10 Haziran 2023
21 Zi'l-ka'de 1444
halveti
MENÜ
SOHBETLER HAZRET-İ MUHAMMED'IN
(S.A.V) HAYATI
SEVGİLİ PEYGAMBERİM KUR'AN-I KERİM İLMİHAL İSLAM VE TOPLUM 40 HADİS HADİS-İ ŞERİFLER OSMANLICA SÖZLÜK RÜYA TABİRLERİ BEBEK İSİMLERİ POSTA KODLARI ABDÜLKADİR BİLGİLİ
(SEBATİ) DİVANI
NİYAZİ MISRİ DİVANI HİKMETLİ SÖZLER KUR'AN-I KERİM ÖĞRENİYORUM KUR'AN-I KERİM (SESLİ ve YAZILI) SESLİ ARŞİV İLAHİLER
İSLAM ve TASAVVUF
TASAVVUFUN TARİFLERİ TASAVVUFUN DOĞUŞU TASAVVUFUN ANADOLU'YA GİRİŞİ HALVETİLİĞİN TARİHİ HALVETİLİĞİN TARİHİ GELİŞİMİ HALVETİLİĞİN TÜRK TOPLUMUNDAKİ YERİ HALVETİYYE SİLSİLESİ PİRLERİMİZİN HAYATLARI MEHMET ALİ İŞTİP (VAHDETİ) ABDÜLKADİR BİLGİLİ (SEBATİ) İBRAHİM GÜLMEZ(KANÂATÎ)
EHLİ - BEYT
EHL-İ BEYT KİMDİR? EHL-İ BEYTİ SEVMEK
RESÛLULLAH'I SEVMEKTİR
EHL-İ BEYT EMANETİ RESÛLULLAH'TIR EHL-İ BEYTİN HALİ NUH'UN GEMİSİ GİBİDİR EHL-İ BEYT OLMAK HEM NESEBİ HEMDE MEZHEBİDİR
ONİKİ İMAMLAR
HZ. İMAM ALİ K.A.V RA HZ. İMAM HASAN-I (MÜCTEBA) HZ. İMAM HÜSEYİN-İ (KERBELA) HZ. İMAM ZEYNEL ABİDİN HZ. İMAM MUHAMMED BAKIR HZ. İMAM CAFER-İ SADIK HZ. İMAM MUSA-İ KAZIM HZ. İMAM ALİYYUL RIZA HZ. İMAM MUHAMMED CEVAD (TAKİ) HZ. İMAM ALİ HADİ (NAKİ) HZ. İMAM HASAN’UL ASKERİ HZ. İMAM MUHAMMED MEHDİ






OSMANLICA SÖZLÜK


A B C D E F G H I J K L M N O P R S T U V Y Z

  • va : 'Vah, yazık meâlinde olup hayf, hasret, esef gibi kelimelerle birlikte söylenir. (Buna Arabçada edât-ı nüdbe denir.)Türkçede bunun yerine; vâh, vây, eyvâh edatları kullanılır. Bunlar More…
  • va esefa : Vah, esefler olsun! Eyvah, çok yazık!
  • va hasreta : Vah vah! Ne yazık ki! (Teessür bildirir.)
  • va' : Çakal.
  • va'b : Ulaştırmak, vardırmak. * Toplamak, cem'etmek.
  • va'd : Söz verme. Söz verilen şey. Bir kimsenin yapacağına veya yapmayacağına dâir söz vermiş olduğu husus.
  • va'de : Bir iş için önceden belli edilen zaman. Bir işi te'hir etmek, sonraya bırakmak için olan belli vakit. * Ecel.
  • va'k : Sıtma ve harareti.
  • va'k(a) : Yaramaz huylu kişi.
  • va'ke : Cenk yeri, dövüş alanı.
  • va'l : Sığınacak yer.
  • va'n : Sığınacak yer, melce'. * Ot yetişmeyen taşlık ve sert yapılı arazi.
  • va'r : (Va'ra) Sağlam yer, sert yer.
  • va's (vüuse) : (C: Vuasâ) şiddet, mihnet.
  • va'va' : İnsan topluluğu. * Sesler.
  • va'z : Dinî mes'eleler üzerinde konuşup nasihat etmek. Kalbi yumuşatacak sözlerle insanı iyiliğe sevke çalışma.
  • vaad : (Bak: Va'd)
  • vaaz : (Bak: Va'z)
  • vabeste : f. Bağlı, mütevakkıf, olması bir şeye bağlı olan.
  • vabil : Yağmur. İri katreli yağmur.
  • vâcib : (Vücub. dan) (C.: Vâcibât) Lüzumlu, mecburi olan. * Fık: Yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan Allah'ın emirleri. Yapılması More…
  • vâcibât : (Vâcibe. C.) Yapılması lüzumlu olan şeyler. Vâcib olan şeyler.
  • vâcibe : Yapılıp yerine getirilmesi vâcib derecesinde lüzumlu olan şey.
  • vacid(e) : Vücuda getiren. * Varlıklı. Fâtır. Gani ve zengin. * Mevcud olan.
  • vacife : Muztarib olan. Istırab çeken. Korkan. * Sallana sallana yürüyen.
  • vaciz(e) : Kısa.
  • vad : f. Oğul.
  • vadade : f. Reddolunmuş, geri çevrilmiş. Merdud.
  • vadi : İki dağ arasındaki uzun çukur. Dere. Bir nehrin aktığı yer. Nehir yatağı. * Yol, tarz, usül. * Saha.
  • vadk : Yağmur damlamak. * Alışmak. * Yağmur. * Genişlik. * Kolaylaştırmak, yakın olmak.
  • vâfi ve kâfi : Bol bol yeter.
  • vâfi(ye) : (Vefâ. dan) Tam, elverişli, kâfi, yeter. * Sözünün eri. * Va'dini mutlak yerine getiren Cenab-ı Hak.
  • vafid : (C.: Vüffed - Evfâd - Vüfud) Elçi, temsilci.
  • vafih : Kilise kayyımı.
  • vafir(e) : (Vefret. den) Bir çok, bol, çok. * Edb: Aruz kalıplarından bahr-ı rabi'nin ismidir.
  • vaftiz : (Vaftis) (Rumcadan) Hristiyanlarca çocuğun ve hristiyanlığa yeni girenin dine girme şartı sayılan, suya sokma merasimi. (Bak: Ta'mid)
  • vagd : Tamahkâr, cimri, hasis. * Alçak, bayağı, âdi.
  • vaha : Çöl ortasında suyu ve yeşilliği olan yer.
  • vahal : (C.: Evhâl, vuhul) Bataklık, batak çamurlu yer. (Bak: Vahl)
  • vahama : (Vahim. C.) Tehlikeli, korkulu ve vahim olan şeyler.
  • vahamet : Zor, güçlük. * Ağırlık. Tehlike. Muhatara. Neticesi fena. * Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu. * Korkulacak hal, tehlikeli vaziyet.
  • vahat : Çöl ortasında yeşillik ve suyu olan yerler. Vâhalar.
  • vahayfa : Eyvah, yazık.
  • vahdanî : Allah'ın birliği ile alâkalı.
  • vahdaniyet : 'Birlik, infirad. Benzeri olmamak. Artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten beri ve münezzeh olmak gibi mânaları ifade eden Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sıfatla muttasıf olana Vâhid denir More…
  • vahdet : Birlik. Yalnızlık. Teklik. (Kesretin zıddıdır.) * Edb: İfade esnasında mevzuun haricine çıkılmaması, maksad ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması.
  • vahdet-ârâm : f. Dinlendirici, rahat yer.
  • vahdet-gâh : f. Yalnız kalınacak yer.
  • vahdet-güzin : f. Yalnızlığa çekilen.
  • vahhabî : (Bak: Vehhabî)
  • vahi : Mânâsız, saçma. Ehemmiyetsiz. * Ahmak. Düşkün. Zaif.
  • vâhib : (Vâhibe) Bağışlayan, veren, ihsan eden, hibe eden.
  • vâhid : Bir, tek, biricik. Eşi, benzeri, cüz'ü, parçası olmayan Allah (C.C.) Ferid.
  • vahîd : Yalnız, tek. * Hz. Peygamber'in de (A.S.M.) bir ismidir. Benzeri bulunmayan, hiçbir mahlukla müsavi olmayan ve tek olan (meâlindedir).
  • vâhiden : Vâhid olarak. Tek olarak.
  • vahim : Ağır. * Sonu tehlikeli. Çok korkulu. * Hazmı güç olan. Zararlı veya faydalı olmayan yemek.
  • vahim(e) : (Vehm. den) Vehmeden, kuran, kuruntulu.
  • vahime : Vehim veren, vesvese veren.
  • vahin : Zayıf kimse.
  • vahine : İyeği kemiklerinin kısaları.
  • vahir : İğne. * Diken.
  • vahiy : Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi. * Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm, More…
  • vahiyât : (Vâhiye. C.) Mânasız, faydasız ve ehemmiyetsiz şeyler.
  • vahiye : (Bak: Vahi)
  • vahl : Sıvı çamur. Balçık. Tîn-i rakik.
  • vahl-gâh : f. Bataklık.
  • vahş : (C.: Vuhuş - Vahşân) İnsandan kaçan, yabani ve ürkek hayvan. * Tenha ve ıssız yer.
  • vahşân : (Vahş. C.) Issız, tenha yerler. * Yabani hayvanlar.
  • vahşet : (Vahş - Vahiş) Yabanilik. * Issızlık, tenhalık. * Vehim, ürküntü. Korku. Vahşilik. * Tenha, ıssız, korkunç yer. * Elbise ve silâhını çıkarıp atmak. * Aç kimse.
  • vahşet-âbâd : f. Issız, korku ve ürkeklik veren yer.
  • vahşet-âmiz : f. Vahşetle karışık.
  • vahşet-âver : f. Korku veren, ürküten.
  • vahşet-engiz : f. Korkulu.
  • vahşet-gâh : f. Korku yeri. Issız yer.
  • vahşet-nâk : f. Korku veren yer. Issız ve korkulu yer.
  • vahşet-zâr : f. Yabani, ıssız yer.
  • vahşi(ye) : Medeni olmayan. İnsanlardan kaçan. Alışık ve ehlî olmayan. * Merhametsiz, duygusuz. * Ürkek, korkak.
  • vahşiyâne : Vahşice. Vahşiye yakışır şekilde.
  • vahşur : f. Peygamber, nebi.
  • vahy : (Bak: Vahiy)
  • vahz : Sivri bir şey batırarak acıtma. * Çimdikleme. * Isırma. * Sokma.
  • vaî : (C: Vuât) Hâfız.
  • vaîd : İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kat'i hâdiseleri haber vererek korkutmak. * Cehennemi haber vermek. (Bak: Va'd)
  • vaif : Davar yürüdüğünde karnından işitilen ses.
  • vâiz : Nasihat veren. Dinî mes'eleler üzerinde öğüt veren.
  • vaizîn : (Vâizûn) Vâizler. Halka nasihat verenler.
  • vajgun : (Vâjgune) f. Ters, tersine dönmüş. Uğursuz.
  • vak' : Yüksek mekân. * Etki, tesir. * Düşmek. ◊ Ağırbaşlılık. Ağırlık. * Yüksek yer.
  • vak'a : Hâdise. Olup geçen şey. Mes'ele. * Birini bir defada yere düşürmek. * Muharebe. * Vuku bulan.
  • vak'a-nüvis : f. Osmanlı İmparatorluğu devrinde, zamanın hâdiselerini kaydetmekle vazifeli olan resmi devlet tarihçisi.
  • vaka' : Yufka bulut. * Taş. * Yerin taşlı olmasından ayak incinmek. * Cefa, eza. * Vurma, darp.
  • vakad : (Ateş) yanmak ve tutuşmak. ◊ Alevlenen ateş.
  • vakah : Katı yüzlü, utanmaz, hayırsız kimse. * Sağlam ve sert tırnak.
  • vakahat : Arsızlık. Utanmazlık. Katı yüzlülük. Açıklık ve saçıklık. * Pek sağlam ve metin.
  • vakahet : (Vakhe) İbadet, taat. * Bir adamın sözünü dinleyip itaat ve imtisal etmek, ona uymak. * Bir şeyi bırakıp feragat etmek. * Büyük papaz olmak.
  • vakar : Ağırbaşlılık. Halim ve heybetli oluş. Nâmusu muhafazayı mucib haslet. Temkinlilik. Azamet ve izzet.
  • vakas : Boynun kısa olması. Ateşe attıkları ufacık değnekler. * İki nisap zekâtın arasındaki zekâtı olmayan hayvanlar.
  • vakayi' : (Vak'a. C.) Vâki olup zuhur eden hususlar. * Kıtaller. Öldüresiye vuruşlar.
  • vakb (vükub) : Duhul etmek, dâhil olmak, girmek. * Kaybolmak.
  • vakd : (Vakdân) Ateşin yanması, tutuşması.
  • vakf : Bir kimseyi veya bir şeyi alıkoymak, durdurmak. Kımıldatmamak. * Hareketten fariğ olmak, imsak etmek. Hapsetmek. Aslâ satılmamak, başka şeye tebdil olunmamak şartı ile bir mülkü Allah yoluna More…
  • vakfe : Bir hareketin geçici olarak durdurulması. * Durak. Durulacak yer. * Hacıların Hac esnasında Arafat'taki tevakkufları olup, eda etmeğe mecbur oldukları şartlardan birisidir.
  • vakfegâh : f. Durak yeri.
  • vakfetmek : Fık: Bir malı veya bir şeyi bir işe bağlayıp o yolda devamlı kılmak. * Bir şeyi karşılıksız olarak Allah yoluna vermek.
  • vakfî : Vakfa âit, vakıfla alâkalı.
  • vakfiye : Mülkün vakıf olmak keyfiyyeti.
  • vakh (vekahe) : Taat, ibadet.
  • vâkî : (Vikaye. den) Saklayan, koruyan, vikaye eden, esirgeyen. * Önleyici tedbir veya ilaç.
  • vâki' : Olan, düşen, konan. Mevcud ve var olan. * Geçmiş olan, geçen.
  • vakîa : Kıtal. Öldüresiye vuruşmak. * Vak'a.
  • vâkia suresi : Kur'an-ı Kerim'in 56. suresidir. Mekkîdir.
  • vâkia' : Vuku bulmuş, olmuş, var olan mevcud bir hâdise. * Olan olmuş. * Rüya, düş. * şiddetli hâdise. * Meşakkat, musibet. * Kıyamet. * Cenk, savaş.
  • vâkiât : (Vâkıa. C.) Vâkıalar. Baştan geçen hâdiseler.
  • vâkib : Ayak üstüne duran kişi.
  • vakîb : At yürürken karnı içinden işitilen ses.
  • vâkif : Bilen, haber sahibi. Aşina. Bir işten iyi haberi olan. * Vakfeden. * Duran, ayakta duran.
  • vâkifane : f. Bilen kimseye yakışır surette, bilerek. Vâkıf şekilde. Anlamak ve bilmek suretiyle.
  • vakîh : Hayâsız, utanmaz, edepsiz.
  • vakin : Oturucu, oturan.
  • vakir : Yuvasına girmiş kuş.
  • vakiyye : Dörtyüz dirhemlik tartı.
  • vakkas : Okçu. İyi muharebe eden. Savaşçı.
  • vakl : Yükselmek. * Bir nesnenin üstüne çıkmak. * Mukul ağacı.
  • vakm : Reddetmek. * Hor ve zelil etmek.
  • vakne : Her nesnenin azı.
  • vakr : Az işitmek. Sağırlık.
  • vakre : Davarın tırnağının taşa dokunup sürçmesi.
  • vaks : Fahişe kısmının fahişeliğini zikrederek anlatmak. * Bedene uyuz illeti yayılması. ◊ Boynu vurup kırmak.
  • vakş : His. * Hareket.
  • vakt : (C: Vikat) İçinde yağmur suyu biriken çukur. * Su ile faydalanacak mekân. * (Horoz) tavuğa binmek. ◊ (Vakit) Zaman. Saat. Çağ. Mevsim. * Boş zaman. * Geçim. * Fırsat. * Muayyen, More…
  • vaktaki : f. Ne vakit ki, o zaman ki, olduğu vakit.
  • vakten : Vakit ve zamanca.
  • vakud : Odun, kömür gibi yakılacak şeyler.
  • vakur : Ağırbaşlı, temkin sahibi. İzzetli, vakarlı.
  • vakurane : f. Ağırbaşlılıkla. Düşünce ve tedbirlilikle. Temkinle.
  • vakvak : Korkak kişi. * Hindistan'da Vakvak beldesinde yetişen bir ağaçtır. Yüz zira' miktarı boyu olur, kalkan gibi yassı yaprağı olur.
  • vakvaka : Kurbağa, tavuk, kuş sesi veya köpek havlaması.
  • vakz : Galebe etmek. * Şiddetle vurup ölmeye yakın etmek. ◊ Sıklet, ağırlık.
  • vâlâ : Yüksek, âlî, refi'.
  • vâlâcâh : f. Mevkii yüce, rütbesi yüksek olan.
  • vâlâkadd : f. Boyu yüksek, uzun boylu.
  • vâlâkadr : f. Değeri yüksek, kadri yüce.
  • vâlâşân : f. Şânı yüce.
  • vâlâyî : f. Yücelik, yükseklik.
  • vali : Bir vilâyeti idare eden en büyük memur. * Mâlik.
  • valib : Ulaşıcı, ulaşan, varan. * Önüne doğru giden.
  • valibe : Evvelki ekinin kökünden biten ekin.
  • valice : İnsanı şiddetle tutan bir hastalık.
  • valid : (Vilâdet. den) Doğurtan. Baba.
  • validan : (Bak: Vâlideyn)
  • validat : (Vâlide. C.) Anneler. Vâlideler.
  • valide : Ana. Doğuran.
  • valideyn : Ana ile baba. Vâlidân de denir.
  • validiyyet : Annelik ve babalık vasfı.
  • vâlih : Keder ve hüzünle aklı gitmiş, şaşırmış, hayrette kalmış.
  • vâlihâne : f. Şaşkınca.
  • vâlihîn : Hayrette kalanlar. Şaşıranlar. (Bak: Veleh)
  • vallahi : Allah için, Allah hakkı için, Allah'a yemin ederim (meâlinde büyük yemin.)
  • vam : f. Borç.
  • vamcu : f. Borç arayan.
  • vamdar : f. Borçlu.
  • vamhah : f. Alacaklı.
  • vamî : f. Borçlu.
  • vamik : Seven. Âşık, sevdalı. * Meşhur bir hikâyede Azra'nın âşığının ismi.
  • vamk : Sevme, muhabbet.
  • vapesîn : (Va-pesin) f. En gerideki, en sondaki.
  • vâr : f. (Teşbih edatıdır) Gibi, ...li, kerre, def'a, sâhib, mâlik, lâyıklık (yerinde kullanılarak birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Melek-vâr : Melek gibi. Ümid-vâr: Ümidli.
  • vara' : Haramdan ve yaramaz işlerden sakınmak.
  • varaka : Tek yaprak hâlindeki kâğıt. * Nebât yaprağı. Maden yaprağı. Kitap yaprağı. * Hasis kimse. * Peygamberimize (A.S.M.) ilk vahyin geldiği sırada Hz. Hatice vâlidemizin (R.A.) hâdiseyi kendisine More…
  • varakî : Yaprakla ilgili. * Yaprak biçiminde.
  • varakkerdan : f. Boş ve faydasız işlerle uğraşan kimse.
  • varakpare : f. Kâğıt parçası. * Küçük yaprak. Yaprak parçası. * Ehemmiyetsiz yazı, tezkere.
  • vardiya : İtl. Gemilerde beklenen nöbet. * Nöbet yeri. Nöbet beklenilen yer.
  • vareste : f. Affedilmiş. Halâs bulmuş, kurtulmuş. * Rahat, serbest.
  • varestegî : f. Kurtulma, halâs bulma. * Rahatlık, serbestlik. * İlişiksizlik.
  • vari : Semiz et. * Vahşi hımar, yabani eşek. ◊ f. Benzer, gibi.
  • vârid(e) : (Vürud. dan) Ulaşan, yetişen, gelen, erişen. Akla gelen. * Olan. Bir şey hakkında söylenip tatbik edilen. * Hâzır, nâzır. * Bahadır.
  • vâridât : (Vâride. C.) Kâr, gelir. * Vârid olan. Bir kimseye veya hazineye ait gelir ve paralar. * Hatıra gelen, içe doğan.
  • vâridîn : (Vârid. C.) Gelenler, vâsıl olanlar.
  • varik : (C: Vürük) Süs için palanın önüne geçirip astıkları saçaklı kıvrımlı esvap. * Nakışlı kumaştan yapılmış saçaklı palan ve eyer örtüsü.
  • vâris : Cenab-ı Hakk'ın bir ismi. * Mirasçı. Kendisine miras düşen. Mirasa konan. Vefat eden birisinin maddî veya manevî mal ve mülkünde kullanmaya, tasarrufa salâhiyetli olan.
  • variş : Bir topluluk yemek yerken davetsiz olarak yemeğe katılan kimse.
  • vârisîn : (Vârisûn) Vâris olanlar. Vârisler.
  • varta : Her çukur yer. Uçurum. * Kurtuluşun zor olduğu yer. Tehlike. Muhatara.
  • varun : f. Ters, uğursuz, aksi.
  • vaş : f. Düşman.
  • vasaa : (C: Vusu) Kız kuşu.
  • vasab : (C.: Evsâb) Hastalık. Ağrı.
  • vasafe : Hizmetkârlık.
  • vasail : (Vasâyil) : (Vasile. C.) Yemen'de çıkan çubuklu, alaca kumaşlar.
  • vaşak : Derisinden kürk yapılan bir hayvan ve bunun postu.
  • vasat : İki şeyin arası. * Orta, merkez, ara. Meydan. Cemiyet muhiti. İç.
  • vasatî : İkisi ortası. Ortalama. Orta halde.
  • vasatî saat : Hakiki güneşe tâbi olmak üzere, muntazam hareket ettiği tasavvur olunan mevhum bir güneşin, o yerin nısfun nehârından (meridyeninden) arka arkaya iki defa geçişi arasındaki zamanın yirmi More…
  • vasf : Sıfat. Bir kimsenin veya şeyin taşıdığı hâl. Bir kimsenin veya şeyin durumunu anlatarak tarif etmek.
  • vasfetmek : Bir şeyin vasıflarını, hâlini, şeklini veya rengini tarif etmek, anlatmak.
  • vasfî (vasfiye) : Vasıfla, mahiyetiyle alâkalı. Beyan ve tarife dair.
  • vasi : (Vesâyet. den) Bir ölünün vasiyetini yerine getirmeye me'mur edilen kimse. Bir yetimin veya akılca zayıf, hasta olan bir kimsenin malını idare eden kimse.
  • vaşi : (C: Vüşât) Gammaz, koğucu, yalancı.
  • vâsi' : (Vasia) Geniş, enli. Bol. Engin. Meydanlı.
  • vasib : Yerinde duran. Sürekli. ◊ Hasta.
  • vasîd : Kapı eşiği.
  • vasif : Vasfeden. Bildiren. * Medheden, öven.
  • vasîf : (C.: Vusafâ - Vesâif) Hizmetçi, uşak.
  • vasif terkibi : Gr: Birleşik sıfat. Bir ismin sonuna Farsça bir emir eklenerek yapılan terkib. Meselâ : Zevk-efzâ : Zevk artıran.
  • vâsik : (Vüsuk. dan) Güvenen. İtimad eden.
  • vaşik : Dağ köpeği. Vaşak.
  • vâsil : Ulaşan, erişen, kavuşan. Hakka vâsıl olan.
  • vasîl : Birinden aslâ ayrılmaz kimse.
  • vasîle : Geniş yer. * Ucuzluk. * İmaret.
  • vâsilûn : (Vâsılîn) Hakka, hakikata, marifete ermiş kimseler. Hakka erenler. Yetişenler.
  • vâsit : Ortada bulunan. * İkisinin ortası.
  • vasît : Hakem, aracı. * Orta.
  • vâsita : İki şeyi birbirine ulaştıran. * Aracı. Arada bulunan. Vasıtalık eden.
  • vaşiye : Evlâdı çok olan kadın.
  • vasiyet : Bir işi birisine havale etmek. * Emir. * Fık: Bir malı veya menfaatı, ölümden sonrası için bir şahsa veya bir hayır cihetine teberru yolu ile (yani, meccanen) temlik etmek.
  • vasiyetnâme : f. Yazılı vasiyet. Bir kimsenin vasiyetini yazmış olduğu kâğıt.
  • vasiyy : Yetim gibi güçsüzlerin işleri kendine vazife olarak verilen kimse.
  • vasl : Âşığın sevdiğine kavuşması. Kavuşmak. * Birleştirmek, ulaştırmak. * Gr: Ulama, ekleme. * Edb: Sözü teşkil eden cümlelerin atıf ve rabt suretiyle birbirine bağlı olarak yazılması usulü ki, More…
  • vasm(e) : Utanacak şey. * Vurmak. (Liyazon yapmak)
  • vasmet : Kırıklık, güçsüzlük, halsizlik. * Ayıp, eksiklik.
  • vassad : Ören, örücü, dokuyan, dokuyucu.
  • vassaf : Vasıflarını sayarak medheden. Vasıflandıran. Vasıf ve beyanda ârif ve âlim olan.
  • vassal : Ulaştıran, vasleden. Birleştiren.
  • vaşüde : f. Defolunmuş, kovulmuş, geri çekilmiş.
  • vasut : Gölgelik. * Sütü sağdıkları kabı dolduran deve.
  • vasvas : Kadınların örtündükleri ve ancak gözleri görünecek derecede dar olan yüz örtüsü. ◊ (C: Vesâvis) Perdede göz ayırımı miktarı olan delik.
  • vasvasa : Yüz örtüsü. * Köpek eniğinin gözlerinin açılması.
  • vata' : Bir şeyi ayakla çiğneme.
  • vataf : Kaşın çok kıllı olması. * Kirpiğin sık ve çok olması.
  • vatan : (C.: Evtan) Bir kimsenin doğup büyüdüğü yer. Yurt.
  • vatandaş : Bir devlet ahalisinden ve teb'asından olan.
  • vatanî : (Vataniyye) Vatanla alâkalı. Vatana ait.
  • vatanperver : f. Vatanını seven. Memleketine hizmet eden.
  • vatanperverâne : f. Vatanını seven kimseye yakışır şekilde.
  • vatar : (Vatr) İhtiyaç, hâcet. İş. * Emir. * Madde. * Husus.
  • vatavit : (Vatvât. C.) Korkak ve geveze olan kimseler. * Yarasalar. * Dağ kırlangıçları.
  • vatb : (C.: Vitâb-Evtub) Süt kabı ve tulumu.
  • vatd : İsbat etmek. * İhânet etmek, hâinlik yapmak.
  • vater : f. Sonundaki. Çok uzak.
  • vath : Kuşların burnuna ve ayağına necasetten veya balçıktan yapışıp kalan nesne.
  • vati : Yumuşak ve kolay olan şey. (Kuş tüyünden yapılmış yastık gibi)
  • vati' : Ayak altına alıp çiğneme. Basma. * Cima'. * Uygun hale koyma. * Tümseklikler arasında basık ve engin yer.
  • vatid : Sâbit.
  • vatîd : Sabit ve sağlam olan.
  • vatîe : Büyük çuval, harar. * Bir çeşit yemek.
  • vatîs : (C: Vutas) Kızdırıldığında kimsenin üzerine basamadığı yuvarlak taş.
  • vatm : Ayakla çiğneme. * Perdeyi salıverme.
  • vatnî : Çiğneme, üzerine basma.
  • vats : Kazmak. * Kırmak. * Ayakla yere vurmak. * Somak denilen ot.
  • vatş : (C: Evtâş) Açmak.
  • vatvat : (C.: Vatâvit) Korkak ve geveze olan adam. * Yarasa. * Dağ kırlangıcı.
  • vatvata : Geceleyin gözün görmemesi.
  • vaty : Ayak altında çiğneme, ezme, basma. * Çiftleşme.
  • vav : Kur'an alfabesinde sondan üçüncü harftir. Ebced hesabında 6 sayısının karşılığıdır.
  • vaveyla : Çığlık, yaygara, feryat. * Eyvah, yazık gibi üzüntü ifadeleri.
  • vavî : Vav harfine mensub. Vav harfi ile alâkalı.
  • vavik : Okun nişana dokunmayıp yanına düşmesi hâli.
  • vâye : Nasib, kısmet, behre.
  • vâyedâr : f. Kısmetli. Nasibi olan.
  • vaz : f. Terk etme, bırakma.
  • vaz' : (C.: Evza') Koyma, konulma. Bırakmak. Atlamak. Tayin etme, belirtmek. Duruş, hareket, tarz.
  • vaz'an : Vaz' ile, vaziyeti, durumu itibariyle, yerleştirmek suretiyle. * Asıl lügat mânası cihetinden.
  • vazaat : Alçaklık, âdilik, bayağılık.
  • vazah : Beyaz ve güzel yüzlü adam.
  • vazahat : Açıklık, vâzıhlık.
  • vazaif : (Vazife. C.) Vazifeler, işler.
  • vâzi' : (Vazıa) Koyan. Yerleştiren. Vaz' eden.
  • vazî' : (Vazîa) Alçak, deni, bayağı, âdi.
  • vazife : Bir kimsenin yapmaya mecbur olduğu iş. Yapılması birisine havale edilen şey. Kıymet verilen iş. * Ücret.
  • vazifedâr : (C.: Vazifedârân) f. Vazifeli, görevli. * Memur.
  • vazifehâr : (C.: Vazifehârân) f. Ücret alan.
  • vazifeşinâs : f. İşini dikkatle yapan. Vazifesini özenerek, severek yapan.
  • vazifeten : Vazife ile, vazife olarak.
  • vâzih : Açık, ayan, âşikâr. Besbelli. Kapalı olmayan. * Edb: Vuzuhlu söz. Bir okunuşta mânâsı anlaşılacak ifâde.
  • vazîh(a) : (Vuzuh. dan) Meydanda, apaçık.
  • vâzihan : Açık olarak. Açıkça. Açık açık. Aşikâr surette.
  • vâzihât : (Vâzıh. C.) Açık ve meydanda olan şeyler.
  • vâzir : (Vâzire) Günah işleyen. Suç işleyen.
  • vazzah : Meydanda, çok açık, belli.
  • ve : Gr: 'Dahi, de, hem, ile, berâber' mânâlarına bağlama edâtı.
  • ve'd : Kızını diri iken toprağa gömme.
  • veba : Salgın bir hastalık. Taun.
  • veba'dü : Ondan sonra, imdi.
  • vebal : Günah. Zarar. Ziyan. Şiddet. Ağırlık. Azab. Doğru olmayan bir hareketin manevî mes'uliyeti.
  • veber : Bedevi, göçer. * Deve yünü. * Davar tırnağı.
  • vebl : Ağır ve vahim olmak.
  • vebr : Kocakarı soğuğundan bir gün. * Ada tavşanı, ak tavşan.
  • veca' : Sızı, ağrı, acı. Ağrıyıp acımak.
  • vecahet : Güzellik, güzel yüzlülük, gösterişlilik. * Haysiyet, şeref, onur, itibar.
  • vecar : (C.: Vücür - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer. * Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn.
  • vecazet : Sözün veciz oluşu. Kelâmın kısa oluşu.
  • vecd : Aşk, muhabbet. Kendinden geçecek, unutacak kadar İlâhî bir aşk hali. * Yüksek heyecan. İştiyakın galebesi.
  • vecd-âlud : f. Vecd veren haller. Manevî coşkunlukla beraber olan hal.
  • vecd-efzâ : f. Vecdi artıran, heyecanı çoğaltan.
  • vecdî : Vecdle ilgili, heyecanla ilgili.
  • vecel : Ürkme, korkma, havfetme.
  • vecenat : (Vecne. C.) Elmacıklar, yanaktaki yumrucuklar.
  • vech : (Vecih) Yüz, çehre, surat. * Tarz, üslub. * Her şeyin karşısına gelen ve karşısında olan. Satıh. Ön. Alın. Cephe. * Tarih. * Suret. * Sebeb. * Bir şeyin nefsi ve zatı. * Semt. Cihet. * More…
  • veche : Yan, taraf. Yüz.
  • vechen : Bir vechiyle. Bir suretle. Bir bakımdan.
  • vecheyn : İki taraf, iki yan, iki yüz.
  • vechî : (Vechiye) Yüz ile ilgili.
  • veci (e) : Güzel, hoş, lâtif. Uygun, münasib. * Bir kavmin büyüğü, reisi. * Hürmetli insan. * Sultan huzuruna girenler. * Makam ve şeref sâhibi.
  • veci(a) : (Veca'. dan) Ağrıtıcı, sızlatıcı.
  • vecibe : Borç hükmünde olan vazife. * Kanun ve ahlâkın icabı, yerine getirilmesi lâzım gelen şey.
  • vecihî : Veche ait. Veche dair.
  • veciz : Kısa, öz, derli toplu. Muhtasar olup mufassal olmayan. * Az sözle çok mâna ifâdesi.
  • vecize : Edb: İbaresi kısa, mânası geniş olan çok kıymetli söz, özlü söz. Kısa, veciz söz.
  • vecne : (C: Vecenât) Elmacık, yanaktaki yumrucuk.
  • vecr : (C.: Evcâr) Mağara.
  • veda' : Ayrılık. * Ayrılışta selâmlamak. * 'Allah'a ısmarladık' demek.
  • vedad : Dostluk. Sevme. Sevgi. (Bak: Vidad)
  • vedd : Dostluk. Sevgi, muhabbet.
  • vedi : Küçük abdest bozduktan sonra çıkan beyazımsı su.
  • vedi' : Başkasının malını saklamaya memur kimse.
  • vedia : Emanet.
  • vediatullâh : Allah'ın emaneti.
  • vedid : Sevgisi çok olan.
  • vedk : Yağmur. Yağmurun damlaması. * Alışıp üns ve ülfet etmek. Yakın olmak. (Bak: Vadk)
  • vedud : Çok şefkatli. Kendisine çok sevgi beslenen. Cenâb-ı Hak.
  • vef'a : Kav ettikleri bez parçası. * Şişe ağzını tıpamada kullanılan bez parçası.
  • vefa : Ahdinde, sözünde durma. * Sevgi ve dostlukta sebat ve devam. * Ödeme. * Yetişme. * Dince ve akılca lâzım gelen şeyi yerine getirip uhdesinden çıkma.
  • vefadar (vefakâr) : Vefalı, sözünde ve dostluğunda devamlı olan.
  • vefaperver : f. Sözünde duran. Vefâlı.
  • vefat : Ölüm. Ahirete göçme.
  • vefd : Çokluk. Cemaat. * Bir iş için giden heyet. Elçilik. * Dağ başı. * Gelme, ulaşma, erişme, varma, vürud.
  • vefhiyye : Kilisede kayyımlık hizmetini etmek.
  • vefi : Vefalı. * Tam, mükemmel. Kifayet eden. Bol olan.
  • vefia : İçine nesne koyulan sele.
  • vefik : Arkadaş. Kafa dengi. Aynı fikirde olan. Uygun.
  • vefir(e) : (Vefret. den) Çok, bol, kesir.
  • vefiyat : (Vefat. C.) Ölümler, vefatlar.
  • vefk : Uygun gelme. Uyma. Mutabakat. Muvafık olma. İşi iyi gitme.* Tesirli dua.
  • vefl : Derinin dibagatla giden fazlalıkları.
  • vefr : Bir kimsenin ihsanını kabul ettikten sonra rızasıyla reddeylemek. * Bolluk. * Medh ü sena ile birisinin namusunu muhafaza etmek.
  • vefra' : Eksilmeyip değişmeyen. * El dokunulmamış ve tam olarak yetişmiş ot.
  • vefret : Çokluk, bolluk.
  • vefz : (C: Evfaz) Evmek, acele etmek.
  • vefza : (C: Evfaz) Ok yayı konulan ve beylik denilen kap.
  • vega' : Kavga gürültüsü. Harp yerinden çıkan sesler. Savt. Patırtı.
  • vegab : (C: Evgab) Korkak kimse. * İri gövdeli büyük deve.
  • vegadet : Akılsızlık. * Adilik, bayağılık, aşağılık, alçaklık.
  • vegar : Gazap, kin, öfke, hiddet.
  • vegd : (C: Evgad) Alçak adam.
  • vegf : Görme zayıflığı.
  • vegif : Yürüme sürati. * Ses sürati, ses hızı.
  • vegik : Davar yürürken karnından çıkan ses.
  • vegir : Kızmış taş üstüne koyarak pişirilen et.
  • vegire : Kızmış taş ile sıcaklık verilerek pişirilen süt.
  • vegm : Kin.
  • vegne : Geniş küp.
  • vegre : Sıcaklığın çok olması.
  • vehak : Avcı kemendi.
  • vehamet : (Bak: Vahamet)
  • vehb : (H.-110) Tabiînden olan bu şahıs İsrailî rivayetlerin en mühim kaynağı addolunur. Birçok İsrailiyatı havi kitapları okumuş ve tefsire de aktarmıştır. ◊ Hibe. Bağış. Vergi.
  • vehbî : Doğuştan. Allah vergisi. Çalışmakla kazanılmayıp Allah'ın (C.C.) lütfu ile olan.
  • vehc : Alevli olmak. Alev ile yanmak. Parlamak.
  • vehd(e) : (C: Vihad) Derin vadi. Uçurum.
  • vehec : Ateş sıcaklığı.
  • vehecan : Ateşin alevlenmesi. * Işıklandırmak, ziya vermek.
  • vehel : Vehim, kuruntu.
  • vehelümme cerra : (Bak: Helümme cerrâ)
  • vehf : Bitkinin yapraklanması. Uzama. Çoğalma, artma.
  • vehhab : Çok fazla ihsan eden. Çok bağışlayan.
  • vehhabî : Muhammed İbn-i Abdulvehhab nâmında birisinin sebeb olduğu İslâmî bazı mes'elelerde ifrat gösteren ve dört hak mezheb hâricinde bir mezhepten olan. Fıkıhta Hanbelî, itikadda İbn-i More…
  • vehhac : Parıl parıl. Pek şa'şaalı. * Çok alevli.
  • vehham : Çok vehimli. Fazla şüphe eden.
  • vehhas : Arslan.
  • vehic : Ateşin sıcaklığı.
  • vehise : Pişirilip kurutulduktan sonra dövülen çekirge.
  • vehl : (Vehel) Yanlış yapma. Yanlış anlama. * Unutma.
  • vehle : İrkilme ve ürkme. * Dakika. An, lahza.
  • vehleten : Birdenbire. İlkin. Ansızın.
  • vehm : (Vehim) Mübhem ve mânasız korku. * Belirsiz fikir ve düşünce. * Cüz'i mânaların anlaşılmasına yarayan bir idrak kuvveti.
  • vehm-âlud : f. Vehimli. Vehim dolu. Vehim karışık.
  • vehm-nâk : f. Vehimli, kuruntulu.
  • vehmî : Olmadığı halde var zannederek. Düşünmeye, vehme dair, vehme ait.
  • vehmiyyât : (Vehmiyye. C.) Vehimler, kuruntular.
  • vehn : Gevşeklik, kuvvetsizlik. * Zayıf. * Gövdesi kalın ve kısa adam. * Gece yarısı. Gece yarısından bir saat sonraki zaman.
  • vehnane : Zayıf kadın.
  • vehs : Kırma. * Ayak altında çiğneme, basma, ezme. ◊ Bir işe girişip ısrar ile devamlı uğraşmak. ◊ Sır ile söyleşmek. Dedikodu yapmak.
  • veht : (C: Vihât) Vurmak. * Kırmak.
  • vehtiyy : Ufak üzüm.
  • vehub : Verimi fazla, vergisi çok.
  • vehvah : Yaban eşeğinin anırtısı.
  • vehvehe : Atın kendi gövdesini parça parça etmesi.
  • vehy : Gevşeme, yırtma.
  • vehz : Katı nesne. * Kovmak, deft'etmek.
  • vek' : Akrep sokmak.
  • veka' : Ayak parmaklarından baş parmağın, şehâdet parmağı üstüne gelmesi.
  • vekad : Sığır bağladıkları ip.
  • vekahat : Hayâsızlık. Utanmazlık. Edebsizlik. (Bak: Vakahat)
  • vekâlet : Vekillik. Birisinin nâmına iş görme. Kendi nâmına hareket etme salâhiyetini başkasına verme. Nezâret, bakanlık. * Vekilin vazife gördüğü bina.
  • vekâleten : Birisine vekil olarak. Başkası adına.
  • vekâletnâme : f. Birisine vekillik verildiğini isbat eden ve ekseriya noterlikçe tanzim edilmiş bulunan yazılı kâğıt.
  • vekâletpenâh : f. Padişahın vekili olan, sadrâzam. Başvekil. Başbakan.
  • vekar : (Bak: Vakar)
  • vekb : Dikilmek.
  • vekc : Ulaşmak, varmak.
  • vekde : (C: Viked) Gitmek.
  • vekeban : Derece derece yürümek.
  • vekef : Günah. * Abes ve boş. * Ayıp. * Eksiklik.
  • vekel : Zayıf adam.
  • vekf : Evin damlaması. * Kat'etmek, kesmek.
  • vekif : Sütü çok olan deve.
  • vekil : Başkasının işini gören. Bir adamın yerine hareket etme selâhiyeti olan kimse. * Nâzır. Bakan.
  • vekir : Yuvasına giren kuş.
  • vekire : Satın alınan veya yeni yapılan bina için, ahbaba, eşe dosta verilen ziyafet.
  • vekiyye : (Bak: Okiyye)
  • vekkad : Aydınlık, ışıklı, parlak.
  • vekm : Reddetmek.
  • vekn : (C.: Evkân - Vükün) Kuş yuvası.
  • vekr : Kuş yuvası.
  • vekra : Hızlı yürüyen deve. * Ayağını yere kuvvetli basan kadın. * Bir nevi sıçramak.
  • veks : Noksan etmek, eksiltmek.
  • vekte : (C: Vikat) Gözün karasına ak düşmek. * Nokta. * Eser.
  • vekvak : Korkak kimse.
  • vekz : Vurmak. * Def'etmek. * Kovmak.
  • vel' : Yalan. * Haps.
  • vela : Yakınlık. Sâhiplik. * Sevme, muhabbet.
  • vela-perver : f. Dostluk gösteren, dostluk besleyen.
  • veladet : (Bak: Viladet)
  • velaid : (Velide. C.) Cariyeler, kadın esirler.
  • velaim : (Velime. C.) Düğünler, evlenmeler. * Düğün ziyafetleri.
  • velaya : (Veliyye. C.) Veli kadınlar. Veliyyeler.
  • velayet : Veli olan kimsenin hali. Velilik, dervişlik. * Dostluk. * Sadakat. * Başkasına sözünü geçirmek. Bir şeye kudret cihetiyle bizzat mutasarrıf olmak. (Bak: Veli)
  • velb : Ulaşmak, varmak.
  • velec : Kumlu yerde olan yol.
  • veled : Erkek çocuk. Oğul. Çocuk. * Döl, yavru.
  • velediyet : Birisinin evlâdı olma hâli. Çocuk oluş.
  • veleh : Hayret, şaşkınlık. * Fazla hüzünden akıl gidip tembel olmak. ◊ f. Kahr, gazab, şiddet, hışım.
  • velehan : Akıl gidip tembel olmak. * İbadet ederken vesvese veren şeytan.
  • velehu : Bu da onun.
  • velehza : Şaşırmış.
  • velehzede : f. Sevgilinin hışmına uğrayıp kahır çeken âşık.
  • velev : Eğer, gerçi, her ne kadar da, hatta, ister, isterse.
  • velf : (Velif-Vilâf) Tez tez yelmek. Birbiri ardınca olmak.
  • velg (velüg) : Köpeğin kap içinden su içmesi veya bir şey yeyip yalaması.
  • velga : Küçük kova.
  • velh : Büyümek. * Uzamak.
  • velhan : Şaşakalmış, şaşkın, sersem.
  • velhasil : Sözün kısası, özü, kısacası.
  • veli : Sahib, mâlik. * Evliya. * Muin. Muhafaza eden. * Küçük çocukların hâlinden mes'ul kimse. * Sıddık. * Baba. Babanın babası, cedde de denir. * Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve More…
  • veli' : Kabuğunda olan hurma çiçeği.
  • veliahd : (Veliy-yi ahd) Bir hükümdardan sonra hükümdar olacak kimse.
  • velice : (C.: Velyüc) Büyük çuval. * Kişinin sırdaşı.
  • velid : Yeni doğmuş çocuk. * Köle, kul.
  • velide : (C.: Velâid) Cariye.
  • velik : (Velikin) f. Amma, lâkin, fakat.
  • velika : Yağla unu karıştırarak yapılan yemek.
  • velime : Sevinç ve sürur günleri verilen ziyafet. Düğün ziyafeti. * Düğün, evlenme.
  • veliyy : (C: Evliyâ) Yakın. * Amcazâde, emmi oğlu. * Yar, dost.
  • veliyye : (C.: Velâyâ) Ermiş kadın, veli kadın.
  • veliyyullah : Allah'ın (C.C.) veli kulu.
  • velk : Yalan yakıştırmak. * Sür'at etmek, hız yapmak.
  • velka : (C.: Velkât) Vurmak.
  • velkalemi : Kalem hakkı için. Kaleme yemin olsun.
  • vellas : Kurt.
  • velm : Ulaşmak, yetişmek. * Toplanmak, cem'olmak.
  • vels : Ahd, yemin, söz. ' Az nesne. * Vurmak.
  • velsan : Birbirinin boyunlarına el atarak yürüme.
  • velu' : Bir şeye fazla düşkün olan.
  • velud : Çok doğuran kadın. * Mc: Çok eser veren kimse.
  • velval : Üzüntü ile ağlama. Ağlayıp inleme.
  • velvele : Gürültü, patırtı. Birbirine karışık bağrışmalar. Şamata.
  • velvele-endâz : f. Gürültü patırtı eden. Gürültücü.
  • velvele-engiz : f. Gürültü koparan, gürültü çıkaran.
  • vely : Birbiri ardı sıra gelme. Tâkib etme. * Çıkma. Olma. * Yaz yağmurundan sonra olan yağmur. * Yakınlık.
  • vemd : Gazap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Sıcaklığın artması.
  • vemiz : Bulut arasından görünen ışık.
  • vemk : Muhabbet etmek, sevmek.
  • vems : Fücur, masiyet, günah.
  • vemye : Meşakkat, sıkıntı. Belâ, musibet.
  • vemz (vemiz) : İşaret etmek. * Parlamak. şimşek çakmak.
  • vena (venye) : Gevşek. * Zayıf. * Hâlsiz olmak.
  • venim : Sinek tersi.
  • venn : Zebunluk, zayıflık, zaaf. * Çengilerin ve köçeklerin parmaklarıyla çaldıkları çalpara.
  • vennecmi : Yıldıza yemin olsun.
  • veny : İş hususunda gevşeklik gösterme.
  • ver : 'f. 'Sahib, mâlik; anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dâniş-ver $ : Âlim. Suhan-ver $ : Edip, şâir.'
  • ver'a : Korkaklık, havf.
  • vera : Halk. Mahluk. Arzı örten mahlukat. Yaratılmış olanlar. ◊ Öte. Başka taraf. Arka, geri. * Torun.
  • vera' : Takvânın ileri derecesi. Bilmediği ve şüphe ettiğini öğrenip iyiye ve doğruya göre hareket edip bütün günahlardan çekinme hâleti.
  • verak : Bitkilerle yer yüzünün yeşil olması.
  • verakî : (Verka. C.) Güvercinler.
  • veraset : Miras sahibi olma. Ölen bir kimsenin mallarının Allah'ın (C.C.) emrine göre, şeriatça mirasçılara geçmesi. * İrsiyet. Varislik, mirasçılık. Mirasta hak sahibi olma.
  • verb : Fetret, fesad. * Yabani hayvan ini.
  • verd : (Vürd - Vird) Gül.
  • verdane : Toplu oklava. * Koca başlı kertenkele.
  • verde : (Vürde) Renkli olmak.
  • verdene : f. Oklava, börekçi merdânesi. * Dolap oku.
  • verek : (C.: Evrâk) Kalça kemiği.
  • verel : (C: Vürelân - Evrâl) Kelere benzer bir canavardır. Kuyruğu keler kuyruğundan uzun olur.
  • verem : (C.: Evrâm) şiş, yumru. * şişme.
  • verentel : şiddet, mihnet.
  • verese : Mirasçılar. Miras alanlar.
  • verf : Genişlik.
  • verh : Hamâkat, ahmaklık, bilmezlik. * Ucuz et. ◊ Hamurun kendini koyuverip sülpülmesi.
  • verha : Akılsız ahmak kadın.
  • veri' : Haramdan kaçınan kişi.
  • veria : At ismi.
  • verid : Siyah kan damarı. Toplar damar. Boyun damarı. * Kırmızı gül. (Bak: Evride)
  • veriha : Çok sıvı hamur.
  • verik : Çok eskiden kullanılan gümüş para. Kıymetli para. ◊ Sikkesiz gümüş. * Gümüş.
  • verîk : Gür sakallı adam. * Sık yapraklı ağaç.
  • verîş : Yürümek ve seğirtmek istediği hâlde sahibi engel olan davar.
  • verîse : Veris otuyla boyanmış nesne.
  • verka' : (C.: Verâki') Yabâni güvercin. * Açık boz renk.
  • verrak : Kâğıtçı.
  • vers : Yemende yetişen güzel kokulu sarı bir ot.
  • verş : Yürek ağrısı. * Çok beyaz olan.
  • verşan : (C: Virşân-Verâşin) Yaban güvercini. * Kumru kuşunun erkeği.
  • verta : (C: Vırât) Çukur yer, varta, uçurum. * Halledilmesi, içinden çıkılması zor olan iş.
  • very : Çakmaktan ateş çıkması.
  • verze : f. Meslek, san'at, iş.
  • verzide : f. Ekilmiş.
  • verziş : f. İşletme. Çalışma. * Çalışmış.
  • verzişkâr : f. Çalışkan.
  • verzkâr : f. Rençber, çiftçi, işçi.
  • veş : f. Gibi (mânâsına teşbih edatı.) Mah-veş $ : Ay gibi.
  • veş' : Bir şeyin üstüne çıkmak.
  • vesafet : Hizmetkârlık, işçilik.
  • vesah : (C.: Evsâh) Kir, pas. * Murdarlık, pislik.
  • vesaid : (Visâde. C.) Yastıklar, şilteler, döşekler.
  • vesaif : (Vasif. C.) Hizmetçiler, uşaklar.
  • vesaik : (Vesika. C.) Vesikalar.
  • vesail : (Vesile. C.) Vesileler. Sebebler.
  • vesait : (Vasıta. C.) Vasıtalar.
  • vesak : Bağ. Rabıta. Yeminleşerek anlaşmak. * Sözleşme yeri.
  • veşak : Dağ köpeği.
  • vesam : (Vesâmet) Güzel olma. Güzellik.
  • vesatet : Vâsıta olma, araya girme, aracılık yapma.
  • vesavis : (Vesvese. C.) Vesveseler.
  • vesaya : (Vasiyet. C.) Vasiyetler. Öğütler. Nasihatlar.
  • vesayet : (Visâyet) Vasilik. * Vasiyet. * Tembih, emir. Tavsiye. (Bak: Vasi)
  • vesb : Çok olmak.
  • veşb : Ayıplamak.
  • vesbe : Bir atlama. Bir sıçrayış.
  • veşc : Yaralamak. * Parçalamak. * Karışmak.
  • veseb : Sıçrama, atlama.
  • veşel : Az su.
  • veşelan : Suyun akışı.
  • vesen : Put. Müşriklerin taptıkları suret. Karşısında ibadet edilen heykel. (Bak: Put-perest) ◊ Uyku ağırlığı. Uyku ile uyanıklık arası. * Uyku anında aklın gitmesi. * Hâcet.
  • vesenî : Putperest. Yıldızları ilâh itikad etmek gibi sapık şeylere inanan kimse.
  • veseniyyun : Putperestler. Puta tapanlar.
  • vesi' : (Vesia) Vüs'atli, geniş. * Meydanlık.
  • veşi' : (C: Veşâyi) Bezlerde olan yol yol alaca. * Sümâme otundan yapılan hasır. * Ağaçlardan kuruyup düşen nesne. * Girilmemesi için bahçe ve bostanların çevresine dikilen ağaç veya konan diken. * More…
  • veşia : (C: Veşâyi') Üstüne iplik sardıkları ağaç. * Tarikat.
  • vesib : (Bak: Vüsub)
  • vesic : Şiddetli seyir. Hızlı gitme. * Hızlı yürüyen deve.
  • veşic : (C: Veşâyic) Süngü ağacı.
  • veşice : Lif. * Ağaç kökü.
  • vesik : (C.: Visâk) Çok sağlam, kuvvetli.
  • veşik(a) : (C: Veşâyık) Kuru et.
  • vesika : Bir hâlin, bir hadisenin veya bir sözün doğruluğunu gösteren, inandırıcı şey. Belge, sened. ◊ Cemaat, topluluk.
  • vesile : (Vâsile) Bahane, sebeb. * Fırsat. * Elverişli durum. * Vasıta. Yol. * Pâye, rütbe. * Baba. * Kurbiyet. * Kendisi ile başkasına yaklaşılan şey. * Cennet'te bir menzil adı.
  • vesilecu : f. Sebep ve bahane arayan.
  • vesiledâr : f. Vesileli.
  • vesilehâh : f. Vesile isteyen.
  • vesim(e) : (C.: Vüsemâ-Visâm) Güzel yüzlü. Güzel çehre. * Damgalı.
  • veşime : Şer, kötülük. * Düşmanlık.
  • veşize : (C: Veşâyız) Kırık kemik parçası.
  • vesk : (C.: Evsük) Cem'etmek, toplamak. * Altmış sa'.
  • veşk : Yaralamak. * Parçalamak.
  • veşk (vişâk) : Evmek, acele etmek, sür'at.
  • veşkan : Hızlı ve aceleci kimse.
  • veşl : Az miktarda olan su.
  • vesm : Damga. İşaret. * Dağlama. * Döğerek toz hâline getirme.
  • veşm : İğne ile kan çıkarmak suretiyle vücudda yapılan damga, işaret.
  • vesme : Hayvana vurulan kızgın damga.
  • veşme : Yağmur tanesi.
  • vesmedâr : f. Dağlanmış, damgalı. * Rastıklı.
  • vesn : Hafif. * Uyku. * Uyku anında aklın gitmesi. * Uykudan dolayı kişiye ârız olan zayıflık.
  • vesnan : Uyuklayan, uykusu gelmiş olan.
  • vess : Suya dalmak.
  • vesselâm : İşte o kadar, artık bitti, bundan sonra selâm. (Bak: Selâm)
  • veşşemsi suresi : Kur'an-ı Kerim'in 91. suresidir. Suret-üş Şems de denir. Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
  • vest : Ev içerisinde olan her bir kapalı mekân.
  • veşt : f. Güzel.
  • vestî : f. Tercüme, şerh.
  • vestiyer : Fr. Pardesü, palto vesairenin çıkartılıp bırakıldığı yer.
  • vesvas : Müvesvis. Vesveseye sürükleyen şeytan. Nefsin zihinde ilka eylediği dağdağa ve fitne. Avcının ve köpeklerin gizli sesi.
  • veşvaş : Hafif hal. Hafif adam.
  • vesvese : Şübhe. Tereddüt. Kuruntu. Aslı olmayan ihtimaller.Vesvese, lügatta hışırtı, fısıltı gibi gizli ses demektir.
  • veşveşe : Hafiflik. * Kırış mırış olmak.
  • vesvesedâr : f. Vesveseli, kuruntulu.
  • veşy : Elbiseyi güzel nakışlamak, süslemek. * Nesil ve zürriyet. * Çoğalma. * Geceleyin devamlı tefekkür ve mütalâa etmek. * Bir çeşit elbise.
  • veşz : Kırmak. * Dar etmek, darlaştırmak.
  • vetair : (Vetire. C.) Meslekler, yollar.
  • veted : Çadır kazığı. Ağaç kazık. Demir mıh. * Edb: Aruzda üç harfden meydana gelen nazım.
  • veter : Yayın çilesi. İp ve kiriş. * Bir kavsın iki ucu arasına çekilen doğru çizgi. * Kasları hareket ettiren kalın sinir.
  • vetin : Kalb damarı. Şah damarı. Şiryan-ı ekber. * Bel kemiği iliği.
  • vetire : (C.: Vetâir) Keçi yolu. Dar yol. * Tarz, üslub. * Burnun iki deliğini ayıran zar.
  • vetr : Tek, yalnız. Bir. (Bak: Vitr) * Arefe günü.
  • veyh : Bir şeyi kandırmak makamında kullanılır. ◊ Heyhât!
  • veyl : Vay hâline, yazık, felâket, hüzün ve hüsran. * Cehennem'de bir çukur ismi veya Cehennem'in bir kapısına bu isim verilmiştir. * Vaid, tehdid makamında kullanılan azab kelimesidir. More…
  • veyle : Küstahlık, rezillik.
  • veyn : Kara üzüm.
  • veysel karanî : (Bak: Üveys-el Karanî)
  • vez' : (C: Evzâ) Hapsetmek. * Engel olmak, men'etmek. * Islah etmek, yerli yerince etmek, düzeltmek. * Topluluk, cemaat. ◊ Hulku katı olan. Sert mizaçlı kimse.
  • veza : Tıknaz, topaç, bodur kimse.
  • vezan : f. 'Olmak' yardımcı fiiliyle birlikte kullanılır ve 'esen, esici' anlamlarına gelir.
  • vezanet : Fikir ve görüş isabeti. * Ölçülü olma.
  • vezanî : f. Esinti zamanı.
  • vezaret : (Vizaret) Vezirlik. Başvekillik.
  • vezb : Su gibi akma.
  • vezega : Bir cins büyük keler.
  • vezen : Yürürken sallanmak.
  • vezer : Sarp dağ. Sığınılacak yer. Kale. Hisar. * Galib olmak.
  • vezf : Evmek, acele etmek.
  • veziden : f. Yel esmek. * Atılmak, sıçramak.
  • vezif : Evmek, acele etmek.
  • vezile : (C.: Vezâil) Cilâlı, parlak para. * Parlak madeni ayna.
  • vezim : Sebzevat demeti. * Kurumuş ot.
  • vezime : Hediye.
  • vezin : Hamur yapılmış ebucehil karpuzu. * Asil. * Sabit.
  • vezir : 'Osmanlı Devleti zamanında en yüksek mülkiye rütbelerine ulaşmış paşa. Hükümdar vekili. Pâdişahın yakınlarından ve onun yükünü üzerine alanlardan, mülkün idaresinde fikir ve tedbir ile More…
  • veziz : Ördek.
  • vezk : Çirkin yürüyüşlü olmak.
  • vezme : Kış sonu. * Bir kere yemek.
  • vezn : (Vezin) Tartma. Ölçme. Hesaplama. * Tartacak şey. Tartı. * Ağırlık.
  • vezne : Tartı. Terazi. * Tartı yeri. Eskiden altun ve gümüş paralar sayı ile olduğu gibi tartıyla da alınıp verildiği için bu tabir meydana gelmiştir. Para alınıp verilen yer mânasında da More…
  • veznedâr : f. Vezne memuru. Bir teşkilâta âit parayı alıp veren memur.
  • veznî : Vezinle ilgili, vezne ait. * Tartılan şey.
  • vezniyyât : Tartılan şeyler.
  • vezr : Nurlu etmek, ışıklandırmak. * Kaftan eteğine birşey koyup götürmek.
  • vezvaz : Hafif, zarif kimse.
  • vezveze : Sür'atle sıçramak.
  • vezye : Ayıp. * Soğuk.
  • vezzan : (Vezn. den) Tartan, vezneden. * Kantarcı.
  • viâ' : (C.: Eviye) Kap, içinde bir şey konulabilen zarf.
  • viâiyyet : Kap halinde olma.
  • viata : (C: Viât) Sarı gül.
  • vica' : Hayvanı burma, iğdiş etme. ◊ Ağrılar, sızılar.
  • vicah : (Vech. den) Yüz yüze gelmek. Yüzleşmek.
  • vicahen : Yüzüne karşı. Yüz yüze gelerek.
  • vicahî : (Vicahiyye) Yüzyüze olan, karşılıklı olan.
  • vicar : (C.: Vücur - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer. * Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn.
  • vicd : Zenginlik. Gına.
  • vicdan : İnsanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet duyan ve kötülükten elem alan manevî his. * Kendinden geçme, dalma. * Bir şeyi bir halde görme, bulma. * Duyma, duygu. * More…
  • vicdan hürriyeti : (Bak: Hürriyet-i vicdan)
  • vicdan-suz : f. Acı ve keder veren, kalb yakan, vicdânen çok ıztırab verici.
  • vicdanen : Vicdanca, iyilik hissine göre.
  • vicdanî : (Vicdaniyye) Vicdanla, kalbî his ile ilgili. * Kendinden geçip dalmakla ilgili.
  • vidad : Dostluk. Sevmek. Muhabbet. * Dost ve muhib. * Her şeye muhabbeti olan.
  • vidd : Muhabbet, dostluk, sevgi.
  • vifadet : Elçilik.
  • vifak : Dostça bir fikir üzerinde birleşmek. Samimi anlaşmak. * Barış. * Uygunluk.
  • vihad : (Vehd. C.) Derin vâdiler. Uçurumlar.
  • viham : (Vahim. C.) Vahim olan şeyler.
  • vika (veka) : Kendi ile bir şey saklanan nesne.
  • vika' : Cinsî münasebet. * Savaş, harp.
  • vikâ' : (C: Evkiye) Kırba ve tulum ağzını bağladıkları nesne.
  • vikaf : Tevakkuf etmek, vâkıf olmak, durmak.
  • vikâf : Eşek semeri ve palanı.
  • vikahat : (Bak: Vakahat)
  • vikal (vekâl) : Devamlı diğer davarların ardına kalan davar.
  • vikaye : Koruma. Koruyuculuk. Sahib olma. Arka çıkma. Kayırma. * Tıb: Herhangi bir hastalık için önleyici tedbir alma.
  • vikr : (C.: Evkar) Ağır yük. * Çok su taşıyan bulut. ◊ (C.: Evkar) Ağır yük.
  • viky : Hıfzetmek, korumak.
  • vila' : Birbirinin ardı sıra gelmek. * Abdest esnasında uzuvları yıkarken birisi kurumadan diğerini yıkamağa başlamak. * Ahbablık, yakınlık, dostluk. (Bak: Velâ)
  • vilad : Doğurmak.
  • viladet : Doğmak, doğuş, dünyaya gelmek, doğurmak. (Veladet galattır)
  • vilakâr : f. Ahbab, dost.
  • vilaperver : f. Dost, muhib.
  • vilayat : (Vilayet. C.) Vilayetler.
  • vilayet : Bir şeyi kudretle elde etme. * İl. * Birisine kefil olmak. * Dostluk. Muhabbet.
  • vildan : (Velid. C.) Çocuklar. * Kullar. Köleler.
  • vilde : (Veled. C.) Erkek evlâdlar, çocuklar, oğullar.
  • vile : f. Yüksek ses.
  • vin : f. Siyah üzüm. * Boya, renk.
  • virad : Yol. * (Verd. C.) Güller.
  • virak : (Varak. C.) Yapraklar.
  • viran : f. Yıkık, harap. * Mc: Kederli, üzgün, gamlı.
  • virane : f. Harabe. Yıkılmağa yüz tutmuş eski yapı.
  • viranî : f. Viranlık, haraplık.
  • virase : Mirasyedilik.
  • virat : Zekât vermek korkusundan hile edip bir yere toplanmış koyunlarını ayırıp dağıtmak veya perâkende koyunlarını bir yere toplamak. ◊ (Verta. C.) Vartalar, uçurumlar, çukurlar. * More…
  • vird : Sık sık ve devamlı okunan dua. * Kur'an-ı Kerim'den her gün okunması vazife bilinen kısım, bir cüz. ◊ f. Suya ve sair şeye yakın gelme. Su hissesi. Suya müteveccih More…
  • virk (verk) : (C.: Evrâk) Uyluk üstü.
  • visab : Yatak, döşek. * Atlama, sıçrama.
  • visad(e) : Dayanıp rahat edilecek yastık veya şilte.
  • visâdenişin : f. Yastığa yaslanıp oturan.
  • vişah : (Vüşâh) Eskiden kadınların mücevherlerle süsleyip boynundan ve koltukları altından bağladıkları enlice bez veya meşin parçası.
  • visak : Kuvvetli, kalın bağ. * Yeminle söz vermeler. Muahedeler. * Peyman.
  • visal : (Vasıl. dan) Vâsıl olma. Sevdiğine ulaşma. Kavuşma. Ayrılıktan kurtulma.(Fâni mevcudatın visali, madem fanidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi bir saniye gibi geçer. More…
  • visam : (Vesim. C.) Damgalılar. Alâmetlenmiş olanlar. * Güzel yüzlü olanlar. * Rastıklılar.
  • vişam : (Veşm. C.) Dövmeler.
  • visata : Kavim arasında şerefli ve aziz olmak.
  • visaye : Vasiyet etmek.
  • vişaye : Koğuculuk, dedikoduculuk, gammazlık.
  • visl : (C.: Evsâl) Benzer. Misil. * Uzuv, âzâ, organ.
  • visme : Bir boya otu. * Çivit yaprağı.
  • vişn-ab : f. Vişne şerbeti, vişne şurubu.
  • visr : Hüccet, delil. * Kadı sicili. * Ahd, söz, yemin.
  • vita' : Razı olma, rıza gösterme, uygun görme.
  • vitae : Ayak basmak.
  • vitam : Çulhaların beze sürdükleri nesne.
  • vitamin : Fr. Vücudda yokluğu bazı hastalıklara yol açan ve taze yiyeceklerde ve bazı meyvalarda bulunan organik madde. A, B, C, D, E gibi remizlerle gösterilen çeşitleri vardır.
  • vitas : Kazmak. * Kırmak.
  • vitr : Tek olan şey. Çift olmayan. Tenha. * Yatsı namazından sonra kılınan üç rekât namaz. * Kurban bayramından bir önceki gün. (Bak: Vetr)
  • vizam : Her nesnenin ağırlığı. * Başka birşeyle karışmış olan nesne. (Buğdayla karışmış toprak gibi.)
  • vizare : Yardım etmek. * Kuvvet vermek.
  • vizite : ing. Ziyaret. * Doktorun bir hastayı ziyareti. * Hekim ücreti.
  • vizr : Günah. * Yük. Ağırlık. * Silâh. * Sırta vurulan ağır yük. Yük götürmek.
  • vokal : İtl. Sesle anlatma. * İnsan sesinin müzikte kullanılması. * Gr: A, E, I, İ, O, Ö, U, Ü gibi sesli harfler.
  • volkan : Fr. Yanardağ.
  • voyvoda : Reis, subaşı, ağa gibi çeşitli mânalara gelen bir tabirdir.Voyvodalık Osmanlılarda Milâdi onyedinci asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan More…
  • vu'az : (Vâiz. C.) Vâizler. Vaaz edenler.
  • vücub : Vâcib ve lâzım olmak. * Sâbit olmak. * Sukut ve vuku. * Sübut ve temekkün cihetiyle lâzım olmak. Bırakılması mümkün olmamak. * Güneşin batması. * Muztarib olmak.
  • vücubî : Vücuba ait ve onunla alâkalı. * Müsbet.
  • vücud : Varlık. Var olmak. Bulunmak. * Cesed, cisim, ten, gövde.
  • vücudî : Varlığa dair. Var olan şey ile alâkalı.
  • vücuh : (Vech. C.) Çehreler, yüzler, suretler. * Tarzlar. * Sebepler. * İmkânlar. * Münasebetler. * Kur'an-ı Kerim okunuşundaki farklar. * Bir memleketin ileri gelenleri.
  • vücum : Tiksinme, iğrenme. * Darılma, küsüp susma. * Göğüse vurma. * Kederli olma.
  • vücür : (Vicâr. C.) Arslan, ayı, kurt gibi vahşi hayvanların inleri. * Sel sularının oyduğu yerler.
  • vüffed : (Vâfid. C.) Temsilciler, elçiler.
  • vufud : Gelme, geliş.
  • vüfud : Erişme, gelme. * (Vâfid. C.) Elçiler, temsilciler.
  • vufur : Bolluk, çokluk, kesret.
  • vüfur : Çokluk, bolluk, kesret. * Tamam olma.
  • vühub : Çok fazla bağışta bulunan, çok bağışlayan.
  • vuhufet : Kılın yumuşak ve çok siyah olması. * Çok fazla kıllı oluş, çok kıllılık.
  • vuhul : (Vahal. C.) Çamurlu yerler. Bataklıklar.
  • vuhuş : (Vahş. C.) Vahşiler, yabaniler, ehlileşmemiş olanlar.
  • vükelâ : (Vekil. C.) Vekiller. Bakanlar. Nâzırlar. Kendilerine iş havale edilenler.
  • vükne : Kuş yuvası.
  • vuku' : Düşme, rastlama. * Olma, oluş. * Gidip çatma. * Bir hadisenin çıkış şekli, cereyânı.
  • vukuat : (Vak'a. C.) Vak'alar, hâdiseler. * Kavga. Yaralama gibi polisi alâkalandıran hâdise. * Normal dışında olan hâdiseler.
  • vükub : Yavaş yürüme.
  • vukud : Ateş alıp yanma. Tutuşma.
  • vukuf : Bir şeyi bilme. Öğrenmiş olma. * Bir hâlde kalma. * Durma, duruş.
  • vukufdâr : f. Haberi olan. Bilgili.
  • vukuka : Tavuk gıdaklaması. * Köpek havlaması.
  • vükul : Bir kimseyle birlikte bir işe girişme. İşbirliği.
  • vükun : (Vekn. C.) Kuş yuvaları.
  • vükur : (Vekr. C.) Kuş yuvaları.
  • vülât : (Vâli. C.) Vâliler. * Sâhib çıkanlar. * Koruyan, muhafaza edenler.
  • vüleyd : (Veled. den) Küçük çocuk.
  • vülu' : Bir şeye aşırı derece düşkünlük.
  • vüluc : Girme, sokulma, duhul etme.
  • vülug : Köpeğin su içmesi.
  • vüreyd : Çok küçük damar.
  • vürka : Siyahı galip olan bozluk.
  • vüru' : Korkaklık.
  • vürud : Geliş. Gelme. Vârid olma. Gelip yetişme. * Suya gitme. * (Verid. C.) Toplar damarlar. Siyah kan damarları.
  • vüruk : Yan yatma.
  • vüruş : Yemek yemek. * Ziyafet vermek.
  • vüs' (vüs'at) : Genişlik. Bolluk. * Fırsat. * Boş meydan. * Kuvvet, güç, tâkat. * Varlık, zenginlik. * Fls: Bir şeyin boşlukta doldurduğu yer.
  • vusafa : (Vasif. C.) Hizmetçiler, uşaklar.
  • vüsema : (Vesim. C.) Damgalılar, dağlanmış olanlar. * Güzel yüzlüler. * Rastıklılar.
  • vuska : (Bak: Vüska)
  • vüska : Çok kuvvetli ve sağlam olan.
  • vusla : Bir şeyi başka bir şeye ekleyen, bitiştiren şey.
  • vuslat : Visal. Sevdiğine kavuşma, ulaşma, bitişme. Bitiştiren.
  • vusta : (Müe.) Orta. Ortası. * Orta parmak.
  • vusu' : Kudret, tâkat, güç, kuvvet.
  • vusub : Dâim ve sürekli olmak. * Vâcip olmak.
  • vüsub : (Vesb - Vesib) Sıçrama, atlama. * Oturma.
  • vüsüd : (Visâde. C.) Yastıklar.
  • vusuk : (Visâk ve Vesâk. C.) Bağlar, râbıtalar. * Sözleşme yerleri. * Andlaşmalar.
  • vüsuk : Sağlam inanma. İtimad etme, güvenme. Muhkemlik, sağlamlık. ◊ Bağlar, râbıtalar. * Anlaşma ve sözleşmeler.
  • vusul : Ulaşma, erişme, varma, yetişme.
  • vüşul : Mal azlığı. * Zayıflık.
  • vuu' : Tilki.
  • vuud : Vaidler. Vâdeler.
  • vuul : şerefliler. * Kuvvetliler.
  • vuz' : Kadının temizliğinin sonunda hayızdan evvel hâmile olması.
  • vüzera : (Vezir. C.) Vezirler. (Bak: Vezir)
  • vuzu' : Hakir etme. Kendini, nefsini tezlil ve tahkir etme, küçümseme. ◊ Abdest alma. Abdest suyu. Abdest.
  • vüzub : Lüzumluluk, icab etme, gereklilik. ◊ Su gibi akma.
  • vuzuh : Açıklık. Açık ve anlaşılır şekilde olmak. Netlik. * Aydınlık. * Edb: İfadede açıklık.
  • vüzur : Tuzak. * Süprüntü sepeti.
  • 
    Derneğimiz
    Mekke Canlı Yayın
    Medine Canlı Yayın
    Eserlerimiz
    İlahiler
    Sure ve Namaz
    Namaz Kılmayı Öğreniyorum
    Tecvid Dersleri
    SON EKLENENLER
    GÜNÜN AYETİ
    Ve biz seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik.
    (ENBİYÂ - 107)
    ÖZLÜ SÖZLER
    • Ezeli ervahta nur-u Muhammedi ile beraber olmaya halvetilik denir.
    • Adem "ben hata yaptım beni bağışla " dedi, İblis ise" beni sen azdırdın" dedi ya sen!... sen ne diyorsun?
    • Edep, söz dinlemek ve gönle sahip olmaktır.
    • Güzelliğin zekatı iffet ve edeptir. (Hz. Ali)
    • Zeynel Abidin oğlu Muhammed Bakır'a "Ey oğul, fasıklarla cimrilerle yalancılarla sıla-i rahimi terk edenlerle arkadaşlık etme." diye buyurmuştur.
    • Kemalatın bir ölçüsü de halden şikayet etmemektir.
    • En güzel keramet gönlü masivadan arındırmaktır.
    • Alem-i Berzah insanın kendisidir.
    • Zahir ve batının karşılığı aşk-ı sübhandır.
    • Mutaşabih ayetler ledünidir.
    NAMAZ VAKİTLERİ