrak.
  • zehravan : (Zehrâveyn) İki parlak şey. * Kur'an-ı Kerim'de Sure-i Bakara ile Âl-i İmran Surelerine birlikte verilen isim.
  • zehre : (C.: Ezhâr) Çiçek. * Beyaz, berrak. Süs, ziynet. ◊ f. Kahramanlık, yiğitlik. * Öd. Safra.
  • zehreçâk : f. Çok korkmuş, ödü patlamış.
  • zehredâr : (C.: Zehredârân) f. Yiğit, cesur, yürekli, cesaretli.
  • zehrin : f. Pek acı, zehir gibi.
  • zehuk : (Zehak) Boş, beyhude. Bâtıl. Zâil, yok olan.
  • zehv : Bâtıl. * Yalan. * Fahirlenmek, gururlanmak, tekebbürlenmek. * Güzel manzara. * Taze ot. * Otun çiçeği. * Titremek. * Yürümek. * Yel esmek. * Alacalanmış hurma koruğu.
  • zehzehe : Zehi zehi demek.
  • zeim : Ayıplanmış.
  • zeir : Öncü, çeri kimse. ◊ Aslan kükremesi.
  • zekâ : Çabuk anlama ve bilme kabiliyyeti. Fehim ve idrakte çabuk olma. * Ateşin alevlenmesi. * Güzel koku alma. ◊ Saflık, duruluk. * Hâl düzgünlüğü.
  • zekâb : f. Yazı mürekkebi.
  • zekan : (C.: Ezkân) İki çenenin birleştiği yer. ('Enek' de derler.)
  • zekâret : Erkeklik.
  • zekât : Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma. * Temizlik. Taharet.
  • zekâvet : Zeki oluş. Zeyreklik. Çabuk anlama ve kavrama. Keskin anlayış.
  • zeken : İlim, feraset.
  • zeker : (C.: Zükrân - Zükur - Zikâr - Zikâre) Erkek. * Erkeklik organı.
  • zekevat : (Zekât. C.) Zekâtlar.
  • zeki(ye) : Hâlis. Temiz. Hali temiz olan. ◊ Zekâ sahibi. Çabuk anlayışlı.
  • zekik : Yazının satırlarının sık olması. * Yürürken kişinin adımlarının bibirine yakın olması.
  • zekir : Unutmayan. Hâfızası kuvvetli.
  • zekiyy : Tâhir ve pâk kimse. Temiz insan.
  • zekk : Zayıf. * Yürürken adımların birbirine yakın olması.
  • zekun : Sivri ve sarkık enekli.
  • zekuret : Erkeklik.
  • zekve : Tamamlamak. Kesmek.
  • zekzeke : Çirkin ve yaramaz huylu olmak.
  • zela' : 'Ayağın altında ve üstünde; elin ise arkasında olan yarık.'
  • zelahlah : (C.: Zelahlahât) Büyük çanak. * Aceleci ve uzun boylu adam. * Derin olmayan ırmak.
  • zelak : (Zelk) Yolmak (tıraş gibi). * Sürçmek. Ayağın kayması. ◊ Sülük.
  • zelaka : (İzlâk - Zellâka) Fasâhat, kolaylık ve lisan inceliği, keskinlik. Nutkun güzel ve çabuk olması. * Tecvidde: Keskin olarak çıkan $ harflerinin ismi. Bunlara müzlika harfleri de denir.
  • zelalet : Alçaklık, hakirlik, horluk. Zillet.
  • zelazil : Zelzeleler. Yer sarsıntıları. ◊ (Zilzil. C.) Uzun etekler.
  • zelec : Kaymak yer.
  • zelef : Burnun küçük ve ucunun, gerisine eşit olması. (O burun sahibine 'ezlef' derler) (Müe: Zülefâ)
  • zelefe : (C.: Zulef) Pâk ve ruşen nesne, parlak ve temiz cisim. * Kaypak, düz yer.
  • zelel : Eksiklik.
  • zeleme : Keçinin boğazı altında sarkık olan kıllar. (Müz: Ezlem. Müe: Zelmâ)
  • zelh : Bir ok atımı yer. * Islaklığından dolayı ayak kayan yer.
  • zelic : (Ayak) kaymak.
  • zelif : Adımını atmak.
  • zelik : Düşük oğlan, sakat çocuk.
  • zelil : Hor, hakir, alçak. Aşağı tutulan. ◊ Sürçüp düşen. * Yanılan.
  • zelilâne : f. Alçakça. Hakir ve aşağılık kimselere yakışır şekilde.
  • zelilî : Hakirlik, horluk, zelillik, alçaklık.
  • zelk(a) : Sürçme, kayma.
  • zell : Yanlışlık yapma, yanılma. * Ayağı sürçme, kayma.
  • zellat : (Zelle. C.) Yanılmalar, yanlışlar. * Sürçmeler, kaymalar. * Hatalar.
  • zelle(t) : Sürçme, sürçüp kayma. * Yanılma. Yanlış. Ufak suç.
  • zeluh : Kaypak yer.
  • zelul : Yumuşak huylu. Sert başlı olmayan. İtaatlı ve râm olan. * Hecin devesi. * İnsanların emrindeki yeryüzünün hâli.
  • zelulî : Başı yumuşak. Dayanıklı. Sabırlı, tahammüllü.
  • zelzal : (Zülzâl) Sarsıntı. Zelzele. Deprem. Sarsılma. (Bak: Zilzal)
  • zelzele : Yer sarsıntısı. * Sarsma.
  • zelzil : Ev içinde olan mal, mülk ve eşya.
  • zema' : Tenbel olmak. * Dehşetli olmak. * Acele etmek. * Yırtmak. * Alçak insan, kötü insan.
  • zemahşerî : (Hi: 467-538) Türkistan'da Harzem'in Zemahşer köyünde doğdu. Hanefî fukahasındandır. Fevkalâde iktidar ve faziletine rağmen bir zamanlar itikadça Mu'tezile'den olmuştu. More…
  • zemaim : (Zemime. C.) Kötü haller. Beğenilmeyen, sevilmeyen hal ve hareketler.
  • zemam : (Bak: Zimam)
  • zeman : Zaman, devir, vakit, çağ, mevsim, mehil.
  • zemane : f. şimdiki zaman. * Vakit, devir. * Tâlih, baht, şans.
  • zemane(t) : Belâ, musibet, âfet. * Bedenin bir azası eksik veya kötürüm olma.
  • zemanen : Zamanca, zaman bakımından. * Vaktinde, vaktiyle.
  • zemanî : Zamanla ilgili, zamana ait.
  • zemaniyan : f. İnsanlar. Beşer.
  • zemar : Kamışa (ney'e) üfleyen.
  • zemare : Savt, ses, sayha, bağırış, çığlık.
  • zemca : Kuş kuyruğunun çıktığı yeri.
  • zemcere : (C.: Zemâcir) Şiddetle çağırmak.
  • zeme : (C.: Zemmâm) Suyu az olan kuyu. * Tenbellik.
  • zemec : Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Doldurmak.
  • zemel : Bir yanı üzerine çöküp öbür yanını yukarıya kaldırarak koşmak. * Devenin ayağına ârız olan aksaklık. * Su tulumunun sarkması.
  • zemen : Zaman, vakit.
  • zemer : İnce saçlı. * Bahadır, kahraman, yiğit kimse.
  • zemeyan : Acele.
  • zemha : Yaramaz huylu, bahil kimse.
  • zemhare : (C: Zemâhir) Ok.
  • zemheri(r) : Karakış dönümünden (12 Aralıktan) 31 Ocağa kadar olan şiddetli soğuk devresi.
  • zemil : Bir adamın hayvan üzerinde iken ardına binmiş olan adam. ◊ Tez, hızlı, seri. * Deve yürüyüşünden bir çeşit.
  • zemim : Burun suyu, sümük. * Koç ve teke zekerinden akan bevl. * Koyun emziğinden akan süt.
  • zemime : Zemme müstehak olan. Beğenilmeyen kötü hal ve hareket.
  • zemin : f. Yer. Yeryüzü.* Meydan. Satıh. * Tarz. Eda. *Mevzu. ◊ Kötürüm kimse.
  • zemin ü zaman : Vakit ve yer. * Münasebet. Mevzuya veya mes'eleye olan uygunluk, hâl, vaziyet.
  • zemin-dâr : (C: Zemindârân) f. Hâkim. Vâli.
  • zemin-kub : f. İkide bir ayağını yere vuran çengi, rakkase. * Yer tepici olan at, deve, katır ve benzeri hayvanlar.
  • zemir : Bahadır, kahraman, yiğit.
  • zemistan : f. Kış. Kış mevsimi.
  • zemistanî : f. Kışlık. Kış mevsimine ait.
  • zemk : Sakal yolmak. (Yolunan sakala 'zemika' veya 'mezmuka' derler.)
  • zemka : Kuşun kuyruğunun bittiği yer.
  • zeml : Atın, davarın neşeli yürüyüşü. * Yük yüklemek. * Refik. Arkadaş.
  • zemm : Birisinin ayıplarını söylemek, çekiştirmek. Kötülemek, yermek. Ayıplamak.
  • zemmâm : Ayıplayıcı, zemmedici, kötüleyici.
  • zemmar : Düdük çalan.
  • zemn : Kötürüm olmak.
  • zemr : Savaşmak. * Bir nesne ile kandırmak. ◊ Düdük çalmak.
  • zemu' (zemi') : Aceleci ve seri kimse. * Sıçraması birbirine yakın olan tavşan.
  • zemzem : Çok mübarek bir su. * Kâbe-i Mükerreme'nin yanındaki maruf kuyu. (Süryanicede Zem: Dur, gitme mânasınadır. Vaktiyle Hz. Hacer, oğlu İsmail'in (A.S.) ayağı altından su çıkıp More…
  • zemzeme : Nağme, hoş ses. Uzun uzadıya gürleyerek seslenmek. Geniz ve boğaz ile ezgili ses çıkarmak. Yavaş yavaş geniz ve boğazdan ses çıkararak türkü veya şarkı söylemek. * Cemaat.
  • zemzeme-dâr : f. Ahenkli.
  • zemzeme-pirâ : f. Şarkı söyleyen, terennüm eden.
  • zen : f. Vuran, kesen, atan mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Zeden: Vurmak mastarında emir köküdür) Lâf-zen $ : Söz atan, lâf atan. ◊ f. Kadın, nisa.
  • zen-dost : f. Kadınların peşinde dolaşan, kadınlardan hoşlanan, zampara.
  • zena' : Kısa boylu ve dar nesne. * Sidiğini tutup işemeyen kişi.
  • zenabi : Kuş kuyruğu. * Deve burnundan akan sümük.
  • zenabil : (Zenbil. C.) Zenbiller.
  • zenabir : (Zünbur. C.) Eşek arıları.
  • zenadik : (Zındık. C.) Zındıklar. Allah'a ve âhirete inanmayan dinsizler. İçten inanmayıp zâhiren mümin görünen münafıklar.
  • zenadika : (Zındık. C.) Zındıklar.
  • zenah : (Zenâhdân) f. Çene.
  • zenan : f. 'Vurarak' mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ta'ne-zenan $ : Söverek. ◊ Kadınlar.
  • zenane : f. Kadınla alâkalı, kadına mahsus. Kadın işi.
  • zenav : (Bak: Avzen)
  • zenb : Suç, günah, kabahat.
  • zenbak : Güzel kokulu bir çiçek. Zambak. * Yâsemin yağı.
  • zenberek : (Zenburek) f. Hareket ettirmeğe yarıyan yay. Saatin zenbereği. * Hayvan üzerinde taşınan ve ateşlenebilen küçük top. * Mc: Faaliyet ve harekete sebep olan şey.
  • zenberiyye : Büyük cins bir gemi. * İri vücutlu, enli erkek.
  • zenbil : İçine öteberi konulup elde taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan, ağzı geniş kap.
  • zenbuc : Yabani zeytin.
  • zenburek : f. Zenberek. * Tar: Hayvan ile taşınan eski küçük toplar.
  • zenc : Siyah, kara.
  • zencebil : Hoş kokulu bir baharat adı.
  • zencere : Parmakla fiske vurmak.
  • zenci : Siyah ırktan olan. Siyâhi.
  • zencir : f. Zincir.
  • zencir-bend : f. Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. * Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra More…
  • zend : (C.: Zinâd-Eznüd-Eznâd) Kolun bilekte olan mafsalı. * Çakmak taşı ve demiri.
  • zendeka : Kâfirlik, dinsizlik.
  • zeneb : Kuyruk.
  • zened : f. (Hâl sigası Zeden masdarından) Vuruyor, çarpıyor, tutuyor (meâlinde).
  • zenek : f. Küçük kadın.
  • zenen : Burundan sümük akıp durmak.
  • zeng : Zenci. * Kir, pas. * Zil.
  • zengâr : Bakır pası nev'inden bir mâden. Boyacılar kullanılır. Öldürücüdür. Yeşil renktedir.
  • zengel(e) : f. Çıngırak. * Çan.
  • zenh : Yemeğin kokup bozulması.
  • zenim : Soyu bozuk, soysuz. Aslında o kavimden olmayıp sonradan ona katılan kimse. * Aşağılık.
  • zenin : Sümük.
  • zenk : Bir taife adı.
  • zenka : Dar sokak.
  • zenme : Keçinin kulağı ucunda küpe gibi sarkan kıllar. * Devenin kulağından kesip ilişik koydukları parça.
  • zenna' : Sümüklü kadın. * Hayzı kesilmiş olmayan kadın.
  • zenne : Kadın kısmı. * Eskiden orta oyununda kadın rolü yapan erkek sanatkârlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. Eskiden kadınlar, oyunda rol alamadıkları için erkekler kadın kıyâfetine girer ve More…
  • zennun : Sümüklü.
  • zenpare : f. Zampara. Zenperest.
  • zenperest : (C.: Zenperestegân) f. Kadına düşkün, kadın peşinde dolaşır ahlâksız kimse.
  • zentere : Darlık, şiddet.
  • zenub : Sakaların su dağıttıkları bir kapdır ki.
  • zenyan : Men'etmek, engel olmak. Kabul etmemek, reddetmek. * Evmek, acele etmek. * Rüzgârın sert esmesi.
  • zer : Sarı. * Altın, akçe. * Nöbet. * Oruç. * Çile.
  • zer' : Çoğaltma. * Halketme, yaratma. * Tohum ekme. * Ağzından dişlerin dökülmesi. * Saç ağarması. * Perde, hâil. ◊ Ölçmek. * Kederli ve tasalı olmak. * Kalb. * El yaymak. * Kudret, More…
  • zer'î : (C.: Zer'iyyât) Arşın ile ölçülen şey.
  • zer'iyyat : Ekim işleri.
  • zer-hirid : (Zer-hıride) f. Satın alınmış kimse, köle.
  • zer-keş : f. Altın kakmalı, altın işlemeli. * Altın tel yapan.
  • zer-rişte : f. Altın tel. Sırma. * Sarı.
  • zer-şinas : f. Altın tanıyan, sarraf.
  • zer-tar : f. Altın tel, sırma. * Güneş ışını.
  • zer-ver : f. Altın yaldızlı olan.
  • zera : Gölgelik, perdelik.
  • zera' : Vahşi sığırın buzağısı. * Tamâ, hırs, aç gözlülük. ◊ İplik eğirmekte elleri çabuk olan.
  • zeraa : Genişlik. * Hız, sür'at.
  • zerab : f. Beyaz şarap. * Yaldız mürekkep.
  • zerabî : (Zürbiye) (Zirbiye. C.) İftihar eden. * Geniş, enli döşek, yatak.
  • zeraf : f. Zürafa.
  • zerafe (zürâfa) : (C.: Zürâfât) Deveye benzer, boynu uzun ve art ayakları kısa bir hayvan. Zürafa.
  • zerafî : (Zerafe. C.) Zürafalar.
  • zerak : Gök renkli. Mavi.
  • zerare : Saçılan şey.
  • zerarî : (Zürriyet. C.) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller.
  • zerbe : Yüce avazlı, gür sesli olmak.
  • zerd : (Zered) (C.: Zürud) Halka halka örülmüş savaşçı zırhı. * Yutmak. * Boğmak. ◊ f. Sarı. * Soluk, solgun.
  • zerd-âlû : 'f. (Zerd: sarı; âlû: erik) Sarı erik, zerdali.'
  • zerdab : (Zerd-âb) f. İrin, cerahat. * Safra. * Beyaz şarap.
  • zerde : f. Safranla pişirilen bir çeşit pirinç tatlısı. Safran, sarı renge boyadığı için bu ad verilmiştir. Eskiden düğünlerde pişirilirdi. * Safran. * Yumurta sarısı.
  • zerdec : Usfur çiçeğinin evvel çıkan sarı suyu.
  • zerdeme : Yutacak yer.
  • zerdfam : f. Sarı renkte. Sarı renkli.
  • zerdguş : f. İki yüzlü. Müraî. * Ürkek, korkak.
  • zerdî : f. Sarılık. Sarı renkte olma.
  • zerdost : f. Cimri, hasis, tamahkâr.
  • zerdüşt : Ateşe tapan, mecusi. * İlk önce nur ve zulmet diye iki ilâha inanmayı uyduran adam.
  • zere' : Başın önünde vâki olan beyazlık.
  • zereb : Keskin nesne. * Midenin bozulması. ◊ (C.: Zerâib) Koyun ağılı.
  • zerecun : (Zerâcin) Üzüm ağacı. * Üzüm asması. * Kızıl boya. * Çukur taş içinde biriken yağmur suyu.
  • zered : Zırh.
  • zeref : (Zerefân-Zerâfe-Zerif) (C: Zevârif) Gözden yaş akmak. * Yavaş yürümek.
  • zerendud : (Ze-endud) f. Altın yaldızlı.
  • zerger : (C.: Zergerân) Altın işleyen. * Kuyumcu.
  • zergerî : f. Kuyumculuk.
  • zergûn : f. Altın gibi sarı renkli olan. Altın renkli.
  • zerh : Yemeğe zehir katmak.
  • zeri' : Araya giren, şefaat edici. ◊ Çabuk ve kolay olan.
  • zeria : (C.: Zerâi) Vesile. * Yol. * Geçit. * Avcının, arkasında gizlendiği deve.
  • zerin : (Bak: Zerrin)
  • zerir : Yanmak. * Parlamak. ◊ Zeki, hafif kimse.
  • zerire : (C.: Ezirre) Göz otu. Tutya.
  • zerk : Hile. Riya. İki yüzlülük. * Şırınga yapmak, iğne ile vücuda ilâç vermek. ◊ Çirkin söz söylemek. * Kuşun terslemesi.
  • zerk-âlûd : f. Riyalı, riya karışık.
  • zerk-füruş : f. Hileci, hilekâr. İkiyüzlü, müraî.
  • zerm : Kesilmek.
  • zerneb : Turunç kokusu gibi güzel kokan bir ot. * Fercin dışarısında olan et.
  • zernigâr : f. Altın ile işlenmiş. Yaldızlı.
  • zerr : Zerre, en küçük parça. * Karınca yumurtası. * Ayırmak. ◊ Düğmeyi iliklemek. * Birbirine pekitip bağlamak.
  • zerra' : Ekinci, çiftçi.
  • zerrad : Zırh ören.
  • zerrak : (Zerk. den) İki yüzlü.
  • zerrat : (Zerre. C.) Zerreler. Pek ufak parçalar. Moleküller.
  • zerre : (C: Zerrat) Pek ufak parça. * Atom. * Çok küçük karınca. * Güneş ışığında görünen ufacık tozlar. * Küçük boylu adam.
  • zerrevâri : f. Zerre gibi çok küçük.
  • zerrevî : Zerre ile alâkalı, zerreye âit.
  • zerrin : f. Altından yapılmış. Altın gibi parlak. Sarı
  • zerşek : Kadın tuzluğu. Pars anberi.
  • zeruf : Seri, hızlı, aceleci.
  • zerur : Göz otu.
  • zerv : Tutup götürmek. * Savurmak. * Kırıp götürmek.
  • zeryac : Zerde aşı.
  • zerzere : Sığırcık kuşunun ötmesi.
  • zett : Ziynet, süs.
  • zeum : Yağlı mıdır değil midir bilinmeyen koyun.
  • zeur : Korkak kimse.
  • zev' : Ölüm sebebiyle gelen sıkıntı, keder.
  • zevabe : (C.: Zevâib) Saç bölüğü. * Zülüf. * Kılıç tasması.
  • zevabi' : Musibetler. Büyük belâlar. (Bak: Devâhi)
  • zevacir : (Zâcire. C.) Yasak edenler, men'edenler, önleyenler.
  • zevad : Azıklar, yiyecekler.
  • zevade : Ziyadelik, çokluk.
  • zevah : Gitmek.
  • zevahif : (Zâhife. C.) Yerde sürünerek yürüyen hayvanlar, sürüngenler.
  • zevahir : (Zühre. C.) Çiçekler. * Parlak yıldızlar. * Ziynetli, parlak ve berrak olanlar. ◊ Dolu, taşkın, coşkun denizler. * Mc: Yüksek şan ve şerefler. ◊ (Bk: Zavahir)
  • zevaib : (Zâib. C.) Erimiş şeyler, eriyenler.
  • zevaid : (Zâide. C.) Fazlalıklar, fazla şeyler. Faydasız şeyler.
  • zevail : (Zail. C.) Zeval bulanlar. Zail olan şeyler. * Mc: Yıldızlar.
  • zeval : Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek. * Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman. * Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna More…
  • zevalî : Zevale mensub, zevale ait ve müteallik. * Çok yaşlı.
  • zevalnâpezir : f. Geçici ve muvakkat olmayan. Zeval bulmayan. Sona ermeyen.
  • zevalpezir : f. Geçici olan. Muvakkat. Sona eren.
  • zevamil : (Zâmile. C.) Küçük yükler. * Yük hayvanları.
  • zevani : (Zâniye. C.) Zâniyeler. Zina yapan kadınlar.
  • zevari' : Küçük tuluklar.
  • zevat : (Zât. C.) Zatlar, şahıslar, kimseler. * Üzüm, buğday gibi şeylerin kabuğu.
  • zevata : İki zat. * İki sahib. * Çift.
  • zevaya : (Zâviye. C.) Zaviyeler. Açılar. Köşeler. Tekyeler.
  • zevb : Erime.
  • zevc : Çift. İki şeyden meydana gelen. * Sınıf, cins, nev'. * Karı ve kocanın herbiri. * Koca, eş.
  • zevcat : (Zevce. C.) Zevceler. Karılar. Kadın eşler.
  • zevce : Kadın eş. Nikâhlı kadın, eş.
  • zevceyn : Karı ile koca. Kadın ile erkek çift.
  • zevciyyet : Kocalık, karılık. Eşlik. Karı ve koca oluş.
  • zevd : Ayırmak. * Uzaklaştırmka, ırak etmek. * Defetmek, menetmek. ◊ Koyunu su yerinden sürmek. * Sevk.
  • zeveban : Erime.
  • zeveban etmek : Fiz: Sıcaklığını artırarak bir cismin, katı hâlden sıvı hâline geçmesi. Erimiş olması.
  • zevel : Hafif, zeyrek, zarif kimse. (Müe: Zevle)
  • zever : Meyl, eğrilik.
  • zevf : Adımını birbirine yakın atmak.
  • zevg : Bir şeyi bir tarafa eğme, bir yana meyillendirme.
  • zevh : Develeri dağıtıp toplamak. ◊ şiddetle yürümek.
  • zevi : (Zû. C.) Sahipler.
  • zevk : Lezzet alma, hoşa gitme, tatma. * Hoş, hoşa giden. Mânevi haz. * Boş vakit geçirmek. Eğlenmek. * Alay etmek. Güzeli çirkinden ayırma kabiliyeti.
  • zevk-âlud : f. Zevkli, zevk karışık.
  • zevk-bahş : f. Zevk veren, eğlendiren, neşelendiren. * Meşhur bir cins lâle.
  • zevk-cû : (C. : Zevkcuyân) f. Zevkine düşkün. Zevk arıyan.
  • zevk-yâb : f. Lezzet alan, zevklenen.
  • zevkî : Zevkle alâkalı. Zevke âit.
  • zevkiyyat : Zevk ve eğlenceye dair hususlar.
  • zevl : (C.: Ezvâl) Acib nesne. * Zâil olmak, geçici olmak.
  • zevlak : Taraf, cânib.
  • zevr : Yalan, kizb. * Bâtıl mâbud. * Ziyaret etmek. * Göğüs üstü. ◊ Göğüs altı.
  • zevra' : Bağdat. * Dicle nehri. * Eğri ve eğilmiş nesne. Yay. * Derin kuyu. * Uzak yer.
  • zevrak : Kayık, sandal. * Mekke'de yapılan ve içine zemzem koymaya mahsus olan kap, ibrik.
  • zevrakçe : f. Ufak kayık. Ufak sandal.
  • zevraksüvâr : f. Kayığa binen. Sandala binmiş olan.
  • zevre : Uzaklık. * Ziyaret etmek.
  • zevreka : (C.: Zevrak-Zevârik) Ölçek. * Küçük gemi.
  • zevt : Boğmak.
  • zevv : Irak diyarında bir dağın adı. * Kadr, kıymet. * Miktar.
  • zevvak : Bir şeyi fazlasıyla deneyen. * Bir şeyi çok fazla tadan.
  • zevy : (Zevey) Döndürmek. Cem etmek, dürülmek. Tutmak. ◊ Solmak. * Değişmek, mütegayyer olmak.
  • zevzat : Doğurmak. * Sür'atle gitmek. * Reddedip uzaklaştırmak.
  • zevzek : t. Geveze. Münasebetsiz, temkinsiz. Ağzı ve eli durmayan. Hoppa.
  • zey' : (Zeyean) Duyulma. Meydana çıkıp yayılma. ◊ Güzelce pişip erimek.
  • zeyb : (Bak: Zîb)
  • zeybek : Hafif silâhlarla donanmış ve asâyişi muhafazaya memur olan eski bir sınıf asker.
  • zeyd : Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan isimlerdendir. (Diğer isimler: Amr, Bekir, Beşir, Hâlid)
  • zeyd (ziyâd) : Men'etmek, reddedip gidermek.
  • zeyek : İki uyluk arasının geniş olup birbirine uzak olması.
  • zeyf : (C.: Ziyâf - Züyuf - Ezyâf) Kalp ve silik para veya akçe.
  • zeyg : Şübhe. Doğruluktan ayrılma. * Bir tarafa meyletme. * Yanılma. * Kamaşma.
  • zeyh : (Zeyhân) Zulüm etmek. Haktan uzaklaşmak. ◊ Mahvolmak. * Gitmek. * Uzak olmak.
  • zeyhan : Zulüm etmek. Zâlimlik yapmak.
  • zeyl : Ek, ilâve, bir şeyin altı, devamı. * Etek. ◊ Ayırma. Tefrik.
  • zeylen : Ek olarak. İlâve ederek.
  • zeyliyât : İlâve ve ek olarak yazılan şeyler.
  • zeyn : Zinet, süs. Süslemek.
  • zeyneb : Eski fetva metinlerinde kadını temsil eden isimlerden biri. * Gül. (Bak: Hatice)
  • zeyr : Eksilmek.
  • zeyt : Zeytinyağı. Yağ.
  • zeytun : Zeytin.
  • zeytunî : Zeytin renginde olan.
  • zeyy : Döndürmek. * Toplamak, cem'etmek. ◊ (Bak: Ziyy)
  • zeyyal : Kuyruklu. * Uzun etekli.
  • zeyyat : Zeytin ağacı.
  • zî : Arapçada kelimenin yerine göre 'Zâ, Zû, Zî' şeklinde okunan, 'sâhib' mânasını ifade eden ve birleşik kelimeler yapılan bir edattır.
  • zi : f. Türkçedeki 'den, dan' mânasını ifade eder. Meselâ: Zi-mısır $ : Mısır'dan. ◊ Kur'an-ı Kerim alfabesinde onyedinci harftir. Ebcedî değeri: 900'dur. More…
  • zi'b : Kurt. Canavar.
  • zi'be : Eyerin ve semerin iki yanlarının arası.
  • zi'ber : Çok kaba dikişli bir Arap kaftanı.
  • zi'bik : Civa.
  • zi'f : İki kat. Bir şeyin miktarca iki katı.
  • zi'leb(e) : Deve kuşu. * Hızlı yürüyen dişi deve.
  • zi'm : Ayıp.
  • zi'r : (C.: Zıâr-Zuur-Ezâr) Süt anası.
  • zi-der : f. Kapıdan.
  • zi-dergâh : f. Dergâhtan.
  • zia : İşlenir toprak. Tarla.
  • ziab : (Zi'b. C.) Kurtlar, canavarlar.
  • ziamet : (Bak: Zeâmet)
  • ziar : Devenin ağzını bağlamak.
  • zîb : Zinet, süs. Düzgün, iyi elbise.
  • zîb-âver : f. Süsleyici, bezeyici.
  • zîb-efza : f. Güzelleştiren, süsü artıran, güzelliği çoğaltan.
  • ziba : f. Güzel, süslü, yakışıklı.
  • ziba' : (Zabu. C.) Sırtlanlar.
  • zibab : (Zabb. C.) Kertenkeleler. Kelerler.
  • zibac : Nedimelik etmek. * Sohbet etmek.
  • zibak : Cıva.
  • zibal : Karıncanın ağzıyla götürdüğü şey.
  • zibar : (Zebr. C.) Kitaplar. * Yazı yazmalar. * Kâğıt yaprakları.
  • zîbarû : (Zibâ-ru) f. Güzel yüzlü. Dilber.
  • zîbayî : f. Süslülük, güzellik, yakışıklılık.
  • zibbah : Ayak parmaklarının diplerinde olan yarıklar.
  • zibban : (Zübâb. C.) Sinekler.
  • zibbir : Kuvvetli.
  • zibe'ra : Yaramaz huylu kimse. * Kaba sakallı, yüzü ve kaşı kıllı kimse. * Timsahın dişisi. * Boynuzuyla fili başında götüren canavar.
  • zibende : f. Süslü, zinetli, yakışıklı. Lâyık, güzel.
  • ziberkan : Ay, kamer. Ay ve güneş. * Arap reislerinden bir reisin adı.
  • zibh : Boğazlanan davar.
  • zibha : (Zübha) Kuşpalazı, difteri.
  • zibl : Süprüntü. Gübre.
  • zibniye : Zorla def'edici, zorla kovan.
  • zibr : Mektup. Kitap.
  • zibrak : Sarartmak.
  • zicac : Karanfil.
  • zican : Meyletmek, eğilmek.
  • zicc : Yumuşaklıkla def'etmek. Tatlılıkla kovmak.
  • zid : Aksi, muhâlif, zıt. * Nefret edilen, kerih şey.
  • zida(y) : Cilâlayıcı, temizleyip parlatıcı.
  • zidb : (C.: Ezdâb) Nasip, kısmet.
  • ziddân : İki zıt.
  • ziddeyn : Birbirinin aksi olan iki şey. İki zıt.
  • ziddiyet : Birbirine muhâlif, zıt olma hâli. Zıtlık. Birbirinden nefret etme. Zıt fikir veya kanaat sahibi olanların durumu.
  • zide : (Zidet) : f. 'Çoğalsın, artsın' anlamlarına gelir ve duâ ve temennilerde bulunmak üzere kullanılır.
  • zidet fazluhu : Bilgisi artsın, fazlı çok olsun!
  • zidk : Sıdk, doğruluk.
  • zîf : Kenar, nâhiye, cânip, taraf.
  • zifaf : Gerdeğe girmek. Gerdek.
  • zifan : (Zayf. C.) Misafirler. ◊ Öldürücü zehir.
  • ziff : Deve kuşunun yeleklerinin küçüğü.
  • zifil : Katran.
  • zifr : (C: Azfâr) Kir, pas. * Yük. * Kırba. (Kırba götürenlere 'Zevâfir' derler.) ◊ Tırnak. Çengel. Pençe.
  • zifra : (C.: Zifâri) Devenin kulağı ardında terleyen yer.
  • zîfünun : Çok şeyler bilen, mehâret sâhibi olan, fen sâhibi.
  • zîh : (C.: Züyuh-Ezyâh) Çok kıllı erkek sırtlan. (Müe: Zeyhâ)
  • zih : f. Kiriş. * Yay kirişi. * Kenar çizgisi. * Kaytan, şerit.
  • zihaf : Çokluk. * Süstlük ve zayıflık ile yürümek. * Edb: İbarede uzun okunulması gereken bir sesli harfin, vezin zarureti ile kısa okunuşu. (Bunun zıddı: İmâle'dir)
  • ziham : Kalabalık, sıkışıklık.
  • zihar : İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak. * Karşılıklı yardımlaşmak.
  • zihare : Elbisenin dış yüzü, dış tarafı.
  • zîhassa : Hassalı, özellik, hususiyyet sâhibi.
  • zihbe : (C. Zihâb) Yağmur katresi.
  • zihi : Şu, bu mânasına gelen müennes işaret zamiri. ◊ f. Ne güzel. Ne iyi. Aferin.
  • zihin : (Zihn) Anlama, bilme, hatırlama kuvveti. Anlama kuvvet ve istidadı. Hıfz kabiliyeti. (Bak: Dimağ)
  • zihlaf : Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Uzaklaştırmak, ırak etmek.
  • zihlil : Dayanacak ve kayacak dar mekân.
  • zihnen : Zihin ile, düşünerek, akıl ile.
  • zihnî : (Zihniyye) Zihinle alâkalı. Zihne âit.
  • zihniyyât : Zihne ait hususlar. Zihinle ilgili meseleler.
  • zihniyyet : Düşünce. Düşünce yolu. * Anlayış. * Kafa.
  • zihrî : (C.: Zıhârâ) Bir ihtiyaç için hazırlanıp saklanan nesne.
  • zihrit : Koyun ve deve burunlarından akan sümük.
  • zîk : Yaka kenarı. ◊ (Bak: Dıyk)
  • zikâr : (Zeker. C.) Erkekler.
  • zike : Silâh.
  • zikkî : Deriden yapılmış su tulumu.
  • zikr : (Zikir) Anmak, hatırlamak. Anılmak.
  • zikr-ârend : f. Zikreden. Anan.
  • zikra : Anma, hatırlama. * Nasihat, öğüt. * İbret. Örnek.
  • zikzak : Fr. Bir sağa ve bir sola doğru gidiş yapma.
  • zilal : (Zelil. C.) Hor ve hakir olanlar. Zeliller. ◊ (Zıll. C.) Gölgeler.
  • zilale : Gölgelik.
  • zilf : Hayvanların çatal tırnağı.
  • zilhicce : Hacca gitmenin içinde yapıldığı Arabi onikinci ay. Kurban bayramı, bu ayın onuncu gününe rastlar.
  • zilka'de : Arabi ayların on birincisi.
  • zill : Gölge. * Perde. * Mc: Sahip çıkma, koruma, himaye etme. ◊ Yumuşaklık. * Kolaylık, âsanlık. * Davarın alışması.
  • zill-âlud : f. Gölgeli.
  • zille : Orak kuşu denilen bir böcektir, orak vaktinde öter.
  • zillet : Aşağılık, horluk, hakirlik, alçaklık.
  • zillî : Gölge ile alâkalı.
  • zillîm : Zulmü çok olan kimse. Zâlim insan.
  • zilliyet : Zâhirî sahiplik. Himaye edici olma. * Gölgelik.
  • zillullah : Cenab-ı Hakk'ın namına yeryüzünde tasarrufta bulunan insan, halife. İlâhî kanunu tatbike çalışan halife ve pâdişahın nâmı.
  • zilye : (C.: Zelâli) Büyük döşek.
  • zilzal : Zelzele, sarsıntı.
  • zilzal suresi : Kur'an-ı Kerim'in 99. suresidir. 'Zelzele, İzâzülzile' sureleri de denir.
  • zilzil : (C.: Zelâzil) Uzun etek.
  • zimad : (C.: Zamâid) İlâç. * Merhemle yaraya sarılan sargı, bez.
  • zimal : (Bak: Zemel)
  • zimam : Ahd, söz, yemin, eman. * Hak. * Hürmet. ◊ Hayvan yuları. Yular.
  • zimam-dâr : f. Elinde yular tutan. * İdare eden. İdareci. İleri gelen. Bir işi elinde tutan.
  • ziman : Zarar ve ziyana karşılık verilen bedel.
  • zimar : Ele geçmesi mümkün olmayan kaybolmuş mal. Alacak veya yeri bilinmeyen mal. * Gizli kalmış hazine, iş veya şey. ◊ Irz, namus. Kişinin koruması kendi üzerine vâcib olan aile More…
  • zimem : (Zimmet. C.) Borçlar, zimmetler.
  • zimemat : (Zimem. C.) Borçlar.
  • zimmar : Deve kuşu sesi. * 'Bağırmak, savt ve sada etmek' mânâsına mastar.
  • zimmet : Himayeyi te'min eden ittifak. * Borç. * Alâkalı. * Uhde. * Vicdan. * Mes'uliyet. * Üst. Üstte olan şey. * Koruma zorunda kalma.
  • zimmet-dâr : f. Hazine sâhibi. Vergiyi alan, toplayan. Alacaklı.
  • zimmî : Anlaşma ile İslâm diyarında yaşaması kabul edilmiş, hayatı hıfzedilen gayr-ı müslim. Ehl-i zimmet.
  • zimmit : Ağır başlı, ciddi, vakarlı kimse.
  • zimn : İç taraf. * Maksad, gaye. * Açıktan söylenmeyip dolayısıyle anlatılan.
  • zimnen : Açıktan olmayarak, dolayısıyla, ima yolu ile. İçinden olarak.
  • zimnî : İçinde saklı, gizli olarak. * Kendiliğinden.
  • zimr : (C.: Ezmâr) Bahadır, kahraman, yiğit.
  • zimzim : İri gövdeli deve.
  • zîn : f. Binek hayvanlarına vurulan eyer.
  • zina : Haram ve büyük günah olan ve nikâhsız olarak yapılan cinsi münasebet.
  • zinab : (Zeneb. C.) Kuyruklar.
  • zinabe : Her şeyin ardı, arkası.
  • zinak : Çene altının derisi. * Altından veya gümüşten yapılan ve kadınların boyunlarına taktıkları boğmak.
  • zinakâr : f. Zina eden, zâni.
  • zinbar : Hafif, zarif, hazırcevap kimse. * Yük götürebilen eşek. * Büyük fare. * Çınar ağacına benzer bir ağaç.
  • zincar : Bir nevi balık.
  • zindan : f. Karanlık, yeraltı hapishânesi. Sıkıntı ve karanlık yer.
  • zindanî : (C.: Zindaniyân) Zindanlık. Zindana kapatılmış suçlu. * Zindan muhafızı. Zindancı.
  • zinde : f. Dinç, diri, canlı. * Güçlü, kuvvetli.
  • zinde-bâd : f. Yaşasın, çok yaşa, sağ ol.
  • zinde-dâr : f. Gece uyumayan, uyanık kalan.
  • zinde-dil : f. Kalbi diri olan, uyanık.
  • zinde-gî : f. Canlılık, zindelik, dirilik.
  • zindik : (Zındık) Dinsiz, imansız. Müşrik. (Bak: Zendeka) ◊ (Bak: Zendeka)
  • zine : Düzgün. * Libas, elbise.
  • zinet : Süs. Bezek. Kadınlara mahsus kıymetli eşya.
  • zinfilece : (Zinfelîce) Zenbile benzer bir nesne.ZİNHAR $ f. Sakın, aslâ, kat'iyyen, olmaya, aman. * Elbette.
  • zinharhâr : f. Sözünde durmayan adam. * Aman dileyen.
  • zinkîr : Tırnak kesintisi.
  • zinne : Töhmet, kabahat.
  • zinnet : Cimrilik, pintilik.
  • zir : (C.: Zire) İnce kiriş. * Kadınlar sohbetini seven kişi. ◊ f. Alt, aşağı.
  • zir ü zeber : Altüst, karmakarışık, darmadağın.
  • zir-bend : f. Kayış, kuşak, kemer.
  • zira : f. Çünkü. Ondan ki, şundan, şu sebepten ki.
  • zira' : El, kol uzunluğu. Yirmidört parmak uzunluğu. Arşın. * Bir kolun dirseğinden orta parmak ucuna kadar uzunluk ölçüsü. (75-90 cm. kadar) * Gökte ayın menzillerinden birisi. * Tulum. İçine More…
  • ziraat : Çiftçilik, ekincilik.
  • zirabe : Keskinlik.
  • ziraî : Çitfçiliğe ait. Ziraate dair, onunla alâkalı.
  • zirar : Karşılıklı zarar vermek.
  • ziraye : Hışım etmek, hiddetlenmek, kızmak.
  • zirba' : Maymuna benzer bir hayvan.
  • zirban : (C.: Zerâbin) Kokarca denilen küçük, kediye benzer, çirkin kokulu bir hayvan.
  • zirek : f. Anlayışlı, uyanık, zeyrek.
  • zirekî : f. Uyanıklık, zeyreklik, anlayışlılık.
  • zirfin : (C.: Zerâfin) Kapı halkası.
  • zirgam : (C.: Zarâgım) Aslan, gazanfer.
  • zirh : Cevşen. * Muharebe elbisesi, demirden örülmüş veya dökülmüş elbise.
  • zirhpuş : (C.: Zırhpuşân) f. Zırh giyinmiş, zırh giyen.
  • ziriba' : Belâ, zahmet.
  • zirin : f. Alttaki, aşağıdaki.
  • zirnîk : Zırhım, fare otu.
  • zirr : Gömlek ve kaftan düğmesi. * Tomurcuk. ◊ Düğme. * Tomurcuk.
  • zirve : Bir şeyin, hususan dağın en yüksek noktası, tepesi.
  • zirve-i bâlâ : f. Yüksek zirve. * Yüksek makam. * Yüce kat.
  • zişt : f. Çirkin. Kötü. Kabih.
  • ziştî : f. Çirkinlik.
  • zît : (Ziyât) Çağırmak. * Niza edişmek, çekişmek.
  • zivana : f. İki ucu açık küçük boru. * Birbirine geçen şeylere açılan boru şeklinde delik. ◊ (Bak: Zıvana)
  • zivanadan çikmak : Taşkınlık göstermek. Haddini aşmak, edepsizlik etmek.
  • ziver : Şiddetle yürümek. ◊ Süs. Zinet.
  • ziya : Işık, aydınlık, nur. Ruşenlik. ◊ (Bak: Ziyâ)
  • ziya' : (Zay'a. C.) Küçük çiftlikler, tarlalar. ◊ Kayıp, yitim. Kaybolma. Mahvolma. ◊ Kaybolma, mahvolma.
  • ziya-efşan : f. Işık saçan, ziya saçan.
  • ziyade : Artan, fazla kalan. Çok bol. Fazladan. * Artma, çoğalma.
  • ziyaf : (Zeyf. C.) Kalp ve silik paralar. Karışık akçeler.
  • ziyafe : Merdut olmak. * Tenbel. * Değişmek.
  • ziyafeşan : f. Işık saçan, ziya saçan.
  • ziyafet : Misafire yedirip içirme, ikram etme. Misafir kabul etme. ◊ Karışık ve değişik olma.
  • ziyai : (Ziyaiyye) Işığa ait. Ziyaya dair ve mensub olan.
  • ziyal : Uzun kuyruklu at.
  • ziyame : Ayıplı olmak.
  • ziyan : f. Zarar, ziyan, kayıp, hasar.
  • ziyanisar : (Ziya-nisâr) f. Işık saçan, ışık serpen.
  • ziyankâr : f. Zarar veren, ziyancı. Zarar ve ziyan edici.
  • ziyapaş : f. Işık ve aydınlık veren. Ziya saçan.
  • ziyar : Yavşa denilen nesne. (Baytarlar) onunla davar dudağını kıstırıp zebun ederler.
  • ziyare : Meşhur, şöhretli.
  • ziyaret : Görüşmeğe gitmek. Bir kimseyi görmeye varmak.
  • ziyaret-gâh : f. Ziyaret yeri. * Türbe. Makbul ve dine büyük hizmeti olan ve veli tanınanların kabrinin bulunduğu yer.
  • ziyk : (Dıyyık - Dıyk) Dar. Sıkıntılı.
  • ziyy : (C.: Ezyâ) (Zeyy) Dış görünüş. * Libas. Kılık, kıyafet. Hey'et.
  • ziyyik : Pek dar.
  • ziza' : Ot ve su olmayan yer.
  • zizefun : Ihlamur ağacı.
  • zorbaz : f. Kuvvet oyunları gösteren sanatkâr. Bu oyunlar hünerden çok güce, kuvvete dayandıkları için, zor oyuncusu demek olan bu tabir meydana gelmiştir. Eskiden cambazlar kuvvetli adamlar More…
  • zû : Kelimenin başına gelerek 'sâhip, mâlik olan' mânasını verir. (Bak: Zâ)
  • zû' : Gece uçan kuşlardan birisi. * Erkek baykuş. ◊ (C.: Azvâ'-Ziyâ') Işık, aydınlık.
  • zu'ban : (Zi'b. C.) Canavarlar, kurtlar.
  • zu'kuk : (C.: Zeâkık) Yaramaz huylu kimse.
  • zu'lub : (C.: Zeâlib) Bez parçası.
  • zu'luk : Bir ot cinsi.
  • zu'm : (Zuum) Bâtıl zan. Şübhe. Yanlış zan.
  • zu'miyyât : Bâtıl, yanlış zanlarla alâkalı şeyler.
  • zu'mum : Yorulmak.
  • zü'nun : Bir ot cinsi.
  • zu'r : Korku, havf.
  • zu'rur : Yaramaz huylu kişi. * Kızılcık yemişi.
  • züaf : Tez, acele, hızlı seri. ◊ Ağu. Zehir.
  • zuafa : (Zayıf. C.) Zayıflar. Zayıf olanlar.
  • zuak : Tuzlu su.
  • zuama : (Zaim. C.) (Zeâmet. den) Kefiller. * Büyük tımar sâhipleri.
  • zübab : Şom. Şer, kötülük. Kovmak, uzaklaştırmak.
  • zübab(e) : Sinek.
  • zübad : Bir ot cinsi.
  • zübale : Mum. Kandil fitili.
  • zübana : Yılan boynuzu. * Akrebin kuyruğu ucundaki dikeni.
  • zübbad : Değersiz şey. * Kaymak.
  • zubban : (Zabb. C.) Kelerler, kertenkeleler.
  • zübd : Tereyağı, kaymak.
  • zübde : (C.: Zübüd) Netice, sonuç, hülâsa. * Bir şeyin en mühim kısmı. * Kaymak. * Her nesnenin iyisi ve hâlisi.
  • zübdî : Tereyağıyla ilgili, tereyağına ait. Tereyağlı cisimler.
  • zube : Bir taraf.
  • zübed : (Zebed. C.) Köpükler. * (Zübde. C.) Özler, özetler, zübdeler, neticeler.
  • zübeh : Bir ot.
  • zübeyr : (Zübür. den) Yazılı küçük şey.
  • zübre : (C.: Züber) Büyük demir parçası. (Örs mânasına da gelir.)
  • zübul : Sararıp solma. Buruşma. * Pejmürdelik.
  • zübul-yafte : f. Gübrelenip kuvvetlenmiş olan.
  • zübur : (Zibr. C.) Mektuplar. Kitaplar.
  • zübür : (Zebur. C.) Kitaplar. Mektuplar.
  • zübye : (C.: Zübâ) Tepe.
  • zücac(e) : Cam, şişe, sırça.
  • zücacî : Camcı, şişeci, sırçacı.
  • zücaciyye : Cam veya sırçadan yapılı kaplar.
  • zücal : Oyuncu güvercin.
  • zücc : (C.: Zicce-Zicâc) Süngü arkasının demiri. * Dirsek kenarı. * Ok demiri.
  • zücle : (C.: Zücül) İnsanlardan bir taife.
  • zucret : Yürek darlığı, iç sıkıntısı.
  • zucretver : f. Sıkıntılı.
  • zücur : (Zecr. C.) Yasak etmeler, mâni olmalar, önlemeler. Zorlamalar. Eziyetler. Kovmalar.
  • zud : f. Çabuk, tez, hemen olan, acele. ◊ Üçten ona kadar olan develer.
  • zudaşna : (Zud-âşnâ) f. Her gördüğü kimseyle dost olan.
  • zudendaz : (Zud-endâz) f. Akla geldiği şekilde, düşünülmeden söylenen söz.
  • zudhiz : f. Vazifesini çok çabuk gören hizmetkâr.
  • zudî : f. Tezlik, çabukluk.
  • zudres : f. Çabuk erişen.
  • zudsir : f. Faydasız. Menfaatsiz. * Kötü huylu. * Bir şeyden çabuk bıkan, usanan.
  • zudter : f. Daha çabuk.
  • züff : (Züfâf) : Az, kalil.
  • züffe : Bölük, zümre.
  • zufr : Tırnak.
  • züfr : Ulu kişi, seyyid.
  • züfre : (C.: Zeferât) Kükremek. Gürlemek. * Nefesi içeri çekip göğsünü öttürmek. * Gam, tasa. * Atın orta yeri.
  • zufur : (C.: Ezfâr-Ezâfir-Zufir) Tırnak. * Yay başında kiriş takılan yerden ucuna varıncaya kadar olan miktar.
  • züfyan : Rüzgârın şiddetle esip sürüp götürmesi.
  • zugle : Her nesnenin bakiyyesi ve bölüğü. * Birşeyin bölük bölük olması.
  • zuglul : Yeyni, hafif. * Küçük oğlan.
  • zugr : Şam vilayetinde bir yerin adı.
  • züha' : Miktar.
  • zuhal : (Bak: Zühal)
  • zühal : Satürn Gezegeni.
  • zuhar : Ok yeleği. Kanat yeleği.
  • zühar : Zorla içi geçmek. * şiddetle teneffüs etmek.
  • zühban : (Zühub) (Zeheb. C.) Altınlar.
  • zühd : Dünyaya rağbet etmemek. Nefsâni zevk ve arzudan kendini çekerek ibâdete vermek.
  • zühdî : Zühde ait ve müteallik. Zühde dair.
  • zühdiyye : Fls: Çilecilik. Eziyet ve sıkıntılara katlanarak mânevi terakki sahibi olmağa çalışmak.
  • züheyr : Küçük çiçek. Çiçekcik.
  • zühluk : (C.: Zehâlik) Semiz,besili, şişman.
  • zühm : İçyağı.
  • zühme : (C.: Zühem) Çirkin koku. * Kedinin kuyruğu altında toplanan misk.
  • zuhr : Sahavetli zenginlik. * Yüksek şeref. ◊ Öğle vakti. Öğleyin.
  • zuhr(e) : İhtiyaç zamanı için muhafaza edilen, saklanan şey. Zahire. * Sâlih amel. Âhiret için yapılan hazırlık.
  • zühre : Çoban yıldızı. Sabah yıldızı. Târık. Venüs. Kervan kıran. Çulpan. Güneşten ikinci derecede uzak olan ve sair seyyarelerden daha parlak olan yıldızlar. * Berraklık, safilik.
  • zuhrefe : Süslemek, bezemek.
  • zührevî : Frengi ve bel soğukluğu gibi hastalıklar.
  • zuhruf : Yaldız. Yalancı süs. Gösteriş. Zinet. Altın.
  • zühruf : (Bak: Zuhruf) Yaldızlı zinet.
  • zuhruf suresi : Kur'an-ı Kerim'in 43. suresidir. Mekkîdir.
  • zühub : (Zeheb. C.) Altınlar.
  • zühuk : Bitip tükenme, mahvolma, yok olma. Hükümsüz kalma.
  • zühul : Unutmak veya bir işi geciktirmek. Elde olmayan bir sebeple bir işi geciktirmek. Yanılmak. Kasden unutur gibi olmak. ◊ (Zahl. C.) Düşmanlıklar. Adâvetler. Öç ve intikamlar. More…
  • zühumet : Yağlılık.
  • zuhur : Meydana çıkmak. * Ansızın meydana gelmek. * Baş göstermek. Görünmek. * Hulul. * Galip olmak. * Âlîkadr.
  • zühur : (Su) çok olmak. * (Irmak) su ile dolu olmak. * Büyük ve uzun olmak. ◊ (C.: Ezhâr) Darlık zamanı için saklanıp biriktirilen şey. ◊ Parlaklık. Parıldama. Zühuret. * More…
  • zuhurât : Birden oluveren şeyler. Hesapta olmayan umulmadık hâdiseler. * Sünuhat. (L.R.)
  • zühuret : Parlaklık, parıldama.
  • zuk' : (C.: Ezkâ) İki uyluk arası.
  • züka' : Üveyik kuşunun sesi. ◊ Nakit. ◊ Güneş.
  • zükae : Malı çok olan, zengin.
  • zukak : (C.: Ezikka) Sokak.
  • zükak : (C.: Zekâk-Ezikka) Sokak. * Üveyik kuşunun sesi. * Ses, avaz, sadâ.
  • zükam : Nezle.
  • züke : Hışım, gadap, hiddet, öfke. * Üzüntü, gam, tasa.
  • zukk : Kuşun yavrusuna ağzından birşey yedirmesi.
  • zükk : Üveyik kuşunun yavrusu.
  • zukl : Harâmi. * Küçük dar gemi.
  • zükme : Kişinin son çocuğu. * Çocuk doğarken çıkan ses. * Ağır ve can sıkıcı kimse.
  • zükr : Kalbdeki fikir, düşünce.
  • zükran : (Zeker. C.) Erkekler.
  • zükre : şarap konulan küçük tuluk. ◊ Peklik. * Keskinlik.
  • zükun : (Zekan. C.) Yüzün alt uçları. Çeneler.
  • zükur : (Zeker. C.) Erkekler.
  • zükuret : Erkeklik.
  • zülaka : (Bak: Zelâka)
  • zülâl : Saf, berrak, tatlı, hafif, güzel, soğuk su. * Yumurta akı.
  • zülâlî : (Zülâliyye) Yumurta akı özelliğinde olan maddeler. Yumurta akına benziyen.
  • zülam : Parasız, züğürt.
  • zulame : Mazlumun hakkı.
  • zülef : (Zülfe. C.) Gecenin gündüze yakın saatleri. * Yakınlık. * Rütbe. Menzile.
  • zulel : Gölgelikler.
  • zulem : Karanlıklar.
  • zulemat : (Zulmet. C.) Zulmetler, karanlıklar.
  • zülenkata : Zeker. * Kısa boylu kişi.
  • zülf : (Zülüf). f. Yüzün iki yanından sarkan saç lülesi.
  • zülf-i perişan : f. Zülfün dağınık, perişan oluşu. Sevgilinin saçının darma dağın oluşu. * Mc: Sevilen şeylerin, işlerin karma karışık oluşu.
  • zülf-i yâr : f. Sevgilinin zülfü. * Mc: Menfaat, fayda, çıkar. * Hatır, onur, şeref.
  • zülfa : Yakınlık, yaklaşma.
  • zülfe : Küçük saçak, püskül. * Yazı ıstahlarındandır, sülüs yazısındaki eliflerin ucundaki çengele verilen addır. Eliflerini ucundaki çengel, ufak saçağı benzediği için bu ad verilmiştir.
  • zülfet : Yakınlık.
  • zülhuka : Çocukların üzerine çıkıp kaydıkları nesne.
  • zülka : Kaypak, düz yer.
  • zülkum : Boğaz.
  • züll : Hakir olma, alçalma. Zillette oluş. Horluk.
  • züllaha : Arka ağrısı.
  • zullame : (Zalime) Zâlimin zulümle aldığı mal.
  • zullân : (Zelil. C.) Zeliller.
  • zulle : (C.: Zulel) Gölgelik. * Gölge eden bulut. * Sofa.
  • zulm : (Zulüm) Haksızlık. * Eziyet, işkence. * Bir hakkı kendi yerinden başka bir yere koymak.
  • zulmanî : Karanlık. Karanlıkla alâkalı. Karanlıklı ve karanlık gaflet uykusunda olan.
  • zulmat : (Zulümât - Zulemât) (Zulmet. C.) Karanlıklar. Kara gün. * Dinsizlik ve zulüm devri.
  • zulmen : Haksızlıkla, zulüm yaparak.
  • zulmet : Karanlık. * Mc: Sıkıntı.
  • zuluf : (Zılf. C.) Koyun, keçi, inek gibi hayvanların çatal tırnakları.
  • zülüf : (Bak: Zülf)
  • zulul : Gün geçirmek. * İşi gece yapmak. * (Zıll. C.) Gölgeler.
  • zülul : Vezinde eksik olmak.
  • zülül : (Zelul. C.) Yavaş ve başı yumuşak olanlar.
  • zulümat : (Bak: Zulmât)
  • zülzal : Zelzele, deprem, sarsılma.
  • zülzil : (C.: Zelâzil) Etek ucu.
  • zümer : (Zümre. C.) Gruplar, zümreler.
  • zümer suresi : Kur'an-ı Kerim'in 39. suresi. Mekkîdir.
  • zümh : Yüce ve büyük olmak.
  • zümmah : Bahil, yaramaz kişi.
  • zümmel (zümmâl) : Zayıf, korkak kişi.
  • zumne : Müzmin illet, zamanla yerleşmiş olan hastalık.
  • zümre : Bölük, cemaat, grup, takım, sınıf. Cins.
  • zümrüt : Cam parlaklığında, güzel, yeşil renkte şeffaf bir süs taşı.
  • zümuh : Uzak olmak. * Katı olmak.
  • zümum : (Zemm. C.) Ayıplamalar. Kınamalar.
  • zümürrüd : Zümrüt. * Mc: Çok yeşil olan renk.
  • zun : Put, sanem.
  • zünabe : Herşeyin ardı, arkası.
  • zünane : Borcun ve iddetin bakiyyesi.
  • zünba' : Akıllı, zeyrek kimse.
  • zunbub : İncik önünde olan kuru kemik.
  • zünbur (zünbâr) : (C.: Zenâbir) Eşek arısı. * Ufak taş parçası.
  • züneyb : Küçük kuyruk, kuyrukçuk. * Küçük sap, sapçık.
  • zünnar : İp. * Hristiyan rahiplerinin veya puta tapanların, papazların bellerine bağladıkları örme kuşak.
  • zünub : (Zenb. C.) Günahlar. Kabahatlar, suçlar. * (Zeneb. C.) Kuyruklar.
  • zunun : (Zann. C.) Zanlar. şübheler.
  • zünzün : (C.: Zenâzin) Gömlek eteği.
  • zur : Yalan. Asılsız. Uydurma. ◊ (Zor) f. Kuvvet, güç.
  • zür'a : Bir miktar ekilmiş yer.
  • zür'e : Aklık, beyazlık.
  • zurafa : (Zarif. C.) Zarifler. Zarif, hoş, tatlı ve nâzik konuşan, kibâr ve nâzik hareket eden kimseler.
  • zurar : Keskin bir taş.
  • zürare : Saçılan şey.
  • zurba : f. Zorba. Bir işi zorla yaptıran. * Kuvvetli, güçlü.
  • zurbayâne : f. Zorbalıkla, zorbacasına.
  • zurbaz : (Bak: Zorbaz)
  • zürefa : (Zarif. C.) Zarif kimseler. (Bak: Zurafâ)
  • züreyka' : Aş çervişi. (Aşın üstüne gelir)
  • zurhane : f. Spor salonu.
  • züribe (ziribe) : (C.: Zerâbi) Enli ve iyi döşek.
  • zurk : Yonca içinde biten yaban otu.
  • zürka(t) : Mâvi, mâvimtırak renk.
  • zurkâr : f. Zorlayan.
  • zürkum : Çehresi gömgök kimse.
  • zürmanika : Sof zırh.
  • zurmend : f. Güçlü, kuvvetli.
  • zürnuk : Küçük nehir.
  • zürra' : (Zari'. C.) Ekinciler. Ziraatçiler.
  • zürrak : (C.: Zerârik) Beyaz tüylü doğan.
  • zürre : Darı.
  • zürriyat : (Zürriyet. C.) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller.
  • zürriyet : Soy, nesil, döl, kuşak.
  • zuru' : (Zar'. C.) İnek ve benzeri hayvanların memeleri.
  • züru' : Ekili tarlalar.
  • zurub : Kısa boylu, şişman ve etli kimse.
  • zürud : (Zerd ve Zered. C.) Savaşçıların halka halka örülmüş zırhları.
  • zuruf : (Zarf. C.) Zarflar. Kablar.
  • zürur : Ay, güneş ve yıldızın doğması.
  • zürzür : Sığırcık kuşu.
  • zutt : Zencilerden bir kabile.
  • züube : (C.: Zevâib) Her nesnenin âlâsı, iyisi. * Ağaç başında olan incecik budak.
  • züvaf : Tez, hızlı, seri.
  • züval : Yab yab, sallana sallana yürüyen kişi.
  • züvan : Buğday içinde çok olan ve gökçek adı verilen kara tohum.
  • züvenn : Kısa boylu.
  • züveyza' : Kısa boylu.
  • züviyet : Toplandı, dürüldü. (Bak: Zevy)
  • züvvar : (Zâir. C.) Ziyaretçiler. Hal hatır sormağa gidenler.
  • zuyuc : Meyletmek, yönelmek, eğilmek.
  • zuyuf : (Zayf. C.) Misafirler. Geçici olarak duranlar.
  • züyuf : (Zeyf. C.) Kalp akça, sahte para. Mağşuş olmak, mağşuş akçalar.
  • züyul : (Zeyl. C.) İlâveler, ekler. Kuyruklar. Etekler. Bir kitaba yapılan ilâveler.
  • züyur : (Bak: Ziver)
  • züyut : (Zeyt. C.) Yağlar.
  • 
    Derneğimiz
    Mekke Canlı Yayın
    Medine Canlı Yayın
    Eserlerimiz
    İlahiler
    Sure ve Namaz
    Namaz Kılmayı Öğreniyorum
    Tecvid Dersleri
    SON EKLENENLER
    GÜNÜN AYETİ
    Bu dünyada kör olan kimse ahirette de kördür; üstelik iyice yolunu şaşırmıştır.
    (İSRÂ - 72 )
    ÖZLÜ SÖZLER
    • Ezeli ervahta nur-u Muhammedi ile beraber olmaya halvetilik denir.
    • Adem "ben hata yaptım beni bağışla " dedi, İblis ise" beni sen azdırdın" dedi ya sen!... sen ne diyorsun?
    • Edep, söz dinlemek ve gönle sahip olmaktır.
    • Güzelliğin zekatı iffet ve edeptir. (Hz. Ali)
    • Zeynel Abidin oğlu Muhammed Bakır'a "Ey oğul, fasıklarla cimrilerle yalancılarla sıla-i rahimi terk edenlerle arkadaşlık etme." diye buyurmuştur.
    • Kemalatın bir ölçüsü de halden şikayet etmemektir.
    • En güzel keramet gönlü masivadan arındırmaktır.
    • Alem-i Berzah insanın kendisidir.
    • Zahir ve batının karşılığı aşk-ı sübhandır.
    • Mutaşabih ayetler ledünidir.
    NAMAZ VAKİTLERİ