A
B
C
D
E
F
G
H
I
J
K
L
M
N
O
P
R
S
T
U
V
Y
Z
sa : f. Benzetme edâtı olan 'âsâ' nın hafifletilmişidir. Meselâ: Anber-sâ $ : Anber gibi. ◊ (-Sây) f. Sürücü, süren.sa' : Çiy, rutubet, şebnem. * Kur'an-ı Kerim alfabesindeki dördüncü harfin adı. ◊ 1040 dirhemlik hububat ölçeği. Kile. ◊ Vakitler, saatler, zamanlar.şa'ar : Kıl büken. şa'b : Ayrılmak. Dağılmak. * Islah etmek, düzeltmek. * Helâk etmek. * Kırmak. ◊ (C.: şuub) Tâife, cemaat. Kabile.sa'b(e) : (C.: Sıâb) (Suubet. den) Zor, güç, çetin. * Zorlu, güçlü kuvvetli. şa'ban : (Şâbân) Arabi ayların sekizincisi. Mübârek Şuhur-u selâsenin (Üç ayların) ikincisi. sa'ber : Sedir gibi bir ağaç. şa'beze : El çabukluğu. sa'cez : Dökmek. sa'd : Uğur, uğur getiren şey, iyilik, mübareklik, kuvvetlilik. * Kutlu, uğurlu. ◊ Mihnet, meşakkat, zahmet.sa'dane : (C.: Sâdân) Develerin yediği dikenli ot. * Devenin göğsü. * Tırnak dibinin siniri. * Terâzi kefesinin iplerinin altındaki düğme. * Kadın memesinin etrafı. sa'de : Dişi eşek. * Süngü ağacı. ◊ (C.: Siad) Yumuşak hurma.sa'dî : (M. 1193-1291) Şiraz'da doğmuş büyük bir İran şâiridir. Gülistan ve Divan'ında bol bol temsilî hikâyeler kullanmıştır. (Bak: Sa'di-i Şirazî) * Saadete, uğura mensub. sa'f : Bir şarap cinsi. sa'fe : Çocuğun başında çıkan çıban. * Kel. sa'k(a) : Ansızın düşmek. * Çağırmak. * Helâk olmak. sa'ka : Bayılma. Baygınlık. sa'l : Başı küçük olan kimse. * Başı küçük deve kuşu. * Tüyü gitmiş eşek. sa'la : Küçük başlı kadın.SA'LA : Zâid dişli kadın. (Müz: Es'al) şa'la' : Kuyruğu beyaz olan davar. ◊ Uzun, tavil.sa'le : Eğri hurma ağacı. * Küçük başlı dişi devekuşu. sa'leb(e) : (C.: Seâlib) Tilki. * Süngü demirinin ağaç geçirecek yeri. sa'm : Soymak. sa'neb : Başı küçük olan kimse. Küçük başlı kişi. sa'net : Et yağı. * Yağ. sa'niye : Takkenin tepesi. sa'r : Katil zehiri. * Kısa boylu adam. * Küçük hıyar. * Yaban soğanının kökü. ◊ Ateşin alevlenmesi.şa'r : (C.: Şüur-Eşâr) Kıl. Saç. * Ateş yakmak. * Cenk koparmak, kavga çıkarmak. şa'ra : (C.: Şüâr) Çok miktar ağaç. * Bir nevi zerdali. * Kuyruğunda dikeni olan bir cins sinek. şa'ranî : (Hi: 899-973) Dört hak mezhebin birleşen ve ayrılan tarafları hakkında mu'teber eserleri olan meşhur bir fakihtir. Mizan-ı Şaranî ismiyle bilinen eseri meşhurdur. şa'riyye : Çorbalık makarna, şehriye. şa'riyyet : Fiz: Kılcallık. sa'sa : Dağılmış develer. ◊ İnci, sedef.şa'şa' : Yıldıramak, parıldamak. * Uzun ve yeynicek olmak. sa'saa : Keçiyi sağmak için çağırmak. ◊ Perakende etmek, dağıtmak.şa'şaa : Parlama. Zahirî parlak görünüş. * Bir şeyi birbirine katıp karıştırmak. şa'şaadar : f. Gösterişli, şa'şaalı, parlak. şa'şaapaş : Parlaklık neşreden, şa'şaa saçan. sa'sae : Köpek eniğinin gözü açılmadan gözünü depretip bakmak istemesi. sa'sea : Âciz olmak. * Sözünde kasır olmak. sa'ter : Güvey otu. * Kekik otu. sa'terî : şen ve keyifli kimse. * Kekik otu ile alâkalı. * Soytarı. sa'v : Duymak. İşitmek. * Zayıf adam. * Serçeden küçük bir kuş. şa'va' : Perâkende, dağınık. * Dağıtmak. sa'vat : (Sa've. C.) Kuyruk sallıyan kuşlar. sa've : (C.: Sa'vât) Kuyruk sallıyan kuş. sa'y : Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma. * Hızlı yürüme. * Cür'et etme. * Ziyaret etme. * Gammazlık yapma. * Ist: Hac veya More…saab : Zor, güç, çetin. şaab : Ayrılmak. * Yarmak. saade : Yokuş başı. saâdet : Mes'ud oluş. Talihi iyi olmak. Mutluluk. Said olmak. Allah'ın rızasına ermiş olmak. Her istediğine kavuşmuş olmak. saâdet-bahş : f. Saâdet veren, sevindiren, ferahlandıran. saâdet-hane : f. Büyük bir kimsenin evi. saâdet-meâb : f. Saâdet sâhibi. Saâdet bulan. saâdet-mend : f. Bahtiyar, mutlu. Saâdet bulmuş olan. saâdet-mendî : f. Mutluluk, bahtiyarlık. saâdet-resan : f. Saâdete ulaştıran. Saâdet bulan. saak : Bir şiddet sebebi ile helâk olmak, ölmek, bayılmak. * Aklın gitmesi. saal : Dikkat. saalib : (Sa'leb.C.) Tilkiler. saalik : Dilenciler. * Serseriler. * Kalenderler. * Dervişler. saan : Suya yakın yerde develerin yattığı yer. şaar : Ağaç, şecer. saat : Bir günün yirmi dörtte biri, saat. Zaman, vakit. Muayyen, belli bir vakit. Altmış dakikalık zaman. * Kıyâmet. ◊ Saatler. Vakitler.sab : Bir acı otun suyu. şab : (Bak: şap) sab' : Parmakla işaret etmek. şab-hane : f. Şap çıkarılan yer. saba : Gün doğusundan esen hoş ve lâtif rüzgâr. ◊ Hevâ ve nefsine meyletme. Delikanlılık.saba-beraber : f. Sabâ rüzgârı gibi lâtif ve hafif. sababet : Şiddetli sevgi. Âşıklık. sabae : Bir dinden bir dine geçmek. sabah : Gün doğmasına yakın vakitten, öğle vaktine kadar olan zaman. sabahat : Yüz güzelliği. Güzellik, hüsün ve cemâl. sabahgâh : f. Sabah vakti. sabareftar : f. (En fazla at için kullanılan bir tâbirdir) Rüzgâr gibi çabuk ve hafif giden. * Hoş ve lâtif yürüyüşlü. sabaret : Kefalet. şabaş : f. Alkış etme, alkışlama. Aferin deme. Bir hareketi güzel bulmaktan dolayı alkışlamak veya hediye vermek. şabaşhân : f. Beğenip alkışlayan. sabat : (C.: Sevâbıt-Sâbâtât) Pazar sokağı, iki duvar arasının örtüsü (altı yol olur.) sabavet : Çocukluk, sabilik. sabaya : (Sabiyye. C.) Büluğ çağına varmamış küçük kızlar. Kız çocukları. sabb : Dökmek, akıtmak, boşaltmak. Dökülmek. * Aşık, tutkun. şabb : Genç, delikanlı, yiğit. sabbag : Boyayan, boyacı. * Deri altındaki boyalı madde. sabbar : Çok sabırlı, sabur. (Bak: Sabr) sabbare : Soğukluk. şabbe : Genç kadın. sabbur : Katı, şiddetli, şedid. sabeb : (C.: Asbâb) Çukur yer, iniş yer. sabg : Boyama. Boyanma. sabga' : Kuyruğunun ucu beyaz olan koyun. sabhid : Bey, emir. sabi : Henüz süt emen çocuk. * Büluğ çağına gelmemiş olan çocuk. * Üç yaşını tamamlamayan erkek çocuk. sâbi' : (Sabi'a) Yedi, yedinci. sabi' : Yavru sesi. * Fil, hınzır ve fâre sesi. sâbi'aşer : Onyedinci. sâbian : Yedinci olarak. sabib : Susam yaprağının suyu. * Kına yaprağının suyu. sâbig : (Sâbiga) Tam. Tafsilâtlı. Uzun. Bol. sâbih : Yüzen, yüzücü. sabih : (Sabiha) Güzel, latif, şirin. şabih : Misil olan, nazir, benzeyen. sâbiha : (C.: Sâbihât) Gemi. * Yüzen. sabiha : Fecir vakti. sâbihât : Yüzücü olanlar, yüzenler. Gemiler. * Ehl-i imânın ruhları. * Yıldızlar. sabiî : İtaattan ayrılmakla bâtıla meyleden. * Yıldıza tapan sapkınlar veya yıldıza tapan ehl-i dalâlet kimselerden olanlar. sabiîn : (Sâbiî. C.) (Aslı: Sâbiiyyun) Yıldıza tapanlar. Sapıklardan olanlar. sâbik(a) : Geçmiş. Önceki. * Zamanca veya rütbece ileride olan. * Eskiden işlenmiş suç. sâbikan : Bundan önce, evvelce. sabikîn : (Bak: Sâbıkûn) sâbikûn (sâbikîn ) : (Sâbık. C.) Sâbıklar. Öncekiler. Geçmişler. sabil : Gezkere denilen nesne. (Onunla ters, balçık ve gayri ne olursa taşırlar). * Yolcu kimse. sabir : (C.: Sıber) Kefil. * Yağmursuz beyaz bulut. ◊ Altın ismi.sabir(e) : Tahammül eden, sabreden, bekleyen. Zorluğa karşı göğüs geren, hâlinden şikâyet etmeyip acı ve sızıya katlanan. Belâ ve musibete karşı şikâyet etmeyip Allah'a (C.C.) şükreden. sabir-şiken : f. Sabrı kıran, sabrı bozan. sabirî : Bir çeşit ince giyim eşyası. * Bir cins hurma. sabirîn (sâbirûn) : Sabredenler. (Bak: Sabr) sabirsûz : f. Sabrı yakan, sabırsızlık veren. sabit : Duran, yerinde durup hareket etmeyen. * Doğruluğu isbat edilmiş olan. sabite : Yerinde durur gibi olan yıldız. * Yerinde durup hareket etmeyen herhangi bir şey. (Seyyare'nin zıddı) sabiyy : (C.: Sıbye-Sıbyan) Oğlan. * Meyl ve muhabbet eden kimse. sabiyye : Büluğa ermemiş veya memeden kesilmemiş kız çocuk. sabn : Men'etmek, engel olmak. sabr (sabir) : Acıya ve zorluğa katlanmak. * Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması. * Muharebede şecaat gösterme. * Bir kimseyi bir şeyden More…sabsab : Irak, uzak, baid. sabsaba : Dövmek. * Ateş etmek. * Kahramanlık göstermek, bahadırlık etmek. * Çok inceltmek. şabub : (C.: Şeabib) Sağanak yağmur. sabur : f. Çok sabır gösteren, çok sabreden. saburâne : f. Çok sabır göstermek suretiyle. sabye : (Sabi. C.) Küçük erkek çocukları. Oğlancıklar. sac : Hint vilâyetinde yetişen siyah ve büyük cins bir ağaç. * Geniş, yuvarlak libas. (Araplar giyerler) sace : Hatıl ağacı. * Altın ve gümüş ayarını astıkları ağaç. saci' : Seci'li ve kafiyeli söz söyleyen, konuşan. * Kasdedici, kasdeden. sacid : Secde eden, Allah'ın (C.C.) huzurunda başını yere koyarak dua eden. Hâdis meâli: 'Bir kulun Rabbine en yakın olduğu an: O'na secde ettiği zamandır.' sacim : (C: Secâm) Akıcı, akan, sâil. şacine : (C.: Şevâcin) Ağaçlı ve meşeli dere. sacir : Selin gelip su ile doldurduğu yer. şacir : Ayak altında ızdırap çekmek. sacur : Köpeğin boynuna takılan tasma. sad : Kur'an alfabesinin onyedinci harfi olup, ebcedî değeri 90'dır. Noktası olmadığından sâd-ı mühmele adı da verilir. ◊ Bakır. * Toprağa ağnayan horoz. * Devenin başında More…şad : f. Sevinçli, ferahlı, memnun, mesrur, şen, bahtiyar. sad suresi : Kur'an-ı Kerim'de 38. Suredir. Dâvud Suresi de denir. Mekkîdir. sad' : Yarılmak, yarmak. * Kesmek, kat'etmek. * Göstermek. İzhar etmek. * Beyân ve meyl etmek, açıklamak. şâd-âbî : f. Sulu olma, suya kanmışlık. Tazelik. şad-hab : f. Uykusu tatlı. sadâ : Seda. Ses. Avaz. Savt. * Erkek baykuş. * Bir böcek adı. * Susuzluk. * Yankı. sada' : Kasd ve teveccüh eyleme. * Bir şeyi âşikâre söylemek. * Mevkiine tevcih ve isabet ettirmek. * Kat'etmek. * İzhar ve beyan etmek. * Yarık ve çatlak. Bir şeyi ikiye yarmak. ◊ More…şadab : (Şâd-âb) f. Suya kanmış, sulu. Taze. şadabter : (şâd-âbter) f. Çok su verilmiş, fazla sulanmış. sadaga : Zayıflık. şadan : f. Sevinçli, bahtiyar. sadef (suduf) : Yüksek büyük dağ. * Her yüksek nesne. * Devenin her dört ayağı. * Bir yöne ğilmek. sadefçe : f. Küçük sadef. sadefe : (C.: Suduf-Esdâf) İnci kabuğu. * Kulak içi. sadegî : f. Sâdelik, süssüzlük, düzlük. sadelevh : Saf, bön. sademat : (Sadme. C.) Vuruşlar, patlamalar. * Ansızın başa gelen belâlar. saderu : (C.: Sâderuyân) f. Yüzünde tüy bitmemiş genç delikanlı. sadgune : f. Çeşitli. Yüz türlü. sadh : Horozun ötmesi. sadha : Şarabın iyisi. Kendine nisbet olunan bir yerin adı. sadhezar : f. Yüzbin. sadhezarân : Yüzbinlerce. şadi : Mahkeme hademesi. Mübâşir. * İlimden, edebiyattan hissesi olan. * Nağme ile şiir okuyan. ◊ f. Sevinçlilik, memnunluk, mesruriyet, gönül ferahlığı.sadi' : Sabah vakti. * Koyun ve deve bölüğü. * Yedi günlük oğlan. sadic : Nakışı olmayan, nakışsız. * Çıplak. * Temiz, pak. sadid : Tıb: Yaradan akan sarı su. İrin. sadidel : Yaprağı katmerli olan gül. sadig : Zayıf. sadih : Kavi, sağlam, kuvvetli. ◊ Erkek baykuş.sadiha : Bulutun kat kat olması. ◊ Teganni eden.şadihe : Alından buruna varana kadar olan beyazlık. sadik : Çok sâdık, içten ve dıştan sadakatlı dost. Doğru sözlü. sadik(a) : Doğru, hakikatli, sadakatlı, dürüst. sadikan : f. Sâdıklar, sâdık dostlar. sadikiyyet : Sâdık oluş, sâdıklık. sadin : (C.: Sedene) Kapıcı. Perdedar. * Kâbe hizmetçisi. sadir : Sudur eden, çıkan, meydana gelen. ◊ Şaşan, hayrette kalan.şadirvan : Etrafında bulunan bir çok musluklardan ve bir fıskiyeden su akan havuz tarzında kubbeli çeşme. Şadırvanlar daha ziyade cami avlularında halkın abdest almaları için yapılırdı. sadis(e) : Altıncı. (6.) sadisen : Altıncı olarak. sadk : Berk, sağlam, muhkem süngü. ◊ Akmak, seyelan.şadkâm : f. Çok sevinçli. sadm : Def'etmek, kovmak. * Güç işe giriftar etmek. şadman : (Bak: şadüman) sadme : Bir vuruş, çarpma, vurma, çatma. * Birden bire patlama. * Ansızın başa gelen musibet. şadnak : f. Gönlü memnun, mesrur. sadpare : f. Yüz parça. Parça parça olmuş. sadr : Her şeyin evveli ve başlangıcının en iyisi. * Kalb, göğüs, ön. * Meclisin önü ve en muteber yeri. Reisin oturduğu yer. * Rücu. * Bir aruz kalıbı. * Baş, reis, başkan. * Oturulacak yerlerin More…sadreyn : Rumeli ve Anadolu kazaskerliği. sadrgâh : f. Tam orta yer. * En mühim yer. sadrî : (Sadriye) Göğüsle ilgili, göğüse ait. sadrnişin : f. Bir toplantıda baş sedirde oturan. sadsal : f. Asır, yüzyıl. sadtu(y) : Çok katlı, yüz katmerli. saduk : Çok sâdık. sadukat : Mehir. Evlenirken erkeğin kadına vereceği para. (Bak: Mehr) şadüman : (şâd-mân) f. Mesruriyet, sevinçlilik. * Mesrur, bahtiyar. sady : Taarruz eden kimse. * Bedeni, endamı hoş olan. * Dimağ. Başın içini dolduran haşev. * Ölü insan cesedi. * Baykuş. şae : Diledi, istedi, murad eyledi. saet : Doğumdan sonra koyunun rahminden çıkan madde. saf : Bir adam boyu yüksekliğindeki duvar. ◊ Tüylü ve yünlü hayvan. ◊ (Bak: Saff)saf (sâfi) : Katışıksız, berrâk, temiz. * Zeki olmayan, derin düşünmeyen, dikkatsiz. saf' : Sille vurmak, tokat atmak. saf'an : (C.: Safâıne) Sille vurulmuş kişi. safa : Gönül şenliği, eğlence. * Duru olmak, itmi'nan ve meserret üzere olmak. Temiz, sâfi olmak. * Hava açık ve ayaz olmak. * Mekke-i Mükerreme'de bir yerin ismi. ◊ Yüzü More…safa-bahş : f. Eğlendiren, rahatlandıran, kederi def'eden, hatırı hoş eden. safa-cu : (C.: Safacuyân) f. Rahat ve eğlence arıyan. safa-yi sadr : f. Gönül şenliği, kalbin itmi'nan ve sevinç içerisinde olması, meserret üzere olmak. safahat : (Safha. C.) Safhalar. * İstiklâl Marşı şâiri Merhum Mehmed Akif'in manzum eserinin adı. safaih : (Safiha. C.) Düz şeyler. Levhalar. safak : Kıllı derinin altında olan ince deri. ◊ Yeni kırba içine konulmuş su.şafak : Tan zamanı. Güneş doğmağa yakın zaman veya güneş battıktan sonraki alaca karanlık. Gündüz. * Nahiye. Cânib. * Nasihat eden kimsenin 'Nasihatım te'sir etsin, sözüm tutulsun' More…şafak-âlud : f. şafak gibi, şafak renginde. şafak-gûn : f. Şafak renkli, kızıl. safal : Alçaklık. * Rüzgârın dokunduğu yer. safaperver : f. Safa veren. İç açan, safalı. safare : Zurna. safayab : f. Safa bulmuş, huzur ve sükûna kavuşmuş. safbeste : Saf bağlamış, saf olmuş. safd : Yağlamak. * Sağlamlaştırmak, muhkem etmek. safderun : f. Safi, içi temiz, kolay aldanabilen. safderunan : (Safderun. C.) f. Kalbi temiz, içi saf olanlar. safderunane : f. Kalbi safi olanlara ve kolay aldananlara yakışır surette. safdil : f. Saf, ahmak, bön, kolay aldatılan kimse. safdilâne : f. Bönlükle, saflıkla. Safdillikle. safe : (C.: Savaf-Sâfât) Kanatlarını havada yayıp uçan kuş. şafe : Ayakta çıkan ve dağlamayınca gitmeyen çıban. safed : (C.: Esfâd) Esirlerin eline ve ayağına bağlanan bağ. *Atâ, bahşiş, hediye. safen : (C.: Esfan) Haya derisi. safer : (C.: Esfâr) Boş ve hâli olmak. * Arabi aylardan ikincisi. * Karın içinde durabilen bir yılanın adı. saff : Bir sıra dizilmiş şey, bir şeyi sıra ile uzun uzadıya dizmek. * Câmide cemâatın sırası. saff suresi : Kur'an-ı Kerim'de 61. suredir. İsa, Havariyyun Suresi de denir. Medenîdir. saff-beste : f. Saf bağlamış, saf olmuş. saff-der : (C.: Saff-derân) f. Düşman saflarını yaran yiğit. saff-derâne : f. Yiğitçesine. saff-i evvel : İlk saf, birinci saf. * İlk sahabeler. * Bir hareket ve cereyanın ilk sahipleri. saff-şikaf : f. Düşman saflarını yararak bozan yiğit. saff-zen : f. Düşman saflarını vurup yaran yiğitler. saffat : (Saff. C.) Saf olanlar, saf yapanlar. ◊ (C.: Sıfâ-Esfâ-Sufâ) Düz kaygan taş.saffat suresi : Kur'an-ı Kerim'in 37. suresidir. Mekkîdir. saffeyn : İki sıra. * Muharebede karşılaşan iki taraf. safh : Suç bağışlama, dostluk etme. Günah ve cürmü afveyleme. * Bir şeyin bir tarafı. * Bir şey içirme. * Yüz çevirme. safha : Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri. * Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri. * Kısım. * Bir şeyin düz yüzü. * El ayası. * Bir hâdisede birbiri ardınca görülen More…safi : Katışıksız. Temiz, süzülmüş ve temiz. * Bozuk olmayan. Hâlis. şafi : Hastaya şifa veren (Allah. C.C.). * Yeter görünen, kifayet eden. şafi' : (Şefaat. den) Şefaat eden. Bir kimsenin suçunun bağışlanması için vasıtalık eden. safif : Kuru ot. safih : Gökyüzü, semâ. * Yassı veya düz olan şey. ◊ Men eden, engel olan.safiha : (C.: Safayih) Yüzün derisi. * Kapı tahtası. * Kâğıdın bir tarafı. * Yassı ve düz nesne. * Enli kılıç. (Bu mânâya C: Sıfâh) şafiî : Şâfiî mezhebinden olan. (Bak: İmam-ı Şâfiî) safil : Sefil olan, düşük ahlâklı ve karaktersiz. ◊ Alçak yer. ◊ Tortu.safile : Dip, alt taraf. Bir şeyin aşağısı. safilîn : Alçaklar, aşağılar, sefiller. Allah'tan (C.C.) uzak olanlar. * Aşağı taraflar. safiliyyet : Alçaklık, aşağılık. safin : (C.: Sâfinât) Cins at. * Üç ayağı üstünde durup dördüncü ayağının tırnağını yerde dikip duran at. şafin (şefun) : Göz ucuyla bakan kişi. safine : (C.: Sevâfin) Yel, rüzgâr, riyh. safir : Islık veya kuş sesi. * İnce ve güzel ses * Tecvidde: Harfin ıslık sesine benzemesidir. Bu vasıfta olan harfler: Ze, sin, sâd. ◊ (Sefir) Sefere çıkan. * Elçi. * Kâtib.safiye : Temiz, katışıksız, bozuk olmayan. * İçinde yapmacık ve uydurma bir şey, fazladan kelime ve kafiye bulunmayan söz. ◊ (C.: Sevâfi) Toz. * Rüzgâr, yel.safiyet : Saflık, hâlislik, temizlik. safiyullah : Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismidir. Bütün mahlukatta efdal ve Cenab-ı Hakk'ın ihsanı ile onlardan seçilip çıkarılmış tertemiz mânâsına Safiyullâh denilmiştir. Hz. More…safiyy : Temiz, pak. Hâlis, saf, katıksız. safk : Sesi işitilen vuruş. * Sarfetmek. * Reddetmek. * Kanatlarını hareket ettirmek. Deprenmek. * Kullanmak. safka : Bir satış anında müşteri ile satıcının tokalaşarak, 'hayrını gör' demeleri. * Yapılan satış. safra : Sarı. * Karaciğere bağlı öd kesesi içindeki yeşilimsi sarı ve acı su ki, yağların hazmına hizmet eder. ◊ Dengeyi sağlamak için yelkenli gemilerin sintinelerine konan mâden, taş, More…safragun : Bir cins serçe kuşu. safre : Açlık. safriye : Güz mevsiminden önce biten ot. safsaf : (C.: Safsâfe) Her nesnenin kemi, kötüsü, hor ve hakiri. * Döğülmüş yumuşak toprak. * Mâkul olmayan kelimeler. * Mânâsız şiir. * Yaramaz ve kötü işler. ◊ (C.: Safâsıf) Yüksek düz More…safsafa : Elemek. * Asılsız yapmak. * İşe yaramaz hâle getirmek, yaramaz etmek. Hor ve hakir etmek. safsafe : Ekşi aş. * Ekşili nesne. safsata : Hezeyan, yalan, uydurma. Zâhirde doğru, hakikatte yanlış ve yalan olan kıyas. (Bak: Dimağ) safsataperdaz : f. Safsata kabilinden söz söyliyen adam. safsatiyât : Safsatalar, yalan ve yanlış şeytâni sözler. safvan : (Safvâ) Yumuşak, düz ve kaygan taş veya kaya parçası. * Çok soğuk ve açık olan gün. safve : Hâlis ve seçkin. * Katı yüzlü merhametsiz kimse. safvet : Sâfilik, temizlik, pâklık. Hâlislik. saga : (C.: Sayâg) Kuyumcu. sagair : (Sagire. C.) Küçük günahlar. sagan : Mâverâünnehir diyarında bir şehir adı. sagar : Zelillik, alçaklık, âdilik. ◊ f. İçki bardağı. Kadeh. ◊ Küçük olmak.sagat : Aslı 'sagavet' olup, bir cihete meyil demek olan 'sagav' masdarından fiil-i mâzi müfred müennesdir. Muzarisi : 'tasgi' gelir. şagb : Ayıplamak. * Cidal, dövüş, niza. * Şerri tahrik etmek. sagg : Meyletmek, yönelmek, eğilmek. sagib (sagbân) : Aç kimse. (Müe: Sagbâ) şagil : İşgal eden, tutan.* Meşgul eden, meşgul edici. * Meşgul olmayı gerektiren. * Bir mülkte oturan. sagir : Zelil ve aşağılık kimse. sagir(e) : Küçük, ufak. Büluğa ermemiş çocuk. sagire : (C.: Sagair) Küçük günah. sagiye : Koyun. * Umumu nefy için ehad mânâsına da kullanılır. sağnak : Birdenbire ve çok fazla yağıp geçen yağmur. sagr : (Sügur. C.) Etrafı kale ile çevrili şehir. * Sahil şehri. * Tepe veya başka bir yerde mağara. * Ağız. Ön dişler. şagr : Köpeğin bir ayağını kaldırıp bevletmesi. şagrabiyye : (C.: Şegârib) Ayak bağlamak. sagsag : Galat kelâm konuşmak. sagsaga : Dişi çıkmamış küçük oğlan. * Bir şeyi ısırmak. şagşaga : Süngüyü vurduğu kimsede hareket ettirmek. sagsega : Toprak içine bir şey gömmek. * Yemeği yağlı ve iyi pişirmek. * Dişi depretmek. şagva' : (C.: Şuguv) Dişleri birbirine muhalif olup kimi fazla kimi eksik olan kadın. sagy : (Sagv) Meyletmek, yönelmek. * Güneşin batmaya meyletmesi. şagzebiyye : (C.: Şegâzib) Ayak bağlamak. şah : f. Pâdişah. İran veya Afgan hükümdarlarının nâmı. * Bir yere hâkim olan zât. Sâhip. * Asıl. * Atın ön ayaklarını yukarı kaldırarak durması. ◊ f. Ağaç dalı. Budak. * Boynuz. More…saha : Meydan, yer, avlu, geniş yer. ◊ Kirli ve paslı olmak.şaha : f. Boyunduruk. saha' : (Bak: Sehâ) saha-kâr : f. Eli açık, cömert, sahi. sahabe : (Sahâbi) Sâhibler. Sâhib çıkanlar. * Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (A.S.M.) sağ iken mü'min olarak görmüş, mü'min olarak vefat etmiş erkek müslüman. sahabet : Sâhib olma, sâhib çıkma. * Sohbetinde bulunmuş olma. * Yardım etme, koruma, arka olma. sahabetkâr : f. Koruyan, sahib çıkan, arka olan. sahabi : (Bak: Sahâbe) sahabiye : Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı sağ iken görmüş olan ve mü'mine olarak vefat etmiş bulunan kadın müslüman. (Bak: Ashab) sahad : Yakmak. şahadet : (Şehâdet) Şâhidlik. * Bir şeyin doğruluğuna inanmak. * Delâlet. Alâmet, işaret, iz. * Allah (C.C.) rızâsı yolunda hayatını fedâ etmek. Din için muharebeden şehitlik. (Bak: Şehid) şahadetname : f. Bir işin yapılmasına müsaade veren resmî izin kâğıdı. Vesika. Diploma. sahafet : Zayıflık, bozukluk. * Hafiflik. sahaif : (Sahife. C.) Sahifeler. saham : (Bir kimse) güneşte yanma. şahamet : Semizlik, yağlılık, şişmanlık. şahan : (şâh. C.) f. şahlar, pâdişahlar. şahane : Şah gibi, şaha yakışır bir surette. sahanet : Kızgınlık, sıcaklık. sahari : (Sahrâ. C.) Çöller, sahrâlar, kırlar. saharî : Kaya cinsinden. Kaya ile alâkalı. ◊ (Sahrâ. C.) Sahrâlar. Çöller.sahat : (Sâha. C.) Sâhalar, meydanlar, açık yerler, alanlar. sahavet : 'Cömertlik, el açıklığı, muhtaç olanlara çok ihsan etmek.(İhsan ihsandır. Eğer nev'e olsa; veya muhtaca ve fakire olsa, sahavet o vakit tam sahavettir. Eğer, millet için olsa, More…sahavetkâr : f. Eli açık, cömert olan. Herkese ihsan eden. sahb : (Sahab) Figan, seslerin birbirine karışması, gürültü, patırtı. ◊ (Sâhib. C.) Yakın dostlar. Sâhipler.şahb : Yaradan kan akmak. * Emzikten süt akmak. * Rengin değişmesi. sahb(et) : Şarabın kırmızı olması. * Saç kılının kırmızıya yakın olması. şahbal : (Şehbal) f. Kuş kanadının en uzun tüyü. şahbaz : f. İri ve beyaz doğan kuşu. * Mc: Çevik ve becerikli. Yiğit, şanlı, kahraman. şahbeyt : Edb: Bir şiirin en güzel beyti. Gazelde matla'dan sonraki beyt. sahc : Bağırsağın yaş olup cerahat vermesi. * Kaşımak. * Tırmalamak. şahdane : f. İri inci tanesi. * Kenevir tohumu. şahdar : f. Dallı, budaklı ağaç. * Dallı boynuzlu hayvan. sahe : İnce ve zayıf deve. şahenşah : f. Pâdişahlar pâdişahı. Şâhlar şâhı. En büyük pâdişah. şaheser : f. Üstün ve büyük eser. Eserin şâhı. * Yüksek değerde olan. sahf : Süngü demirinin keskin olması. * Soymak. * Yüzmek. sahfe : Zayıf akıllılık ve az fikirlilik. ◊ Arka derisine yapışan yağ. ◊ (C.: Sıhâf) Küçük çanak.sahh : (Sıhhat. den) Eskiden resmi yazılara konulan ve 'doğrudur, yanlışsızdır' mânasına gelen bir işâretti. ◊ şiddetinden kulaklar tutulan çığlık. * Sağlam bir şeyle vurmak. More…sahha : Kulakları sağır eden şiddetli bağırış ve çığlık. sahhab : Gürültücü, patırtıcı. sahhaf : (Sahf. dan) Eski kitap alıp satan kimse. sahhaka : Sevici kadın. sahi : Cömert, eli açık, herkese iyilik etmek isteyen. ◊ (Sehv. den) Hata işleyen.şahî : f. şaha, hükümdara ait, şah ile ilgili. * Hükümdarlık, şahlık. * Eski topların bir çeşiti. * Nişastalı, yumurtalı bir helva. * Tar: Osmanlı Padişahlarından Yavuz Sultan Selim Han'ın More…sâhib : (Sohbet. den) Sohbet edilen kimse. * Bir şeyi koruyan ve ona mâlik olan. * Bir iş yapmış olan. * Bir vasfı olan. sahib : Yoldaş, yol arkadaşı. *Gözcü. (C.: Sıhab-suhban) (Sahıb'in C: Sahb Sahb'ın C: Eshab-Eshab'ın C: (Esâhıb)) sahib-firaş : f. Hasta. Yatağa düşmüş. sahib-huruc : f. Ayaklanmış, isyân etmiş, âsi. Ayaklanıp isyân ederek idâreyi ele geçirmiş kimse. sâhib-i huruc : f. İsyan edip ayaklanarak idareyi ele geçirmiş olan kimse. * Büyük kahraman. * Şarktan zuhuru beklenen mehdi. sahib-kemal : f. Olgun, kemal sahibi. sahib-kiran : f. Her zaman muvaffak olan ve üstünlük kazanan hükümdar. sahib-nazar : f. Görüşü, tecrübesi ve düşüncesi kuvvetli olan. sâhibat : (Sâhibe. C.) Kadın sâhibler. sâhibe : (Müe.) Bir şeyin sahib ve mâliki olan kadın. şahic : Eşek, hımar. sahid : Uyanık. şahid : Şahitlik yapan. Bilen, tanıyan. Senet yerine geçecek kadar mâkul ve mu'teber sayılan. Gören. * Resul-ü Ekrem Efendimizin (A.S.M.) bir vasfı. * Melâike-i kiram. * Hazır. ◊ More…şahid-zor : f. Yalancı şâhit. şahide : (Müe.) Kadın şâhid. * Mezar taşı. * Mezara dikine dikilen ve üzerinde yazı ve çiçek motifi bulunan baş ve ayak taşları. * f. Dilber, güzel. sahif : (Sahâfet. den) Zayıf akıllı. Az fikirli kimse. * Gevşek dokunmuş. Boş. sahife : Sayfa, kitap sayfası. *Mc: Bir mâna ifade eden her hangi bir şeyin hâli. sahih : 'Fık: Rükünleri ve şartları tamam olan herhangi bir ibâdet ve muâmele. * Hâlis, kusursuz, şüphesiz. * Edb: Gerek söz bakımından ve gerek mânâca noksanları bulunmayan ifade. * Gr: More…şahih : (C.: Şihah) Bahil kişi. sahihan : Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'in birlikte adı. ◊ Doğru olarak, cidden, hakikaten, gerçekten.sahik : Uzak. * Müretteb olan söz. * Hemen anlaşılmaz derece. * Çok karışık ve anlaşılmaz söz. ◊ Ezip döğen.şahik : Yüce, büyük dağ. * Yüksek yapı veya ağaç. şahika : Dağ tepesi, zirve. sahil : Deniz, göl veya akarsu kenarı. Kıyı, yalı. ◊ Kişneyen. Kişneyici. ◊ At kişnemesi.sahilhane : f. Yalı evi. sahilnişin : f. Sâhilde oturan. sahilreside : f. Sâhile varmış, kıyıya ulaşmış. sahilsaray : Deniz kenarındaki kâşâne, büyük yalı. şahim : Semiz, yağlı, şişman, besili. sahime : Zayıf dişi deve. sahimet : Kin, çekememezlik. * Hased. şahin : (C.: Şevâhin) Doğan'a benzer bir kuş ki, av avlamak için terbiye olunur. sahin(e) : (Sihan. dan) Sık. * Kalın, sıkı. * Katı, pek. ◊ (Suhunet. den) Sıcak, kızgın, ısınmış.şahine : Öşür memuru. sahir : (Seher. den) Uykusuz kalan. Uyuyamayan. ◊ Büyücü, büyü yapan, sihir yapan. ◊ Maskaralık eden, maskara eden.sahir-pişe : f. Sihirbazlığı meslek edinmiş olan. sahirâne : f. Büyülercesine olan. Büyüleyici gibi. sahire : Yer yüzü, arz. * Kıyamet günü, Cenab-ı Hakk'ın haşir meydanı için tecrid edeceği Arz-ı Beyza. * Aslâ insan ve hayvan ayak basmadık yer yüzü. Çöl. * Cehennem. ◊ İçine kızmış More…şahis : (C.: Eşhâs) Kişi, kimse. İnsanın cismanî hey'eti. * İnsanın uzaktan görülen karaltısı. ◊ (şahs. dan) Ölçmek için dikilen ve işaret tutulan nişan. * Belirten. ◊ Büyük More…sahit : Dargın, kırgın. şahit : (C.: Şihât) İnce yufka olmuş nesne. sahk : Döğüp yumuşatma. Döğme, döğülme. * Kırma, kırılma. * Sürtme. ◊ Dövmek. * Ezmek. * Eski kaftan, eski elbise.şahkâr : f. En güzel eser. Baş eser. şâheser. sahl : Ses kısıklığı. Ses bozukluğu. * Boğazını boğup şiddetle çağırmak. ◊ Az az vermek.sahle : (C.: Sühul-sihâl) Koyun kuzusuna ve keçi oğlağına derler. (Doğduğu vakitten dört aylık olana kadar.) şahm : Bozulmak ve değişmek. Fâsid ve mütegayyer olmak. ◊ Etler arasında bulunan yağ, iç yağı. Don yağı.şahm-pare : f. İç yağın bir parçası. Bir kısım iç yağı. sahmem (sahmim) : Hâlis (hayırda ve şerde kullanılır.) *Yaramaz huylu deve. şahmerdan : (Şâh-ı merdan) f. Mertlerin şahı, Hazret-i Ali (R.A.). * Aşağı yukarı çıkan büyük demir tokmak. sahn : Evin ortasındaki açıklık, avlu, oyuk. * Boşluk. Boş yer. Orta, meydan, aralık. * Sahne. * Cami ve medreselerdeki umumun toplanmasına âit üstü kubbeli ve örtülü yer. * Büyük kâse. Sahan. * More…şahn : Doldurmak. * Sürüp reddetmek. şahna' : Buğz, düşmanlık, adâvet. sahnan : Çifte zil. sahne : Manzara. * Tiyatro oynandığı yer. Oyun yeri. ◊ Cerahat, yara.şahne : İnzibat memuru, emniyet memuru. şahnişin : f. Şahların oturmalarına lâyık yer. * Evin sokak üzerine olan çıkmaları. sahr : (Sahar - Saharat - Suhur) Kaya. Büyük taş. * Maden kütlesi. * Hazret-i Süleyman (A.S)'in mühürünü çalan ifrit. ◊ Masharaya almak. ◊ Örtmek.şahr (şahir) : Ağızını öttürmek. * Islık çalmak. * Sesi yükseltmek. sahra : (C.: Sahârâ-Sahravât) Kır, ova, çöl. * Yazı. * Kızıl dişi eşek. (Müz-Eshar) sahra-neverd : f. Çölde dolaşan. Göçebe. sahra-nişin : f. Çölde oturan. Sahrada hayat geçiren. şahrah : f. Büyük ve işlek yol, cadde. Şaşırılması mümkün olmayan doğru ve işlek yol. sahravat : (Sahra. C.) Sahralar, çöller. Ovalar. Kırlar. sahre(t) : Büyük ve sert taş. şahreg : f. şah damar, büyük damar. sahrinç : Yağmur sularını biriktirmek için bina altında ve toprak içinde yapılan etrafı duvarlı veya çimento sıvalı su mahzeni. şahs : Acı çekmek. Iztırab çekmek. ◊ (Bak: Şahıs)sahsah : Yağmurun sert ve katı yağması. ◊ (C.: Sahâsıh) Düz yer. ◊ Geniş, düz yer.şahşah : Sözü doğru olan, yalan söylemeyen. * Gayretli, bahadır kimse. ◊ Görevli, vazifeli.sahsah(a) : Döndürmek. * Evin ortası. şahşaha : Kuşun hızla uçması. sahsalik : Katı, şiddetli, şedid. * Yaşlanmış, ihtiyar kadın. * Şiddetli ses. şahsar : f. Dallı budaklı ağaçlar. Ağaçlık yer. Koruluk. şahsen : Şahıs olarak, ferd olarak. Şahısça, kendi. * Yalnız uzaktan görerek. şahsî : Şahsa mahsus, şahsa ait, dair. Kişi ile, şahıs ile alâkalı. şahsiyet : Bir kimsenin kendisine mahsus ahvâli. Şahıs olma. Karakter sâhibi ve makbul bir insan olma. şahsiyyat : Kişinin şahsına, kendine ait sözler. * Birinin kendine ait münasebetsiz sözleri. şahsüvar : (C.: şâhsüvârân) f. Ata iyi binen. saht : Zor güç, * Sert, katı, çetin. * Güçlü, kuvvetli, sağlam. ◊ Boğazlamak.saht (suht) : Hışım, hiddet, kızgınlık, gadap. şaht (şühut) : Iraklık, uzaklık, bu'd. saht-ligam : f. Gem almaz, sert başlı at. sahtdil : f. Katı yürekli. sahte : f. Düzme, yapmacık, yalandan, taklit. * Kalp, karışık. sahtegî : f. Sahtelik, yalan, düzme. sahtekâr : f. Sahte iş yapan, hilekâr. Kalpazan. sahtekârî : f. Hilekârlık, sahtekârlık. şahterec : şahtere otu. sahtevekar : f. Yapmacık tavırlar takınan, kendini satmaya çalışan. sahtgir : f. Bir şeyi sıkıca tutan. sahti : f. Sertlik, katılık. * Güçlük. * Sıkıntı. sahtiyan : f. Boyanmış, cilâlanmış deri. Tabaklanmış deri. sahtru : f. Suratı asık, dargın, kırgın. sahun : Gafiller. Allah'ın (C. C.) emrinden gaflet edenler. ◊ Adım tutan eşek.sahur : Gece uyanıklığı, uykusuzluk. * Ayın etrafındaki hâle. * Yer yüzünün gölgesi. ◊ Temcid yemeği. Ramazan'da şafaktan önce yenen yemekr.şahur : f. Ekmek fırını. sahv : Ateş ve ocaktan kül çıkarmak. sahv(e) : Ayılma, ayıklık, aklı başında olmak. * Hastanın iyileşmesi. * Tas: Kendinden geçme hâlinin sona ermesi, his âlemine tekrar dönmek. * Uyanıklık. sahva' : (C.: Sehâvât) Yumuşak, geniş, bol yer. şahvar : (Şeh-vâr) f. Şâha, hükümdara yakışacak tarzda, şah gibi. * İri ve iyi cins inci. sahve : En yüksek dağ. * Atın sırtı, eğer konulan yeri. * Su menbaı. şahve : Adım, hatve. sahy : Nemli olmak. * Islaklık, rutubet. şahz : Keskinleştirmek. şahzade : f. Şâh oğlu. Hükümdar veya pâdişah oğlu. Prens. sai : Çalışan. * Devletçe posta idaresinin kurulmasından evvel mektup ve emanet götürüp getiren kimseler. * Bir yere vâli olan. * Cemaat başı. * Yan yan giden. * Hızlı yürüyen. * Koğuculuk yapan. More…saib : (Savab. dan) Maksada uygun. * Hedefe doğru ulaşan. * Doğru. Yanlışsız. Yanlışlık yapmayan. ◊ Bir yerle veya bir şeyle ilişiği ve alâkası olmayan. ◊ Ak saçlı, beyaz saçlı. More…saibe : Başı boş bırakılmış hayvan. Sâime. şaibe : Leke, kir. * Süprüntü. Pislik. * Kusur. Noksan. Hata. Eksiklik. said : (Sa'd. dan) Saadetli. Allah (C.C.) kendisini sevmiş. O'nun rızasına ermiş olan. Ahireti için çalışan kimse. Mes'ud. Mübarek. Bahtiyar. ◊ Yukarıdaki temiz toprak, More…saidan : Kol ve bacak. saig : Boğazdan kolay ve hoş geçen yiyecek veya içecek. saigan : Boğazdan kolayca geçerek. saih : Seyahat eden. * Çok zaman oruçla veya ibadetle meşgul olan. saik : Dürten, sevkeden, sürükleyen, götüren. * Sebep. ◊ Kırağı, çiğ. ◊ (Bak: Saak)şaik : Dikenli. şaik(a) : Şevkli, hevesli, şevk verici. saika : Yıldırım. Ölüm, mevt. * Nüzul ateşi. * Semadan gelen şiddetli ses. * Mühlik ve azab. * Bulutları sevke vazifeli melek. ◊ Sürükleyen, sevkeden, götüren hal, sebep.saika-vari : f. Yıldırım gibi. Şiddetli korkutarak. saika-zede : f. Yıldırım çarpmış. şaikane : f. İsteklice ve şevkli olarak. sail : (Savlet. den) Saldıran. Kibirli olup başkasına tecavüz eden. sail(e) : (Sual. den) Dilenci. * Fakir. * Soran. * İsteyen. * Akan, seyelan eden. şaile : (C.: Şüvül-Şevâil) Sütü çekilmiş deve. sailiyet : Akıcılık. * Dilencilik. saim : (Savm. dan) Oruçlu, oruç tutan. saime : Çayıra başı boş olarak salıverilen hayvan. saimîn : (Sâim. C.) Oruç tutan kimseler. sair : Seyreden, harekette olan. * Bir şeyden geri kalan. * Maadâ. Geçen, dolaşan. * Yolcu. Seyyar. * Başkası, diğeri. şair : Şiir yazan. Sözünü vezin ve kafiye ile tertib eden. ◊ (C.: Şairât) Arpa. * Kurban devesi.şairâne : f. şairce. şaire benzer surette konuşmakla. Mevzuu şiir sayılabilecek kadar hoş, lâtif olan şey. şaire : Bir tek arpa, arpa tanesi. * (C.: Şaâyir) Tıb: Arpacık. ◊ (C.: Şâirât - Şevâir) Kadın şair.şairiyy : Arpa satan kimse. sait : (Savt. dan) Sesli. Ses çıkartan. saiyan : (Sâi. C.) Haberciler, haber götürenler. * Çalışanlar. sak : Bir şeyin aslı. * Topuktan baldıra doğru bacağın incik yeri. * Mc: Şiddet. sak' : Horozun ötmesi. Bir kimseye vurmak. * Udul etmek, geri dönmek, vazgeçmek. ◊ Kuşun, kanadını çırparak öttürüp uçması.sak'a : Güneş. * Başın ortası. * Beyaz renkli tavşancıl kuşu. sak'ab : Uzun, tavil. saka : Ordunun gerisi, ordunun gerisinde bulunan asker takımı. * Üzengi kayışı. şaka : Meşakkatli ve güç. * Musibet ânında yakasını ve yüzünü yırtan kadın. şaka' (şika') : Bedbahtlık. * Yaramazlık. şaka' (şüku') : Tulu etmek, doğmak. * Çıkmak, huruç etmek. * Dağıtıp perâkende etmek. sakalan : (Sakaleyn) İnsanlar ve cinler. sakam : (Sekam) İllet, hastalık, dert. * Hata ve yanlış. * Zillet. sakamet : Bozukluk, ziyan, noksan, zarar, eksiklik. * Keyifsizlik. * Dert. sakar : (C.: Sükur-Sakâr-Sıkâre-Sukure-Eskur) Çakır kuşu. * Çok ekşimiş süt ve pekmez. * Bir şeyi kırmak. ◊ Cehennem'in bir ismi. (Bak: Cehennem)sakare : Kâfir. * Koğucu, dedikoducu, nemmam. * Müstehak olmayana lânet eden. * Pekmezci. sakat : Bir tarafı bozuk, eksik veya asla bir işe yaramaz olan. * Yanlışlık (yazıda veya sözde). sakatî : Yanlışları çok olan muharrir veya şâir. şakavet : (Bak: şekavet) sakayn : İkizkenar. sakb : (C.: Sukub) Delinme, delme. * Bir taraftan diğer tarafa kadar açık olan delik. * Sütü çok olan deve. * Çok kırmızı, koyu kırmızı. ◊ (C.: Sukub) İnce, uzun. * Ev ortasında olan More…sakbe : Çadır direği. * Oklava. şakce : Henüz yeni renk almış olan hurma. sakek : At kusurlarından bir kusur. sakf : Dam, çatı, tavan. Asuman, gökyüzü. ◊ Hızla almak. Sür'atle ahzetmek.saki : (Saky. dan) Sulayan, içecek su veren, sucu. * Kadeh sunan. İçki sunan.SAKİ' : Kırağı, şebnem, çiğ. şaki : (Şekavet. den) Haydut. Yol kesen. Haylaz. * Her çeşit günahı işleyebilen. ◊ Şikâyet eden. * Ağlayan. * Hiddetli ve şevketli. ◊ Şekavette bulunan.sakia : (C.: Savâkı) Yıldırım. sakib : Parlak. * Bir yandan bir yana delip geçen. ◊ (Sâkibe) Dökülen.sakif : Nüfuz eden, sözünü dinletip geçiren. şakife : (C.: Şukuf) Su dökülmemiş saksı parçası. şakik : İkiye bölünmüş bir şeyin yarısı. * Öz kardeş. şakika : (C.: Şakayık) Yarım baş ağrısı. * Ana - baba bir olan kız kardeş. Öz kız kardeş. * Çatlak, yarık. sakil : Ağır, can sıkıcı. Çirkin. * Gr: Ağır ve kalın okunur harf veya hece. ◊ (Sıklet. den) Ağır, can sıkan, sıkıcı. Çirkin kaba. ◊ Cilâ yapan, parlatan.şakil : Yanakla kulak arası. * Âdet. Hilkat. şakile : Yol. Tarik. Meslek. * Yaradılış. Tıynet. Seciye. Mizac. Bir kimsenin yaratılışının temel hususiyeti. sakim : Hasta, keyifsiz, sağlam olmayan. * Yanlış. sakin : Hareketsiz, kendi hâlinde. Bir yerde oturan. Kararlı. * Gr: Harekesi olmayıp cezimli (sakin okunan) harf. sakinan : (Sâkin. C.) Bir yerde oturanlar. Sâkinler. sakinâne : f. Sâkin olana yakışır şekilde. Sessizce. şakir : Allaha şükreden. Hâlinden memnuniyetini bildiren. (Bak: Şükr) şakirâne : f. şükrederek. şükretmek suretiyle. şakird : f. Talebe, çırak. şakirdân : şakirdler, talebeler. şakirî : (Şakiriyye) Şakird, talebe, tilmiz. şakis : Şerik, ortak. * Hisse, nasip. sakit : Düşen, düşük. Kıymetsiz, sukut eden. Ölü olarak düşmüş çocuk. sakit(e) : Susan, ses çıkarmayan. sakitâne : f. Ses çıkarmayarak, sessizce. sakiye : (C.: Sevâki) Su arkı, su dolabı. sakiyy : (C.: Eskiye, Sakiyye) İri taneli yağmurlu bulut. * Hurma ağacı. şakiz : Gözü değen kişi. * Gözüne uyku gelmeyen. * Daima güneş tarafına yönelen bir nevi büyük kertenkele. sakk : (C.: Sukuk-Sıkâk-Esak) Kitap. * Kapı yapmak. * Vurmak, darbetmek. ◊ Kin tutmak.şakk : Yarık, çatlak. Yarılma, çatlama. * Yırtma. Kırma. ◊ (Meşakkat. den) Eziyetli, zahmet verici, güç. ◊ Silahlı kişi. * Şek ve şüphe eden.şakk-i asâ : f. Değneği kırmak. * Mc: İhtilâfa sebeb olmak, topluluktan ayrılmak. sakka : Çok su dağıtan, çok sulayan, sucu. sakka' : Kulağı çok küçük olan koyun. sakl : Törpü ile eğeleme. Cilâlama. şaklaban : Şen şatır, hoppa. Avutucu, aldatıcı. Güldürücü, soytarı. sakme : şiddetle ve kakarak vurmak. sakn : Timsah derisi gibi katı ve sert olan deri. şakn : Eksilmek, noksanlaşmak. sako : Üst tarafa giyilen elbise. (Ceket, aba, palto gibi) sakre : Güneşin çok olan tesiri. * Çakır kuşunun dişisi. saksaka : Sığırcık kuşunun ötmesi. * Çok söylemek, çok konuşmak. * Serçenin terslemesi. şakşaka : Doğan kuşunun veya serçenin ötmesi. sakta : (C.: Sakatât) Sözdeki bozukluk veya yanlışlık. sakta (sikat) : Kapmak. * Düşmek. şakul : (Çekül) Geo: Bir yerin umumi hattını tâyin için kullanılan âlete denir. Bir ağır cismi ip ile yüksekten sarkıtmakla bir duvarın ne derece yatık, eğri veya doğru olduğu anlaşılması gibi. şakulî : Şâkule bağlı, onunla alâkalı, onunla nisbeti olan şey. Geo: Düşey. sakur : Sivri burunlu büyük balta. Külünk. ◊ Deyyus.saky : Sulamak. Su içirmek. * Bedende su toplamak. sal : f. Sene, yıl. sal' : Baş tepesinin saçsız oluşu, kellik. sal'a : Belâ, âfet. * Ağaç olmayan kumlu yer.SALA' : Kuyruğun sağı veya solu. sal-dide : f. Yaşlı, ihtiyar. * Tecrübeli, gün görmüş. salâ : Namaza davet için çağırmak. Minarede okunan salavat, dua. (Kelimenin aslı 'Essalât' veya 'Salât' dır.) sala' : Kellik. Baş tepesinin saçı dökülüp açık olması. salâ-han : f. Minarede cuma veya cenaze namazına davet için salâvat okuyan kimse. * Meydan okuyan kişi. salaa : Tepenin saçı dökülüp açık kalan yeri. salabet : Metanet, katılık, sulbiyet. * Peklik, dayanma. Sağlamlık. * Mukaddesatı korumak hususunda cesaret, metanet ve sebat gibi sıfatlarla muttasıf olmak. (Bunun zıddı: Lâübalilik) (Bak: Dimağ) More…salaet : (C.: Salâât) Ezme işindeki kullanılan yassı düz taş. salah : Bir şeyin en iyi hâli. Rahatlık, sulh, iyileşme, düzelme, iyilik. Dine olan bağlılık. Her hayra câmi faziletlerin toplanmasında hâsıl olan yüksek bir sıfat. (Mukabili fesad ve fücurdur) salahat : Sâlihlik, günahsız ve temiz oluş, dindarlıkta çok ileri olmak hâli. salahattin : (Bak: Salah-üd din) salahdem : Katı, şiddetli, şedid. salahdi : Kavi, sağlam, dayanıklı ve muhkem. salahiyet : Bir işe karışmağa veya o işi yapmağa hakkı olmak, vazifeli olmak, bir iş için emir almış olmak. * Bir dâvaya bakabilmek. salahiyetdar : f. Vazifeli, salahiyet sâhibi. sâlâr : f. Kafile veya kabile reisi. Baş. Başkan. Reis. En büyük âmir. Başkumandan. salat : Namaz. Belirli vakitlerde Kur'an'da emredildiği tarzda ve Hz. Peygamber'in tarifi vechi ile yapılan ibadet. * Tebrik, tezkiye. * Dua. Peygamberimize (A.S.M.) yapılan dua. * More…salatîn : (Sultan. C.) Sultanlar. salavat : (Salât. C.) Namazlar. * Bütün dualar. İhtiyaçtan gelen ricalar. * Nimetten çıkan şükürler. İbadetler. * Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) memnuniyet ve bağlılık için yapılan dualar. * Nasârâ More…salavatullah : Allah'ın rahmet ve inayeti, kusur ve günahları aff u mağfiret etmesi. salaye : (C.: Salâyât) Bir şey ezmede kullanılan yassı düz taş. salayik : Yufka yapmak. salb : Asmak. Darağacına çekmek. Çarmıha germek. * Kemikten yağ çıkarmak. salben : Asarak, asmakla öldürmek suretiyle. salbetmek : Asarak öldürmek. sald : Kaypak taş. * Taş gibi çok dayanıklı şey. * Dağa çıkmak. * Şiddetle ellerini yere vurmak. saldah : Sağlam ve katı nesne. sale : Âfet, belâ, musibet, dâhiye. ◊ f. Yıllık, senelik.salef (salf) : Kibirlilik. Tekebbürlük hali. * Kin tutmak, buğz etmek. * Zevci indinde zevcenin kadri olmamak. * Misafir için olan yemeğin yetmemesi. salehba : Dayanıklı ve kuvvetli deve. (Müe: Salehebât) salenbac : Uzun ince balık. salfa' : Sağlam ve sert yer. salha : (Sâl. C.) f. Yıllar. Seneler. salhhane : f. (Bak: Selhhane) salhurde : f. Çok yaşlı, pek ihtiyar. salib : (C.: Sulub-Salbân) Haç. * Şiddetli, şedit. * Heybetli. ◊ Titreten. * Hareketli.salib(e) : Bir şeyin vücudunu veya vukuunu inkâr eden. * Kapıp götüren, zorla alan. * Alan. * Bir şeyin vücudunun olmadığını veya meydana gelmediğini söyleyip isbat eden. salibe : Ayakları yarık olan kadın. salibiyyun : Hristiyanlar. salid : Pak, temiz. salif : Boynun genişliği, kalınlığı. salif(e) : Evvelce geçen, geçmiş. Mukaddem. salig : (C.: Sulag) Altı yaşındaki sığır. salih : Kara yılan. salih(a) : (Salâh. dan) İşe yarar, elverişli, uygun, iyi. Haklı olan, itikatlı, dindar, dinî emirlere uyan. * Faziletli, ehl-i takva olan. saliha : Safi gümüş. * İyi, sâlih kimse. salihat : Dine uygun iyi hareketler. Cenab-ı Hakk'ın ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın beğeneceği işler, iyilikler. * Hayır ve hasenat sâhibi müslüman kadınlar. salihûn : Salih kimseler, günahkâr olmayanlar, salihler. sâlik : (Sülûk. dan) Bir yolda giden. Belli bir yol tutup giden. * Bir tarikat yolunda olan. sâlikân : (Sâlik. C.) Sâlikler. Bir tarikata girmiş veya bir şeyhe bağlanmış kimseler. sâlikûn (sâlikîn) : (Sâlik. C.) Sâlikler. Sülûk edenler. salil : Demirden çıkan ses. Demir sesi. sâlim(e) : Sağlam. * Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz. * Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan. * Gr: Kelimelerdeki harfler bozulmadan cemi' eki katılarak yapılan çoğul hali. More…sâlimen : Sağ, sağlam ve sıhhatta olarak. * Emin olarak, emniyetle. sâlimîn : (Sâlim. C.) Sağ, sağlam ve sıhhatta olanlar. Sâlimler. sâlis(e) : Üçüncü. * Sâniyenin altmışta biri. sâlisât : (Sâlise. C.) Sâliseler. Sâniyenin altmışta biri kadar olan vakitler. sâlisen : Üçüncü olarak. saliye : Edb: Yeni yılı tebrik maksadıyla sene başında yazılan tarihli medhiye. salk : Şiddetli ses. * Vurmak. * Hâmile kadının ağrısı tutup bağırması. salkame : Azı dişlerinin birbirine dokunması. sall : Demirlerin birbirlerine sürtünmelerinden çıkan ses. ◊ (C.: Sellât) Dar su yolu.salla : (Salli) Duâ olsun, şânı yücelsin meâlinde söylenir. salle : (C.: Sılât) Kuru yer. * Deri, cild. salm : Kesmek. salma' : Kesmek. salname : f. Yıllık, senelik. salsal : Kuru balçık. Kumla karışıp kurumuş olan balçık. * Çok anırgan eşek. salsale : Demirlerin birbirine dokunmaktan ses çıkarmaları. salt : Bileyi taşı. * Kişinin kendi öz kızı. * Erkek ismi. * Geniş alın. * Vurmak mânâsına mastar. saltanat : Kudret, kuvvet. * Hâkimiyet, padişahlık. * Tantana, gösteriş, debdebe. * Şatafatlı hayat. Bolluk. Zenginlik. (Bak: Siyaset) salus : f. İkiyüzlü, riyakâr. salusî : f. İkiyüzlülük, riyakârlık. salv : Uyluk. salvele : Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a okunan salavat ve dua. saly : Pişirmek. * Yakmak. sam : Ölüm, mevt. * Yer altındaki altın damarı. * Gök kuşağı. * Ateş. * Sersemlik hastalığı. * Hazret-i Nuh'un (A.S.) oğullarından birinin ismi. şam : Akşam. Akşam yemeği. 'Şe'm, şâm' Arapçada 'sol' mânâsına gelir. 'Yemen' sağ demek olduğundan Hicaz'a nisbetle sol taraftaki memleketlere Şam, sağ More…şam u seher : Akşam sabah. sam'a : Küçük kulaklı kadın. (Müz: Asmâ) * Kuvvetlenip olgunlaşan ot. sam'ar : Katı şiddetli, şedid. sam'are : Sağlam ve dayanıklı, sert. samahmah : Uzun ve çok yoğun olan madde. samam : Belâ. * Zahmet, meşakkat. sâmân : f. Servet. Zenginlik. * Rahmet. * Dinçlik. * Düzen, tertip. * Bir kimsenin varı-yoğu, serveti. sâmânsuz : f. Rahat ve huzuru bozan. şamar : t. Tokat. Belâ, musibet. şamat : (şâme. C.) Vücuttaki benler. samd : Kasdetmek. * Yüksek yer. * Galiz, yoğun. şame : f. Kadın baş örtüsü. * Arapçada: Vücuddaki ben. şâme-geş : f. Başına örtü alan. samece : (C.: Samec) Kandil. samed : Her şeyin kendine muhtaç olup, kendisi hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan. (Allah) *Pek yüksek, dâim. * Refi' ve âli ve içi dolu şey. * Kavmin ulusu. samedanî : Samed olan Allah (C.C.) ile alâkalı. İlahî. Allah'a mahsus. samediyet : Allah'ın (C.C.) hiç bir şeye muhtaç olmadığı gibi hazinesinden hiçbir şey eksilmemesi ve kudretine de hiç bir şey ağır gelmemesi. samekmek : Çok kuvvetli adam. samem : Sağırlık. samer : Bozulup fena kokmak. sameyan : Sıçramak. * Kalkmak. * Yürekli, cesaretli, kahraman, bahadır kişi. samg : Zamk, ağaç sakızı. şamgâh : f. Akşam vakti. samgî : Zamk gibi, zamk halinde olan. samha : Kolaylık. Asânlık. Sühulet. sami : Sertlik, katılık. Kuruluk. ◊ Yüksek, yüce, refi'.şamî : Şam şehrinden olan, Şamlı. * Şam şehri ile alâkalı. sami' : İşiten, duyan, dinleyen. samia : Duyma, işitme duygusu, işitme kuvveti. samid : Yükselen, başını kaldırıp göğsünü kabartan. * Hayrette kalan. * Gafil. samih : Cömert, eli açık sahavet sahibi ve civanmert olan. şamih(a) : Ali şey, yüksek. * Mağrur, başını kaldırmış. Mütekebbir. * Tıb: Vücuddaki beyin ve kemik gibi yerlerdeki çıkıntılı, tümsek yerler. samiîn : (Samiûn) Dinleyiciler. * Bir nevi icraatta alâkadar olmayıp dinleyici olanlar, devam edenler. samil : Kuru, yâbis. şamil(e) : Çevreleyen, içine alan, ihtivâ eden, kaplayan. * Çok şeye birden örtü ve zarf olan. * Fazla şeyleri veya kimseleri ilgilendiren. samim : İç, asıl, öz. samimâne : f. Samimi olarak. İçten duyarak, riyasızlıkla. samimî : İçten, gönülden, candan. * İçli, dışlı. samimiyet : İçten ve kalbden olan sevgi ve bağlılık. samin : Semiz, yağlı, besili. samin(e) : Sekizinci. saminen : Sekizinci olarak. Sekizinci derecede. samir : Yemişli, meyvalı ağaç. ◊ Gece toplantıları.samirî : Hz. Musa Peygamber zamanında Yahudileri şirke sevk eden. Hz. Musa'nın (A.S.) bulunmadığı yerde kavmini yaptığı buzağı heykeline taptırmağa çalışan bir yahudi. samit : Tatsız bayat süt. * Tuzsuz ekmek. samit(e) : Susan, sükût eden. * Ses çıkarmaz, sessiz. * Gr: Sessiz harf. samitane : f. Sessizce, ses çıkarmaksızın, sâkitane. samkuk : Kaba adam. saml : Katılık, sertlik. * Dimdik olmak. * Pekişip kaskatı olmak. samlah : Kulak deliği. * Kulak kiri. samm : Sağır olmak. * Şişenin ağzını tıkamak. * Katı, sağlam ve sert madde. * Vurmak. samm(e) : Zehirleyen. Ağulu. * Sam Yeli denen öldürücü rüzgâr. şamm(e) : (şemm. den) Koklayan, koku alan. * Koklama duygusu. Burun. samma : Sesi çıkmayan, sessiz. * Sağır ve dilsiz. * Katı ve son kaya. * Sağlam ve sert yer. * Belâ. * Zahmet, meşakkat. samme : (C.: Sevvâm) Zehirli hayvan. samsam : Keskin olmak. * Keskin kılıç. Seyf-ü sârim. samsame : Cemaat, topluluk. * Bölük. samt : Susma, sükût. samu : İyi olma, afiyet bulma. samut : (Samt. dan) Az konuşan. * Susmuş. Surat asarak susan. samyeli : Sıcak memleketlerde esen bunaltıcı rüzgâr. san : f. 'Benzer, andırır' mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. şan : (C.: Şuun) Büyük sevap. * Şeref. * Irz, namus. * Nam, şöhret, şan, ün. * Mahiyet. * Gösteriş, çalım. * Tabiat, huy, âdet. * Hal, keyfiyet. san' : Sağlam ve muhkem yer. san'a : Yemen diyarında bir şehrin adı. san'at : Ustalık, hüner, mârifet. san'atger : f. San'atçı. san'atkâr : f. Usta, san'atçı. san'atkârane : f. San'atlı olarak, özenip meharetle yapılmak suretiyle, sanatkâra yakışır şekilde. san'atnüma : San'atkârlığını gösteren, san'at gösteren. san'atperverane : f. San'atkârcasına, san'atkârlığına çok kıymet vererek. san'avî : (San'aviye) San'atlı oluş. San'ata mensub. Muntazam yapılı. sanabir : Şiddet. sanadid : Bahadır ve şeci' olanlar. Kahramanlar. İleri gelenler, reisler, padişahlar. sanadik : (Sunduk. C.) Sandıklar. sanai' : (Sania. C.) Tertibli, uydurma işler. Tuzaklar. * Sanayi. sanavber : Çam fıstığı kozalağı veya onun şeklinde olan. Çam fıstığı. sanavberî : Kozalak biçiminde. Koni şeklinde. sanayi : San'atlar. sanbur : Yalnız olan hurma ağacı. * Oğlu, kızı, kavmi ve kabilesi olmayan kişi. sanc : Zil. sancakdar : f. Sancak taşıyan. Alemdar. sance : (C.: Sanecât) Terazi. * Taş. sand : Bendetmek, bağlamak. sandal : (C.: Sanâdil) Büyük başlı deve. * Güzel kokulu bir ağaç. sandid : Bela. * Meşakkat, zahmet. * Şiddetli yağmur ve rüzgâr. sanduk : (C.: Sanadik) Sandık. sanduka : Türbelerde mezarların üzerine tahtadan sandık şeklinde yapılan ve üstüne yeşil çuha örtülen yerin adıdır. Kadın sandukaları düz olduğu halde, erkek sandukalarının baş tarafına bir ağaç More…sandukçe : f. Küçük sandık. sandukkar : Veznedar. şane : f. Tarak. sanem : Kâfirlerin, önünde ibadet ettikleri heykel, put. * Mc: Çok güzel olan. * Putperestlerin İlâhı. sanem-hane : f. Tapınak, puthane. şanesâz : f. Tarak yapan, tarakçı. sanevber : (Bak: Sanavber) sanevî : İkinci. İkinci derecede. şanezede : f. Tarakla saçları taranmış. şanezen : (C.: Şanezenân) f. Baş tarayan. * Mc: Güçlükleri çözen. Zorlukları yenen. sani : İkinci. sâni aşer : Onikinci. sani' : (Sun'. dan) Sanatkârca yapan. Yaratan. San'at eseri olarak meydana getiren. İşleyen, yapan. (Allah) ◊ Görülen iş.şani' : 'Adavet etmek, kin tutmak mânasına 'şeneân' dan ism-i fâil olup, buğz eden, kin tutan demektir. Esas murad ise; buğz edip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar eden More…sania : Uydurma, düzme. Tuzak, hile. * İş, amel, fiil. sanife : Bez kenarı. sanih : Mübarek fiil, iyi iş. saniha : Zihne gelen fikir. Mütâlâa. Çok düşünmeden gelen fikir. saniha-ârâ : f. Hatıra gelen, akla gelen. sanihât : (Sâniha. C.) Çok düşünmeden akla, fikre gelen şeyler. (Bak: Sünuh) saniye : (C.: Sevâni) Su taşıyan deve. Su yükledikleri ve su çektirdikleri deve. ◊ Dakikanın altmışta birisi. Çok kısa bir zaman.saniyen : İkinci olarak. İkinci derecede. sansür : Fr. Neşr olacak şeylerin (kitap, film veya mektubların) hükümetçe kontrol edilmesi işi. şantaj : Fr. Bir kimsenin suçunu veya yüz karasını meydana çıkarmak tehdidiyle menfaat sağlamaya çalışma. santit : Ulu, kerim kişi. şantiye : Fr. Bir inşaat yerinde inşaat ve malzeme için hazırlanan yer. * Gemi tezgâhı. santrifüj : yun. Merkezden uzaklaşan kuvvet. Merkezkaç kuvvet. (Bak: Kuvve-i an-il merkeziye) sanvan : (Sunvân) (C.: Esvane) Kaftan. * Giyecek eşyaların muhafaza edildiği dolap veya sandık. şap : (Şep) Kim: Antiseptik bir cisim olup alüminyum ve potasyum sulfatından mürekkep, tadı buruk ve suda tuz gibi erir bir cisim. * Hayvanların ağız ve ayaklarında görülen ateşli, salgın bir More…şape : f. Çığ. Yuvarlandıkça büyüyen kar topu. sar : f. Yer, mekân bildiren, birleşik kelimeler yapılan bir ek'tir. Bir şeyin kesretle bulunduğunu gösterir. Meselâ: Kühsar $ : Çok dağlık yer. ◊ İntikam, öç.şar : f. şehir, belde. sar' : Düşmek. * Yıkıp yere çalmak. * Edb: Şiirin beytini iki mısra' veya iki kafiyeli yapmak. * Tıb: Bir hastalık ki, teneffüs cihâzını his ve hareketten meneder. sar'a : Tıb : Bir nevi baygınlık hastalığı. sar'î : Sar'a hastalığı ile ilgili. sara : f. Hâlis, saf, katıksız. *Hz. İbrahim'in (A.S.) birinci zevcesinin ismi. ◊ Rengi değişmiş olan su.sara' : Sararmış hanzal otu. şarab : İçilecek şey. İçki. * Mey. Bâde. Hamr. İçilmesi haram olan bir içki. (Bak: Mubikat-ı seb'a) sarad : Yer bağırsağı. sarah : Her şeyin hâlis ve safisi. sarahat : Sarih olmak, zâhir olmak. Açıklık. * Kaymağı alınmış süt. sarahaten : Açık ve sarih olarak. Açıktan açığa. saramet : Yiğitlik, mertlik. şarapnel : Fr. Ask: Bir çeşit top mermisi. * Top mermisinden dağılan herbir parça. sararî : (C.: Sarariyyûn) Gemici. sarasir : (Sarsar. C.) şiddetli ve gürültülü rüzgârlar. sarasira : Şam vilâyetinde yetişen bir otun adı. sarat : Suyun çok durmaktan dolayı renginin ve kokusunun değişmesi. saray : (Seray) f. Büyük kimselerin veya padişahların oturduğu yüksek ve büyük bina. Büyük, muntazam ve tantanalı konak, ev. sarb (sareb) : Sütü birbiri üstüne sağmak. * Bevlini hapsetmek. * Çok ekşimiş süt. * 'Zamk-ı talh' denilen ağaç sakızı. sarban : f. Deve sürücüsü. Deveci. sard : Nüfuz etmek, sözü geçer olmak. * Katıksız, saf, hâlis. * Soğuk. sardah (sirdâh) : Düz yer. * Sahrâ, çöl. sare : (Sayr : Olmak. dan) Oldu (meâlinde fiil). ◊ (C.: Savâr) Hâcet, ihtiyaç. * Susuzluk. ◊ Cemaat, topluluk.şare : Libas, elbise. * Heyet. sarf : (C.: Süruf) Harcama, masraf, gider. * Fazl. * Hile. * Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme. * Farz. * Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin More…sarf u nahiv : Dilbilgisi. Gramer. sarfe : Boncuk. * Nurlu bir yıldız ismi. sarfî : (Sarfiye) Masrafa, sarfa ait, gidere dair. * Gr: Sarf kaidesine dair, gramere ait, dilbilgisiyle ilgili. sarfiyyat : Masraflar, giderler. sarh : (C.: Suruh) Büyük köşk, yüksek yapı. sarha : Çağırmak, bağırmak, feryad etmek. sari : (Sâriye) Sirayet eden, bulaşıcı, geçici olan. Genişleyip başkasına da geçmeğe, yayılmağa müstaid olan. ◊ f. Süren, sürücü.sarî : (C.: Surrâ) Gemici. sari' : Düşmüş. Yere düşmüş sar'alı kimse. şari' : Şeriatı meydana koyan, teşri eden. Allah (C.C.). * Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. * Şüru' eden, başlayan. sarib : Yol, tarik. şarib : (Şürb. den) İçen. Şürbeden. * (C.: Şevarib) Bıyık. şaribe : Su kenarında olan tâife. şarid : Tutunup beğenilmiş ve yayılmış şiirler. * Şiir tarzındaki ata sözleri. sarif : Kapı gıcırtısı. * Diş gıcırtısı. * Makara sesi. ◊ (Sarf. dan) Değiştiren. * Harcayan, sarf eden.şarif : (C.: Şürüf) Yaşlı deve. sarife : (C.: Savârif) Değişiklik. Değişme. sarih : Kurtaran, maded veren. İmdad eden. * Çağırılan, kendisinden meded beklenen. * Meded isteyen. ◊ Açık, belirli âşikâr. Sâf ve hâlis olan.şarih : Şerheden, açıklayan. Bir şeyin mânasını izhâr eden. ◊ (C.: Şurah) Yiğit, kahraman.sarihan : Açık ve belirli olarak. Açıkça. Meydanda ve âşikâr olarak. sârik : (Sârıka) Çalan, hırsızlık yapan. Hırsız. sarik : (Bak: Sârık) şarik : (C.: Şevârık) Güneş. * Parlak cisim. ◊ Çıkan, tulu' eden. * Parlayan.şarika : (C.: Şevârık) Aydınlık, nur, ziya, ışık. sârikane : f. Hırsız gibi, hırsızcasına. sarim : Kesilmiş. * Biçilmiş ekin, döğülmemiş harman. ◊ Kesen, kesici. * Şecaatlı.şarim : Ucu yarılmış ok. sarime : Ekini biçilmiş yer. sarir : (Kapı, kalem vs. de) Cızırtı, gıcırtı. sariye : (C.: Sevari) Direk. * Gece yağmur yağdıran bulut. şark : Doğu. Güneşin doğduğu taraf. * Güneş ve güneşin aydınlığı. * Yarmak. * Parıldamak. * Avrupa kültürünün dışında kalan müslüman ülkeleri. şark musikisi : (Bak: Musikî) şarkî : Şark ile alâkalı. Ciheti şarka, doğuya doğru olan. şarkiyat : Şark dilleri veya ilimleri hakkında inceleme yapan ilim şubesi. şarkiyyun : Doğulular, şarklılar. şarlatan : Fr. Yalancı. Yüksekten atarak karşısındakini aldatan. Hayasız. sarm : (Surm) Bağ kesmek. Meyve toplamak. Bir şeyi kökünden ayırmak. sarma' : Susuz sahra. Suyu olmayan çöl. sarniç : (Bak: Sahrınç) sarr : Kesenin ağzını bağlamak. * Hıfzetmek. * Cem'etmek, toplamak. * Yukarı kaldırmak. * Zammetmek, artırmak. ◊ Sevindiren, sürura sebeb olan.sarraf : Sarfeden. Para işleri ile uğraşan. * Cevherci, kuyumcu. Cevherin kıymetini san'atı ile azaltan veya çoğaltan. sarrafân : (Sarraf. C.) Sarraflar. sarram : Ham deri satıcısı. sarrar : Orak kuşu denilen ve yaz sıcaklarında öten bir hayvan. sarre : Kapı, kalem ve semer cızıldaması. * Çağırıp söylemek. * Sayha, yüksek ses. sarsar : Gürültü ile gelen pek soğuk rüzgâr, yel. Kasırga. * Ağustos böceği. sarsara : Doğan sesi. * Horoz sesi. sarsarani : (C.: Sarsaraniyyât) Bir deve cinsi. * Bir cins balık. şart : 'Bir kısım muamelelerde lüzumlu olan hüküm. Bir şeyin olması ona bağlı olan şey. * Kayıt. Bir iş için mutlaka lüzumlu olan husus. * Yemin. * Hal, vaziyet. * Gr: Biri diğerine bağlı olan More…şartiye : Şart ile olan. Şartlı. (Bak: Şart) şartiyyet : Şartlılık. Şarta bağlı olmaklık. şartname : f. Bir sözleşmede olan şartların yazıldığı resmi kâğıt. saruc : Alçı. * Hamam otu. şaruf : Süpürge. sary : Kalem ve kapı cızıltısı. şaryo : Fr. Araba. Yazı makinelerinde, daktilolarda kâğıdın takıldığı kısım. şasif : Kuru ve zayıf. sasim : Kara ağaç. * Abnus ağacı. şasiye : (C.: şevâss-şasâyât) Dolu sokak. şasr : Seyrek seyrek dikmek. şass : (C.: Şüsus) Balık avlamada kullanılan olta ve ağ. şast : f. Okçuların baş parmaklarına taktıkları yüksük. * Balık oltası. ◊ f. Altmış. (60)şat : (C.: Şiyâh-Şiyât) Koyun. * Vahşi sığır. ◊ (C.: şutut) Büyük nehir.sat' : Yüksek olmak. Kesmek, kat'etmek. şat' : Yerden yeni çıkan taze ekin yaprağı. Ekinlerin taze çıkan filizleri, yaprağı. * Su arkı. * Cima etmek. * Bağlayıp sağlamlaştırmak. şatahat : Mânevi sarhoşluk. * Kendinden geçer bir hâle gelmek ve böyle istiğrak hâlinde iken söylenen müvazenesiz sözler. şatata : Haktan ve akıldan uzak, hadden aşan söz. şatbe : (C.: Şütab-Şütub) Hurma ağacının budağı. * Yaş ekin yaprağı. * Yarmak. * Kesmek. * Uzun boylu kadın. sath : (Bak: Satıh) sathen : Dış yüzden, dıştan. sathî : Görünüşe göre, derinliğine dalmadan, üstünkörü olarak, satha dâir ve âit. sathiyât : Sathi ve âdi şeyler. şathiyyat : Alaylı ve eğlenceli fıkra veya hikâyeler. sati : Adımlarını geniş atan at. sati' : (Sâtı'a) Yükselerek meydana çıkan. * Yükselerek görünen. Nur saçan. Parlak. şati' : (C.: Şevâti) Kenar, kıyı. Cânip, taraf, yön. şatib : Eğri, eğik, mâil. şatibe : Uzun boylu. satih : Düz. Bir şeyin dış yüzü, üstü. * Evin damı. * Yayıp döşemek. * Genişlik. ◊ (Bak: Şıkk)satim : (C.: Sutem) Galiz, kaba. şatim : (Şetm. den) Küfreden, söğüp sayan. satir : Setreden, örten, kapatan. * Günahları, kusurları örten. şatir : (Şetaret. den) Neş'eli. Şen. * Çevik. Hizmete koşup, her işe hazır bulunan. * Vaktiyle vezirlerin yanında giden asker. ◊ Irak, uzak, baid. * Garip, yalnız, kimsesiz.satit : Ses. * Topluluk, cemaat. satl : Kova, tas, küçük leğen. satr : (C.: Sutur) Satır. Yazı sırası. şatr : Taraf, cihet, yön. satranç : 32 taşla, 64 haneli bir tahta üzerinde, iki kişi arasında muhakemeye dayanılarak oynanan ve meşru olmayan bir oyundur. şatrenc : Satranç oyunu. satt : Cemaat, topluluk. * Cesediyle tokuşmak. * Kovmak, def'etmek. * Zor bir işe giriftar etmek. şatt : Irmak kenarı. satur : (C.: Sevâtir) Satır, büyük bıçak. ◊ Satır.satv : Yürürken sıçramak. satvet : Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek. * Zorluluk. saud : İnişli ve yokuşlu yer. saur : Ocak. Fırın. saut : Enfiye gibi burna çekilen ilâçlar. sav : Vatan. * Niyyet. sav' : Perâkende etmek, dağıtmak, parça parça yapmak. savab : Doğruluk. Yanlış olmayan. Doğru dürüst. savab-nüma : f. Doğruyu gösteren. savabdide : f. Doğru ve haklı görülmüş. Beğenilmiş. savafik : Havadis. * Yeni meydana gelen şeyler. savaik : Saikalar, yıldırımlar. savalic : Cirit oynanan eğri sopalar. savarif : (Sârife. C.) Değişmeler. Değişiklikler. savarim : (Sârım. C.) Keskin kılıçlar. savat : (Aslı: Sevâd'dır) Gümüş üstüne kurşunla yapılan kara kalem nakışlar. * Derede hayvanlara su içirilen yer. savb : Taraf, cihet, yön. * Dökülmek, nüzul etmek. * Savab. Doğruluk, dürüstlük. savb-i âlî : Yüksek taraf. saver : Eğri boyunlu olmak. savg : Batmak, * Kuyumculuk yapmak. savh : Yarmak. * Ayırmak. * İşitmek, duymak. savi : Kuru, yâbis. şavk : Işık, parıltı. * Şevk. savl : Saldırma, atılma. Saldırış, atılış. savlec : Misk. * Gümüş. savlecan : (C.: Savâlic) Cirit oynanılan eğri sopa. savlet : Saldırma. Ani ve şiddetli atılış. savm : Oruç. İkinci fecirden başlıyarak güneşin batmasına kadar yemekten, içmekten ve cinsi mukarenetten nefsi men'etmek suretiyle yapılan ibâdet. savmaa : (Savmea) (C.: Savâmi') İbadet yeri, hususan Yahudilerin ibadet ettikleri yer. * Hücre. savn : Koruma, muhafaza, sıyanet. savr : (C.: Savâri) Hamle yapmak. * Parçalamak, pâre pâre etmek. * Bir yerde toplanmış küçük hurma ağaçları. savre : Uyuza benzer bir hastalık. savt : Ses. Bağırmak. ◊ (C.: Siyât-Esvât) Kamçı, kırbaç. * Bir şeyi diğerine karıştırmak.şavt : (C.: Eşvât) Atın yelmesi ve sıçraması. * Bir tur. * İşin bir kısmı. * Sesin gidebileceği mesafe. savtal : Havuç cinsinden çöğender adı verilen bir bitki. savvag : Kuyumcu. savvane : (C.: Savân) Bir cins çakmak taşı. say' : Suyun akması. say'ariyye : Boyunda olan işaret. sayadid : Belâ. * Zahmet, meşakkat. sayakile : (Saykal. C.) Cilâ yapanlar, cilâcılar. * Cilâ âletleri. şayan : f. Münasib, lâyık, yaraşır. şayan-i temaşa : f. Görülmeğe değer olan. şayanter : f. Daha lâyık, çok lâyık. Elyak. sayarif : (Sayrefî. C.) Sarraflar. * Kurnaz ve işini bilir kimseler. sayasi : (Sisâ. C.) Dağın uçları. * Herhangi bir şeyin asılları. * Çulha tarakları. * Muhkem ve yüksek kaleler. sayb : İnmek. sayd : Av. Avlanmak, sayda gitmek, ava gitmek. sayda' : Çömlek yapılan toprak. * Kaba ve galiz yer. * Belde ismi. saydani : Bir küçük canlı. * Tilki. * Mülk. saydelan : (C.: Sayâdile) Boncuk ve hırdavat satan çerçi. saydelanî : Boncukçu, çerçi. saydele : Eczahane. saydelî : Eczacı. saydenani : Bir küçük canlı. saydgâh : f. Av yeri. saydger : f. Avcı. Sayyad. saye : (C.: Sâyât) Koyun yatağı. Nişan için dikilen taş. Yolun tanınması için bir yere yığıp höyük yapılan taş. ◊ f. Gölge. * Mc: Himaye, sahip çıkma, koruma. * Muavenet, yardım.saye- zar : f. Gölgelik. saye-dar : f. Gölge eden, gölgesi olan, gölgeli. * Sâhip çıkan, koruyan, himâye eden. saye-endaz : f. Gölge salan. * Mc: Koruyuculuk eden, himâyecilik yapan. saye-gâh : f. Gölgeli yer. Gölgelik. saye-güster : f. Gölge eden. * Koruyan, muhafaza ve himaye eden. saye-nişin : f. Gölgede oturan. * Bir şeyin gölgesine sığınan. Korunan, himaye gören. sayed : Başını yukarı kaldırıp kibirlenmek ve sağına soluna iltifat etmemek. sayehan : Çağırmak. şayeste : f. Şayan, uygun, yaraşır, lâyık. * Nümune. şayestegî : f. Uygunluk, liyâkat. şayet : f. ('Lâyık, yaraşır, şâyân' mânâsına gelen 'Şâyesten' mastarından) Şart veya ihtimal gösterir: 'Eğer, belki, olur ki' gibi. sayf : Yaz, yaz mevsimi. sayfî : Yaza ait. Yaz mevsimiyle alâkalı. sayfiye : Yazlık. Gezinecek ve yazın yaşanacak yer. sayfufet : Udûl etmek. Yoldan çıkmak, vazgeçmek. şaygan : f. Uygun, lâyık, münâsib, sezâ. * Bol, çok, mebzul. şayganî : f. Çokluk, bolluk, mebzuliyet. * Münasiblik, lâyıklık, uygunluk. sayh(a) : (C.: Siyâh) Çağırış. Çığlık. Feryad. Nâra. * Azab, eziyet. sayhed : Uzun. sayhud : Çok sıcak olan gün. şayi' : (Şüyu'. dan) Duyulmuş, işitilmiş, şüyu' bulmuş, herkesçe bilinmiş. * Ortaklar arasında taksim olunmamış müşterek hisse. şayia : (Şuyu'. dan) Yayılmış haber, mütevatir. Söylenti. şayib(e) : (C.: Şevâyib) Ayıp. Noksan. * Pis, murdar. * Saçı ve sakalı beyazlamış olan kimse. sayibe : (C.: Siyeb) Adak için ayrılıp üstüne binilmeyen ve sütü içilmeyen dişi deve. * 'Ümm-ül bahire' adı verilen ve peşpeşe üç dişi deve doğuran deve. Bu deveye de binilmez, sütü More…sayide : f. Eskimiş, yıpranmış. * Ezilmiş, sürülmüş. sayife : (C.: Sayifât) Ufak, yumuşak kum. şayife : Dişleri fazla olan kimse. (Müe: şefvâ) şayik : Nefsi bir şeye yönelen. sayil : Alında olan beyazlık. * Burun kamışı. sayime : (C.: Sevâyim) Yılın ekserinde yabanda yürüyen davar. sayir : Bakan, seyreden. Seyredici. sayis : (Siyaset. den) At uşağı, seyis. Koyun güdücü. sayis-hane : f. Üzerine yük yüklenip yolcunun da bindiği hayvan. sayk : (Bak: Sıyk) şayk : Dağ, cebel. saykal : Cilâ. Cilâ yapan âlet. Parlatan. * Kılıç bileyen. saykal vurmak : Cilâ vurmak, parlatmak. saykalzede : f. Cilâlı. Cilâlanmış. saykalzen : f. Yaldızcı. saylem : Zorluk, meşakkat. sayref : (C.: Seyârif) Sarraf. * İşini, çıkarını, hesabını bilir, kurnaz kimse. sayrefî : (C.: Sayârife) Sarraf. sayrem : Bir lokma yemek. sayruret : (Sayr. dan) Bir hâlden diğer hâle intikal etmek. Bir şeyin bir şeye dönmesi. * Olmak, edilmek. * Vücud, kevn. saysa : Ham hurma çekirdeği. * İçi boş olan hanzal tanesi. sayyad : Avcı, avcılık yapan. sayyad-i bî-insaf : f. İnsafsız avcı. sayyag : (Sıyâgat. dan) Kuyumcu. sayyere : (Sayruretin fiili) Oldu, olur (meâlinde). sayyib : Yağmur veren bulut. sayyihanî : Medine hurmalarından bir cins. sayyur : Bir işin âkibeti, sonu, neticesi, serencâmı. * Akıl, fikir. saz : f. Kamış. * Bir çalgı âleti. * Takım, silâh, edevat. * Ustalık. * At takımı. * Düzen, tertip, sıra. * Öğrenme. * Kuvvet, kudret. * Menfaat. * Benzer, misil, eş. * Hile. ◊ f. More…şaz : (Bak: şazz) sazec : (C.: Sevâzic) Sâde, basit. sazende : (C.: Sâzendegân) f. Çalgıcı. * Düzenleyici, yapıcı. sazî : f. Düzenleyicilik, yapıcılık. şazib : (C.: Şüzeb) Zayıf, ince belli davar. * Katı yer, sert arazi. ◊ Vatanından başka bir tarafa giden kimse.şaziyye : (C.: Şezâyâ) Kavis, yay. * Ağaç kıymığı gibi, bir şeyden kopmuş parça. * Kırılan kemikten meydana gelen parçalar. * İncik kemiği. sazkâr : f. Uygun, muvafık. sazkârî : f. Uygunluk, muvafakat. şazz : (Şâzze) Kaide hârici olan. Umumi nizamdan ayrılmış olan, müstesna bulunan. se : Kur'an alfabesinin dördüncü harfidir. Ebced hesabında 500 sayısının karşılığıdır. ◊ f. Üç.se'b : Tuluk. * Genişletmek. * Boğmak. se'bül : (C.: Sevâbil) Aş havucu. * Pirinç, buğday, nohut, mercimek. se'd : Zayıf yağan yağmur. * Yaz gecelerinde olan rutubet. * Boğaz ıslatan her cins nesne. se'met : Kederli olmak. Melül olmak. * Bıkmak, usanmak. şe'n : İş, yeni olan hal. * Şan. * Tavır. * Hâdise. * Vâkıa. * Kasdetmek. * Emr ü hal. * Tıb: Baştan göze gelen kan damarı. Baştan kaşa, kaştdan göze kan getiren iki damar ismi. * Fls: Bir şeyin More…se'r : İntikam, öç almak. * Kin. * Kısas etmek. se'se' : Defetmek, kovmak. se'see : Suya kandırmak. se'sem : Kara abnus ağacı. se't : Boğmak. se'te : (C.: Set) Kara balçık. se'v : Niyet. * Vatan. * Çekişme, kavga, niza. şe'v : Geçmek, takaddüm eylemek. * Son, nihayet. * Devenin yuları. * Zembil. * Kuyudan kazıp toprak çıkarmak. Kuyudan çıkan toprak. * Kaygan. şe'z (şe's) : Kaba ve katı. se-pa : f. Üç ayaklı. Sehpâ. sea : Güç, iktidar. şea' : Dağılıp parçalanmak. seab : (C.: Sâbân) Sel yolu. Su akıtmak mânasına mastar. seabib : (Su'bub. C.) Saf su akan yerler. ◊ Salya.şeabib : (Şü'bub. C.) (Bak: Şü'bub) seabin : (Su'bân. C.) Büyük yılanlar, ejderhalar. seaf : Devenin ağzında olan bir hastalıktır ve burnunun ve gözlerinin kılları dökülür. O devenin erkeğine esaf, dişisine nâfâ denir. * Tırnağın çevresinin kopup ayrılması. şeaf : Hırs. * Mübâlağa. * Kalbin aşktan yanması. şeafe : (C.: Şüuf-Şiâf-Şeafât) Dağ başı. * Her nesnenin âlâsı ve üstü. şeair : (Şiâr. C.) Âdetler, İslâm işaretleri. İslâmlara ait kaideler. şeal : Davar kuyruğunun beyazlığı. sealil : (Sü'lul. C.) Memeler. * Vücudda meydana gelen siğiller. seam : Bir çeşit deve yürüyüşü. şeamat : (Şeâmet. C.) Uğursuzluklar, şeâmetler. şeamet : Uğursuzluk, kötülük, bedbahtlık. şeanla' : Uzun, tavil. searir : Bir ot cinsi. * Burun içinde olan yarık. şearir : Davar yanırına üşüşen sinek ve üvez. * Her yöne dağılmak. şeas : Toz. * Tozlu olmak. * Yayılmak, münteşir olmak. * Dirilmek. seat : Kokmak. şeayir : (Şâire. C.) Hac için hazırlanan nişanlı kurbanlar. Şâireler. Safâ. Merve, Mina ve Arafat gibi, menâsik-i haccın edâ edilecek yerleri ve dinin alâmetleri. Menâsik ve âyin rüsumu. şeb : f. Gece, karanlık. seb' : İçmek için şarap satın almak. * Yakmak. * Bir kimseyi değnek veya kamçı ile dövmek. ◊ Yırtmak. * Parçalamak. * Kahretmek. * Sökmek. ◊ (Seb'a) Yedi.(7)şeb'an : Karnı doymuş, tok. * Emin. seb'în : Yetmiş. seb'îne merre : Yetmiş defa. seb'ûn : (Bak: Seb'în) şeb-i firkat : f. Ayrılık gecesi, firkat karanlığı. şeb-i yelda : f. En uzun gece. şebaat : Dolgunluk, tokluk. şebab : (Şebibe) Gençlik. * Yiğit, civan. * Gençler. şebabane : f. Genç ve yiğit olarak. Genç gibi, yiğitçesine. şebabiyet : Gençlik, tazelik. Yiğitlik. Civanlık. şebah : (C.: Eşbâh) Cüsse, cisim, ceset. Şahıs. Karaltı. sebahat : (Bak: Sibâhat) şebahet : Benzeme, benzeyiş. sebaik : (Sebika. C.) Eritilip kalıplara dökülmüş mâdenler. Külçeler. sebak : (C.: Esbâk) Ders. * Yarış. * Koşu yapanların aralarında koydukları ödül. şebak : Şehvet galip olup cimaa çok hırslı olmak. * Koyu karanlık. sebak-âmuz : f. Ders arkadaşı. sebak-daş : f. Ders arkadaşı. sebak-gâh : f. Ders öğrenilen yer. Mekteb, medrese. sebak-hân : f. Ders okuyan, talebe. şebaket : Kafes veya ağ gibi örülme. şebam : Anasını emmesin diye kuzu ve oğlak ağzına takılan ağaç ağızlık. * Araptan bir kabile. şebaman : Paça bağı. şeban : (şeb. C.) f. Geceler. şebane : f. Geceye ait. Gece ile alâkalı. Gece vakti olan. Gecelik. şebangah : f. Gece vakti, geceleyin. * Gecelenecek yer. şebanruz : f. 24 saatlik zaman. 'Gece gündüz'. sebat : Yerinden oynamamak, dayanmak. Kararlı olmak. * Sözde durmak, ahde vefâ etmek. İman ve İslâmiyete hizmette, Allah'a ibadet ve taatta sâbit ve berkarar olmak. * Bir meslekte, meşru bir More…şebat : (C.: şebâ-şebevât) Tezlik, çabukluk. * Cihet, yön, taraf. sebata : Saçın kıvırcık olmayıp sarkık olması. sebatî : Sebatlılık. Sözünde ve kararında durma. sebatkâr : f. Sağlam, yerinden oynamaz. * Ahdine, vefakârlığına sâdık ve sağlam olan. sebaya : (Sebbî. C.) Harbde esir düşenler. sebb : Küfür, küfran. Sövüp saymak. şebb : Meşhur taş. * Ateş yakmak. * Cenk koparmak, kavga çıkarmak. sebbab : (Sebb. den) Çok küfür eden. Küfürbaz. sebbabe : Şehâdet parmağı. Sağ elin baştan ikinci parmağı. sebbabegezâ : f. Şaşarak parmağını ısıran. sebbah : (Sibahat. dan) Suda yüzen, yüzücü. * Yüzgeç. sebbahe : Yüzücü kuşlar sınıfı. sebbak : Eritip kalıba döken, eritici. şebbake : (C.: şebâbik) Birbirine girmiş nesne. şebbe : Genç kadın. sebbetmek : Söğmek, sövüp saymak. sebc : (C.: Esbâc) Orta vasat. sebca' : (C.: Sübuc) Karnı büyük olan kadın. (Müz: Esbec) sebe : Yaşlılıktan dolayı bunamak. şebe : Bakırla çinko madeninden yapılan pirinç. * Benzeme, müşabehet. sebe' : (Sebâ) Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın mucizesi sonunda imana gelen ve onunla evlenen Belkıs'ın Yemen'de hükmü altında bulundurduğu mâmur şehrinin ismi. * Bir Arab kavminin More…sebe' suresi : Kur'an-ı Kerim'in 34. Suresi olup Mekkîdir. sebeb : Vâsıta. Âlet. * Alâka. * Bahane. * Edb: Harekeli bir harf ile sâkin bir harften veya iki harekeli harften meydana gelen parça. (Bak: Esbab, Esbabperest) şebeb : Üç yaşına girip dişleri tamamlanmış olan sığır. sebebiyet : İcab ettirme, sebep olma. şebec : Ovanın ve sahranın bir miktarı. sebed : Sepet. * Az saç, kıl. Başta az tüy olması. şebefruz : (Şeb-efruz) f. Gece vakti ışık veren. Geceyi aydınlatan. şebeh : (Şibih) Benzer, nazir, benzeyen şey. * Bakır ile çinkodan karıştırılıp yapılan pirinç madeni. ◊ (C.: Eşbâh) Karaltı. * Şahıs. * Ceset.sebehlel : Bâtıl, boş, abes. şebeke (şebike) : Balık ağı. * Kötü niyetle çalışan gizli topluluk. * Kafes şeklinde olan yer. * Hüviyet sureti. * Ağ gibi yapılmış ve gerilmiş hat ve yolların tamamı. * Ağ şeklinde olan nesiçler, dokular. More…sebel : Tıb: Bulanık görme hastalığı. * Göze inen perde. * Buluttan çıkıp da henüz yere ulaşmamış yağmur. * Buğday başı. sebele : Bıyık. şebem : Soğukluk. şebengiz : (Şeb-engiz) f. Yarasa kuşu. sebenta : Çeri, öncü. * Ayı. sebet : Kıvırcık olmayan saç. ◊ Hüccet, delil.şebet : (Bak: şâbet) sebete : (C.: Sebât) Ot, nebat, bitki. * Otu çok olan yer. sebg (sübug) : Nimet bolluğu. * Olgunlaşmak, kemâle yetişmek. Tamam olmak. şebgerd : (şeb-gerd) f. Gece dolaşan kol. Bekçi. * Ay, kamer. şebgir : (Şeb-gir) f. Geceleyin uyumayan. * Sabah vakti. * Gece giden kervan. şebgun : f. 'Gece renkli' Kara, siyah. sebh : Atın seğirtmesi. * Sür'atle gitmek. * Maaşında tasarruf etmek. * Suda yüzme. ◊ Genişlik. * Hafiflik.şebh : Çekmek. * Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. ◊ Süt sağarken çıkan ses.sebha : Ot yetişmeyen yer. * Şap taşının çıktığı yer. * Tuzla sebhale : Sübhânallah demek. şebhan : f. Geceleyin öten bir cins bülbül. ◊ Uzun, tavil.şebhiz : (C.: Şebhizân) f. Geceleri uyanıp kalkarak iş gören. şebhun : (Şeb-hun) f. Gece baskını. sebi : (C.: Sebâyâ) Savaşta esir düşen kimse. şebib : Bıçak üstüne sürçmek. sebibe : (C.: Sebâib) Atın alın kılı, yele ve kuyruğu. * İnce keten bezi parçası. şebibe : Gençlik. Yiğitlik. sebic(e) : Yatık veya sekik adı verilen, ağzı dar şarap testisi. * Gecelik. sebid : Başa yağ sürmeyi terketmek. sebih : Kuş yeleğinin kopup düşeni. * Pamuk ve yün atıldıktan sonra dürüp eğirmek için koydukları bez parçası. şebih : (Şibh. den) Benzer, benzeyen, mümasil, nazir. sebiha : Gecelik. Geceleyin giyilen elbise. şebihun : f. Gece baskını. Şebhun. sebike : Eritilerek kalıba dökülmüş şey, külçe. Kalıba dökülmüş altın veya gümüş. * Hafif, küçük. şebike : f. Kötü niyetle çalışan gizli topluluk. * Balık ağı. * Batı taraflarında Arapların kullandıkları hasırdan örülmüş bir cins başlık. (Bak: Şebeke) sebil : Açık ve büyük yol. Büyük cadde. * Allah rızası için su dağıtılan yer. sebilhane : f. Sebil olarak su dağıtılan yer. sebilullah : Allah (C.C.) yolu. Karşılıksız. Allah rızası. sebin : Bir dağın adı. sebir : Suret. * Renk. * Asıl. * Heyet. şebistan : f. Yatak odası. * Harem dairesi. * Gece ibadetine mahsus oda. sebit : Aklın sabit olması, aklın durması. şebit : Bahadır, kahraman, yiğit. sebk : İleri geçme, ilerleme. Öne göçme. * Vâki olma. * Koşuda kazanan hayvan. ◊ Bir şeyi eritme. Kalıba dökme. * Edb: İbarenin tarz ve terkibi.şebk : Karıştırmak. sebkat : Geçmek, ilerlemek. sebla' : Uzun kirpikli göz. seblet : (C.: Sibâl) Bıyık. şebnem : f. Çiğ. Rutubet. Gece nemi. Neda. şebpere : f. Yarasa. şebperest : (Şeb-perest) f. Geceye ve rü'yaya ve uykuya fazla kıymet veren. sebr : Denemek, imtihan. * Yara, kuyu vesâirenin derinliğini anlamak için yoklamak. ◊ Men'etmek, engel olmak. * Helâk etmek. * Hapsetmek.şebr : Karışlamak. * Hediye vermek, atâ etmek. * Ücret. * Kira. sebre : (C.: Seberât) Pek soğuk olan erken vakit. şebreng : f. 'Gece renginde olan' Siyah, kara. şebrev : (Şeb-rev) f. Gece giden. Karanlıkta yürüyen. Gece yolculuğu eden. sebseb : (C.: Sebâsib) Issız büyük çöl. * Kâfirlerin bayramı. sebt : (C.: Esbât-Sübut-Esbüt) Rahat etmek. * Boyun vurmak. * Saç sarkıtmak. Bir çeşit deve yürüyüşü. * Cumartesi günü. * Şaşırmak, hayrette kalmak. * Çok zeki, dâhiye. * Başı tıraş etmek. More…şebtab : (Şeb-tâb) f. Ateş böceği. sebtane : Tüfek. sebtel : Satıl adı verilen kab. (At bakıcıları onunla davara su verirler.) * Susak. (Pınarlarda su içilir.) ◊ Ot tohumundan bir tohum. ◊ Çürük yumurta.sebu : f. Testi. sebu' : (C.: Sebâ') Yırtıcı hayvan. Canavar. sebuçe : f. Küçük testi. * Küçük kap. sebuh : (Sibh. den) Yüzgeç. sebuha : Mekke şehri. sebuiye : Yırtıcıya mensub, canavarlıkla ilgili. sebuiyet : Yırtıcılık, parçalayıcılık. Yırtıcı hayvanın fıtri hassası. sebük : f. Hafif. Ağırbaşlılığı ve ağırlığı olmayan. sebük-endiş : f. Derin düşünmeyen, sathi düşünen. sebük-inân : f. Çabuk koşan. sebükbâr : f. Yükü hafif. Ağırlıksız, eşyası az olan. * Derdi, düşüncesi olmayan. sebükhîz : f. Çabuk kalkan, hareket eden. sebükî : f. Hafiflik. sebükmağz : f. Hafif beyinli, düşüncesiz. Ahmak. Akılsız. sebükmâye : f. İtibarsız, değersiz, kıymetsiz. sebükmizac : f. Hafif mizaçlı. sebükre'y : f. Düşüncesiz, hafif fikirli. sebükrev : f. Çabuk giden. sebükruh : f. Hafif ruhlu. * Zarif ve şen olan. Hoşa giden, hoş sohbet. * Mc: Lâübâli. sebükser : (C.: Sebükserân) f. Hafif düşünceli. * Sefih, aşağılık. şebur : Boru. seby : Harpte esir alınma. * Uzaklaştırma. * Bir yerden başka bir yere sürüp giderme. sebz : f. Yeşil, yeşil renkli. sebzevat : f. Yeşil bitkiler, yeşil nebatlar. sebzezar : f. Çayırlık, çimenlik, yeşillik. * Bostan, sebze tarlası. sebzfam : f. Yeşil renkli. sebzin : .f Rengi yeşil. Yeşil renkli. şebzindedar : (Şeb-zindedâr) f. Geceleri çalışan, gece vakti işle meşgul olan. * Gece bekçisi. * Geceleri uyumayıp ibadet eden. sebzpuş : f. Yeşil elbiseli, yeşil örtülü. sec' : (C.: Escâ-Esâci) Kumru sesi. * Kafiyeli söz. sec'a : Kuşların cıvıltısı gibi olan ses. * Edb: Nesir hâlindeki kafiyeli yazı. seca' : Yarasa. secaât : Kuşların ötüşleri, sec'aları. * Nesir halindeki yazının kafiyeleri. şecaat : Yiğitlik, cesurluk. Korkulu anda kalb kuvveti ile cesaretini muhafaza etme. secah : Letafet, güzellik. Rıfk. Adl. * Yumuşak yer. secahat : Mülâyemet, rıfk. Cemalin tenasüp içindeki kemali. secavend : f. Kur'an-ı Kerim'de doğru okunması için yapılan işaretler. secaya : (Seciye. C.) Karakterler, huylar, seciyeler, ahlâk ve tabiatlar. şecb : Helak etmek, mahvetmek. * Kederlenmek, tasalı olmak. secc : (Sücuc) Akıcı bir şeyin kesretle dökülüp akması, akıtılması. Su akmak. ◊ Gayet ince olan nesne. * Duvar sıvamak. * Hoş kokulu nesne ezmek.şecc : Baş yarma ve yarılma. * Geminin, denizi yararak yol alması. seccac : Çağlayan. Şarıltı ile akan. ◊ Suyu çok olan süt.seccade : Genellikle üzerinde secdeye varmakta yâni namaz kılmakta kullanılan küçük halı, kilim cinsinden sergi. seccan : (Sicn. den) Gardiyan, zindancı, hapishane memuru. şeccat : (şecce. C.) Yüzde ve başta meydana gelen yaralar. şecce : Başa ve yüze vurarak meydana getirilen yara. secde : Allah'ın (C.C.) huzurunda yere kapanış. İbadet ve Allah'a (C.C.) memnuniyetini ve itaatini bildirmek veya şükretmek için yere kapanarak alın, burun ucu, eller, dizler ve ayak More…secde suresi : Kur'an-ı Kerim'in 32. Suresidir. Mekkîdir. secdegâh : f. Namaz kılınıp secde edilecek yer. İbadet yapılacak yer. secdeteyn : Birbiri arkası yapılan iki secde. şecea : Küt ve kötürüm kimseler. şeceb : Hüzün ve gussalı olma. secec : Dökülmüş su. secede : (Sâcid. C.) Secde edenler. secel : Genişlik, vüs'at. * Büyüklük, azamet. şecen : (C.: Eşcân-şücun) Dal, budak, kol. * Hâcet, ihtiyaç. * Keder, hüzün. secencel : (Secencele) Ayna. secer : Yassı ve enli. şecer(e) : Ağaç. Kütük. * Sülâle. Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel. şecerât : (şecere. C.) şecereler. şeceristan : f. Orman, ağaçlık yer, koruluk. seces : Bozuk ve bulanık su. secfan : Ev önünde olan perdenin iki kanadı. sech : Tırmalama. * Bir şeyin kabuğunu veya derisini soyup sıyırma. seci' : Edb: Nesrin kafiyesidir. Seci'ler, ya cümlelerin sonunda yahut arasında bulunur. Sondaki seci'ler bir kelime vasıtasiyle birbirine bağlanır, onlara 'Seci'-i mukayyed' More…şeci' : Kahraman. Yiğit. Şecaatli. şecib : Helâk olan, mahvolan. secic : Asan, kolay. * Yumuşak yer. ◊ Su sesi.secif : Perde, setre. * Bir kapıya birbiri üstüne iki perde asmak. seciha : Tabiat. * Miktar. secil : Uzun, tavil. secile : Büyük kova. * Dökülmüş su. secir : Posa. ◊ Dost.şecir : Küçük ve kısa ağaç. secis : Yılın ve zamanın sonu. seciye : Huy, karakter. Huy güzelliği. Ahlâk durumu. secl : (Sicâl) İçi su dolu kova. secla' : Karnı büyük kadın. (Müz: Escel) * Her büyük cisim. ◊ Emziği uzun dişi deve.şecn : (C.: Şücun) Dere içinde ağaçlar arasında olan yol. secr : Kızdırmak. * Doldurmak. * İnleyerek çağırmak. şecr : İki çenenin arası. * Harcamak, sarfetmek. * Tarh etmek, kovmak. şecra' : Meşelik. secsec : Ne yumuşak ne sert olan yer. secur : Tennur kızdırılan nesne. şecv : Gam, gussa. Keder. * Tezyin-i savt. Yâni sesi güzelleştirmek. şecze : Zayıf yağan yağmur. seda : Çiy denilen yaşlık, kırağı. ◊ (Bak: Sadâ)seda' : (C.: Esdiye) Bezin hatâsı. sedacet : Sâdelik. sedad : İstikamet ve kasd. * Haklı ve doğru şey. * Akıl. şedaid : (Şedâyid) Afât. Meşakkatli haller. Şiddetli musibetler. sedail : (Sedil. C.) Askılar. Perdeler. Zarlar. Örtüler. şedak : Ağızın her iki yanının geniş olması. şedaka : Çok konuşan kadın. sedane : Etlilik, semizlik, besililik. şedar : Sözü şiir ile kesme. * Hayvan bağlanan yer. sedare : Sıcaklığın fazlalığından dolayı tenbelleşmek. sedaya : (Sedâ. C.) Memeler. sedc : Yalan. sedd : Tıkamak, kapamak, mâni olmak. * Baraj. * Perde, Mânia. * Rıhtım. * Set, tümsek. şedd : Sıkı bağlama, sıkı bağlanma, sıkma. * Tasvir. seddad : Tıpa. Şişe tıpası. * Tampon. şeddad : Kâfir. * Çok eskiden Yemen'de Âd Kavminin hükümdarı Allah'a isyan ederek Cennet'e benzetmek iddiasiyle İrem bağını yaptırmış, bu bağdaki köşke girmeden kavmi ile yani More…şeddadane : f. şeddad gibi, ona benzer surette, zâlimce. şeddadî : Çok büyük ve sağlam yapı. şedde : Kur'an-ı Kerim okurken tek sessiz harfin iki defa okunmasına yarayan işaret. ( $ ) * Seğirtmek. Yürümekle şiddet göstermek. Bir şeyi kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak. ◊ More…şede : Çok hırslı olmak. sedef : Karanlık ve aydınlığın karışması. * Gece ve sabah. * Sabahın evveli. ◊ (Bak: Sadef)şedef : (C.: Şüduf) Her nesnenin şahsı. sedel : (C.: Südul-Esdâl-Esdül) Bir kuş adı. * Örtmek, setretmek. sedem : Hüzün, keder, tasa. * Nedâmet, pişmanlık. seden : (Sedâne) Hizmet. sedene : (Sâdin. C.) Kapıcılar. Perdedarlar. Kâbe-i Mükerremenin kapıcıları. sedg : Baş yarığı. * Baş yarma. sedh : Döşemek. * Uçuk hastalığı. * Bir nesneyi açıp yaymak ve arkası üstüne bırakmak. * Deve çökertmek. * Kırba doldurmak. şedh : Baş yarmak. * Kırmak. * Atın yüzünde beyazlığın çok olması. ◊ Tembel olmak.sedid : Doğru. Yanlış ve yalan olmayan. * Müstakil. * Muhkem. Metin. şedid(e) : Sert, sıkı, şiddetli. * Musibet, belâ. * Tecvidde: Rahve harflerinin zıddı olan, sükûn ile harf söylendiğinde sesin akmaması hali. sedif : Deve hörgücü. * Her canlının sırtı. sedil : (C.: Sedâil) Askı. Perde. Örtü. Zar. sedin : Semiz, besili, etli ve cüsseli kimse. sedir : Köşk. * Nehir. * Karyola. * Odanın baş köşesine konulan döşenmiş kerevet. sedk : Lâzım olmak, icab etmek, lüzum. şedkam : Geniş, vâsi. sedl : İrsal etmek, göndermek, yollamak. sedm : Dik fışkıran su. sedn : Vücut organlarının anormal biçimde gelişmesi. ◊ Tapınak. * Puthane.sedr : Tenbel olmak. * İrsal, gönderme. * Gözü hareket ettirmek. sedum : Peygamber Lut Aleyhisselâm'ın kavminin şehri. sedv : El uzatmak. şedv : 'Irlamak; teganni ve terennüm.' sedy : Meme. sedya' : Büyük memeli kadın. seele : (Sâil. C.) Dilenciler. sef' : Alâmet. İşaret. * Yandırmak. * Kara etmek. * Çekmek. şef' : Çift. * Kurban bayramı günü. * Namazların her iki rek'atı demektir. Dört rek'atlı bir namazın evvelki iki rek'atında Şef'-i evvel, diğer iki rek'atına da Şef'-i More…şefa : Kenar, taraf, uç. sefa' : Buğday başının kılçığı. * Orak. * Kuyu içinden çıkan toprak. şefaat : Şefaat etmek. Af için vesile olmak. * Fık: Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber More…şefaceref : (Şefâcürf) Yar üstü. Uçurum kenarı. şefafet : Şeffaflık, saydamlık, şeffaf olma. sefahet : (Sefeh) Zevk ve eğlenceye ve yasak şeylere düşkünlük. Akılsızlık edip lüzumsuz yere, sonunu düşünmeden, hazz-ı nefs için masraf etmek. sefain : (Sefine. C.) Gemiler. şefak : Korku, havf. sefaka : Katılık. * Sıklık. şefakat : Şefkat, acıyarak şefkatle sevmek. Karşılık istemeden merhamet edip acımak, sevmek. sefalet : Fakirlik, yoksulluk. Fakirlikten gelen sıkıntı. Sefillik. şefan : Yağmurlu soğuk rüzgâr. sefare : Süprüntü. * Islah etmek, düzeltmek. sefaret : Sefirlik, elçilik. sefarethane : f. Sefirlik, elçilik. Elçilik konağı. sefaric : (Sefercel. C.) Ayvalar. şefaric : Bir cins helva. sefasif : (Sefsâf. C.) Yerden toz kaldırarak esen rüzgârlar. şefaşif : Çok susamak. sefat : (C.: Esfât) Sele, sepet. * Ağaç veya balık pulu. sefe : Kepek. şefe : f. Dudak. * Kenar. sefeh : Akılsızlık. şefeka : Esirgemek, korumak. sefele : (Sâfil. C.) Alçak kimseler. Aşağı kimseler. Alçaklar. şefellec : Burun delikleri büyük, dudakları yumru kalın ve sarkık olan adam. * Ferci vasi avret. sefen : Nasır. * Sertlik, katılık, huşunet. sefenc : Yeyni, hafif. sefer : Yolculuk. * Muharebe. Harb. Muharebeye hazır bulunma hali. * Def'a, kerre. * Fık: Muayyen bir mesafeye gitmek. (Bak: Mukim) ◊ (Safer) Arabi ayların ikincisinin ismi.seferber : f. Harbe hazırlık hali. * Sefere hazırlık içinde olan asker ve bu askerin durumu. sefercel : (C.: Sefâric) Ayva. sefere : Yazıcılar. sefergüzin : f. Yolculuk yapan, seyahat eden. seferî : Seferde olma hali. Harbe ait, muharebe ile alâkalı. * Namazı kısaltmak veya oruç tutmak gibi sefere ait bir hâlde bulunmak. Fık: Ortalama 90 km. lik bir mesafeyi veya daha fazlasını giden More…şefetan : İki dudak. şefeteyn : İki dudak. şefevat : (şefe. C.) Dudaklar. * Kenarlar. şefevî : (Şefeviye) Dudağa ait. Dudakla alâkalı. seff : Dokumak. * Yapmak. * Ahzetmek, almak. * Toz haline getirilmiş ilâç. * İlâcı toz haline getirme. şeff : Yünden yapılan çok ince elbise. şeffaf : Işığa mâni olmayan, ışık geçiren parlak cisim. Saydam. seffah : Cömert, eliaçık, civanmerd. * Güzel konuşan, hatip. * Kan dökücü, gaddar. seffak : (Sefk. den) Kan döken, kan dökücü. seffud : (C.: Sefafid) Kebap pişirilen demir. sefh : (C.: Süfuh) Dağ eteği. * Su dökmek. * Kan dökmek. sefi' : Şiddetle tutup çekme. şefi' : Şefaatçı. Suçların affı için yardım eden. sefid : (Sepid) f. Ak, beyaz. sefidî : Beyazlık, aklık. sefif : Deve beline çekilen kolan. şefif : Soğuktan incinmek. * Soğuk. sefih : Zevk ve eğlenceye düşkün. Sefahete düşmüş. Malını düşünmeden harcayan. sefihan : Heybe gibi çatıp içine birşeyler konulan iki çuval. sefihane : f. Eğlenceye ve lüzumsuz masraflara düşkün olarak. sefik : (C.: Sefâsik) Katı, şiddetli, şedid. * Sık dokunmuş bez. şefik(a) : Şefkatli, esirgeyen. Rikkat sahibi. Merhametli. şefikane : f. Merhametlice, acıyarak. Acımak suretiyle. şefkat ederek. sefil : Sefalet çeken, muhtaçlık içinde olan. Çok sıkıntıda bulunan. * Uslu huy sahibi. sefile : Mc: Fâhişe. Namussuz kadın. sefine : Gemi. * Çeşitli mevzulara dair kitap. * Göğün güney yarım küresinde bir burç adı. sefir : Elçi. Bir devletten diğer devlete bazı işler için gönderilen memur. * Islık sesi. sefit : Keremli, cömert kimse. sefiyy : Saçılmış toprak. * Bulut. sefk : Dökme, akıtma. şefkat : Başkasının kederiyle alâkalanmak, acıyarak sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak. sefn : Keser. * Timsah derisi gibi olan sert deri. * Yutmak. * Kazık. şefn : Akıllı ve zeyrek kişi. sefne (sifne) : (C.: Sifen-Sifnât) Devenin çöktüğünde yere değen yerleri. şefnin : Irak diyarında ve karga büyüklüğünde olan bir kuş. sefr : Ev süpürmek. * Yüzünü açmak. * Yazı yazmak. * Islâh etmek, düzeltmek. ◊ Arslan. * Deve ferci. * Eyer kuskunu. * Yavaş yürüyen deve.sefsaf : (C.: Sefâsif) Alçak, kemter şey, hakir iş. * Un elerken elekten kalkan toz. şefşaf : Soğuk yumuşak rüzgâr. şefşef : Yaramaz huylu. * Titremek. sefsefe : Nişasta, un gibi şeyleri eleme. şefşefe : Zayıflatmak. * Hareket ettirmek, depretmek. * Karışmak. seft : Kabir üstüne koyulan taş. * Tabut. şeft-alû : f. Yarık erik. Şeftali. sefuf : İlâçlar, devâlar, mâcunlar. sefuh : Dökülmüş su. sefva' : Hızlı yürüyen katır. sefy : Savurmak. Saçmak. seg : f. Köpek, kelb. sega' : Koyun ve keçi sesi. segab : (C.: Sügbân) Kesmek. * Dere içinde yağmurdan biriken su. * İyi ve tatlı su. ◊ Açlık.şegab : Çanak kırığını tamir eden. * Çanak yapan. ◊ Fitne uyandıran.segabet : Açlık. şegaf : Yürek kabı. Yüreği çevreleyen nâzik deri. * Sağ tarafta iyeği kemiği altında olan bir hastalık. * Bir nesneyi çevirip kaplamak. ◊ Delicesine sevme.şegafdâr : f. Delirtici. şegal : f. Çakal. segame : (C.: Sigâm) Beyaz çiçekli bir ot. segar : (C.: Süğür) Ön dişler. * Ağız. (Dar geçit ağızlarına ve diğer yerlerin boş olan korku yerlerine de denir.) * Yaş hıyar. segban : (Bak: Sekbân) segil : Yaramaz huylu kimse. * Cüssesi küçük, ayakları ince olan kimse. şegire : Çuvaldız. segpeçe : f. Köpek yavrusu. seha : (C.: Sihâ) Ev içi. Her nesnenin kabuğu. * Yarasa kuşu. ◊ Büyük cüsseli. Azim-ül cüsse. ◊ Cömertlik, el açıklığı.şeha : f. Ey pâdişah! Ey şâh. seha' : Tıb: Beyin zarı. sehab : (C.: Sehâib) Bulut. * Karanlık. * Bulut gibi uçuşan böcekler. ◊ Çağırgan, gürültücü kişi.şehab : Su ile karışmış süt. ◊ (Bak: şihab)sehab-alud : f. Bulutlu. sehabe : Tek bulut. sehabî : Bulut ile alâkalı. şehacir : Rahm. şehadet : (Bak: şahadet) şehadetnâme : (Bak: şahadetname) sehah : Yumuşak ve sıcak yer. sehaib : (Sehâbe. C.) Bulutlar. sehale : Altın, gümüş gibi değerli maddelerin kırıntıları. seham : Sıcak günlerde havada iplik iplik olduğu hayâl edilen nesneler. * Sıcak esen rüzgâr. ◊ Yaş ağaç. * Demir.şehamet : Akıl ve zekâ ile beraber olan yiğitlik. Kahramanlık. Cür'et. Bahadırlık. * Tez anlayışlı olmak. ◊ Yağlılık, semizlik, besililik.şehametlû : Tar: İran Şahları hakkında ünvan olarak kullanılan bir tâbir idi. sehane : Heyet. * Süs, ziynet. * Renk. sehanet : Kalınlık. * Sıklık. * Katılık, peklik. ◊ Sıcaklık.sehar : Bir havuç cinsi. şehav : Açmak, feth. sehavet : (Bak: Sahavet) sehay : Nâme üstüne nesne bağlamak. * Keşf etmek. * Kabuk soymak. sehaya : (Sehâ. C.) Beyin zarları. şehazan : Karnı aç olan kimse. sehb : Sahra, çöl. Düz yer. * Çok söylemek, çok konuşmak. ◊ Çekmek. * şiddetle yemek ve içmek.sehba : Üç ayaklı küçük masa. * İdama mahkûm olanların idam edildiği üç ayaklı âlet. şehba' : Kır renkte olan şey. * Kır katır, kır at. * Tam teçhizatlı asker birliği. * Pek kıtlık olan sene. şehbal : (Bak: şahbal) şehbaz : (Bak: şahbaz) sehbel : Büyük, iri vücutlu, şişman deve. * Büyük ve geniş tuluk. * Büyük keler. şehbender : Ticaret nezaretinin teşekkülünden evvel ticaret işlerine bakmak ve tüccarlar arasındaki ihtilâfları halletmekle vazifelendirilen memurun ünvanı idi. şehbeyt : (Bak: şahbeyt) sehc : Seyretmek. * Ezmek. şehd : Bal. Gömeç balı, asel. şehd-ab : (şehd-âbe) f. Bal şerbeti. şehd-amiz : f. Bal gibi tatlı. Balla karışık. şehd-kâm : f. Tadı damağında kalmış. şehdanec : İncinin irisi ve iyisi. * Kendir otunun tohumu. şehdere : Üç ile altı yaş arasında hareket eden oğlan veya kız. * İsrafçı, müsrif. * Karnı büyük kimse. sehef : Çok susamak. sehek : Balık kokusu. * Demir pası. * Rüzgârın yerden savurduğu toprak. * Bir şeyin pis pis kokması. sehem : (C.: Sihâm-Eshüm-Sehmân) Ok. * Nâsib. seher : Tan. Sabah olmağa başladığı vakit. ◊ Geceleri uyumayıp uyanık durma hastalığı.sehergâh : f. Sabahlık. Sabah zamanı. Sabah vaktine âit. seherhîz : f. Sabahları erken kalkan. Erkenci. * Sabahleyin esen. şehevat : (şehvet. C.) şehvetler, nefsanî istekler, arzular. şehevî : Şehvetle alâkalı. Hayvanî, nefsanî duygularla alâkalı, onlara ait. sehf : Maktulün can çekişirken olan ıztırabı, acısı. sehh : Dökmek. sehha' : (Sehh'ten mübalağa sigası) 'Çok dökücü' mânasına gelir. sehhac : Yeri eliyle veya ayağıyla sıyıran kimse. sehhah : (Mübalağa ile) Semiz ve besili nesne. sehhar : (Sihir. den) Büyü gibi bir kuvvetle çeken. Büyü yapan. * Çok aldatıcı. sehi : f. Düz, doğru. * Fidan gibi boy. sehi-kamet : f. Düzgün boy. şehic : Katır sesi. * Kuzgun avazı. şehid : Şâhid olan. * Meşhude. Allah (C.C.) yolunda canını feda eden müslüman. Hak için hayatını feda ederek ölen. Allah'ın rızasına eren. (Naklinde ve gaslinde Rahmet melekleri hazır oldukları More…şehik : Hıçkırıkla içini çekme. * Nefesi dışarı çıkarma. Soluk alma. * Nefesi dışarı çıkararak eşeğin anırması. sehil : Bükülmemiş iplik. * Bir kat bükülmüş iplik. * İpliği bir kat olan bez. * Eşeğin göğsünden gelen hırıltı. sehim : Hisse sâhibi. Hissedar. şehim(e) : (Şehamet. den) Şehametli, kurnaz ve akıllı yiğit. sehin : Altı görünmeyen sık ve kalın nesne. sehine : Bulamaç aşı. şehir : Meşhur. Şeref ve şan sahibi. * Alemlerce meşhur, Resul-ü Ekremin (A.S.M.) bir ismi. şehiy (e) : (Şehvet. den) İştahlandırıcı. İsteklendiren, istek uyandıran. şehka : Hıçkırık. Keskin çığlık. sehl : (C.: Sühul) Beyaz pamuk bezinden olan elbise. * Nakit, para. nakit akçe. * İpliği bir kat bükmek. * Ezmek. * Dövmek. ◊ Kolay. * Toprağı yumuşak düz yer. * Sâde. ◊ Yere More…şehl : Gözün siyahının maviye yakın olması. * Koyun gözü. şehla : Elâ göz. Koyu mavi göz. Tatlı şaşı. * Mc: Çok güzel. şehleb : Uzun boylu. sehlen : Kolaylıkla, kolay surette. şehlevend : f. Boylu boslu, güzel genç. sehlter : f. En kolay, çok kolay. sehm : Ok. * Hisse. nasib * Kısım. * Hazine geliri. * Korku, dehşet. * Hazz. * Yay. ◊ f. Dehşet, korku.şehm : Korku. sehm-gin : f. Korkunç, korkulu. sehm-nâk : f. Korkunç, korkulu. sehma' : Dübür, mak'ad, kıç. * Ağaç. sehme : Karalık, siyahlık. sehna' : Heyet. * Suret. şehname : f. İran Şairi Firdevsî'nin destan şeklindeki eseri. * Büyük hükümdarların kahramanlık mâcerâlarını anlatan büyük manzum eser. şehnaz : f. Eski Osmanlı müziğinde meşhur bir makam ismi. * Meşhur bir dünya güzelinin ismi. * Çok güzel olan. şehnişin : f. Binanın dışarı çıkıntısı. Balkon. şehniz : Çörek otu. şehper : f. Kuş kanadının en uzun tüyü. şehr : Ay. 30 günlük zaman. * Bir şeyi izhar etmek. Teşhir etmek. şehr-i âyin : (Şehrâyin) f. Şenlik. Büyük hâkimiyet ve kuvvete ait sürur, sevinç, donanma. sehran : Geceleri uyanık duran. şehreka : (C.: Şühruk-Şührûk-Şührîk) Çıkrık. şehri : f. Şehirli. * İstanbul'lu, İstanbul'da doğup büyüme. * Mc: Kibar, ince. şehristan : f. Büyük şehir. şehriyar : f. Hükümdar, padişah. * En iktidarlı. şehriyye : Çok yaşamış pir. Çok yaşlı, ihtiyar. şehrud : f. Büyük ırmak. Nehir. şehşeh : Karışmak. sehuk : (C.: Sühuk) Uzun. * Çok uzun hurma ağacı. sehum : Hâlin ve durumun değişmesi. Yüzün renginin değişmesi. sehv : Keşfetmek, bulmak. * İzâle etmek. * Kabuk soymak. ◊ Hata, yanlış, yanılma.sehva' : Geceden bir saat. şehvanî : şehvetle ilgili, şehvete ait. * şehvete çok düşkün olan kimse. sehve : Ev önünde yapılan sofa. * Gevşek yürüyüşlü deve. sehven : Yanlışlıkla, yanılmak suretiyle. şehvet : Hevâ-yı nefsin meyli ve arzusu. * Bir şeyi fazla istemek. * Cinsî istek. Mahbube için olan istek, iştiha. (Yemek, içmek, uyumak da şehvetin şubelerindendir.)Kudsi Hadis'te Cenab-ı Hak More…şehvet-engiz : f. Şehvet uyandıran. Kuvve-yi şeheviyeyi tahrik eden. şehvet-perest : f. Şehvetine çok düşkün. Nefsi arzularının esiri olan. sehviyat : (Sehv. C.) Yanlışlar, yanlışlıklar, sehivler. şehzade : (Bak: şahzade) şehzare : Fâhiş nesne. şeîle : (C.: Şâil-Şeâyil) Ucu yanmış fitil. sek' : Gitmek. seka' : Kulağı olmayan dişi hayvan. şeka' : Maraz, hastalık. * Hiddet, kızgınlık, gadap. * İncelemek. ◊ Rezalet, rezillik, alçaklık. * Bedbahtlık, kutsuzluk. ◊ şikâyet.sekab : Dayanıp itimat edilen, güvenilen. ◊ Yakınlık.şekab : Çukur yer. sekaf : Kabile, soy. Nisbet. ◊ Uzunluk.sekafe : Akıllılık. şekah : Yakınlık. şekahteb : İki boynuzlu koç. şekakil : Bir Hind ağacının dalları. sekal : (C.: Eskâl) Misafir. * Mal, mülk, metâ. * Ev metaı, ev eşyası. * İns ve cinnin bir ünvanı. (Bak: Sakalân) sekam : Hastalık. İllet. Bozukluk. (Bak: Sakam) şekavet : Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak. * Haydutluk, eşkiyalık. şekaya : şikâyetler. Memnuniyetsizlikler. şekaz : Gitmek. * Uzaklık. * Bir adamın gözünün çok değer olması. sekb : Su dökmek. Su dökülme. sekban : f. Köpek besleyicisi. * Padişahın köpeklerini av yerine götüren seyman. * Vaktiyle Yeniçeri Ordusunda bir asker sınıfının ismi. * Köy düğününde silâhlı ve oyun yapan gençler kafilesi. More…sekbe : (C.: Sekebât) Başta olan kepek. * Takke. şekd (şükd) : Atâ ve ihsan etmek. Hediye vermek. sekebe : Güzel kokulu bir ağaç. sekel : Musibet, belâ. * Çocuğun ölümü. sekem : Yolun orta yeri. * Lâzım olmak, icab etmek. seken : Ev ahâlisi. * Mesken, ev. * Kalbin teskin olduğu nesne. sekene : Sâkin olanlar, oturanlar. Bir yerde devamlı oturanlar. seker : Hurma şarabı. şeker : f. şeker. şeker(e) : Davarın sütü çok olmak. * Dolmak. şeker-ab : f. İki dost arasındaki kırgınlık, aradaki soğukluk. sekerat : Sarhoşluk. * Hayretler. şiddetler. * Mestlikler. şekergüftar : f. Sözü şeker gibi tatlı. şekergüzar : (Şeker-güzâr) f. İyilik bilen, teşekkür eden. şekerhab : f. Otururken gelen tatlı uyku. şekeristan : f. Şeker kamışı tarlası. şekerpare : f. Çok tatlı ve şekerli olan bir kayısı cinsi. * Bir nakış çeşiti. * Bir cins tatlı. şekerriz : f. Pek tatlı, şeker saçan. * Sevinçten dolayı gelen gözyaşı.şEKEVAT : (şekve. C.) şikâyetler. sekf : Bulmak. seki : Direğin altında konulan taş ayak, kürsü taşı, kapıların yanlarında ve bahçelerde havuzların etrafında yapılan sed ve peyke, odaların zeminden yüksekçe olarak bir kısmına yapılan döşeme More…şekib : Sabır, tahammül. şekiba : f. Sabırlı, tahammüllü, mütehammil. şekil : (Şekl) Biçim, dış görünüş. Çehre. Tarz. Formül. * Şebih ve misil. * Hey'et. * Suret. Surette benzerlik. * Bir adamın tab' ve hevasına muvafık olan şey. * Muhtelif, müşkil işlerin More…şekim(et) : (C.: Şekâim) Mukavemet, dayanma. Sebat. * Dizgin, gem. * Kazan ve çömlek kulpu. sekine(t) : Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti. * Telâş ve hafifliğin zıddıdır. * Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın More…şekir : Ağacın çevresinde kökünden biten fidanlar. * Fercte olan kıllar. şekire : Sütü çok olan davar. sekit : Kırağı. sekk : (C.: Sukûk-Sikâk) Çuvaldız. Çivi. * Alçaklık. * Dar nesne. ◊ Seyahat etmek, gezmek.şekk : (C.: Şükuk) Şüphe, zan. Bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında tereddüt etmek. * Lüzum. * Yarmak. * Yapışmak. sekka' : Su ulaştıran. sekkab : Delici, delen. sekkak : Bıçakçı, çakıcı. sekkakî : (Hi: 555-626) Harzem'li olup edebiyat ve kelâm ilminde çok kıymetli ve mühim bir İslâm âlimidir. 'Miftâh-ül Ulûm' isminde sarf ve nahivden ve aruz kafiyesinden bahseden eseri More…sekkar : Lânet eden kişi. sekkare : şarap yapan. şekkerîn : f. Şekerli, tatlı. şekl : (Bak: şekil) sekla : Çocuğunu kaybeden kadın. şekla' : Beyaz dişi koyun. * Hâcet, ihtiyaç. şeklen : Şekilce. Şekil bakımından. şeklî : Şekille alâkalı, şekilce. Dış görünüşe dair. şekm : Sertlik. * Güç. Kuvvet. sekn : Sâkin olmak. sekr : (Sekir) Sarhoşluk. sekr-âver : f. Sarhoş eden, sarhoşluk veren, baş döndüren. sekran : Sarhoş, mest olan adam. sekre : Sarhoşluk. * Şaşkınlık. * Şiddet. şeks : Ahlâksız, yaramaz kimse. sekseke : Hamakat, ahmaklık. şekt : Bedel etmek, karşılık vermek. sekte : Durma, kısılma. * Kanın birdenbire durması. * Bir işin görülmesinde kesiklik, durgunluk hâsıl olmak. * Tecvidde: Kıraat esnasında nefes almadan sesi kesmeğe denir. sektedâr : Susan, sesini kesen. * Zarara uğramış olan. * Aheng ve düzeni bozulmuş. sekub : (Sekabe) Ateşin alevlenmesi. * Yıldızın parlaması. * Işıklı, ışık veren. * Parlamak. ◊ (Bak: Sükub)şekub : Ruşen olmak, parlamak. şekufe : (Bak: şükufe) sekun : Yemen vilâyetinde bir kabile adı. şekur : Çok şükreden. Allahın (C.C.) lütuflarına karşı pek fazla memnuniyetini, sevincini gösteren. Az şükredene dahi çok nimet veren Allah (C.C.). (Bak: şükr) şekva : Şikâyet, âciz kaldığını ve zayıflığını haber vermek. * Su kabının ağzını açmak. şekve : Şikâyet etmek. * Siyahça oğlak derisi. sel' : Baş yarmak. sel'a : Hıyarcık hastalığı. * Yarmak. sel'af : Yutmak. sela : (C.: Eslâ) Çocuğun ana karnında iken içinde bulunduğu ince deri. sela' : Bir acı ağaç. * Medine'de bir dağ. * Yarmak. Parçalamak. * Ayak yarığı. (Bu mânâya C.: Sülu) ◊ Pişirmek. * Eritmek.şela'la' : Uzun boylu kişi. selacika : (Selçuk. C.) Selçuklular. selah : (C.: Selhân) Keklik yavrusu. selahif : (Sulahfât. C.) Kaplumbağalar. selahiyet : (Bak: Salâhiyet) selaik : (Selika. C.) Güzel söz söyleme ve yazma kabiliyetleri. selak : (C.: Selekân) Yüksek, düz yer. Deve yanırının onulmuş ve yeri ağarmış olan izi. * Çuval kulpunun birisini birisine koymak. şelalat : (Şelâle. C.) Büyük çağlayanlar, şelâleler. selale : Çanak içinde yalanan nesne. şelale : Büyük çağlayan. Akarsuyun yüksekten çoklukla akması. selalim : (Süllem. C.) Merdivenler. selam : 'Ayıplardan, âfetten sâlim oluş. Selâmet, emniyet. Sulh. Asâyiş. Bütün korktuklarından emin olma. * Allah'ın (C.C.) rızasına erişmek için mü'minlerin birbirlerine yaptığı dua. More…selaman : Bir mekânın adı. * Büyük ağaç. selamet : Kurtuluş, tehlikeden sâlim olmak. Korktuklarından, fenalıklardan kurtulmak. * Neticede imân ile kabre girmek. * Edb: Doğruluk, sağlamlık. selamlik : (Bak: Harem) selase : Üç. selaset : Edb: Anlatıştaki kolaylık ve rahatlık. Açık, kolay, akıcı ve âhenkli ifade. selasil : (Silsile. C.) Silsileler. * Zincir gibi olanlar. Zincirler. * Sıradağlar. selasûn : (Selâsîn) Otuz, 30. selata : Kahır, galebe, hiddet. * Kötü konuşan, gönül inciten, kalb kıran. * Merhametsiz olmak. * Acı söz söylemek. selatin : (Sultan. C.) Sultanlar. selb : Zorla alma, kapma, soyma. * Nefy ve inkâr etme. * Kaldırma, giderme, izale. * Man: İki şey arasında nisbet-i vücudiyenin kalkması. ◊ Ayıp. * 'Noksan etmek ve çekmek' More…selben : İnkâr yoluyla, * Gidererek, kaldırarak, yok ederek. selbî : Nefiy ile alâkalı, nefye mensub olan. selbub : Bir dere. selc : (C.: Süluc) Kar. ◊ Yutmak.selcem : (C.: Selâcim) Uzun, tavil.* Uzun ok. şalgam. şelcem : (C.: şelâcim) şalgam. seleb : Yemen vilâyetinde yetişen bir ağacın kabuğudur. Ondan ipler ve urganlar yaparlar. * Kişinin malı mülkü ve metâı. selecan : Yutmak. selef : (Self) Eskiden olan. Evvelce bulunmuş olan. * Yerine geçilen. * Önde olmak, ileri geçmek. * Eski adam. selel : Helâk olmak, mahvolmak. şelel : Bir eli tutmaz olmak. * Bir nesneyi seyrek dikmek. * Ovmakla gitmeyen leke. selem : Teslim etmek. * Ayıplardan uzak olmak. * Selef. * Peşin para ile veresiye mal alma. ◊ Diş gediği.selenka' : Yıldırım. selentah : Geniş, açık yer. self : Yeri düzeltmek. *Büyük dağarcık. selfa' : Bahadır. Kahraman ve cesâretli kimse. * Yüzsüz, utanmaz, hayâsız, kötü kadın. * Kuvvetli deve. selfe : Ahmak. * Kurt. selg : Ayırmak. * Yarmak. selh : Soyma, deri soymak. * Her ayın son günü. * Bir yerden bir şeyi çıkarmak. selh-hane : f. Hayvan kesilip yüzülen yer. Mezbâha. (Bu kelime galat olarak, 'salhâne' şeklinde kullanılır.) selha : Kıyamet günü. selib : Soyulmuş, giderilmiş, alınmış. * Tıraş olunmuş. * Aklı başından alınmış. selif : Eski zamanda geçmiş olan. seliha : Kabuk. * Soyulmuş veya bozulmuş şey. * Tarçın yerine kullanılan bir ağacın adı. selik : Arpa, buğday ve bunlara benzer hububatın yarması. selika : Üstüne binen kişinin, ayaklarını sallamasından dolalyı, devenin yanlarında meydana gelen ayak izleri. * Tabiat. ◊ Güzel söz söyleme ve yazma istidadı.selil : Netice, semere. * Yeni doğmuş erkek çocuk. * Büyük, geniş dere. şelil : (C.: Eşille) Deve ve at ardına yapılan palas. * Çok sulu dere ortası. * Kısa gömlek. selile : Yeni doğmuş kız çocuğu. şelim : Şam yakınında bir beyt-i mukaddes. selim(e) : (Selâmet. den) Sağlam, kusursuz. Refah ve selâmet üzere bulunan. selis : Selâsetli. Fasih ve beliğ olan. Düzgün ve akıcı ifade. ◊ Kolay, yumuşak. * Boyun eğmiş, bağlı.selit : Kahredici, galebe edici. * Susam yağı. * Kötü sözlü şerli kimse. Ağzı bozuk. * Zeytinyağı. selk : Bir yerden haber getirmek. * Yumurtayı rafadan pişirmek. Bir kimseyi başı üstüne bırakmak. * Katı ve sert söylemek. * Çağırmak. ◊ Çekmek veya çekilmek. * Gitmek. * İthal etmek, More…selka' : (C.: Selâki) Otsuz, susuz ve ıssız yer. sell : Yavaşça çekip sıyırma. Sıyrılma. * Çıkarma, çıkarılma. Çekme, çekilme. şell : Seyrek seyrek dikmek. * Çolak. * Çolaklık. Kolun eğri oluşu. sellac : Buzcu, buz satan adam. sellah : (Selh. den) Kasaplık hayvan kesen veya yüzen. sellat : (Selle. C.) Sepetler, seleler. selle : Koyun ve keçi sürüsü. * Yıkmak, hedm. * Kuyu içinden çıkartılan toprak. ◊ (C.: Sellât - Silâl) Sepet, sele.sellebâf : f. Sepet, küfe vs. ören kimse. Sepetçi. selleme : Selâm ve selâmet versin, kusur ve ayıptan hâli ve beri eylesin meâlinde duâ. sellemehüsselam : Gelişi-güzel. Rastgele. selm : Barış, sulh. İtaat. Tek kulplu kova. (Bak: Silm) selme : Rahne, gedik. selmec : (C.: Selâmic) İnce uzun demir. selmet (silmet) : Taş. sels : Beyaz boncuk dizilen iplik. ◊ Akmak, seyelân.selsal : Hafif soğuk, tatlı ve lezzetli su. selsebil : Cennet'te bir çeşme veya ırmak. * Mc: Tatlı, lâtif, leziz su. selsel : Tatlı ve yumuşak su. selsele : Ulaştırmak, vardırmak. * Zincir örmek. şelşele : Dökmek. * Su damlatmak. selt : Karın gürüldemesi. selub : (C.: Süleb) Müddeti tamam olmadan yavrusunu düşüren deve. seluc : Rahat olmak. Mutmain olmak. seluf : Suya gelen develerin dâima önlerinde gelen deve. seluk : Yemen vilâyetinde bir köydür ve 'kilâb-ı selukiyye' denilen büyük köpekleriyle meşhurdur. selukiyye : Kaptan kamarası. selul : Ölü olarak doğmuş çocuk. selv : Kanaat vermek. selva : Bal, asel. * Bıldırcının büyüğü. şelvar : f. şalvar. selvet : Kalb rahatı. Gönül rahatı. sem' : İşitmek. Kulak ile dinlemek. * Kurdun sırtlandan olan eniği. şem' : Mum, ışık. şem'a : Işık, çıra. Nur. * Muma batmış fitil. sem'an : Dinliyerek. * İşiterek, duyarak. şem'dan : f. şamdan. şem'un : Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerindendir. Petros veya Sen Piyer de denir. Antakya kilisesini yaptırmıştır. Mi: 65'de Roma'da Neron tarafından hapsedilmiş ve çarmıha gerilerek More…sema : Gök yüzü. Asuman. Gök. * Her şeyin sakfı. * Gölgelik. * Bulut ve emsali örtü. sema' : Yağlı yemek yedirmek. * Baş yarmak. * Ekmeği terid etmek. * Sakalı boyamak. ◊ İşitmek, kulakla dinlemek. * Mevlevilerin zikir esnasındaki dönüşleri.şema' : (C.: şümu') Mum. Meclise zevk veren, meclisi süsliyen mum. * Oyun. * Mizaç, huy. ◊ Yüce, yüksek, ulu âli.sema'ma' : Küçük başlı. * Yular. şema'ma' : Küçük başlı. * Aceleci kişi. semaan : (Semaen) İşiterek, dinleyerek, dinlemek suretiyle. semaat : Dinlemek, kulak vermek. semacet : Kötü görünüş, çirkinlik. * Söz çirkinliği. * Kabahat. semad : Davar tersi. * Gül. semadir : Sarhoşluk vaktinde veya uyku geldiğinde göze ârız olan zayıflık. semaen : İşiterek, duyarak. semahat : Cömertlik. İyilik severlik. El açıklığı. semahic : Deniz içinde bir alanın adı. şemahter : Kötü, menhus. semaî : İşitmekle öğrenilen. İşitmeğe dair ve müteallik. * Gr: Bir kaideye bağlı olmayan, işitilmekle öğrenilen. semaî müennes : Bir kaideye bağlı olarak müennes işareti olmayıp kelimenin aslında müenneslik var gibi kabul edilen ve işitilmekle öğrenilen müennes kelime. (Bak: Müennes-i semaî) şemail : (Şimal. C.) Huylar, ahlâklar, tabiatlar. şemaim : (Şemime. C.) Güzel kokular. şemak : Neşat, sevinç. Ferah. semakil : Somak ve tadım denilen ekşi taneler. şemakmak : Uzun, tavil. * şâd ve neşeli kimse. şemal : (C.: Şemâlât) Kıble ardında kutup tarafından esen yel. * Ahlâk. * Kılıç. semale : (C.: Simâl) Kap veya havuz dibinde olan artık. * Tereyağı. *Araptan bir kabile. semame : (C.: Semâm) Bir nevi kuş. * Sür'atle yürüyen dişi deve. seman : Sekiz. semane : f. Tavan. * Bıldırcın. semanet : Semizlik, yağlılık, besililik. semanîn : Seksen. 80 semaniye : Sekiz. 8 semanûn : Seksen. 80 semapare : f. Gök parçası. semar : Meyva, yemiş. ◊ Duru süt.şemarih : (Şimrâh. C.) Dağ tepeleri. * Hurma veya üzüm salkımları. semarug : Başı yumru yumurta gibi olan mantar. semasire : (Simsar. C.) Simsarlar, komisyoncular, tellâllar. şemate : Destenik çiçeği. * Düşmana belâ, gam ve tasa geldiğinde şâd olup sevinmek. şematet : Kuru gürültü. şamata. şematetkârane : f. Kuru gürültü yapmak suretiyle, arsızca, gürültü ile bağırmak. semavat : (Sema. C.) Gökler, semalar. semave : Örtü. * Şam yolunda bir bâdiyenin adı. semavî : Gökle alâkalı, semaya dair ve müteallik. * İnsan eseri olmayan, vahiyle gelmiş bulunan. semaviyyât : Semavî olan şeyler. şemayil : Ahlâk. sembol : Fr. Kararlaştırılmış bir mânası olan işaret. Bir mânanın şekil veya madde halinde gösterilmiş sureti. şemc : Şey mânasına gelen bir isim. * Bir nesneyi seyrek dikmek. semcer : Çok su katılmış olan süt. semdar : f. Zehirli. semed : Devamı gelmeyen sarnıç suyu. semehder : Geniş, bol, vâsi. semek : Balık. semel : Eski kaftan, eski elbise. ◊ Sarhoşluk.şemel : Perâkendelik, dağınıklık. * Toplanmak, cem'olmak. * Az nesne. semele (sümle) : Kap dibinde kalan azıcık su. ◊ Kap dibinde kalan artık.semen : Baha, kıymet. Değer. Tutar. Satılan şeyin fiatı. ◊ Yağ. Erimiş tereyağı. (Bak: Simen) ◊ f. Yâsemin.semen-bu : f. Yâsemin gibi kokan, yâsemin kokulu. semen-fam : f. Yâsemin renkli, rengi yâsemin gibi olan. semend : f. Çevik ve güzel at. semenî : Tereyağı. semer : Geceleyin kıssa söylemek, hikâye anlatmak. semer(e) : Meyve, yemiş mahsul. Verim. Netice. semerât : (Semere. C.) Meyveler, faydalar. Kârlar. Menfaatler. şemerdel : Uzun boyunlu, seri davar. semeredâr : f. Verimli, semereli, kârlı. * Yemiş veren. semerrec(e) : Üç defa haraç çıkarmak. semertul : Uzun, tavil. şemet : Saçın akı karasına karışmak. semg : Yarmak. semh : Cömertlik, keremli olma. şemh : Uzak niyet ve kasıt. * Tekebbür etmek, kibirlenmek. semha : Kolaylık, sühulet. semhac : Arkası uzun olan at ve eşek. semhak : Yağmursuz bulut. şemhar : Büyümek. Uzamak. semhec : Yağlı tadı azmış süt. semher : Eskiden süngü ağacı yapan bir kimsenin adı. (Ona nisbet edip 'rumh-i semherî' derler.) semhuk : Uzun, tavil. semi' : İşiten, duyan. semi'na ve ata'na : İşittik ve kabul ettik, itaat ederiz, baş üstüne meâlindedir. semic : (Semc) Çirkin, kötü görüşlü. semik : (C.: Esmika-Sümuk) Zelve. (Öküzün boynuna takılır.) semil : Sarhoş. semile : Artmış, artık şey. * Dere içinde kalan su artığı. şemille (şemlâl-şemlil) : Yeyni, hafif. şemim : Koku. Hoş koku. şemime : (C.: Şemâim) Güzel kokulu şey, râyiha. semin : (Semine) Çok değerli, pahalı, kıymetli. ◊ Semiz. Eti yağı bol.semir : Arkadaş, refik. * Gece anlatılan kıssa ve hikâye. ◊ Meyvalı, yemişli. Meyva veren. * Sinici olan su.semire : Kaymağı çalkalayıp bir yere toplamadan evvel üstünde görünen yağ parçaları. şemire : Hızlı yürüyen deve. şemirr : Katı, şiddetli, şedid. semit : Temiz pişirilmiş olan kebap. * Arınmış, temizlenmiş ve pâk olmuş. * Doldurulmuş bağırsak. * Birbiri üstüne yığılmış kiremit. * Bir kat sahtiyan. şemit : Karışık. semiy : Aynı isimde olmak. Adaş, hemnâm. semiyye : Yüce, yüksek, refia. semiz : t. Eti, yağı bol. Besili. şemizer : Hızlı yürüyen deve. seml : (c.: Esmâl) Sulh etmek, barışmak. * Göz çıkarmak. * Pâk edip temizleyip arıtmak. şeml : Az şey. Perâkendelik. * Örtmek, bürünmek, toplanmak. * Topluluk, cemaat, insan yığını. semlah : Tadı azmış olan yağlı süt. semlak : (C.: Semâlik) Düz, yüksek yer. şemlak : Yaşlı, pir, ihtiyar. şemle : (C.: şümül) Kilim. * Az miktar su. semm : Cem' etmek, toplamak. * İyi etmek. ◊ (Simm - Sümm) (C.: Sümum) Delik. ◊ Zehir, ağu.şemm : Koku hissetmek, koklamak. semmak : Balıkçı. şemmam : Yeşil, kızıl ve sarı hatları ve güzel kokusu olan küçük bir cins kavun. semman : Süzme yağ yapan. Hâlis yağ yapan veya satan kişi. semmdar : f. Zehirli. şemme : Bir defa koklamak. * En küçük mikdar. semmî : (Semmiye) Zehirle alâkalı. Zehirli. şemmus : Yavuz tosun at. semn : Semizlik, beslilik, yağlılık. * Tereyağı. sempati : Fr. Cana yakınlık, sıcak kanlılık. * Tıb: Her omurilik boyunca olan sağlı sollu yirmi üç boğumdan geçen iki paralel ağ şeklinde sinir sistemi. şemr : Yürürken sallanmak. semra : (Müe.) Esmer. Kumral renkte olan. semra' : Yemişli ağaç. Meyveli ağaç. semre : (C.: Semür-Semürât) Sakız ağacı. şems : Güneş, âfitab. şems-abad : f. Güneşi bol yer. Günlük güneşlik yer. şems-pare : f. Güneş parçası. * Mc: Çok parlak. semsak : Yâsemin. semsam : (C.: Semâsim) Hafif edepsiz kişi. * Aceleci kimse. ◊ Eline ne alırsa kıran.şemseddin : (Şems-üd din) Dinin güneşi. * Erkek adıdır. şemşelik : Derisi ve âzâsı sarkık ve sülpük olan kadın. * Seri yürüyüşlü kadın. semsem : Tilki. * Bir yerin adı. şemşem : Ağaç üstünde kalan azıcık hurma. semsere : Bir kimsenin elbise ve kumaşını satıvermek. şemsî : Güneşe ait. Güneşle alâkalı. şemşir : f. Kılıç. şemşir-baz : f. İyi kılıç kullanan, kılıç oynatan. * Kılıçla ustalık gösteren. şemşir-bedest : f. Elinde kılıç tutan. şemşir-ger : (C.: Şemşirgerân) f. Kılıççı. şemşir-zen : f. Kılıç çeken, kılıçla vuran. semt : Yön, taraf, cihet. * Koz: Açıklık. ◊ Paklık, nezâfet, temizlik.şemta : Saçı ağarmış kadın. Kocakarı, acuze. * Akı karasına karışmış saç. şemtit : Perakende, dağınık, müteferrik. şemu' : Gülen, oynayan. Gülücü, oynayıcı. semud : (Sümud) Kur'anda ismi geçen bir kavim adı. Sâlih Peygamber'in kavmi. semuh : (Semahat. dan) Çok cömert. şemul : Sâfi halis şarap. * Kıble mukabilinden esen rüzgar. semum : Zehirli şey. * Sam yeli. * Gündüz vakti sıcak çölde esen pek sıcak rüzgar olup, bitki ve hayvanları mahveder. semunyun : Yaban kerevizi. semure : Dikenli bir ağaç. * Sakız ağacı. semüvv : Ad koymak, isim vermek. şen : f. Naz, eda, cilve. * Göze ve gönüle hoş görünen hal. * Bayındır, ma'mur. * Sevinçli, ferahlı. şen' (şin') : Buğz ve adâvet etmek. Kin bağlamak. Düşmanlık yapmak. sena : Şimşek parıltısı. * Ulviyet. Yükseklik. * Aydınlık. * Bir ot ismi. ◊ Medihle tarif. Medhetmek, övmek.sena'buk : Kötü kokulu bir ot. senaa : Cemali güzel. şenaat : Fenâlık, kötülük, alçaklık. * Cenab-ı Hakk'ın emrine muhalif hareket. senabik : (Sünbük. C.) At ve katır gibi hayvanların tırnakları. senabil : Sünbüller. Başaklar. senaf : Deve bağlanan ip. * Deve göğüsü. senagû : f. Medheden, öven, sena eden. senahan : f. Medheden, alkışlayan, öven. şenak : Devenin yularını çekmek. * Çok yemekten mide dolmak. * Yaralamaktan dolayı alınan az diyet. senakâr : f. Öven. Medheden. senakârane : f. Senakârlıkla. Övercesine. Medheden birine yakışır şekilde. senam : (C.: Esnâm-Esnime) Deve hörgücü. * Her nesnenin yücesi, yükseği. senan : Parlak, ziyâdar, ışıklı. şenan : Buğz, adâvet, kin, düşmanlık. senanir : (Sinnevr. C.) Kediler. şenar : Büyük utanç, ayıp. senaver : f. Medheden, öven. senaverî : f. Birisini medhedene, övene ait. Senakârane. senaya : Öndeki dört dişler, ön dişler. şenayi' : (Şenia. C.) Çok günahlı hareketler. Kötü işler. senber : Her umuru bilen, her işten anlayan. şenbih : f. Gün. * Cumartesi günü. senbol : (Bak: Sembol) senc : f. Ölçen, tartan, değerlendiren. şenc : Hıçkırık tutmak. şencar : Eşek marulu adı verilen bir cins ot. sence : (C.: Senecât) Terazi taşı. senceref : Sülügen adı verilen kızıl taş. sencide : f. Ölçülmüş, tartılmış, değerli. * Tam yerinde söylenmiş söz. sencilat : Bir cins koku. sencileyin : Senin gibi. sendel : f. Sandal. * Sandal ağacı. sendere : Büyük kile. * Ok yapılan bir nevi ağaç. * Sür'at, hız. sendüve : (C.: Senâdâ) Meme. sene : Yıl. şeneb : Dişlerin keskin olması. * Parlamak, ruşen olmak. seneb(e) : Zamandan bir parça. şenec : Derinin buruşması. sened : Kuvvetli olabilecek söz. * Tapu. * Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'. * İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan More…şenef : Buğz. * Kibir. senem : Yüce olmak, yükselmek. * Uzamak. senen : Yol, tarik. sener : (C.: Senânir) Kedi. * Ulu kişi. * Boğaz kemiği. * Kuyruk sokumu. şenes : Galiz. Kaba. seneta : Sekenler. Durmalar, duruşlar. Davranışlar. seneteyn : İki yıl. İki sene. senevat : (Sene. C.) Yıllar, seneler. senevî : Seneye ait. Bir yıl içinde olan. Senelik. Seneye mensub. şenf : (C.: Şünuf) Salkım küpe. seng : f. Taş, hacer. * Vezin. Tartı ve temkin. * Sıklet. * Beraberlik. * Ağırlık. şeng : f. Neşeli, kıvrak. * Haydut, şaki, eşkiya. seng-endaz : f. Taş atan. Dokunaklı söz söyleyen. şengare(t) : Kötü huyluluk. sengdil : (C.: Sengdilân) f. Taş yürekli, merhametsiz, acımaz. sengin : f. Taştan olan, taştan yapılmış. sengistan : f. Taşı çok olan yer. Taşlık yer. senglah : f. Taşlık yer, taşı çok olan yer. sengpare : f. Taş parçası. sengsar : f. Taşlık yer. sengtraş : f. Taş yontucu, taş yontan sanatkâr. sengzar : f. Taşlık yer, taşı çok olan yer. senh : Arız olmak. şeni' : (Şeni'a) Kötü, çok fena, çirkin, günahlı iş. senih : Mübarek fiil, iyi ve güzel hareket. senin : Taşı kazıyıp yonttuklarında dökülen parçaları. senine : (C.: Senayin) Kumdan tepe. seniy : (C.: Sinâ-Seniyyât) Ön dişini burkan hayvan. seniyye : (C.: Senâyâ) Ön dişlerin birisi. * Sarp ve yokuş yerde olan yol. ◊ (Seniye) Yüksek. Çok mühim ve kıymetli, âli olan.senkendaz : Eski kalelerde kale dibine sokulan düşmana yukarıdan ağır taşlar vesaire atmak için altı açık cumba gibi çıkmalara verilen addır. Kale kapılarını müdafaa için üst taraflarına da böyle More…senn : Zırh çıkarmak. * Halinden döndürmek. * Koymak. * Keskinleştirmek. * Tasvir etmek. * Dökmek. şenn : (C.: Şinân) Eski kırba. * Araptan bir kabile. * Dağılıp perâkende olmak. şennar : (C.: Şenâir) Ayıp. Utanç. Kötülük. şenşene : Usul. Âdet. sent : Etin kokması. şenun : Aç. Ne zayıf, ne semiz olan deve. senut : Yere saçılan buğday. sepid : f. Ak, beyaz. sepide : f. Tan vakti. sepidedem : f. Sabah aydınlığı. sepidî : f. Aklık, beyazlık. septisizm : Fr. Fls: Müsbet veya menfi hiçbir kat'i hükme varamıyan ve dâim şüphe içinde olmayı kabul eden sapık felsefe sistemi. Şüphecilik. (Bak: Sofestaî, Sofizm) sepükpây : f. Ayağına çabuk olan. ser : f. Baş. Tepe. Uç. Nihayet. Zirve. Gaye. * Baş, başkan, reis. ser' : Üzüm çubuğu. * Yaş ve taze çubuk. * Yumuşak bedenli yiğit. * Uzun boylu adam. ◊ Yumurtlamak.şer' : Emir ve nehy gibi hükümleri vaz' etmek. * Bir işe başlamak. * Dalmak. * Girmek. * Zâhir etmek, göstermek. * Cenab-ı Hakk'ın emri. Âyet, hadis, icma-i ümmetle ve kıyas-ı fukaha ile More…şer'ab : Uzun. * Uzununa kesmek. Uzunlamasına yarmak. ser'an : Evmek, acele etmek. şer'an : şeriatça, şeriata göre. Kanunca, kanuna göre. şer'î : Şeriata uygun, İslâmiyetçe makbul olan. İlâhî kanuna dair. Meşru'. şer'î takvim : (Bak: Takvim-i Arabî) şer'iyye(t) : Şeriata uygun olma. Kanun ve nizamlara muvafık bulunma. ser-agaz : f. Yeniden ve baştan başlama. ser-amed : (C.: Ser-âmedan) f. İleri gelen, başta bulunan. ser-azad : f. Hür, serbest. Başı boş. * Dertsiz, rahat. ser-be-ceyb : f. Kaderden, düşünceden veya hayâdan dolayı başını önüne eğmiş olan. ser-dade : f. Baş vermiş, baş göstermiş olan. ser-efgende : (C.: Serefgendegân) f. Başını eğen. ser-efraz : f. Başını yükselten, yukarı kaldıran. * Benzerlerinden üstün olan. * Baş kaldıran. * Başı dik, alnı açık. * Haklı ve galib. ser-endaz : (C.: Ser-endazân) f. Çekinmez, pervasız, korkusuz. ser-giran : f. Başı ağır. * Mc: Çok sarhoş. ser-kerde : f. Bir güruhun, bir takımın başı, reisi. * Şaki, haydut. sera : f. 'Şarkı söyleyen' mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nağme-serâ $ : Şarkı söyleyen, nağme söyleyen. ◊ Yer, toprak. Arz. * Malı çok olmak. Zengin More…sera' : Yay yapımında kullanılan bir ağaç cinsi. sera-perde : f. Saray perdesi. Eskiden harem dairesinin önüne çekilen büyük perde. * Padişah çadırı, otağ. serab : Şaşkın hâle gelme. Çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın te'siriyle ileride, yakında yahut ufukta su veya yeşillik var gibi görünme hâdisesi. serabil : (Sirbâl. C.) Gömlekler. serabistan : f. Serap yeri. (Fâni, bekasız dünyadan kinayedir.) seraçe : f. Küçük saray. Küçük konak. Saraycık. seradik : (Sürâdik) Padişaha mahsus çadır perdesi veya büyük sarayın perdesi. * Cibinlik tarzında yapılan perdeden oda. seradikat : Padişaha mahsus perdeler. şerafeddin : (Aslı: Şerefüd din'dir) Dinin şerefi. şerafet : Şeriflik, şereflilik. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) torunu Hz. Hüseyin'in (R.A.) sülâlesinden ve onun izinden giden temiz müslümanlık hâleti. serafil : (C.: Serâfilât) Şalvar. Don. serah : Kıl taramak. * Halâs etmek. * Davar gütmek. * Eşini boşamak. serahin : (Sirhân. C.) Yırtıcı hayvanlardan olan kurtlar. serahor : Osmanlı İmparatorluğunun ilk devirlerinde ordunun bir yerden başka bir yere hareketinde yolların yapılması ile beraber ağırlıkların nakil vesairesi veyahut memleket içinde zelzele, deprem More…şeraif : (Şerife. C.) Mutlular, kutlu kimseler. serair : (Sır. C.) Gizli şeyler, sırlar. şerait : (Şart. C.) Şartlar. serak : Hırsızlık yapmak. şeraket : Şeriklik, ortaklık. * Arkadaşlık, refâkat. seramac : f. Boyunduruk. serapa : f. Bir uçtan bir uca. Baştan ayağa kadar. serar : Ayın son gecesi. şerar : Şerir den mastardır ve yaramazlık mânâsına gelir. * İnsanın yüzüne çarpan ses. ◊ (Bak: şerare)şerarat : Şerareler, kıvılcımlar. şerarat-i neyyirane : f. Parlak kıvılcımlar, ışık saçan şerareler. * Mc: İslâmiyetin kuvvet ve hakkaniyetinden gelen parlaklık. serare : İyilik. * Şeref. şerare : (Şerâr) Kıvılcım. Elektrik kıvılcımı. Müsbet ve menfi (+ ve -) elektrik kutuplarının birbirine çok yakın olmasından veya dokunmasından hâsıl olan kıvılcımların parlayışı. şerarefigen : f. Kıvılcım saçan. şeraret : Şerlilik, kötülük, fenalık. * Kıvılcım. serari : (Süriyye. C.) Câriyeler, odalıklar. seraser : f. Baştan başa, bütün, hep mecmuan, külliyen. şeraset : Huysuzluk, geçimsizlik. Titizlik. serasime : f. Sersem. serasimegî : f. Sersemlik. şeraşir : Nefis. * Beden, vücut, ceset. * Ağırlık. serasker : f. Ordu kumandanı. Komutan. * Harbiye nâzırı, milli savunma bakanı. şerat : (C.: Eşrât) Alâmet, iz, işâret, nişân. * Bir şeyin en bayağı ve âdisi. seratî : Keskin. seravil : (C.: Serâvilât) İç donu. * Şalvar. seray : f. Büyük konak, kâşâne. * Saray. * Hükümet konağı. seray-dar : f. Eskiden büyük yerlerde yemek ve sofra işlerine bakan kimse. seraya : (Seriye. C.) Düşman üzerine yollanan askerler. serayende : (C.: Serâyendegân) Şarkıcı, şarkı söyliyen. şerayi' : Şeriatlar. Cenâb-ı Hakkın hükümleri, emirleri, kanunları. şerayin : (Şeryân ve Şiryân. C.) Nabız damarları, atar damarlar. şeraze : Katı kurumak. şerazim : (Şirzime. C.) Küçük ve az olan topluluklar. Küçük cemaatler. serb : (C.: Sürub) İçyağı. * Helâk olmak. * Bozulmak, fâsid olmak. * Beğenmeme. Azarlama. Çekiştirme. serbalin : f. Baş yastığı. serbaz : (C.: Serbâzân) f. Korkusuz, cesur, cesâretli. Yiğit. serbazî : f. Yiğitlilik, cesurluk, korkusuzluk. şerbe : Bir içim su. serbeha : f. Baş pahası. Diyet. Haraç. serbend : f. Başa bağlanan veya sarılan şey. serbeser : f. Baştan başa. serbest : f. Kayıtsız. Başıboş. İstediği gibi hareket edebilen. * Sıkılmayan. * Engelsiz. serbestâne : f. Serbestçe. serbeste : f. Başı bağlı. * Gizli, kapalı, örtülü. serbestî : f. Serbestlik. serbestiyet : f. Serbestlik. Serbest oluş. serbesücud : f. Secde edici. Başını yere değdirici. serbezemin : f. Başı yere eğilmiş olan. şerbin : Katran ağacı. serbülend : (C.: Serbülendân) f. Yüce. Başı yüksek. serbülendî : f. Başı yükseklik. Yücelik. serc : (C.: Süruc) At takımı, eyer. şerc : Kıç, dübür. * Cem'etmek, toplamak. Birbiri üstüne yığmak. * Fırka. * Nev, cins. şerca' : Uzun tavil. * Taht. * Cenaze. şerce : Dağdan aşağı sahraya inen akıcı su. şerceb : Uzun, tavil. şercele : Yemiş kabı. sercem : Uzun. şercem : (C.: şerâcim) şalgam. serçeşme : (C.: Serçeşmegân) f. Çeşme başı, su başı. Pınar. * Pir, şeyh. Baş. * (Tanzimattan evvel) yardımcı askerlerin maddi işlerine bakan kimse. sercuc : Ahmak. sercümle : f. Hepsi, tamamı, bütün. serd : Sözü muttasıl ve güzel bir eda ile söylemek. * Halkaları birbirine geçirmek. * Delmek. * Dikmek. * Vurmak. ◊ f. Bârid, soğuk, bürudetli olan. * Sert, kaba, hoyrat. ◊ Çanak More…şerda : Benzemek. Misil. serdab : f. Yer altında olan serin ve soğuk oda, bodrum. Böyle yerler ekseriyetle sıcak bölgelerde, gündüzleri sıcaktan korunmak için yapılırdı. Anadolu'nun bazı yerlerinde buna 'zir-i More…serdah : Geniş ve düz yer. serdar : f. Askerin başı. Kumandan. serdarân : (Serdâr. C.) f. Kumandanlar, serdarlar, komutanlar. serdarî : f. Başkumandanlık, serdarlık. serdefter : f. Defterin başında yazılı olan. En ileri geçen, en başta bulunan. serdengeçti : Tar: Akıncılardan düşman ordusu içine dalmak veya muhasara altına alınan bir kaleye girmek için fedai yazılan kimseler. Bunlara ellerinde kınlarından sıyrılmış kılıçlarla bu tehlikeli işlere More…serdetmek : Tertipli ve güzel bir şekilde konuşmak. serdî : f. Soğukluk, bürudet. * Kabalık, sertlik, hoyratlık. serdümen : Gemilerde baş dümenci, dümen kullanmakla vazifeli tayfa. Eskiden harp gemilerinde çavuştan yüksek bir rütbe. sere : Başparmağın ucundan şehadet parmağının ucuna kadar germek suretiyle hâsıl olan uzunluk ölçüsü. Karıştan küçüktür ve dört sere bir arşın sayılırdı. ◊ Suyun çok olması. * Devenin More…şere : Yemeğe karşı çok hırslı. sereb : (C.: Esrâb) Yer altında olan ev. * Kırbadan akan su. * Ot. şerebe : (C.: Şireb-Şerebât) Ağaç dibine su toplanması için yapılan havuz. şerec : (C.: Şüruc) Donyağı. sered : Dudağın yarılması. seref : Boş yere ve lüzumsuz harcamak, israf etmek. * Hatâ etmek. * Âdet, haslet iyi huy. şeref : Yükseklik, yücelik. Büyüklük. * İnsanlar arasında geçerli ve makbul olma. Büyük bir makam sâhibi olma. * Cenab-ı Hakka itâat ve ubudiyyeti ve yüksek hizmeti ile çok ihsanına mazhar olma. * More…şeref-bahş : f. şereflendiren. şeref veren. şeref-efza : f. Şeref artıran. şeref-pezir : f. Şeref ve itibar bulan. şeref-riz : f. Şeref veren. şeref-varid : f. Şerefle gelen. şeref-yab : f. şeref bulan, şeref kazanan. şeref-zahir : f. Şerefle çıkan. şerefe : Minarenin ezan okunan yeri. Yüksek kale ve emsali yerlerdeki burç, çıkıntı. şereh : Tamahkârlık, açgözlülük, şiddetli hırs. sereka : İpeğin gayet iyisi. * Beyaz ipek. * (Sârik. C.) Hırsızlar. şereke : (c.: Şerek-Eşrâk) Ağ, tuzak. * Ulu yol, büyük yol. * Yol ortası. (Bu mânaya. C.: Şürek) şerekrak (şerakruk) : Yeşil kanatlı, siyah burunlu, güvercin büyüklüğünde kırmızı bir kuş. serem : Dişin, ağızda kökünden kırılması. şerem-sar : f. (Şerm-sâr) Utanan, utanmış, sıkılgan. serencam : f. Başa gelen, baştan geçen ibretli hadise. * Bir işin sonu. * Vak'a. serendî : Katı, şiddetli, şedid. (Müe: Serendât) serendib : (Hintçe) Hindistan'ın güneyindeki Seylân adasının ismi. şereng : f. Zehir. serer : (C.: Esirre) Ayın son gecesi. * Ebenin doğan çocuğun göbeğinden kestiği parça. * Mantar üstünde olan kabuk, balçık, toprak (Bu mânâya C.: Esrâr ve C: Esârir). şerer : (Şerare ve Şerere. C.) Kıvılcımlar. şerere : (C.: Şirer-Şirâr) Ateş kıvılcımı. şererfeşan : f. Kıvılcım saçan. şerernâk : f. Kıvılcım saçan. seres : Zayıf endamlı. şeres : Elin yarılması. * Kaba ve galiz olmak. şeret : (C.: Eşrât) Alâmet. İşaret, belirti. seretan : Tıb: Kanser hastalığı. * Yutmak. * Yengeç. * Cevza Burcu ile Esed Burcu arasındaki burcun ismi. (Rumi 9 Haziran'da başlar) şeretiyy : (C.: Şurut-Şuratâ) Çeri başı. * Pazar başı. sereyan : Yayılma, dağılma. * Geçme, sirayet. serf : Yemek yemek. serfiraz : f. Başını yukarı kaldıran, yükselten. Benzerlerinden üstün olan. serfirazî : f. Serfirazlık. serfüru : f. Baş eğme. Söz dinleme. İtaat, inkıyad. * Mütezellil olan. serfüru-bürde : f. Baş eğmiş. * Düşünceye dalmış. sergerdan : f. Başı dönmüş, şaşkın. Hayran. sergerde : f. Kötü işlerde elebaşı olan. * Başı bozuk. * Reis. sergerm : f. Kızgın, öfkeli. Kafası kızmış. * Neşeli. Sarhoş. Mest. sergeşte : f. Sersem. Başı dönmüş. Avâre ve mütehayyir olan. Hayrette kalmış. sergin : f. Gübre, fışkı. sergüzeşt : f. Macera, baştan geçen hâller. serh : Kıl taramak. * Halâs etmek, kurtarmak. * Uzun, büyük ağaç. * Güdülen davar ve sığır sürüsü. * Otlak, mera. * İrsal etmek. şerh : Açma, genişletme. * Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme. * Bir şeyi dilim dilim kesme. * Bollaştırma. * Bir müşkil ve mübhem More…şerha : Dilim. Kesilip dilimlenmiş şey. parça. serhad : Hudut başı. İki devlet toprağının birleştiği sınır. serhadlû : Hudut boylarını bekleyen, hudutlardaki kalelerde vazife gören askerler. serhan : Canavar. Kurt. şerhan : (Şerhen) İzah etmek, açıklamak suretiyle. Şerhederek. ◊ Çok tamahkâr, ziyade hırs sâhibi, açgözlü, haris.serhas : Sivri uçlu bitki. serhayl : f. Kervan veya kafile başı. * Baş, başkan. serhed : Hörgüç yağı. * Semiz, yağlı, besili. seri'(a) : Çabuk, hızlı. * Az vakitte çok iş yapan. serian : Çabuk, tez elden, acele. şerib : Yabancı kimse ile oturup şarap içen. * Davarını yabancı kimsenin davarıyla birlikte sulamak. serid : Yağla ıslanmış ekmek. (Terid derler.) şeride : Kavun dilimi. şerif(e) : Şerefli, mübarek. * Peygamber neslinden ve Hazret-i Hüseyin soyundan olup İslâmiyete tam sadâkatla bağlı temiz kimse. (Bak: Sâdât) serih : (C.: Serâyih) Nâlin kayışı. şeriha : (C.: Şerâih) Vücuttan kopmayarak ayrılmış olan et parçası. * Et dilimi. serik : Hırsızlık. şerik : Ortak. * Arkadaş. serika : Çalınmış. Çalınmış şey. serir : Tahta karyola. * Üzerinde oturulan yüksekçe yer. * Taht. şerir(e) : Şerli. Şer işleyen. Kötülük yapan. Kötü. serir-nişin : f. Tahtta oturan, padişah. serirara : (Serir-ârâ) f. Tahtı süsliyen. Tahtta oturan. Pâdişah. Hükümdar. Şah. serire : (C.: Serâir) Gizli şey, gizli sır. Gizli hal veya fikir. * Yatak. seriredân : f. İçteki sırrı bilen. serirî : Yatırarak hastaya bakma, klinik. şeris : Yaramaz huylu kimse. ◊ Eski nalin.şerit : Hurma yaprağından yapılan urgan. seriyy : (C.: Esriye-Seryân) Nefis. * Kavi, kuvvetli. * Reis. * Küçük nehir, ırmak. ◊ Çok, kesir.şeriyy : İyi, kıymetli at. seriyye : Düşman üzerine gönderilen süvari müfrezesi. şerka' : Kulağı uzunlamasına yarık olan koyun. serkâr : f. Müdür, iş başı, kâhya. serkat : (Bak: Sirkat) serkâtib : f. Baş kâtib. Hükümdarların başkâtibleri. serkeş : f. İnatçı, isyan eden. Kafa tutan. Asi. serkeşâne : f. İtaatsizlikle, dikbaşlılıkla, inatla. serkeşî : f. İtaatsizlik, inatçılık, serkeşlik, dikbaşlılık. serkub : f. Başa vuran, başa kakan. * Başa vuracak şey. serkuçe : f. Sokak başı. serkuy : f. Yol, sokak veya mahalle başı. serlevha : f. Yazıda başlık. serm : Birinin dişlerini kırma. şerm : Yarmak. * Atâ etmek, hediye vermek. şerm (şirm) : f. Utanç. Utanma. Hayâ etme. Hicab etme. serma : f. Kış. Soğuk. serma-dide : f. Çok üşümüş. Donmuş. sermak : Pazı otu. sermaye : f. Ana mal. Esas para. İlk elde mevcut olan para. * Kazanılmış ilim. * Hayat. Ömür. sermayedâr : f. Sermâyesi olan. sermed : Dâimî, sürekli, ebedî, ezelî. * Uzun gece. sermeden : Ebedî olarak. sermedî : Daimî, ebedî, sürekli. sermediyet : Daimlik, süreklilik. Sonsuzluk, ebedîlik. * Rabbanîlik ve uluhiyyet. sermele : Yemeği sakalına döküp ellerini bulaştıra bulaştıra yemek. şermende : f. Utanmış, mahcub. Utanılacak bir iş yapan. sermenzil : f. Durak yeri. sermeşk : f. Talebenin öğrenmesi için yazılan örnek yazı. sermest : f. Başı dönmüş, kendinden geçmiş. sermestî : f. Sarhoşluk. sermeta : Yaş balçık. şermgin : f. Utangaç. Utanan, hayâ eden. şermin : f. Mahcub. Utangaç. şermnâk : f. Mahcub. Utangaç. şermsâr : f. Utangaç, müstahyi, mahcub. sermuharrir : f. Baş muharrir. Baş yazar. şernak : Göz kapağının ağır ve kalın olması. * Ekinin bir mertebe uzun olması. sername : f. Mektup, kitap vs. nin başına yazılan yazı. Önsöz. sernigûn : f. Baş aşağı olmuş. * Tersine dönmüş. * Bahtsız. şernis : Eli ve ayağı kaba olan. sernüvişt : f. Yazı başlığı. * Başa yazılan, alın yazısı. Kader, mukadderat. serpaş : f. Gürz. Çomak. * Eskiden muhârebelerde giyilen demir başlık. serpençe : f. Güçlü kuvvetli kimse. serpuş : f. Başa giyilen başı örten külâh, takke, sarık. serpuşe : f. Başörtüsü. serr : Çocuğun göbeğini kesmek. * Göbekte ağrı olmak. * Şâdlık, neşeli ve sevinçli olma. şerr : Kötü iş, kötülük. Fenâlık. * Kavga. * Allaha isyan, emirlerine uymama, muhalif hareket etme. * Fenâ adam, fenâlık yapan adam, kötü adam. * Daha kötü, en kötü. şerr ü fesad : Kötülük ve bozukluk. şer ve fesat. serra : Kolaylık, rahatlık, genişlik. * Sevinçli oluş. * Bolluk. şerrede : Ayırdı mânâsına Teşridden mâzi fiili. (Bak: Teşrid) serrişte : f. İp ucu. Emâre, delil. Vesile. * Başa kakmak. * Maksad. sersam : f. İnsana sersemlik veren bir hastalık. * Sersem. sersar : Çok sözlü, çok konuşan. Herze ve hezeyan söyleyen. * Büyük bir nehrin adı. serşar : f. Ağzına kadar dolu. Dökülecek derecede dolu. * İleri giden, sınırı aşan. sersere : Bir kimse konuşurken söz katmak. şerşere : Ateş üstüne koyunca cızlayıp ötmek. * Yarmak. * Kesmek. * Meta, mal mülk. * Ağırlık. (Bu mânâya C.: Şerâşir) serseri : f. Ötede beride gezen, başı boş. İşi gücü olmayıp boşta dolaşan, haylaz, derbeder, avare. * Boş söz. serseriyâne : f. Serserice. serşikeste : f. Ucu kırılmış olan. Başı kırık. sert : Aşağı getirmek. * Yutmak.SERT $ : Çiriş mâaunu. sertab : f. İnatçı, muannid. sertac : f. Baş tacı olan. Çok sevilen. Hürmet edilen. En ileri. sertak : f. Evin üstünde bulunan etrafı açık oda veya daire. sertapa : f. Baştan ayağa. Baştan aşağı. sertaser : (Serteser) f. Baştan başa, bütün, hep. sertem : Uzun, tavil. * Yumuşak sözlü kişi. * Hışmını ve gadabını süratle yenen kimse. sertiye : Zayıf vücutlu, ahmak adam. sertiz : f. Baştarafı sivri olan, ucu sivri, keskin. seru : f. Boynuz. * şarap kadehi. serupa(y) : f. Tas: Dervişin, tarikat ve mevlevihâne ile bağını kesmek. şerur : Çok şerli. serüven : Başa gelen, heyecan verici hâdise. Sergüzeşt, macera. serv : f. Selvi, servi. * Cömertlik, mürüvvet. ◊ Mal artırmak. * Suyun çok olması.serv-endam : f. Selvi boylu. Uzun ve biçimli boylu olan kimse. serva : f. Masal. * Söz. servakt : f. Kimse bulunmayan boş oda veya daire. * Yalnız görüşülecek yer. şerval : f. şalvar. servan : Malı çok olan kimse. şervat : Uzun, tavil. server : f. Reis. Baş. Seyyid. serveran : (Server. C.) f. Başlar, başkanlar, serverler, reisler, ulu kimseler. serverî : f. Başlık, başkanlık, serverlik, reislik. Ululuk. servet : f. Mal, mülk, zenginlik. sery : Davarı iyi gütmek. * Yıldırımın parlayıp çakması. * Kurt, eşine çıkmak. * Hiddetlenmek, kızmak. şerye : Çekirdekten biten hurma ağacı. * Az pahalı nesne. serye (seryâ) : Yaş yer. şerz : (C.: Şerâriz-Şevâriz) Şiddet. * Zorluk. * Kuvvet. * Kalabalık, galizlik. Kat'etmek, kesmek. serzakir : f. Başta gelen zâkir, zikredenlerin başı. (Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan kinâye olur.) şerze : f. Kuduruk, kudurmuş. serzede : f. Baş göstermiş, uç vermiş, çıkmış. serzemin : f. Başını yere koyarak. serzeniş : f. Takaza, tekdir. Başa kakma, çıkışma, azarlama. şerzime : Küçük insan topluluğu. (Bak: Şirzime) şeş : f. Altı. 6 şeş-cihet : f. Altı yön, altı cihet. (Bak: Cihat-ı sitte) şeş-pa : f. Altı ayaklı. şeş-per : f. Altı kanat. * Eski savaş âletlerinden 6 dilimli bir topuz. şesar : (Şâsır) Geyik buzağısı. (Müe: Şesara) şesasa : şiddet. * Yaramazlık. * Sığır üstüne yük vurmak. * Kuru ve sert yer. * Acele. şesel : Yoğunluk. şesen : Huşunet, haşinlik. şeşhane : f. Namlusunda 6 yivi bulunan tüfek veya top. şesib : Yay. şesis : Sütü gitmiş hayvan. şess : (C.: şisâs) Boya otu. şest : f. Balık oltası. * Okçuların parmaklarına taktıkları yüksük. şesu' : Uzak. * Ayakkabısının tasması parçalanmış olan. şeşüm : Altıncı, sâdis. şesus : (C.: Şesâyıs) Sütü az olan deve. şet' : Açlıktan veya hastalıktan dolayı acı duymak. set'et : Böy denilen zehirli böcek. seta : Hamakat, ahmaklık. seta' : Boyunun uzun olması. setair : (Sitâre. C.) Örtünülecek veya perdelenecek şeyler. şetame : Çirkin yüzlü ve yaramaz sözlü olmak. şetaret : Şenlik. Şatır ve şuh olmak. * Yarım olmak. * Göz ucuyla bakmak. * Hafiflik. (Ağırbaşlılığın zıddı.) setat : Sakalın hafif olması. şetat : Hadden aşırı olmak. * Hakdan uzak. * Zulüm, cevr, yalan, kizb, saçma. ◊ Dağılmak, perakende ve dağılmış olmak.sete' : Bezin hatâsı. seteh : (C.: Estâh) Oturak yeri. setel : Her nesnenin kötüsü, yaramazı. şeten : (C.: Eştân) Sağlam bükülmüş uzun urgan. * Uzak olmak. * Sağlam yapmak. şeter : Gözün kapaklarının devrik olması. * Bir kale adı. şetet : Perişaniyet, dağınıklık, teşettüt. şeteviyy : Kışa mensup, kış ile ilgili. * Kış evi. * Kış kaftanı, kışlık elbise. * Kış yağmuru. seth : Bir kimsenin arkasına vurmak. şetibe : Uzununa kesilmiş olan sahtiyan parçası. setih : Arkası üstüne yatmış. * Dağarcık. * Büyük tulum. şetim : Küfredilmiş sövülmüş kimse. * Kerih ve kabih olan, çirkin. şetime : Sövme, sövüş, sövüp sayma. setir : Örtülmüş, kapalı. Mestur. setire : Parmak otu. şetit(e) : Dağılmak, müteferrik olmak. Çeşitli. setl : (C.: Estâl) Pınarlarda su içmeye mahsus susak. * Hamam tası. * Bakıcıların hayvanlara su verdikleri kap. ◊ Birbiri ardınca bir bir çıkmak.şetm : Sövmek, azarlamak, küfretmek. şetn : Dokumak. Çulhalık. setr : (Setir) Örtme, kapama, gizleme. ◊ Hat. * Saf. * Yazmak.setre : Yarı resmi ceket. * Düz yakalı ilikli çuha elbise. şett : Dağınık olmak, târumar etmek, dağıtmak. Başka başka olmak. şetta : Çeşitli, başka başka, ayrı ayrı. Çok ve müteferrik olan. şettam : (şetm. den) Çok küfreden. settar(e) : Örten, kapayan gizleyen. En çok gizleyen ve örten. şette (şetât) : Perâkende olmak, dağılmak. settuka : İki tarafı gümüş ve içi bakır olan akça. şetun : Irak, uzak, baid. şetut : Büyük hörgüçlü dişi deve. şetutî : Büyük hörgüçlü deve. setv(e) : (C.: Setavât) Hamle etmek. * Kahretmek. * Hiddetlenmek, kızmak, gadap etmek. şetva : Mısır'da bir köy. şetve : Kış olmak. * Soğuk olmak. * Kıtlık olmak. şeub : Ölüm, mevt. şev : f. Gece. Leyl. sev' : Akmak. sev'e : Kabiha ve fâhişe hasleti. * Ut yeri. seva : Mukim olmak, ikamet etmek, oturmak. * Zayıf olmak. ◊ Beraber olma. Beraberlik. Denk, müsavi.şeva : Kolay. * Vücut organları. (El, ayak gibi). * Malın kötüsü. sevab : Hayır. Hayırlı iş. Allah (C.C.) tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı. Allah'ın (C.C.) rızasını kazanmağa mahsus iyi amel. sevabik : (Sâbıka. C.) Geçmiş şeyler. Geçmiş haller. Geçmişte işlenmiş suç ve kabahatlar. sevabit : (Sâbite. C.) Merkezlerinden ayrılmaz görünen yıldızlar. * Sâbit olanlar, sâbitler. sevad : Karaltı. Uzakta karaltı halinde görülen kalabalık. * Ekseri insanlar. * Şehir. Kasaba. Karye. Köy. * Karartı. Yazı karalama. sevafil : (Sâfil. C.) Alçaklar. (İnsan ve yer hakkında kullanılır) şevagil : (Şagile. C.) Uğraşmalar, meşguliyetler. şevahid : (Şâhid. C.) Şahitler, şehadet edenler. şevahik : (şahika. C.) Yüksek tepeler, şahikalar. sevahil : (Sahil. C.) Sahiller, yalılar. Deniz veya ırmak kenarları. şevahin : (Şahin. C.) Şahinler, doğan kuşları. sevaî : İpek kumaş. şevai' : (Şâyi'. C.) Yayılmış bulunanlar. Şâyi olanlar. şevaib : (Şâibe. C.) Kusurlar, lekeler, noksanlar, ayıplar. * Şüpheler $* Eserler, izler, nişânlar. sevaid : (Sâid. C.) Dirsekten bileğe kadar olan kısımlar. sevaim : (Sâime. C.) Otlak hayvanları. Çayıra başı boş salınan hayvanlar. * Zekâtı icab eden koyun, keçi, sığır, deve gibi çift tırnaklı hayvanlar. şevair : (Şâire. C.) Kadın şâirler. sevaiye : Yaramaz olmak. * Kederli ve gamkin olmak. sevakî : (Sakıye. C.) Su yerleri, sâkiyeler. sevakib : (Sâkibe. C.) Parlak yıldızlar. şevakil : (Şâkile. C.) Tarikler, yollar. Mezhebler, tarikatlar, meslekler. Şâkileler. sevakin : (Sâkin. C.) Bir yerde oturanlar, sakin olanlar. sevakit : (Sâkıta. C.) Düşükler, düşmüşler. sevalif : (Sâlif ve Sâlife. C.) Geçmişler. Geçmiş insanlar. sevam : Yabanda otlayıp gezen hayvan. * (Sâmme. C.) Zehirli hayvanlar. şevamih : (Şâmiha. C.) Yüksek yerler, tepeler, yüksekler. şevamil : (Şâmile. C.) Şâmil olanlar, içine alanlar, çevreliyenler. sevani : (Saniye. C.) Saniyeler. * İkinci derecede şeyler. sevanih : (Sâniha. C.) İçe doğan fikirler. şevar : Ev esvabı, elbise, libas. * Heyet. şevari' : (Şâri'. C.) Büyük yollar, caddeler. şevarib : (Şârib. C.) Bıyıklar. şevarid : (Şâride. C.) Dağılmış, dağınık şeyler. şevarik : (Şârıka. C.) Nurlar, aydınlıklar. Parlaklıklar. şevat : (C.: şivâ) Baş derisi. şevatî : (Şâti. C.) Kenarlar, kıyılar. sevati' : (Sâtı. C.) Belli ve yüksek olan şeyler. sevatir : (Sâtur. C.) Büyük bıçaklar, satırlar. şevayib : (Şayibe. C.) Şâyibeler, noksanlıklar, ayıplar. şevaz (şüvâz) : Tütünsüz ateş. şevazî : Dağların dik tepeleri. sevazic : (Sâzec. C.) Sâde ve basit şeyler. şevazz : (şâzze. C.) Müstesnalar. Kaide hârici olanlar. sevb : (C.: Siyâb-Esvâb-Esvüb) Elbise. Giyilecek eşya. Kaftan. Bez. (Bunların sahibine 'sevvab' derler.) * Rücu' manasına mastar. şevb : Karıştırmak. * İçilecek olan şeye katılıp karıştırılan şey. şevbec : Oklava. sevda : f. Fazla sevgi sebebiyle meydana gelen bir çeşit hastalık. Aşk. * Hırs. Tama. * Heves, istek. *Siyah. * Balgamdan, kandan ve safradan başka vücuddan çıkan bir nevi ifrazat. * Gam. Keder, More…sevdafeza : f. Sevda artıran. sevdager : (C.: Sevdagerân) f. Sevdalı, âşık. Meftun. sevdagerî : f. Âşıklık, sevdalılık. sevdakâr : f. Sevdalı. Âşık. sevdaperest : f. İfrat derecede düşkün, tutkun. * Tamahkâr. sevdavî : Kuruntulu, meraklı. * Sevda ile âlâkalı. sevdazede : f. Âşık, meftun, sevdalı. sevde : Karalık, siyahlık. sevded : Ulu olmak. şeve : Göz değmesi, nazar değmesi. seveban : Hastalığın iyileşmesi. şeveh : (şevh) Kara olmak ve çirkinlik. (Bak: şâhet-il vücuh) sevel : Koyunlarda olan bir hastalıktır. Hasta koyun sürüye uymaz, otlak yerinde döner durur. severan : Tozun, dumanın kalkması. şeves : Gururdan dolayı göz ucuyla bakma. sevf : Koklamak. sevg : Aşağı batmak. Suyun boğaza girmesi. * Kolay, âsan ve yumuşak olmak. sevgend : f. Yemin, kasem, and. sevh : Batmak. şevh : Kara ve çirkin olmak. şevha : Avurtları ve burun delikleri geniş olan çirkin yüzlü kadın. ◊ Yay yapımında kullanılan ağaç.sevhak : Uzun. şevheb : (C.: şevahib) Kirpi. şevher : f. Erkek eş, koca, zevc. sevik : (C.: Esvika-Sevik) Kavut adı verilen kavrulmuş un. Kavut satıcısına 'sevvâk' denir. sevile : İnsan topluluğu. sevim : Sevme. * Câzibe. seviş : Misafire yemek ve azık vermek. sevit : Karışmış, muhtelit. seviyy : Bir, beraber. * Düz, doğru. seviyye : Müsavilik, birlik, beraberlik. * Düzlük, doğruluk. ◊ (C.: Sevâyât) Koyun yatağı.seviyyen : Müsavi olarak. Bir düziye. Eşit olarak. seviyyet : Eşitlik, müsavilik, denklik. sevk : Önüne katıp sürmek, ileri sürmek. Yollamak, göndermek. * Neticeye bağlamak. ◊ Misvak yapmak.şevk : Çok istek, şiddetli arzu. * Neş'e. *Bir şeyi bir yere şeye sağlamca bağlama. * Memnun. Şâduman. (Bak: Himmet, Şavk) ◊ Diken. * Birinin hiddet ve şevketi görünmek. * Ekin.şevk u iştiyak : Şevk ve arzu. Şevk ve iştiyak. şevk-âlud : f. şevkli, neşeli, sevinçli, keyifli. şevk-âver : f. Neşe veren, neşe getiren, şevklendiren. şevk-bahş : f. şevk veren, şevklendiren. * Meşhur bir çeşit lâle. şevk-efzâ : f. şevklendiren, neşe artıran. şevkeran : Baldıran otu. şevket : Kudret ve kuvvetten doğma haşmet. Padişaha mahsus heybet ve saltanat. * Diken. Diken batmak. şevketlû : Tar: Padişahlar hakkında kullanılmış bir tâbir olup, azamet ve heybet sahibi mânalarına gelir. şevkî : Neşe ve şevk ile alâkalı. şevkistan : f. Dikenlik. sevkiyat : Asker gönderme ve eşyasını te'min ve sevketme işleri. sevl : Karnı göbeğinden aşağıya sarkmak. ◊ Bal arısı.sevla' : Sürüye uymayıp otlakta dönüp duran hasta veya delirmiş koyun. (Müz: Esvel) ◊ (C.: Süvül) Karnı sarkık kadın. (Müz: Esvel)sevleb : (C.: Sevâlib) Tilki. sevm : Satılık bir şeye kıymet takdir etme, paha biçme. * Su-i kasd. Zulüm ve minnete giriftar etmek. Derde sokmak. * Dağlamak. * Başına buyruk olup istediği yere gitmek. * Kuş havada dolaşmak. * More…sevmele : Leğen. şevnir : Çörek otu. sevr : Öküz, boğa. * Koz: Boğa burcu. * Dünyaya müekkel melâikeden birisinin ismi. (Bak: Sahretullah) şevr : Davarı baharda otlamağa bırakmak. * Kovandan bal almak. * Satılığa çıkarmak. sevret : Kızgınlık, hiddet, öfke. * Hücum. Dövüş. * Hükümdarın şiddet veya kudreti. * Tezlik. sevs : Arpaya, buğdaya ve ona benzer hububata bit düşmesi. şevsa : Karın içinde olan yel. şevşat : Tez yürüyüşlü dişi deve. şevşeb : Karınca. sevsen : Susam. şevtab : El silecek bez. El bezi. sevva : Seviyelendiren, düzelten. * Doğruya götüren. sevvab : Elbise satan, elbiseci. şevval : Arabi aylardan onuncusu. Ramazandan sonraya geldiği için ilk üç günü mübarek Ramazan bayramıdır. sevvam : (Sâmme. C.) Akrep ve yılan gibi zehirli hayvanlar. sevvib : Geri çekmek. * Men'etmek, engel olmak. şevzak : şahin kuşu. sevzak (sevzenik) : Çakır doğan kuşu. şevzeb : Uzun, tavil. şevzenik : Şahin kuşu. sey' : Meme başında olan süt. şey' : Miktar. * Uzaklık. * Arslan eniği. ◊ Nesne, şey. * İstemek, dilemek.şey'an : Uzaktan gören. * İleriyi gören, her şeyin sonunu düşünen. şey'en feşey'en : Yavaş yavaş, azar azar. seyahat : Yolculuk, gezi. seyahin : Basra ırmağının adı. şeyatin : Şeytanlar. (Bak: Şeytan) seyb : (C.: Süyub) Su akmak. * Bahşiş, hediye, atâ. * Medfun mal, gömülü mal. şeyb : İhtiyarlık. Yaşlılık. * Saç, sakal ağarması. şeyd : Binayı kireçle yapmak. seyda : Efendi, hoca, şeyh, seyyid mânasına talebelerin hocalarına karşı söylediği bir hürmet lâfzıdır. şeyda : f. Tutkun. Divane. * Çok sevgiden hâsıl olan hal. şeydâi : f. Çok fazla sevgiden hâsıl olan divanelik, şaşkınlık. seyehan : Gezi, seyahat. * Gölgenin güneşle birlikte dönmesi. ◊ (Vapur v.s.) batma.seyelan : Akma. Cereyan. * Sel felâketi. seyeran : (Bak: Seyran) seyf : Kılıç. seyfeddin : (Seyf-üd din) Dinin kılıcı, dinin askeri. seyfî : (Seyfiye) Askerliğe ait, kılıçla alâkalı. * Kılıç şeklinde. seyfullah : Allah'ın (C.C.) kılıcı, askeri. *Ashab-ı Kiram'dan Hz. Hâlid İbn-i Velid'e (R.A.) verilen ünvan. seyh : Yere batmak. * Sefer. * Akarsu. * Dikilmiş aba. * Atâ etmek, hediye vermek. * Çizgili elbise. ◊ Helâk edici, mahveden. * Ayağın batması.şeyh : Yaşlı adam. * Bir kabilenin ileri geleni. Kabile reisi. * Tarikatta müridlerin reisi. (Bak: Müteşeyyih, Tarikat) şeyhan : '(şeyheyn) Esasen iki şeyh demek olup; bazı eserlerde, Buharî ve Müslim yerinde kullanılır. Her ikisinin Hadis Kitablarına birden Sahihan denir. * Hazret-i Ebubekir ile Hazret-i More…seyhec : (Seyhuc) : Katı, şiddetli şedid. seyhek : Katı yel. Şiddetli rüzgâr. şeyhem : (C.: şeyâhim) Erkek kirpi. şeyheyn : (Bak: şeyhan) şeyhuhet : (Şihet-Şeyhuhiyet) İhtiyarlık, yaşlılık. seyis : Atın tımarına, yemine vesairesine bakan adam, uşak. seykane : İnce bellilik. seyl : Sel. şiddetle gelen şey. seylab : (Seylâbe) f. Taşkın su, sel. şeylem : Sarhoşluk veren ve bazan buğdayların arasında çıkan siyah bir tohum. seylhiz : f. Taşkın ve coşkun su. şeym : Çok soğuk su. * Kılıç çıkarmak. * Kınına sokmak. şeyn : Kusur, ayıp, noksan, kabahat. Yaramaz şey. seyna' : Bir ağacın adı. * Ağaç, şecer. seyr : Yürüyüş. * Eğlenme ve ibret için bakma. Gezip görme. * Görülecek şey ve yer. * Uzaktan bakıp karışmama. * Yolculuk. seyr ü sefer : Gidiş geliş. Trafik. seyr ü seyelân : Devamlı akıp gitme ve değişme. seyr ü süluk : Tas: Takib edilecek usûl. Bir terbiye yoluna girip devam etme. Tarikata devam etme. seyran : (Aslı: Seyeran) Gezme, gezinme. Bakıp görme. * Hareket etme. * Açılma, ferahlanma, teferrüc. seyrangâh : f. Seyir yeri. Gezme ve eğlenme yeri. seyruret : Yürümek, gezmek. şeyt : Helâk olmak, mahvolmak. * Yanmak. * Kaynamak. şeytan : İblis. şeytanet : Şeytanlık. Aldatıcılık. Kurnazlık, hilekârlık. şeytanî : Şeytanla alâkalı. Şeytana yaraşır. şeytanî pişe : f. Şeytanın yolu. Şeytana ait meşguliyet. seytel : Vahşi sığır. seytere : Havâle olunmak. seyyad : Avcı. (Bak: Sayyad) şeyyad : (Şeyd. den) Riyâkâr. Yüze gülen. * Sıvacı. seyyaf : (Seyf. den) Kılıçlı. * Kılıç yapan, kılıççı. * Cellât. seyyah : (Siyâhat. tan) Seyahat eden, dolaşan, gezen. Turist, yolcu. seyyahîn : (Seyyahûn) Seyyahlar. Gezip âlemi seyredenler. Turistler, dolaşanlar, gezenler. seyyal(e) : Akıcı şey, su gibi sıvı olup akan. Çokça akan su. * Yer değiştiren her şey. seyyalât : (Seyyale. C.) Akıcı olanlar, yerinde durmayıp gidenler, akanlar. Seyyal maddeler. seyyar(e) : Bir yerde durmayıp yer değiştiren. * Gökte veyâ güneş etrâfında dolaşan yıldız. Gezegen. * Kervan, kafile. * Otomobil. seyyarat : (Seyyare. C.) Seyyareler, gezegenler. şeyyebet : (Şeyb. den) İhtiyarlattı (meâlinde fiildir.).Şeyyebetnî : Beni ihtiyarlattı, beni ihtiyar etti (mânâsında) seyyi' : Kötü, fena. seyyiat : (Seyyie. C.) Kötülük, günahlar, suçlar. Kötülüğe karşı çekilen sıkıntılar. seyyib(e) : Kadın görmüş erkek, erkek görmüş kadın. Dul kadın. seyyibât : (Seyyib. C.) Dul kalmış kadınlar. seyyid : Efendi. * Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) soyundan olan, onun izinden giden. * Temiz ve fazilet sâhibi Müslüman zât. * Resül-i Ekrem (A.S.M.) herkesin imamı, büyüğü, önderi olduğundan More…seyyide : Peygamber (A.S.M.) sülâlesinden gelen ve O'nun izinden giden temiz kadın, hanım. seyyie : Kötülük, günah, suç. Yaramazlık, fenâlık. şeyyir : (C.: Şiyâr) Semiz ve besili hayvan. şeyzem : Katı ve uzun. şeyzenuk : şahin kuşu. şeyzuman : Kurt. seza : f. Lâyık, münasip. şeza : Kokulu şeylerin şiddetle kokması. şeza' : Sinirin yarılması. sezab : Sedef otu. sezase : Kötü huylu ve yaramaz dirlikli olmak. şezat : Budak kırmak. * At sineği. * Bir gemi cinsi. * Tuz. * Kuvvet ve şiddet bakiyyesi. * Ağaç ismi. sezavar : f. Münâsib, uygun, lâyık, şâyân. şezaze : Çok kurumak. şezb : Ağaçtan budanan kuru odun. * Geçmek, intikal etmek. * Sınır. (Bu mânâya C.: Eşzâb) şezebe : (C.: Şüzub ) Ağacın çeşitli budaklarından budanıp kesilmiş olan. şezen : Nahiye, cânip, taraf. * Kaba ve sağlam yer. şezerat : (Şezre. C.) İşlenmeden mâdenin içinden toplanılan altın parçaları. * Süs olarak kullanılan altın ve inci tâneleri. şezf : Şiddet. * Darlık. şezim : Sağlam, muhkem ve uzun. şeziyye : (C.: Şezâyâ) Bir parça nesne. şezr : Kızgınlık ve hiddetten dolayı gözucuyla bakmak. şezr (şezir) : Altın mâdeninden toplanan altın ufağı. * İnci parçaları. şezre : Bir kimseye yüz yüze bakmayıp şiddet ve öfke ile yandan bakış. Hasmâne bakış. Dargın bakışı gibi bakma. Göz değdirme. * İpi soluna bükme. * Tersine bükülmüş ip, urgan. * El değirmenini sola More…şezz : Çuval kulpuna ağaç sokmak. (O ağaca 'şizâz' derler.) sezze : Seyâ denilen gün. Keferenin ateş gecesi günü. si : f. Otuz. şi'b : (C.: Şiâb) Keçiyolu, dar yol, dağ yolu. si'la' : (C.: Seâli) Helâk. * Cin sâhirleri. şi'r : (Şiir) Anlama, idrak. * Edb: Edebiyatta kıymeti olan, nazımlı ve kafiyeli şair sözü. (Bak: Şiir) şi'ra : Yaldırık adı verilen büyük, nurlu yıldız. ◊ Koz: İki yıldızın adı.şi'ren : Şiir tarzında, şiir olarak. şi'şa' : Uzun, yeynicek kimse. * Uzun boyunlu deve. si'sia : Sığınacak yer, sığınak, melce'. * Her nesnenin aslı. * Horozun baldırında çıkan fazlalık parmak. si'v : Saat. si'va' : Saat. si'venn : Deve kuşunun erkeği. sia : Genişlik, bolluk. * Açlıklık. Zenginlik. siab : (Sa'b. C.) Güçlükler, zorluklar. Zor ve çetin şeyler. şiab : (Şi'b. C.) Dar yollar. Dağ yolları. Patikalar. * (Şube. C.) Şubeler. (Bak: Şuâb) şiar : İz, belirti, işaret, nişan, ayırt edici iyi âdet. * Üstünlük veren işaret. * İnsanın gömleği. * Ölüm. * (Şa'r. C.) Kıllar. şiar-i râz : f. Sırların şiârı, sırrı gizleyen perde, işâret. şiare : (C.: Şeâyir) Hac amelleri. * Hac nişanları. İbadet için alem kılınan her nesne. siayet : Dedikodu, gıybet, koğuculuk. sib : Suyun aktığı yer. ◊ f. Elma.şib : Üzerine kar düşen dağ. * Su içerken devenin dudağından çıkan ses. ◊ f. İniş. Aşağı doğru eğiklik.sib' : Susuzluk. şib' : Tokluk. siba' : Cima. * Kesret-i cima ile iftihar edişmek. * (Sebu. C.) Canavarlar, yırtıcı hayvanlar. ◊ Tulu etmek, doğmak. * Kalbin meyli. ◊ Esir etmek.şiba' : (Şeb'ân. C.) Karnı doymuş olanlar, tok kimseler. ◊ Tokluk, doyma.sibab : Sövme, küfretme, şetm. şibab : Bıçak üstüne sürçmek. * At neşesi. sibag : (C.: Esbiga) Boya. * Yaradılış. sibah : Güzel şeyler. Güzel olanlar. şule. ◊ Tuzlu ve çorak yerler.sibahat : Suda yüzmek. sibak : (Sebk. den) Bir şeyin öncelik hali. Birisinden ileri geçmek. Bir şeyin geçmişi. * Bağ, bağlantı. şibak : (Şebeke. C.) Kafesler, şebekeler, ağlar, tuzaklar. sibak u siyak : Sözün gelişi. Sözün (öncesinin sonraya olan) uygunluğu. sibar : Cerrahların yara yokladıkları mil. sibb : Tülbent. Baş örtüsü. sibd : (C.: Esbâd) Belâ, zahmet, meşakkat, dahiye. şibdi' : (C.: Şebâdi) Akrep. * Dil, lisan. * Belâ. * Şiddet. sibga : Boya, renk, levn. * Din, mezheb. sibgatullah : Cenab-ı Hakk'ın dilediği tarz, manevî renk, biçim ve şekilde yaratması. İslâmî ahlâk ve karakteri halketmesi. * Allah'ın dini. şibh : Benzer. Benzeyen şey. sibhal : Şişman, büyük keler. * Deve. * Kırba. * Câriye. sibhale : Azası iri ve uzun olan. sibkan : Bitlis veya Van vilâyetleri civarında bir aşiret adıdır. şibl : Aslan yavrusu. sibr : (C.: Esbâr) Beyaz bulut. * Taraf, yön, cânip. * Çoğul, cemi. şibr : Karış. şibrak : Yırtmak. * Parçalamak. sibt : (C.: Esbât) Kişinin oğlundan ve kızından olan evladı. * Torun. ◊ Palamutla dibağat olunmuş sığır derisi. ◊ (C.: Esbât) Torun.sibteyn : İki torun. sibtir : (C.: Sibetrât) Uzun, tavil. * Uzun boyunlu bir kuş. sibyan : (Sabi. C.) Çocuklar, sabiler. şica' : (Bak: Şücâ) şicab : Divit kapağı. * Her nesnenin ağzına, yarığına ve gedik yerine koyup tıkadıkları nesne. sical : Münavebe. Arab ata sözlerinde: 'Harp sicaldir' denir. Yani: Bazan galibiyet ve bazan mağlubiyet ile devam eder. * (Secl. C.) Büyük ve içleri dolu su kovaları. şicar : Kapı ardına koyup sürgü olarak kullanılan ağaç. * Kiremit tahtası altına konulup çakılan ağaç. * Kapı ağacı. * Deve alâmetlerinden bir alâmet. siccil : Kumlu çamurun taşlaşmış hâli. Kumlu çamurdan terekküb ve tahaccür etmiş taş. * Ateşte pişerek taş gibi olmuş tuğla. siccin : Sert, şiddetli olan şey. * Dâim olan. * Fâsık ve fâcirlerin amel defterlerinin konulduğu yer. * Cehennemde bir vâdi'nin adı. Fâcirlerin ruhunun gittiği yer. sicil : Resmi vesikaların kaydedildiği kütük denen büyük defter. * Memurların durumu hakkında tutulan dosya. sicistan : Bir cins darı. sicl : Turp. siclat : Bir güzel kokulu çiçek. sicm (sicâm) : Seyelân etmek, akmak. sicn : (C.: Sücun) Hapis, zindan. şid : f. Nur, ziya, aydınlık. * Güneş. ◊ Kireç. Sıva.sid(e) : (C.: Sidân) Kurt, * Yaşlı keçi. * Arslan. sida' : Sahrâ, çöl. * Yazı. sidad : Şişe tıpası. Yarık kapatacak şey. şidad : (Şedid. C.) Sertler. Şiddetliler. sidak : Kadın eşe verilen nikâh parası. Nikâh akçesi. sidar : Küçük gömlek. * Başa örttükleri bez, baş örtüsü. * Devenin göğsünde olan nişan ve alâmet. sidder : Bir oyun adı. şiddet : Sertlik, katılık. * Ziyadelik. * Sıkılık. * Tecvidde: Harf sükun ile ve nefesin hepsi habs olarak sakin bir halde okunduğu zaman savtın asla akmamasına denir. Şiddet iki kısma More…siddîk : Çok samimi, dâimâ doğruluk üzere ve Allah'a ve Peygamberine çok sâdık olan erkek. Sözü ile işi bir olan. siddîka : Doğruluk ve samimiyette çok sâdık olan kadın. * Allah yolunda çok sâdık olan Hazret-i Aişe (R.A.) vâlidemiz ve Hazret-i Meryemin vasıf ve isimlerdir. siddîkîn : Sıddık olanlar, Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar. Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar ve Onun izini takib edenler. Allah yolunun sadakatte en ileri olanları. şided : (Şiddet. C.) Şiddetler. sidk : Doğru söz. Hakikata muvâfık olan. Bir şeyin her hususu tam ve kâmil olması. * Ahdinde sâbit olmak. * Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten birisi. * Kalb temizliği. şidk : (C.: Eşdâk) Ağızın kulaktan tarafı. * Ağzın kenarı. sidk u selâmet : Doğruluk ve selâmetlik için oluş. sidn : Etli ve gövdeli şişman kimse. sidr : Tenbel kimse. * Bir deniz adı. * (Sidre. C.) Arabistan kirazları. sidre : Ağaca teşbih edilen, yedinci kat gökte bir makam ismi. sidre ağaci : Arabistan kirazı denen bir ağaç. şie : Alâmet, işaret, nişan. sif : (C.: Esyâf) Deniz sahili. * Hurma lifi. sif' : Toprak. * Buhmâ otunun dikeninin az olması. şifa : Hastalıktan iyi olma, iyileşme. Hastalıktan kurtulma. şifa-bahş : f. Şifa veren, iyilik veren, iyileştiren. sifad : Hayvanların çiftleşmesi. sifah : Zina. şifah : (Şefe. C.) Dudaklar. şifahane : f. Hastahane. şifahen : Sözle, ağızdan. Konuşmak suretiyle. şifahî : Ağızdan, şifahen, sözlü. şifahiyât : Ağızdan söylenilen, şifahî olan, sözlü ifadeler. şifakâr : f. Şifalı. Şifaya sebeb olan. sifal : (Sifâle) f. Topraktan yapılmış (çanak, çömlek, testi gibi) şey. * Orak. * Fıstık, ceviz, bâdem kabuğu. ◊ Değirmen altına döşenen deri. * Değirmen süpürgesi.şifanapezir : (Şifâ-nâpezir) f. Tedavi edilmez, şifa bulmaz, tedavi olmaz. sifanet : Marangozluk. şifapezir : f. İyileşebilir, şifa bulabilir, geçebilir. sifar : Deveye burunduruk yapılan demir. * Sefer. Islâh, düzeltme. * Misafirlik. sifare : Habercilik. şifaresan : f. Şifaya erişen, hastalığı iyileşen. şifasaz : f. şifa veren, iyi eden. sifat : Bir kimse veya şeyin hal ve vasfı, keyfiyeti. * Suret, çehre, yüz. Nişan, alâmet. * Bir şeyin keyfiyetini izah için kullanılan kelime. sifât : (Sıfat. C.) Sıfatlar, vasıflar. sifat terkibi : Sıfat tamlaması. Meselâ: 'Kâmil insan' kelimeleri bir sıfat terkibidir. Burada Türkçe ifâdeye göre 'kâmil insan' terkibinden birinci kelime sıfat (belirten), ikinci More…şifayab : f. Şifa bulma, iyileşme. şife : (Bak: Şefe) siff : Kuru deri. şiff : Ziyade, çok, fazla. * Eksik, noksan. (Ezdattandır) sifir : Hiç. Olmayan bir şeyin ismi. * Hiç bir sayı olmamak. * Müsbetle menfi ortası, eksi ile artının arası. * Fiz: Suyun donma derecesi. sifle : Adi, alçak, zelil, terbiyesiz. siflekâm : f. Adi kişilerin işine yarayan. sifleperver : f. Alçak ve âdi kimseleri koruyan ve kullanan. sifr : Yazılmış nesne, mektup. şifre : Fr. Gizli ve işaretle yazı usulü. * Haberleşmede kullanılan belirli bazı işaretler. * Herkesin anlayamadığı, bazı kimselere mahsus anlaşma usulü. sifrid : (C.: Safârid) Toygar adı verilen küçük kuş. sifsil : Bir ot cinsi. sifsir : (C.: Sefâsir-Sefâsire) Simsar. Bir şeyi alıp satan. * Zarif, zerâfetli. * Hizmetçi, hâdim. * Tabi, itaat eden, uyan. şifte : f. Düşkün, tutkun, meftun. şiftedil : f. Gönül vermiş, meftun, tutkun. şiftegî : f. Kaçıklık, tutkunluk, meftuniyet. siftit (siftât) : Kavi, kuvvetli, iri yarı, cesim kimse. siga : Gr: Fiilin tasrifinden (çekiminden) meydana gelen çeşitli şekillerden her biri. Kip. sigal : f. Düşünce, fikir. * Kuruntu, endişe. sigaliş : f. Düşünüş, kuruş. sigar : Çocukluk hali. Küçüklük. Zelli oluş. ◊ (Bak: Sıgar) ◊ Küçükler.sigar ü kibar : Küçükler ve büyükler. sigreb : Küçük dişler. sih : f. Demir şiş. * Kebap şişi. şih(a) : Yavşan denilen ot. sihab : Miskten ve karanfilden yapılan gerdanlık. şihab : Parlak yıldız. * Kıvılcım. * Yıldızdan fırladığı zannedilen ve dünyanın atmosferinde bir an görünüp kaybolan gök taşı. sihae : (C.: Sihâ-Eshiye) Nâme bağı. sihaf : (Sahfe. C.) Geniş düz kaplar. siham : (Sehm. C.) Oklar. * Sehimler, hisseler. sihan : Kalınlık. * İçi boş zarf. * Soba borusu gibi bir şeyin kalınlığı. * Sımsıkı madde. şihat : (Bak: Şeyhuhet) şihban : (Şihâb. C.) Kıvılcımlar. şihdare : Fahiş ve israfçı ve dedikoducu kimse. * Kısa boylu ve şişman kimse. şihe : f. At kişnemesi. sihhat : Sağlamlık. Doğruluk. Sağlık. * Edb: Sözün yanlış ve eksik olmamasıdır. sihhî : Sıhhata, sağlamlığa, doğruluğa dâir ve müteallik. sihhiye : Sağlık ve hekimlik işleriyle uğraşan dâire. * Sağlık işleri. sihir-âmiz : f. Sihir gibi tesir eden, büyüleyici. sihirbâz : Büyü yapan, büyücü. Sâhir, neffase. sihle : (C.: Sehil) Yoğun, büyük nesne. ◊ İri taneli kum.sihna' : (Sıhnat) Balık yahnisi. şihne : Adâvet, düşmanlık. * Davar bağladıkları yer. ◊ Emniyet memuru. İnzibat memuru.sihr : (Sihir) Büyü, gözbağıcılık, büyücülük, hilekârlık. * Aldatmak. * Haktan uzaklaşmak. Bâtıl şeyi hak diye göstermek. * Lâtif ve dakik olan şey. Büyü kadar te'siri olan şey. * Şiir ve More…sihre : Kaynana, kayınvâlide. sihrî : Evlenmelerden meydana gelen akrabalık. sihriyet : Evlenmek suretiyle meydana gelen akrabalık. sihriz : Kızıl hurma. sihtit : Katı, şiddetli, şedid. * Çok yükselen toz. * Katıksız kavut denilen kavrulmuş un. sihve : (C.: Sahevât) Dağ üstünde yapılan burc. şiî : Şia fırkasından olan. şiir : Güzel tertibli manzume. Tahayyül ve tasavvurları ve bâzı hakikatları hoşa gidecek şekilde ifâde eden ölçülü söz. * Man: Muhayyelâttan terekküb eden kıyas. sik'al : Suda ıslanmış kuru hurma. sika : (C.: Sikat) (Vüsuk. dan) İnanç, güven, itimad, emniyet. * Güvenilir ve inanılır kimse. ◊ (C.: Sıyak) Yel, rüzgar, riyh. * Ses.şika : (Şekve. C.) Şikâyetler, sızıltılar. sika' : Kadınların, kirlenmemesi için başörtülerinin üstüne örttükleri ikinci örtü. ◊ Devenin burnuna bağladıkları nesne. * Kadınların örtündükleri peçe. ◊ Sakaların içine su More…sikab : Su çeken. Su çekici. şikab : İki dağ arası. * İki kaya arası. sikaf : Rende. * Süngü ağacını düzeltecek ağaç. şikâf : f. (Şikâften: 'Yarmak' mastarından) Yarık, yırtık, çatlak. * Kelime sonuna gelerek 'yırtıcı, yırtan' mânâsına kullanılır. Meselâ: Ciğer-şikâf $ : Ciğer parçalayan. şikak : Ayak yarığı. * Ot. * Muhalefet etmek, karşı gelmek. ◊ Nifak, ikilik, ittifaksızlık.sikal : Ağır olan, ağır şeyler. (Bak: Sekal) şikal : Devenin palanını bağlıyan ip. * Devenin ayağının bağlandığı ip, köstek. * El ve ayak zinciri. * Üç ayağı beyaz olan at. sikaliş : (Bak: Sigâliş) şikar : f. Av, avlanan hayvan. Avlama. * Düşmandan ele geçirilen mal. Ganimet. ◊ Mc: Değerli, kıymetli.şikaristan : f. Av yeri, avı çok olan yer. sikat : (Sika. C.) İnanılır kimseler. İtimad edilen, kendilerine güvenilen kimseler. şikayat : (Şikâyet. C.) Şikâyetler. sikaye : Su içilen kap. Maşraba. * İçme suyunun toplanması için yapılan yer. sikayet : Birine içecek su verme. şikayet : Sızlanma, sızıltı. * Haksız olan, haksız iş yapan bir kimseyi üst makama bildirmek. şikb : (C.: Şekâbe-Şikâb-Şükub) Mağara ve kaya yarığı. * Çukur yer. sikbac : Ekşi aş. sikec : Başı kızıl olan zehirli bir yılan. sikek : (Sikke. C.) Sikkeler. şikem : f. Karın. şikembe : f. İşkembe. şikembende : f. Midesine düşkün. Çok yiyen. şikemderd : Karın ağrısı. şikemperver : f. Yemek tiryakisi, boğazına düşkün. şiken : f. (Şikesten mastarından) Kıvrım, büküm. * Koparan, parçalayan mânâsında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Haysiyet-şiken $ : f. Haysiyet kıran. şikenc : f. Kıvrım, büklüm. şikence : f. İşkence. Azap. Eziyet. şikened : Kırıyor, kesiyor. şikest : f. Kırma, kırılma. * Kıran. * Yenilme, mağlubiyet. şikeste : f. Kırılış, yeniliş, mağlub olmuş. Kırık. Tâlik yazının bir çeşidi. şikestebâl : f. Kanadı kırık, kırık kanatlı. * Mc: Kederli, üzgün. şikestedil : f. Gönlü kırık, mahzun, kederli, hüzünlü. şikestegî : f. Kırıklık. şikestepâ : f. Ayağı kırık. şikestezebân : f. Peltek. şikiba : (Şikibende) Sabırlı. şikk : (Şikk) İslâmiyetin zuhurundan biraz önce yaşamış iki kâhinin adıdır. Bunlardan eskisi Arablarda ilk kâhindir. Acaib bir mahluk olup, alnının ortasında yalnız bir gözü (veya alnını ikiye More…şikk-i muhalif : Aksi taraf. Bir fikrin başka zıt ciheti, karşı tarafı. şikkayn : Bir işin iki ciheti. Bir şeyin iki şıkkı. sikke : Damga. Nereye ve kime ait olduğunun bilinmesi için konulan işaret, mühür. Umumi damga. * Dirhem. * Para üstüne vurulan damga. * Düz, doğru yol. * Mevlevilerin keçe külâhlarının ismi. * More…şikke : (C.: Şikek) Balta cinsinden olan silâhların sapı. * Girecek deliğe sıkışıp tutmak için sokulan çivi. sikkehane : f. Para basılan yer. sikkezen : f. Madeni para basan. sikkif : Çok keskin sirke. sikkîn : Bıçak. sikkîr : Devamlı sarhoş kimse. şikl : Güçlük. * Naz. siklet : Ağırlık. Mânevi sıkıntı. şikn : Az, kalil. sikr : Rüzgârın eserken dinmesi. şiks : (C.: Aşkâs) Bir parça yer. * Her nesnenin bir miktarı. siksak : Hamâkat, ahmaklık. şikşaka : (C.: Şekâşık) Devenin ağzında olan dağarcığı. (Ağzından çıkarıp kükretir.) * Zayıf, yaşlı kimse. * Uzun ince çubuk. * Ağzın çevresi. sikt : Ana karnından ölü olarak düşen çocuk. * Çakmaktan düşen ateş. şikve (şekâve) : Bedbahtlık. * Yaramazlık. siky : Yer sulamak. Sulu ekin. şikz : (C.: Şekazân) Keler eniği. şikza' : Çok acıkmış tavşancıl. sil' : (c.: Eslâ) Dağ yarığı. sil'a : Bedende olan ur. * Ticaret malı. * Sülük. sila : Kavuşmak, ulaşmak, vuslat. * Âşıkın mâşukuna kavuşması. * Doğduğu yeri, hısım akrabayı gidip görme. * Bahşiş, hediye. * Gr: Cümlenin içinde ism-i mensub bulunmasıyla, dahil olduğu cümlenin More…sila' : Kebap. * Isınmak için yakılan ateş. ◊ Arınmış, temizlenmiş nesne.silab : (C.: Sülüb) Kara mâtem donu. silah : Musâlaha mânâsına mastar. silahdar : Tar: Sarayın ileri gelen erkânından birinin ünvanıdır. 'Silahdar-ı şehriyarî' de denilirse de mâruf olan 'Silahdar Ağa'dır. silahendaz : Silah atan. * Tüfekli piyade neferi, harp gemilerinde gemicilik ile mükellef olmayıp silah taşıyan bahriye askerleri. silahhane : f. Askerî depo. Silahların saklandığı yer. silahşör : Silahları karıştırıcı, silahlarla oynayıp uğraşıcı. * Eski zamanda bir sınıf silahlı asker, hususiyle muhtelif silahları kullanmakta fevkalâde meleke ve maharet ile mümtaz olup, maiyyette More…silak : Diş dibinde olan kabarcıklar. * Belâgatla okuyan hatip. şilak : Cima etmek. * Vurmak. * Kulağı uzunlamasına yarmak. silal : (Selle. C.) Sepetler, seleler. ◊ Yaş ot.silam : Hamd, şükür. * Taş. * Su. silame : (C.: Sılâmât) Bölük, cemaat, topluluk, fırka. silan : Sapına girmiş olan kılıç ve bıçak ucu. silat : (Sıla. C.) Sılalar. * Bahşişler, armağanlar, hediyeler. silb (selebe) : (C.: Silebe) Dişleri kütelmiş ve kuyruğu dökülmüş yaşlı deve. sile : Bir şâire, yazdığı medhiye karşılığı olarak verilen para. silfed : Ahmak kimse. * Kurt. silhem : Bir kimsenin cisminde değişiklik olması. sili : f. Tokat. Şamar. silif : Bacanak. silizen : f. Tokat vuran, şamar atan, döven. silk : Dizi, sıra. * Yol, tarik. * İplik, hayt. silk(a) : Çöğenler adı verilen havuç. * Pancar. * Kurt, zi'b. * Şerli, ahlâksız kadın. silka' : Arkası üstüne yatmak. sill : Bir çıban. * Sırtmadan zayıflamak. Erime. * Verem. ◊ (C.: Aslâl) Bir nevi ot. * Bir nevi yılan.sille : (C.: Sılât) Vuslat, kavuşma. * Hediye, atâ. ◊ f. Tokat. Şamar.silm : Barışmak, sulh, barışıklık. * İtaat. İslâm, müslim olmak. silsil : Kapı halkası. silsile : Birbirine bağlanan, bir sıra meydana getiren şey. Zincir. Zincir gibi birbirine ekli ve bitişik olan. * Soy, sop. * Sıradağ. * Seri. Dizi. * Ard arda gelen şeylerin meydana getirdiği sıra. More…silsile-name : f. Meşhur ve mühim kimselerin soyunu, silsilesini gösteren cetvel. silv : Gamdan, tasadan ve aşktan hâli olmak. şilv : Vücut azâlarından biri. silyane : (C.: Salayan) Bakla. sim : f. Gümüş. Gümüş para. * Gümüşten. Sırmadan. sim ü zer : Gümüş ve altın. sim-ten : f. Gümüş tenli. sima : Yüz, çehre. Beniz. * Eser, alâmet. sima' : Dinlemek, kulak vermek. İşitmek. * Çalgı dinlemek. * Herkesin işitmesi istenilen güzel zikir ve sözler. * Mevlevilerin ve sair dervişlerin 'ney' veya 'def' ile berâber More…simad : Şişe tıpası. ◊ Az su.simag : Ağızın bir tarafı. simah : Kulak deliği, kulak. ◊ (Bak: Sımah)simak : (Semek. C.) Balıklar. * Parlak yıldız. * İki parlak yıldızdan birisi. * Bir şeyi yükseltip kaldıracak âlet. simal : Medet etmek. * Medetçi, yardımcı ve mutemed kişi. şimal : Sol, sol taraf. Sağın ve cenubun zıddı. Kuzey. şimalen : Soldan, sol taraftan, şimalden, kuzey taraftan. şimalî : şimale ait, sola ve kuzeye ait. simam : (Semm. C.) Zehirler. ◊ Tıpa. Şişe tıpası.simame : Kan damarlarında tıkanıklık yapan kan pıhtısı. siman : (Semin. C.) Semizler, besililer, yağlılar. simar : (Semere. C.) Meyveler, yemişler. * Mc: Faydalar. şimas : Davarın ürkek olması. simat : (C.: Sümut) Sofra. Yemek masası. * Yemek. * Ziyâfet. ◊ Damga, iz. Nişan, alâmet.simatoğraf : (Bak: Sinematoğraf) simavî : Çehreye ait, yüz şekline dair. * Simavlı. sime : (C.: Sumem) Bahâdır, kahraman kimse. * Berk, muhkem nesne. * Büyük erkek yılan. ◊ (C.: Simât) Damga, alâmet, nişan.şime : (C.: Şiyem) Huy, tabiat. simen : Semizlik, yağlılık, besililik. (Bak: Semen) şimendifer : Fr. Demir yolu katarı, tren. * Demir yolu. simendud : (Sim-endud) f. Gümüş kaplı. Gümüş yaldızlı. simer (semer) : (C.: Esmâr) Kıssa, hikâye. * Akşamdan sonra olan. simin : f. Gümüşten. * Gümüş gibi, gümüşe benzer. simin-ten : f. Gümüş tenli. Gümüş gibi beyaz ve parlak vücutlu. simk : Yüce olmak, yükselmek. simlah : Kulak kiri. simm : Belâ, âfet. * Arslan. simme : Hâlis ve temiz. simmî : (C.: Esmiyâ) Adaş, isimleri aynı olan kişilerin herbiri. simn : (Simâne) : Semizlik, yağlılık, besililik, şişmanlık. şimrac : (C.: Şemâric) Seyrek seyrek dikmek. * Yalan karışık söz. şimrah : (C.: Şemârih) Hurma veya üzüm salkımı. * Dağ tepesi. şimşad : f. Şimşir ağacı. simsam(e) : Keskin kılıç. * Kılıcın keskin olması. simsar : (C.: Semâsire) Komisyoncu, tellâl, aracı. simsim : (C.: Semâsım) Şişman ve etli adam. ◊ Susam.şimşir : (Bak: Şemşir) simt : (C.: Sümut) Boncuk veya inci dizilmiş iplik. ◊ (C.: Sümut) Dizi. Dizilmiş şey.simurga : Kanatlı ve çok büyük hayvan olup eski devirlerde yaşadığı rivâyet edilir. (Bak: Anka) simya : (Fr: Alşimi) Kim: Adi madenleri altın madenine çevirmek gayesini güden bir çalışma. Bu çalışma bir takım maddelerin bulunmasına sebep olduğu için kimya ilminin ilerlemesine hizmeti More…simyan : (Simân) (Süryanice) Hak. sîn : Çin. * Kirli olan ve kokan deve yünü. şin : Kur'an alfabesinin onüçüncü harfi olup, ebcedî değeri 300'dür. ◊ Çok nikâhlı kimse. * Huruf-u mu'cemeden bir harf. ◊ (Bak: Şeyn)sina : Musâ Peygamberin (A.S.) Allah (C.C.) kelâmına nâil olduğu, Süveyş ile Akabe Körfezi arasındaki bir yer ve bir dağ ismi. Cebel-i Musa veya Tur-u Sinâ da denir. * İbn-i Sinâ'nın ceddinin More…sina' : Deve ayağına bağladıkları ip. sinaat : (C.: Sanâyi') San'at, mahâret, ustalık. sinab : Hardal. * Hardal ve kuru üzümden yapılan bir cins kuru boya. sinad : Muhkem, dayanıklı, kuvvetli dişi deve. * Yüce. * Yüce yer, yüksek yer. şinah : f. Suda yüzme. sinaî : (Sınâiyye) San'atla ve sanayi ile alâkalı. * İnsan yapısı. sinaiyyat : (Sınâi. C.) Sanatla ilgili olan şeyler. * İnsan yapısı şeyler. şinak : (C.: Eşnâk) Sivri başlı kimse. * Kırba bağladıkları ip. * Başı büyük olan at. * Kuş tuzağı. sinan : (C.: Esinne) Mızrak, süngü. sinar : Çınar. şinar : Ayıp. * Hayâ, utanma, âr. ◊ f. Suda yüzme.sinare : Demir iğ. * İğ başı. * Yay kabzası. * Kulak. şinas : f. Tanıyan, bilen, anlayan. Tarih-şinas $ : f. Tarihten anlayan, tarih bilen. ◊ Uzun, tavil.şinaver : f. Suda yüzen. Yüzgeç. sinaye : Yünden ve kıldan yapılan ip. sindan : Örs. sindiban : Pelit ağacı. sindid : (C.: Sanâdid) Baş, başkan, reis, ileri gelen. sine : Uyuklama, uykuya dalma başlangıcı. Uyku ile uyanıklık arası. (O anda insan, sesi duyduğu halde anlamaz.) ◊ An. Bir lahzacık. * İki ağızlı balta. ◊ f. Göğüs. Sadır. Kalb.sine-bend : f. Göğüs bağı, sütyen. sine-gâh : f. Göğüs. sinematoğraf : Fr. Hareket yazmak demek olup kısaltılmış şekliyle sinema demektir. sinepüryan : (Sinebiryan) Kalbi yanmış, sinebiryan olmuş, çok hasret çekmiş. sinesaf : f. Sarılıp kucaklaşmış. sinesuz : f. Yürek yakan. sinet : Uyuklamak. şinev : f. İşiten, dinleyen. sinf : Söğüt yaprağı. sinh : (C.: Esnâh-Sünuh) Diş çukuru, diş yuvası. ◊ (C.: Esnâh) Her nesnenin aslı ve kökü.sini : f. Büyük tepsi, sini. şinid : İşitme. Duyma. şinide : f. İşitilmiş. Duyulmuş. sinif : Kısım, bölüm, tabaka. sinifî : Sınıfla alâkalı, kısıma ait. şinik : On litre su alabilen teneke kutu kadar olan mahsul ölçüsü. Yarım gaz tenekesi. (Isparta havalisine mahsus hububat ölçüsü) sinimmar : Ay, kamer. * Gece uyumayan erkek. * Harami. * Tar: Rum milletinden bir üstâdın adıdır. Numan bin Münzir için Hira'da bir köşk yapmıştı. Bunun bir eşini daha kimseye yapmasın diye Numan More…sinin : (Sene. C.) Sünun. Seneler. * Sina Dağı. sinn : Berd-i acûz günlerinden bir gün. * Seleye benzer bir nesnedir, içine ekmek koyarlar. * Deve sidiği. ◊ (C.: Esnân) Yaş. Yaşanmış olan zaman. * Diş. * Medine'de bir dağın More…sinne : (C.: Sinen) Kalem başı. * Sapan demiri. sinnen : Yaşça, yaş bakımından. sinnevr : (C.: Senânir) Kedi. sinsin : (C.: senâsin) İyeği kemiklerinin arka tarafının ucu. sintah : Büyük karınlı kuvvetli deve. sintel : Kısa boylu. sinv : Dal, budak. Bir kökten çatallanan dallar. * İki kardeş. * Misil. Şebih, benzer. * Amca. * Oğul. şinvay : Kulağın işitmesi. sinvu ebî : Babamın kardeşi. siny : (C.: Esnâ) Her nesnenin büklümü. * Dağın kısıkdar yeri. * Orta, vasat. sinyal : Fr. Kararlaştırılmış bir haberi verme işareti. İşaret. sipah : (C.: Sipâhan) Asker, leşker, nefer. * Ordu. sipahdar : f. En büyük asker, serasker. sipahi : Ask: Osmanlı askerlik teşkilâtında 'Timar' namiyle öşür ve rüsumunu aldıkları araziye mukabil, harp zamanlarında kendi hayvanları ve kanunen götürmeğe mecbur oldukları silâhlı More…sipahsalar : f. Askerlerin en büyüğü. Serasker. sipar : f. Veren, fedâ eden. sipare : (Si-pâre) f. Kur'an-ı Kerimin herbir cüz'ü. * Küçük kitap, mecmua. * Otuz cüz. sipariş : f. Ismarlamak, ısmarlayış. sipas : f. Şükretme, dua etme. sipas-dâr : f. Hamdeden, şükreden. sipeh : f. Asker, leşker. * Ordu. sipeh-büd : f. Başbuğ, başkomutan, başkumandan. sipeh-keş : f. Başkumandan, başbuğ. sipenc : f. Konaklama yeri, misafirhane, otel. * Dünya. * Misafir. siper : f. Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. * Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. * Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. * Muharebede More…sir : f. Tok, kanmış, doymuş. * Sarımsak. ◊ Yarık. Delik. * Balık yahnisi. ◊ (Bak: Sırr)şir : f. Aslan. * Süt. şir'a : (Şeria-Meşrea) Lügat mânası, bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. sir'et : Nefis. * Koyun. * Geyik. * Kadınlar. sir-ab : f. Suya kanma. Suya tok olmak. * Sulu. * Körpe, tâze. şira : Satın alma, satın alınma. sira' : Hızla gitmek, acele etmek. şira' : Yelken. Gemi yelkeni. sirac : Işık. Lâmba. Fener. Mum. Kandil. * Şevk veren şey. sirad : Gön, sahtiyan. şirad (şürud) : Dağılmak. * Kaçmak. siraf (saruf) : Hayvanın kızmakla erkeğini araması. şirak : (C.: Şürük) Nalbant kayışı. siram : Hurma ve yemiş toplayacak vakit. * Toplanmış hurma ve yemiş. siran : (Sur. C.) Kaleler, kal'alar, hisarlar. şiran : f. (Şir. C.) Aslanlar. şirane : f. Aslanca, gazanferâne. sirar : Devenin sütü çok olsun ve yavrusu emmesin diye emziğinin dibine bağladıkları ip. ◊ (C.: Esirre) Sürur, sevinç. * Sırayla konuşmak. * Ay sonu.şirar : Ateş kıvılcımları. * Şerirler. Şerli kimseler. sirat : Etrafı hudutlu ve işlek cadde. Geniş yol. şirat : Neşter. siravari : f. Sıralı halde, sıra gibi. sirayet : Yayılmak, bulaşmak, geçmek. şiraz : Süzülmüş yoğurt. şiraze : f. Kitap ciltlerinin iki ucuna konulan ve yaprakları muntazam tutan, ibrişimden örülmüş ince şerit. * Pehlivan kispetinin paçası. * Mc: Düzen, nizam, esas. şiraze-bend : f. Şiraze bağlayan. * Düzenleyen, tanzim eden, düzen veren. sirb : (C.: Esrâb) Çekirge ve balık yumurtası. * Sığır sürüsü. şirb : (Şürb) İçme veya içirme nöbeti. İçmek. sirbal : (C.: Serâbil) Gömlek, kamis. şirceng : f. Arslan gibi savaşan. sircin : Kurumuş davar tersi. sirdab : (C.: Seradib) Yer altında su soğutacak yer. şirdah : Büyük ayaklı. sirdaş : (Bak: Sırrdaş) şirdil : (C.: Şirdilân) f. Aslan yürekli. Cesaretli. Cesur. sire : (C.: Sıyer) Koyun ağılı. şire : f. Süt. * Şıra. şirec : Şırılgan yağı. * Üzüm suyu. Şira. siret : Bir kimsenin içi, hâli, hareketi, ahlâkı. * İnsanın tutmuş olduğu mânevi yol. sirf(e) : Sadece, yalnızca. * Sâfi ve hâlis şey. Karışık olmayan. sirhak : Çağırmak. sirhan : (C.: Serâhin) Vahşi hayvanlardan olan kurt. şirhar : 'f. Tar: Acemiliğe alınmayan veya sayısı beşten az olan esirlerden bir kısmı. Pencik kanuni hükümlerine göre esirler: Şirhâr, beççe, gulamçe, gulâm, sakallı ve pir olmak üzere sınıflara More…şirin : f. Tatlı. Sevimli. Cana yakın. şirin-cemal : f. Sevimli yüzlü. şirin-edâ : f. Lâtif ve şirin edâlı. şirinî : f. Tatlılık, cana yakınlık, sevimlilik. şirinkâm : f. Tadı damağında kalmış. şirinkâr : f. Hoş ve tatlı muamele eden. şirinzeban : f. Tatlı dilli. sirişk : f. Göz yaşı. * Ateş şeraresi. sirişt : f. Yaradılış, hilkat, huy, tabiat. sirişte : f. Yoğrulmuş, karıştırılmış. şirk : En büyük günah olan Allah'a (C.C.) ortak kabul etmek. Allah'tan (C.C.) ümidini keserek başkasından meded beklemek. şirk-âlud : f. Şirk karışık, sapıtmış. Şirk bulaşmış. Cenâb-ı Hak'tan gaflet edip başkasından meded bekler surette. sirkat : (Serkat) Çalma. Hırsızlık. sirkatibi : Eskiden hükümdarların yanlarında bulundurdukları hususi kâtib. sirke-furuş : f. Sirkeci, sirke satan kimse. * Mc: Ekşimiş yüzlü kişi. şirket : Ortaklık, iş ortaklığı. * Huk: İki veya daha fazla şahsın emek ve malları ile müştereken, iktisadî bir gayeye erişmek için bir akidle birleşmeleri. (Bak: Cem'iyyet) sirkin : Kuru davar tersi. sirm : (C.: Esrâm-Esârım) Ağaçtan yemiş düşürmek. * Ekin biçmek. * Cem'olmuş beytler. sirme : (C.: Sırm) Bulut parçası. * Deve ve koyun sürüsü. şirmerd : f. Arslan yürekli, cesur. sirp : Yugoslavya'da yaşayan bir kavim adı. Veya o kavimden birisi. şirpençe : (Şir-pençe) f. (Aslan pençesi) Vücutta ve daha ziyade sırtta çıkan çok tehlikeli bir çıban. sirr : Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey. ◊ (C.: Esrar-Esirre) El ayasında ve alında olan hatlar. * Gizli nesne. * Cima etmek. * Zikir. * Hâlis. * En iyi, en faziletli. More…sirran : Gizli olarak, gizlice. sirrdaş : Birbirinin sırrını bilen. * Sır saklıyan. sirre : Soğuk rüzgâr. Şiddetli soğuk. * Şiddetli sayha, çığlık. şirret : Terbiyesizlik, hayasızlık, edebsizlik. * Geçimsiz, huysuz ve kavgacı. sirrî : (Sırriyye) Sır ile, gizlilik ile ilgili. şirrib : Şaraba karşı hırsı olan. şirrir : (C.: Eşrâr-Eşirrâ) Çok şer işleyen, pek çok şerir. sirsir : Çekirgeye benzer bir hayvan. sirval : (c.: Serâvil) şalvar. şirvaz : Yoğun, kalın ve büyük. sirve : (C.: Sirâ) Küçük ok. * Çekirge yumurtası. şiryan : (Şeryân) Kırmızı kan damarı. Atar damar. şirzime : Küçük, ehemmiyetsiz cemaat. Bir miktar insan grubu. şis (şisâ') : Çekirdeği katılaşmış olmayan hurma. (Hurma aşılanmasa çekirdeği katılaşmaz.) şis' : (C.: Şüsu') Nâline tasma vurmak. * Nâlin tasması. sisa : (C.: Sıyas-Sıyasâ) Köşk. * Kale. * Sığınacak yer. * Çulha mekiği. * Horoz mahmuzu. * Sığır boynuzu. sisa' : (C.: Seyâsi) Davar arkası. * Omuz başı. şisb : (C.: şesâyib) şiddet. * Nasip. şişe : Camdan yapılmış ağzı dar uzunca kap. Lâmbaya geçirilen camdan küçük baca. * Çeşitli maksatlarla çakılan çıta. şişehane : Şişe yapılan yer. şişhane : (Aslı: Şeşhane) Eskiden kullanılan namlusu altı yivli tüfek. * İstanbul'da bir semt adı. şisi' : Büyük ve çok mal. * Dar yer. Bir yerin uç tarafı. * Nalın kayışı. * Bir malı dikkatle bekleyip koruyan. sismoğraf : Fr: Zelzelenin yerini, saatini, yön ve hızını kaydeden âlet. sistem : Fr. Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. * İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. * Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. * More…sît : Çatırtı, patırtı, gürültü. * Ün, şöhret, nam. şit : Hz. Âdem'in (A.S.) oğullarından ve ondan sonra peygamber olan zât olup kendisine 50 sayfalık kitab nâzil olmuştur. Kâbe-i Mükerreme'yi ilk önce taştan bina eden zât olduğu Kısas-ı More…şita : Kış. Senenin soğuk mevsimi. sita' : Deve boynunda uzunluğuna olan alâmet. * Ev direği. şitab : f. (Şitâften: Koşmak fiilinin kökü) Seğirtmek, koşmak. Çabukluk, acele etmek. sitad : f. Alma, alış. şitaî : (Şitâiye) Kışa ait. Kışlık. Kışa dair. sitam : Kılıcın ağızı. sitan : (-istan) f. Mekân adı yapmağa yarayan ek. Meselâ: Gül-sitan $ : (Gül-istan) Gül bahçesi, güllük. ◊ f. Alan, alıcı. Can-sitan $ : Can alan.sitare : (Setr. den) (C.: Setâir) Örtünülecek, perdelenecek şey. ◊ f. Yıldız, kevkeb.sitat : Husumet, düşmanlık. sitayiş : f. Övme, medhetme. Medih. sitayiş-kâr : f. Medheden, öven. sitebr : f. Kalın, kaba, yoğun. sitem : f. Haksızlık, zulüm. * Nâzikâne çıkışma. * Eziyet, cefa. sitem-âmiz : f. Hâin. İnsafsız, haksız. sitem-kâr : (C.: Sitemkârân) f. Haksızlık ve zulüm yapan. Zâlim. sitem-keş : f. Zulme ve haksızlığa uğrayan. Zulüm çeken. Mazlum. sitem-reside : f. Siteme uğramış, zulme uğramış. Zulüm çekmiş. şitevî : (Şiteviyye) Kışa ait. Kış mevsimiyle ilgili. * Kış sebzesi, kışlık sebze. sitiz : (Sitize) f. Kavga, cidal, çekişme. sitize-cu : f. Kavgacı. sitize-kâr : f. Kavgacı. sitr : (C.: Estâr) Örtü. * Perde. şitre : Yarım, nısf. sitt : Hanım. (Aslı seyyidet iken muharref ve âmi arapçada sitt ve sitte olarak kullanılır.) sitte : Altı. (6) Altılık. sittîn : (Sittûn) Altmış. 60 sîv : f. Elma. siva : Başka, gayrı, diğer. Kasd. (Bak: Mâsiva) şiva' : Kebap. sivad : Gizli söz, sır. sivak : (C.: Süvük) Misvak. * Dişini yıkamak. şival : Az şey. sivar : (C.: Sirân-Asvire) Sığır sürüsü. * Misk kabı. ◊ (C.: Esvire - Esâvir-Suur) Bilezik.şivar : Meşveret etmek, konuşmak, istişâre etmek, danışmak. şivaz : Dumansız ateş. * Susamak. (Bak: Şuvaz) sivcar : Tazı ve köpeğin boynuna halka geçirmek. Tasma takmak. şive : Söyleyiş. Tarz. Ağız. Üslub. * Eda. Naz. şivebâz : f. Cilveli, şive ve naz eden. şivekâr : f. İşveli, şiveli, cilveli. şiven : f. İnleme, sızlanma. * Mâtem, yas. sivil : Fr. Asker olmayan. * Başı bozuk. * Mülkî. * Tebdil-i kıyafetle gezen polis. * Medeni. siya' : Samanlı balçık. şiya' : Zahir olmak, görünmek. * Çobanın kavalından çıkan ses. * Odun takıltısı. siyab : (Sevb. C.) Elbiseler, giyecek şeyler. siyabe : Kızlığın bozulması, bekâretin zâil olması. siyac : Dikenli duvar. siyadet : Seyyidlik. (Bak: Seyyid) siyafet : Kılıççılık sanatı. siyagat : Kuyumculuk. siyah : (Sayha. C.) Bağırmalar, çığlıklar, haykırışlar, feryadlar. ◊ f. Kara, esved. * Zenci.siyaha : Suyun akması. * Oruç tutmak. siyahat : (Seyyehân - Siyâh - Süyuh) İbret, terehhüb ve ibadet için yer yüzünde gezip yürümek. (Dervişlerin seyahatı bundandır.) siyahbaht : f. Tâlihsiz, kara bahtlı. siyahçerde : f. Esmer, karayağız olan. siyahfam : f. Siyah renkli. siyahî : f. Siyahla alâkalı. * Zenci. * Siyahlık, karalık. siyahkâr : (C.: Siyâhkârân) f. Günah işlemiş, suçlu. siyahkede : f. Kapkara yer. siyahlika : f. Kara yüzlü. siyahpuş : f. Siyahlar giymiş. Karalar giymiş. * Mâtemli, yaslı. siyahruz : f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız. siyak : Söz gelişi, ifade tarzı. * Üslub, tarz, yol. * Sürmek, sevk. * Ruhun çıkması. siyakat : Binek hayvanını arkasından sürme. siyal : (Sıyâlet) Saldırma, hamle etme, üzerine atılma. siyam : (Savm. C.) Oruçlar. (Bak: Oruç, Ramazan) ◊ Oruç. (Bak: Sıyam)şiyam : Yerden kazılan toprak. siyan : Elbise saklama yeri, sandık. siyanet : Koruma veya korunma. Himaye veya muhafaza. ◊ Koruma, muhafaza, hıfz.siyar : (C.: Sirân-Asvire) Misk kabı. * Sığır sürüsü. siyas(i) : (Sıysa. C.) Kaleler, kal'alar. * Köşkler. * Sığınacak yerler. siyaset : Memleket idare etme san'atı. Devlet idare tarzı. * Dünya ve âhirette necatlarına sebeb olacak bir yola, insanları irşad ile beşeriyetin salâhına çalışmak. * Diplomatlık. Politika. * More…siyaseten : Siyaset bakımından, siyasî bakımdan. siyasî : Siyaset icabı olan. * Siyaset adamı. * Politik. siyasiyyun : Politikacılar, siyasetçiler. Devlet idaresine çalışanlar. siyat : (Savt. C.) Kırbaçlar, kamçılar. şiyat : Yanmış yün ve pamuk kokusu. siydane : (C.: Saydân) Taş çömlek. siye : Koyun yatağı. şiyem : (Şime. C.) Huylar, tabiatlar. siyer : (Siret. C.) Tarzlar, gidişler, yollar. siyera' : İbrişimle karışık alaca bez. siyk : (Sevk. den) Sevk olunan (meâlinde). ◊ Kesif toz ve fena ter kokusu.siyonist : (Kudüs'ün eski adı olan Sion. dan) Filistin'de bağımsız bir Yahudi devleti kurmak isteyen. Yahudi fikrinin taraftarı. Bir şeyi Yahudilerin gaye ve menfaatına göre değerlendiren. More…siysa : (C.: Sıyâs) Kale. Kal'a. * Sığınacak yer. * Köşk. siyy : Arz-ı Arabdan bir yer. * Çöl, sahra. * Benzer, misil. siyyan : (Siyy. C.) Birbirine denk ve eşit. Müsavi. siyyanen : Birbirine denk ve eşit olarak. Müsavi bir tarzda. siyye : Yay başı. şiz : Abnus ağacı. şizaf : Katılık, sertlik. skolastik : Lât. Kurun-u vustâda (Orta çağlarda) Hristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı altındaki dinî fikirlerine göre yapılan tedrisat usulü. slogan : ing. Kısa ve te'sirli propaganda sözü. sofi : Ehl-i tasavvuf. Riyazet ve nefisle mücahede ile hakikate ermeğe çalışan. Tarikata mensub, mânevi kemâlât için çalışan. * Yanıltıcı, safsatacı. (Bak: İşrakiyyun) sohbet : Konuşma, sevdiği kimselerle yapılan toplantı. * Birlikte oturup tatlı tatlı hakikat üzerine konuşmak. şöhre : Ünlü, şöhretli, meşhur. şöhret : Ad yapma. Ün. Şân. * Hadis ilminde: Meşhur hadis mânasında kullanılır. şöhretgir : f. şöhretli, ünlü. Meşhur. şöhretşiâr : f. şöhretli. şöhret sahibi. sokrat : Eski bir Yunan Feylesofu. (M.Ö. 470-400) Vahdaniyete ve ruhun bakiliğine inanmış ve bu fikrini yaymağa çalışmış. 'Dünyada yalnız bir şey öğrenebildim, o da hiç bir şey More…solcu : (Bak: Ashab-ı Şimal) sömestr : Fr. Okullarda bir ders yılının ayrıldığı iki dönemin herbiri. sorguç : Başa takılan tuğ. * Bazı kuşların tepelerinde bulunan tüyden süs. sosyal : Fr. İçtimaî. Cemiyete ait. sosyalist : Fr. Sosyalizm taraftarı olan. sosyalizm : Fr. İktisadî teşebbüsleri ve teşekkülleri devlete vermek isteyen görüş. İştirakiyecilik. sosyoloğ : Fr. İçtimaî bilgilerle uğraşan, toplu insan yaşayışı ve onların idare işlerinde bilgi sahibi olmaya çalışan. İçtimaiyatçı. spiker : ing. Konuşmacı. Radyo programlarını takdim eden, haber bültenlerini okuyan kişi. spiritualizm : Fr. Fls: Ruh gibi maddî olmayan varlıkları kabul eden görüş ve düşünüş. Ruhiyatçılık. staj : Fr. Mesleki bilgisini artırmak maksadıyla başka birinin nezareti altında yapılan çalışma. stajyer : Fr. Staj yapan kimse. strateji : yun. Askeri sevk ve idare ilmi, sevk-ul-ceyş. stratosfer : Fr. Atmosferin ortalama 30 km. kalınlığındaki ikinci tabakası. su' : Kötülük. * İyi olmayan. Kötü, fena. sü'b : Akıl geri gelmek. * Gittikten sonra yine eski yerine dönmek, mekânına gelmek. su'ban : (C.: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha. * Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en More…sü'ban : (Bak: Su'ban) su'be : Yeşil başlı kertenkele. şu'be : Bölük, bölüm. * Dal, budak. * İkinci derecedeki kollar. Kol. su'bub : (C.: Seâbib) Saf su akan yer. şu'bub : (Bak: şü'bub) şü'bub : Birden yağan sağanaklı yağmur. * Hiddetli ve şiddetli olan. * Şiddetli güneş harareti. su'l : (C.: Süul) Devede sonradan çıkan küçük meme. * Koyunda küçük meme. * Asıl dişin yanında çıkan fazlalık diş. şu'le : Alev, ateş alevi. Alevlenmiş odun. şu'lebâr : f. Işıklı. şu'ledâr : f. Alevlenmiş, alevli. Işıklı. şu'lefeşân : f. Işık saçan, parlatan. şu'legir : f. Tutuşan, alevlenen, alev alan. şu'lenümâ : f. Alev gösteren, alevli. şu'lepâş : f. Işık saçan. şu'leperver : f. Işıklandıran. Alevlendirici. şu'lepuş : f. Alev içinde kalmış, alevle örtülü. şu'leriz : f. Işıldayan, alev saçan. su'luk : (C.: Saâlik) Fakir. * Dilenci. * Serseri. sü'lul : Meme başı. * Vücutta meydana gelen siğil, sivilce. şu'm : (Şum) f. Uğursuzluk. Meş'um olma. Uğursuz. su'n : (C.: Seâne) Yarısı kesilmiş kırba. su'r : (C.: Es'âr) Yiyecek, içecek artığı. sü'r : Arslanın bir kimseye hamle etmesi, saldırması. su'rur : Ağaç sakızı parçası. su(y) : f. Cihet, yön, taraf. Semt. Yan. şua : (C.: Şu') Sorgun ağacı. şua' : Bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri. şuaat : Işıklar, parıltılar, nurlar. şuab : (şu'be. C.) şubeler. Kollar, bir cisimden ayrılan çatallar. (Bak: Şiâb) şuabat : (Şu'be. C.) Şubeler, kısımlar, takımlar, bölükler. Dallar. süac : Koyun avazı, koyun sesi. suada' : Sıkıntıdan dolayı uzun uzadıya solumak. * Ev ortası. suadî : Topalak otu. sual : İsteme. İstek. * Soru. Sorulan şey. * Dilencilik. ◊ Öksürük.süal : Bir kabile ismi. ◊ Öksürük.şual : (şu'le. C.) Alevler, şu'leler. Ateş alevleri. sualât : (Suâl. C.) Suâller, sorular. İstemeler, istekler. süar : Ateşin harareti. * Çok acıkmak. şuara : (Şâir. C.) Şâirler. * Kur'an-ı Kerim'in 26. suresinin ismidir. Mekkîdir. sub' : (Bak: Sübu') ◊ Yedide bir.süb' : Yedide bir. suba (sabâ) : (C.: Esbâ) Gece ile gündüz eşit olduğunda gündoğusundan esen rüzgâr. subabe : Kap içinde kalan su. * Bir nesnenin bakiyesi. Artık. sübaî : Yedi harfli, yedili. şuban : f. Çoban. şüban : Çoban. şübanî : Kırmızı yüzlü. subare : Taş. subaşi : Şimdiki zabıta ve daha ziyade belediye memurlarının gördükleri işleri gören ve kasabaların idaresi başında bulunan memurun ünvanı idi. subat : (Bak: Sübât) sübat : Dalgınlık. * Uzun dinlenme. * İstirahat zamanı. * Uzun uyku şeklinde olan baygınlık. Koma. * Dehir, zaman. ◊ (Sübe. C.) Cemaatler, bölükler.sübata : Süprüntülük, virâne. subbah : (Sâbih. C.) Yüzenler, yüzücüler (suda). şübban : Gençler, delikanlılar. sübbet : İnsanın oturak yeri. sübbuh : Tesbih edilen (Allah. C.C.) şübbut : Kalkan balığı. sube : At sürüsü. * Yirmi ile kırk arasında olan keçi sürüsü. * Kabın içinde kalan su. Artık su. sübe : On kişiden fazla olan erkek cemaatı. * Havuzun ortası. şübeh : (şübhe C.) şübheler, şekler. şübhe edilenler. subesu : f. Taraf taraf. Her tarafa. Her yanda. subh : Sabah vakti. Sabah. Tan vakti. Şafak zamanı. subha : Nur ve azamet. * Sabahla öğle arası, kuşluk vakti. (Bak: Sübha) ◊ Sabah uykusu.sübha : Uyku, nevm. * Fâriğ olmak, vazgeçmek, çekilmek. İşi bitirmek. ◊ Çekilen tesbih, tesbih tânesi. * Duâ ve nâfile namaz.sübhakeş : f. Tesbih çeken. sübhan : Allah (C.C.) sübhanallah : Cenab-ı Hakk'ın mahlukatı ve eserleri karşısında duyulan hayret ve taaccübü ifade etmek için söylenir. sübhanî (sübhaniye) : Allah (C.C.) ile alâkalı. İlâhî. Allah'a mahsus, Onun eserlerine âit ve müteallik. Allah'ın Sübhan sıfatına âid. subhdem : f. Sabah vakti. şübhe : (C.: Şübeh - Şübühât) Tereddüd. Bir şeyin doğru olup olmadığına veya var olup olmadığına dair kat'i kanaat ve bilgi sahibi olmamak hâli. subhgâh : f. Sabah vakti. Tan yeri. subjektif : (Bak: Sübjektif) sübjektif : Fr. Bilen akıl ile alâkalı. * Eşyanın hakikatına değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan. Şahsî görüşe göre olan. İndî, nefsî olan. sübjektivizm : Fr. Fls: Akıldan başka realite kabul etmeyen, yanlış bir nazariye. şübke : (C.: Şübük) Yakınlık. Akrabalık, hısımlık. subr : Her cismin tek kenarı ve yoğunluğu. * Ufak taşlı yer. subre : Birikinti, yığın. şübrüm : Kısa boylu kimse. sübrut : (C.: Sebâriyet) Az. * Otsuz ve susuz yer. * Fakir adam. sübt : Hatmi gibi bir otun adı. ◊ Ayıp.subu' : Dinini terk edip başka dine girmek. sübüha : (C.: Sübühât) Nur. * Azamet, büyüklük. subuhat : (Subha. C.) Secdeler ve cemal-i İlâhî nurları ve celal ve azamet-i İlâhiye. (Bak: Azamet, Cemal) sübül : (Sebil. C.) Yollar, caddeler. sübur : Helâk, helâket. Mahvolmak. * Men olmak, kovulup sürülmek. sübut : Sâbit, berkarar ve pâyidar olup durmak. Oynak ve müteharrik olmamak. Kat'i olarak meydana çıkmak. Sâbit oluş. ◊ (Sebt. C.) Cumartesiler. Cumartesi günleri.sübutî : Varlığı kat'iyyen isbat edilene ait. Müsbet, isbatlı olan. (Bak: İman-ı bil-âhiret) şüca' : (Şec'a - Şica') Yiğit, cesur, bahadır. Şecaatli. süccad : (Sâcid. C.) Secde edenler. sücced : (Sâcid. C.) Secde edenler. Secde edip yere kapananlar. şücea' : (Şeci'. C.) Yiğitler, cesurlar. şüceyre : Çalı, ufak ağaç. sücfe : Geceden bir saat. sücle : Karnın geniş ve büyük olması. Şişmanlık. şücne : Sıklığından birbirine girmiş ağaçların damarları. sücre : (C.: Sücür) Yağmur suyundan biriken su. ◊ Derenin orta geniş yeri.şücub : Ev içinde olan direk. sücud : Secdeye varmak. Cenab-ı Hakk'ın huzurunda hiçliğini, aczini bilip teslimiyetle yere kapanıp duâ ve tesbih etmek. (Bak: Secde) * (Sâcid. C.) Secde ederek yere kapananlar, secde edenler. More…sücuf : (Secf. C.) Perdeler, örtüler. sücul : (Secl. C.) Büyük su kovaları. sücun : (Sicn. C.) Hapishaneler, zindanlar, ceza evleri. * Mc: Dünyanın sıkıntıları. şücun : Ağaç dalları. * Füruât, teferruat. şücur : Muhtelif ve çeşitli olmak. sücv : Gece sükuneti, gecenin sessizliği. * Zulmet istikrarı. sud : (Sevda. C.) Rengi kara olan şeyler. * Sevdalar. ◊ f. Kâr, faide, kazanç.şüd : 'f. Geçti, gitti; gidiş, gitme. Oldu, olma. Amed şüd $ : Geldi gitti.' sud'a : Deve ve koyun bölüğü. süda : Kendi kendine çobansız gezen hayvan. * Bir şeyi kendi kolayına bırakmak. suda' : Baş ağrısı. * Rahatsız etme, sıkıntı verme, sıkma. süda' : Bir otun adı. ◊ Geçmek.suda-ger : f. Bezirgân, tüccar. suda-gerî : f. Ticaret. sudagî : Zülüfte olan nişan ve alâmet. sudah : Horozun ötmesi. sudam (sidâm) : Hayvanların başında olan bir hastalık. südasî : Altılı. Altılık. Altı harfli. sudd : Dağ. südd : Dağ. * Bulut. * Mâni, engel. suddad : (C.: Sadâyid) 'Sâm-ı ebras' denilen kertenkele. * Suya varacak yol. südde : (C.: Süded) Kapı, eşik. sude : f. Ezilmiş, dövülmüş. Sürmüş, sürülmüş. süded : (Südde. C.) Kapılar, eşikler. sudeka : (Sadik. C.) Doğru ve hakiki dostlar. sudg : (C.: Esdâg) şakak. * şakaklardan sarkan saç. südg : (C.: Esdâg) Göz ile kulak arası ve onun üzerine sarkan zülüf. sudkan : (Sadîk. C.) Hakiki ve doğru dostlar. Sadîkler. sudmend : f. Kazançlı, faydalı, kârlı. sudre : Acem gömleği. süds : (Südüs) Altı kısımda bir kısım. sudud : Men'etmek, engel olmak. şüdun : Kavi ve kuvvetli olmak. * Terbiyeden müstağni olmak. sudur : Olma, meydana gelme. Sâdır olma. * (Sadr. C.) Göğüsler, sadırlar. süeba' : Esnemek. sueda : (Said. C.) Saidler. Allah'ın (C.C.) rızâsına erenler. Mes'ud olanlar. süeda : (Bak: Suedâ) suf : (C.: Evsâf) Yün dokuma. Yünden yapılmış dokuma. * Yün, yapağı, ibrişim. süf'a : Kırmızılığa yakın olan siyahlık. şüf'a : Bir malı müşteriye, mal olduğu fiata satmak. * Huk: Satılmakta olan bir yerde hissesi bulunan veya oraya bitişik komşu olanın satılan şeyi almakta birinci derecede hakkı olması. süfae : (C.: Süfâ) Bir ot cinsi. şüfafe : Kap dibinde kalan su. süfal : Yavaş giden deve. Geç yürüyüşlü deve. sufar : Yürekte sarı suların toplanması. ◊ f. Ok gezi. * İğne deliği.sufariye : Sarı asma adı verilen bir kuş. şüfea' : (Şefi'. C.) Şefaatçiler. Şefaat edenler, bir suçun bağışlanması için aracılık yapanlar. sufef : (Sofa. C.) Sofalar. süfeha : (Sefih. C.) Sefihler. İçkici, müsrif ve günahkâr kimseler. süfela : (Sefil. C.) Sefiller. süfera : (Sefir. C.) Sefirler, elçiler. suffa : (Suffe) Sofa, avlu. * Set. Seki. suffah : Enli uzun taş. süffar : (Sâfir. C.) Yolcular. sufi : (C.: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu. Mutasavvıf. süfl : Tortu, çöküntü. süfla : (Sâfil. den) Daha alçak, adi. * Günah ve basit işlere mahsus. * Kılıksız, kıyafetsiz. süflî : Aşağıda bulunan. * Alçak, pek aşağı olan. süfliyat : Fâni dünya ile alâkalı işler. Nefsâni, heva ve hevese tabi olan kimselerin işleri. süfliyyet : Alçaklık, bayağılık, âdilik. sufn : Çobanların dağarcığı. sufr : (Sıfr) : Bakır. Tunç. şüfr : (C.: Eşfâr) Kirpiğin bittiği yer. * Her şeyin kenarı. süfre : Sofra, mâide. * (C.: Süfür) Misafire yolda yemesi için hazırlanan azık. şüfre (şefre) : (C.: Eşfâr) Yassı büyük bıçak. * Gön ve sahtiyan kestikleri bıçkı. * Kılıç ağızı. * Kirpik biten yer. sufret : Sarı renk, sarılık. * Beniz solukluğu. sufrit : (C.: Safârit) Fakir. sufruf : Üzüm çöpü. * Hurma çöpü. süfte : f. Delinmiş, delikli. süfte-guş : f. Kulağı delinmiş olan. Kulağı delik. süftece : (C.: Süfâtic) İçi kovuk boş cisim. * Bir yerden bir yere armağan olarak gönderilen şey. * Yol korkusundan emin olmak için tâcirlere borç olarak verilen para. sufuf : (Saf. C.) Saflar. Sıralar. şüfuf : Zayıf olmak. süful : Alçaklık. * Alçaklığa meyil ve teveccüh etmek. Alçaklığa yönelmek. süfül : (C.: Esfâl) Her şeyin köpüğü ve tortusu. * Örtmek. * Yemek. sufun : (Süfun) (Sefine. C.) Sefineler. Gemiler. süfün : (Bak: Sufun) şüfun : Göz ucuyla bakmak. süfüvv : Yürümeye ve uçmaya başlamak. sufvan : Atın, üç ayak üzerine durup dördüncünün tırnağını yere dikip durması. süfyanî : Süfyan'dan olan, Süfyan'a mensub, Süfyan'a müteallik. Zübdet-ül Buharî Tercemesine göre, Süfyanî: Müslümanlara kötülük eden, sefil, kötü, alçak olan kimse demektir. şugl : İş, meşgul olunacak şey, gaile. şugmum : Uzun, tavil. sugra : (Suğra) Daha küçük, pek küçük. * Man: Hadd-i asgarın bulunduğu cümle. Birinci kaziyye. Küçük önerme. (Bak: Hadd-i asgar) sugre : (C.: Sügur) Göğüs çukuru. * Boğaz çukuru. * Gedik. şugul : (Şugl. C.) İşler, uğraşacak şeyler, gaileler. şügül : (C.: Eşgâl) Meşgul ve gafil olmak. Gaflette bulunmak. sugur : Düşmana yakın hududlar, serhadler. * Mağara. * Ön dişler. * Ağızlar. şügur : Yükseltmek. * Hâli etmek, boşaltmak. sugv : Meyletmek, yönelmek, eğilme. sugvar : f. Kederli, acılı. suh : Duvar. şuh : f. Şen ve hareketlerinde serbest olan. * Nazlı, işveli. * Açık saçık, hayasız. Oynak. ◊ (Şıh) Bahil, cimri, hasis kimse.şuh-meşreb : f. Açık meşrebli, şen ve neşeli. süha : Bir yıldız ismi. Dübb-ü ekber (Büyük Ayı) yıldız kümesinden gözü kuvvetli olan kimselerin görebileceği en küçük yıldız. şuha : Karın ağrısı. sühad : Uyanıklık. suhaf : Akciğer veremi. sühaf : Verem hastalığı. sühal : Çocuk doğunca beraber çıkan su. * Zayıf adamlar. sühale : Küçük tavşan. süham : (Sühamî - Sühamiye) Lezzetli, sindirici, hoş içilecek şey. * Kuş yelekleri arasındaki yumuşak tüyler. * Yumuşak kumaş, elbise. ◊ Yabanda biten ot. * Yaz ısısı. * Sıcak yel. * More…suhan : f. Törpü. sühan : f. Söz, kelâm. Kavl, lâfz. sühan-ârâ : f. Düzgün ve güzel söz söyleyen. sühan-çin : f. Söz getirip götüren, söz toplayan, dedikoducu. sühan-dân : f. Güzel söz söyleyen. sühan-fehm : f. Sözün, kelâmın değerini takdir eden. sühan-gû : f. Söz söyleyen, söz söyleyici. sühan-güzar : f. Güzel konuşan, güzel söz söyleyen. sühan-perdaz : f. Güzel ve düzgün söz söyleyen. sühan-pira : f. Süslü konuşan, süslü söz söyleyen. sühan-rân : f. Güzel söyleyen, güzel konuşan. sühan-senc : (C.: Sühansencân) f. Hesaplı ve ölçülü konuşan, lüzumsuz konuşmayan. sühan-şinas : f. Söz bilen, sözün kıymetini takdir eden. sühan-ver : f. Fasih bir şekilde ve düzgün konuşan. suhansera : (C.: Suhanserâyân) f. Ahenkli söz söyleyen. suhar : Umman kasabası. * Bir erkek ismi. suhare : Başkasıyla alay eden. ◊ Yağ kıkırdağı.sühbe : Derin. şühbe : Siyaha galip olan beyazlık. suhd : (C.: Eshâd) Çocukla birlikte çıkan sarı su. şüheda : (şâhid ve şehid. C.) şâhidler. * şehidler. (Bak: şehid) suhen : (Sehun - Suhun) f. Söz. süheyl : Kolay, uygun ve yumuşak. * Semânın güney tarafında ve Yemenden daha iyi görülen bir yıldız adı. (Bunun için buna Süheyl-i Yemâni denir. Kuzey kutup yıldızının naziri, benzeridir.) süheyla : Yumuşak huylu kadın. suhf : Akıl ve fikrin zayıf olması. şuhh (şihh) : Bahillik. suhk : Uzak olmak. * Cehennemde bir derenin adı. * Mahrumiyet. sühl : Eşeğin göğsünden çıkan hırıltı. suhme : Karalık, siyahlık. sühme : Nasip. * Hısımlık, akrabalık, karâbet. suhnan : Sıcak, kızgın. * Sıcak gün. suhne : Kızgınlık. * Gözü yaşlı, dertli olmak. sühnun : Rüzgârın ve yağmurun evveli. suhre : Maskara, gülünç, eğlenceli. * Zoraki iş gören, ücretsiz zoraki çalışan kimse ve hayvan. ◊ (C.: Suhar) Geniş ve düz olan iki dağ aralığı. * Kırmızıya benzer renk.sühre : Seher vaktinin evveli. * Fecr-i kâzib zamanı. şühre : Zahir ve vâzıh olmak. Görünmek. Açık olmak. suhrekâr : f. Maskaralık yapan. Maskara. suhriyen : (Sıhriyya) Musahhar kılınan, hizmette çalıştırılan. * Gülünç olan. suhriyye : Maskaralık. suht : Haram mal, her nevi haram. * Yok eylemek. Gidermek. Bir şeyin kökünü kazımak mânasına saht'dan alınmıştır. ◊ Kızgınlık, gadab. (Rızânın zıddı)suhte : f. Yanmış, tutuşmuş. Yanık. * (C.: Suhtegân) Softa. Medrese talebesi. suhub : (Sehâb. C.) Bulutlar. şühub : Mütegayyer olmak, değişmek. şühüb : (Şihâb. C.) Kıvılcımlar. sühud : Uyanıklık. sühüd : Uyanıklık. şuhud : (Bak: şühud) şühud : şâhidler. * Görme, şahid olma. * Müşahede etme. * Görünecek halde şekillenme. şühudî : Keşfe ve görmeğe dair. Görünebilir olana ait ve mensub. suhuf : (Sahife. C.) Sahifeler. * Bâzı Peygamberlere gelen sahife halindeki kitap. sühuh(a) : Dökülmek. * Semiz ve besili olmak. sühuk : Kaftanın eskimesi. sühuk(e) : Şiddetli rüzgâr. Katı yel. suhulet : Kolaylık. (Bak: Sühulet) sühulet : Kolaylık. Kolaylık vasıtası. * Yavaşlık. Nâzik muamele. * Elverişli. Kullanışlı. * Paraca kolaylık. (Bak: Suhulet) sühulet-bahş : f. Kolaylık veren. Kolay kullanılan. Pratik. sühum : Demirci çekici. şuhum : (Şahm. C.) Yağlar, içyağlar. sühumet : Akrabalık, hısımlık. suhun : (Sahne. C.) Sahneler. sühunet : Sıcaklık, hararet. Hararet derecesi. ◊ Katılık, peklik.suhur : (Sahr. C.) Kayalar, büyük taşlar. sühur : Uyanık olmak. şuhur : (Bak: şühur) şühur : (şehr. C.) Aylar. 30 günlük müddetler. şühus : Yüksek olmak. * Bir yerden bir yere gitmek. * Gözünü bir yere dikip hareket ettirmeden ve kapağını açıp yummadan durmak. * Bir hâdisenin meydana gelmesinden dolayı acı çekip kararsız olmak. More…sühve : Yumuşak. Sükun, sessizlik. suk : Çarşı, pazar. Alım satım yeri. suk' : Taraf, yön. * Nahiye. suk'a : Başın ortasındaki beyazlık. suka : Çarşı adamı, esnaf. suka' : Horoz sesi, horoz ötüşü. sukab : (Sukbe. C.) Delikler. şükaf : (Bak: şikâf) şukak : Bir çeşit hayvan hastalığı. sükala' : (Sakil. C.) Ağırlar. Kabalar. Çirkinler. Sözü sohbeti çekilmeyen kimseler. sükara : (Sekren. C.) Sarhoşlar. şükara : Sütlü deve. * Sütlü koyun. sükat : Yüksek yerden düşen nesne. şükat : (şâki. C.) şikâyet edenler, şikâyetçiler. sukata : Kırıntı, döküntü, artık. sukataçin : f. Kırıntı, döküntü toplayan. Artık toplayan. sukatahâr : f. Kırıntı, artık yiyen. sukaybe : Küçük delik, delikçik. sukb : (C.: Sükub) Delmek. * Yırtmak. sukbe : (C.: Sukub - Sukab - Sukabât) Delik. sukî : Çarşı ve pazarla alâkalı. * Çarşılı, pazarlı. sükk : Meşhur bir Arap tabibin adı. * Ağzı ve dibi dar olan kuyu. şukka : Parça. Kâğıt veya kumaş parçası. * Küçük tezkere. sükkân : (Sâkin. C.) İkamet edenler, oturanlar. * Gemi kuyruğu. sükker : şeker. sükkerî : şekerden yapılma tatlı. * Şekerle alâkalı. sükl : Kadının çocuğunu kaybetmesi. sukl(e) : Böğür. * Taraf, yön. şükle : Gözün ağındaki kırmızılık. şükm : Ücret, ivaz. Cezâ. Karşılık. Amelin ücreti. sukm (sekam) : (C.: Eskâm) Zahmet, meşakkat. Hastalık, maraz. sükn : Yolun ortası. sükna : Oturacak yer. Mesken. sükne : Kuş sürüsü. * Boyna takılan heykel ve halka. Boyna vurulan demir. şükr : (Şükür) Allah'ın (C. C.) nimetlerine karşı memnunluk göstermek. Allah'a teşekkür. şükran : İyilik bilmek. Minnettarlık. Şükretme hâli. şükraniyet : Şükranlık. şukre : Sâfi kızıllık, tam ve koyu kırmızılık. şükrgüzar : f. İyilik bilen, teşekkür eden. sükte : Çocukları avutup susturmada kullanılan şey. sukub : (Sakb ve Sukb. C.) Delmeler veya delinmeler. * Bir tarafdan diğer tarafa kadar açık olan delikler. ◊ (Sukbe. C.) Delikler.sükub : (Sekub) Kendi kendine dökülen su. Suyun dökülmesi. ◊ (Sakb. C.) Delikler. ◊ Yetişmek.sukuf : (Sakf. C.) Tavanlar, ev örtüleri. * Uzun ve sarkık şeyler. * Semavat. şükuf(e) : f. Çiçek. Zühre. Tomurcuk. şükufezar : f. Çiçek bahçesi. şüküfte : f. 'Açılmış' mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-şüküfte $ : Yeni açılmış. şükuh : f. Azamet, ululuk, celal. sukuk : şeriat mahkemesince verilen ilâmlar ve onda geçen tabirler. sükuk : (Bak: Sukuk) şukuk : (Şakk. C.) Çatlaklar, yarıklar. şükuk : (şekk. C.) şekler, şüpheler. sükul (sâkil) : Evlâdı ölüp yalnız kalan kadın. sükûn : Durgunluk. Sâkin olmak. Hareketsizlik. * Dinmek, kesilmek. * Gr: Bir harfin (a,e,i,o) okunmayıp yalnız ses vermesi, harfin harekesiz olarak kendi sesi ile okunması. (Bak: Cezm) şukune : Azlık. sükûnet : Vakarlılık, ciddiyet. * Durgunluk. Rahatlık. * Hareketsizlik. sükûnetgâh : f. Dinlenme yeri. * Mc: Kabir, mezar. sükûnetperver : f. Dinlendirici, rahatlandırıcı. sükûnetyâb : f. Durgunlaşan, sükûnet bulan, duran. şükur : Hacet, ihtiyaç. * Mühim işler, umûr-u mühimme. sükuredyun : Yaban sarmısağı. sukut : Düşme. Yukardan aşağıya birden iniverme. * Değerini kaybetme. Bozulma. * Devrilme. * Mahvolma. * Ahlâk bakımından alçalma. * Büyük bir vazifeden ayrılma. * Sarkma. * Çocuğun eksik veya ölü More…sükût : Susma. Konuşmama. sükûtî : Sessizlikte olan. Çok ses çıkarmayan. Az konuşan. sukutiye : Paraşüt. sukve : Toprak kap. sukya : (Saky. den) Sulamak. sülae : Hurma yaprağının, başında olan dikeni. sülah : Necis, pis. sulahfat : (C.: Selâhif) Kaplumbağa. sülal : İshal olmak. sülale : Sıkınca parmakların arasından dışarı çıkan safi balçık. * Meni akıntısı. ◊ Soy, sop. Bir kimsenin soyu.sülam : El arkası. sülama : Parmak kemiği. * Küçük içi boş kemik. sülas : Akıl gitmek. * Delirmek. sülasa' : Salı. sülasî : Üçlü. Üçe mensub. * Gr: Harf-i aslîsi üç harf olan kelime. sülasî mezid : Esası, kelime kökü üç harften ibaret olduğu halde, başka harfler ilâvesiyle, başka masdar teşkil edilmiş olur. Aslı üç harfli masdar demektir. sülasî mezidün fih : Gr: Zaid harf almış ve kökünde üç aslî harf bulunan kelime. sülasî mücerred : Gr: Üç harfli aslî kelime kökü. sulb : Sert, katı. Taş gibi olan. * Omurga kemiği. * Sülâle, zürriyet. sulbî : Birinin sulbünden gelme. Kendi evlâdı. Kendi oğlu. sulbiye : Nesebi hâlis olan. sulbiyet : Katılık, sertlik. Taş gibi olmak. * Cisimlerin katı hâli. * Mc: Duygusuzluk. suleha : (Sâlih. C.) Salihler. Salâhiyetli, günah işlemeyen iyi insanlar. İlim ve amelde, ibâdet, taat ve takvâda terakki ve teâli eden büyük zâtlar. sülehfat : (C.: Selâhıf) Kaplumbağa. sülek : (C.: Sülekân) Keklik kuşunun erkeği. (Müe: Süleke) ◊ Cemaat, topluluk.sulfato : (Sulfata) Fr. Kinin. Sıtma hapı. sülfe : Kişinin aceleyle hazırladığı yemek. sulh : Barış. Uyuşma. * Muharebeyi terk için anlaşma. * Rahatlık. sulh-âmiz : f. Ara bulucu, barıştırıcı. sulh-nâme : f. Sulh, barış kâğıdı. sulh-perver : f. Sulhçu. Dâimâ sulh ve sükun isteyen. Harp ve çarpışmak istemeyen. Barışsever. sulhen : Sulh tarzında, barış yoluyla. Anlaşmak suretiyle. suliyy : Ateşin yanması. sulla' : (C.: Sıllâ) Enli yassı taş. * Ot bitmeyen mevzi. sullaa : Büyük, enli taş. * Ot yetişmeyen yer. süllaf : (Selef. C.) Selefler. Önce gelip geçmiş olanlar. sülle : Cemaat, topluluk, çok cemaat. * Çok para. şülle : Niyyet. * Uzak emir. süllem : Merdiven, basamak. * Derece. * Tıb: Kulağın içindeki içiçe daireler şeklinde olan boşluğun adı. sülme : Çatlak, gedik. sulsul : (C.: Salâsıl) Üveyik kuşu. sulsule : Havuz veya kap dibinde kalan su artığı. sult : (C.: Eslât) Büyük bıçak. sült : Hububattan buğdaya benzer bir tanenin adı. sulta : Baskı, otorite. sülta : Uzun ok. sültah : Düz kaypak taş. sultan : Reis. İslâm Hükümdarı. Hâkimiyet sahibi. Padişah. * Allah. (C.C.) * Kuvvet, kudret ve hâkimiyet sâhibi. * Hükümdar âilesinden olan anne, kız gibi kadınlardan her biri. * Hüccet ve delil. * More…sultan reşad : (Mi: 1844-1918) Meşrutiyet devri Osmanlı Padişahıdır. Merhametli ve halim tabiatlı olan bu dindar ve abdestsiz gezmiyen padişah, Mevlevi Tarikatına bağlı idi. Boş vakitlerini Mesnevi More…sultan selim han : (Bak: Yavuz Sultan Selim) süluc : (Selc. C.) Karlar. suluh : Sahte olmayıp geçer akçalar. Sağlam ve hakiki paralar. süluk : (Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu takib etme. Bir tarikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme. sulul : Bozulup fena kokmak. sülüs : Üçte bir. Üç parçadan biri. * Bir yazı çeşidi. sülüsan : Üçte iki. Üç kısımdan iki kısım. sülüseyn : Üç parçada iki parça, üç kısımda iki kısım. Üçte iki. sülüsî : Sülüsle, yani üçte birle ilgili. * Bir yazı sitili. sum : Sarımsak. süm : f. Dört ayaklı hayvanların tırnağı. şum : Hayırsız kişi. sum' : Pervane denilen kelebek. sum'a : İhlâssızlıktan çıkan, işitilsin ve bilinsin için yapılan iş, gizli riyakârlık. süm'a : (Bak: Sum'a) şuma : f. Siz. (Bak: Şahıs zamiri) sümak : Hâlis, sâfi. sümame : (C.: Sümâm) Bir zayıf ot. * Cem etmek, toplamak, biriktirmek. sümanat : (C.: Sümâni-Sümâniyât) Bıldırcın kuşu. şümar : f. Hesap, sayı. * Sevgi, muhabbet. ◊ f. Sayan, sayıcı. Eden, edici.şümarende : f. Sayan, hesab eden. sumari : Dübür. şümaride : f. Sayılmış, hesab edilmiş. sumat (sumt) : Susmak, sükut etmek. sume : Koyuna yapılan işaret ve nişan. sümeniyye : Puta tapanlardan bir fırka. şümhut : Uzun, tavil. sümkat : Kızıl, kırmızı, ahmer. sumluh : Kulak kiri. summ : İşitmez olanlar, sağır olanlar. Duymayanlar. sümm : Kumaş. * Şey. * Atıf harflerinden bir harf. sümmak : Türkçede 'tadım' denilen ekşi taneler. summaki : Gayet sert, değerli ve parlak olan bir taş. sümme : Sonra, ba'dehu gibi mânalara gelen bir zarftır. Bazan istiâre olarak 'vav' mânâsına da kullanılır. * Harf-i atıftır. Sonraki mânayı evvelkiyle bağlar veya tertib, mühlet More…sümmeha : Yalan ve bâtıl nesne. * Yer ile gök arası. * Her tarafa dağılıp gitmek. sümn : Sekizde bir. sumnat : f. Kilise, puthane. sümne : Kadınların şişmanlamak için kullandıkları bir ilâç. sümpare : Zımpara. sümr : Mal. sümre(t) : Esmerlik, karayağızlık. şümruh : Hurma budağı. şüms : (C.: Şümus) Vahşi erkek davar. * Bir nevi gerdanlık. sumsum : Çok katı olan. sümu : Yücelik, yükseklik. şümu' : (Şem'. C.) Mumlar. * Balmumları. sümud : Taganni eylemek. * Eğlenmek. * Kibirlenip somurtmak. * Kafa tutmak. * Sersem olmak. sumug : (Samg. C.) Zamklar. sümuh : Atın yorulduğunu bilmeden yürümesi. şümuh : Pek yüksek olmak. * Sedid. Sağlam sed. sümuhat : El açıklığı, cömertlik. sümuk : Yüce olmak, yükselmek. * Uzamak. sumul : Sertlik, kuruluk, katılık. sümul : Kaftanın eskimesi, elbisenin yıpranması. şümul : Kaplamak. İhtivâ etmek. İçine almak. * Hükmü altına almak. sümum : (Semm. C.) Zehirler, ağular. sümün : Sekizde bir. sümür : Gümüş. şümürde : f. Hesap edilmiş, hesaplanmış, sayılmış. şümus : (şems. C.) şemsler, güneşler. sumut : Susma, sükut. * Somurtma. sümut : (Simât. C.) Sofralar, yemek masaları. * Sofraya veya masaya gelmiş yemekler. ◊ (Simt. C.) Taburlar, saflar. * Diziler, sıralar. ◊ (Semt. C.) Semtler, yönler.sümüvv : Yücelik. Yükseklik. sun' : Yapmak. * Eser, yapılan iş. * Te'sir. * Güzel iş yapmak. sun'î : İnsan yapısı, uydurma, takma, sahte, yaradılıştan olmayan. sunafir : Her nesnenin hâlisi. Her şeyin iyisi ve doğrusu. sünaî : İkili. * Gr: Aslî harfi iki harf olan kelime. sunan : Koltuk kokusu. şünan : Perâkende, dağılmış. sünat (sinât) : (C.: Sünut Esnât) Sakalı olmyaan veya bir maktar çenesinde olup başka yerinde olmayan köse kimse. sünbade : f. Zımpara. sünbazih : Zımpara. sünbe : Suret. sünbük : (C.: Senâbik) At, eşek gibi tek tırnaklı hayvanların tırnağı. sünbülât : (Sünbül. C.) Sünbüller, başaklar. sünbüle : Başak. sunbur : (C: Sanâbir) Demirden veya kalaydan olan ibriğin emziği. * Havuzun çevresine yapılan lüle ve oluk. sündüs : Sırmadan kabartma deseni. Eski bir çeşit ipekli kumaş. Parlak renkli, çiçekli, işlemeli, nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaş. Altun veya gümüş tellerle işlemeli ve nakışlı olarak dokunmuş More…sündüs-misal : f. Sündüsten yapılmış gibi. sündüsî : Sündüsten yapılmış. sünen : Sünnetler. * Ehl-i hadis ıstılahında: Ahkâm hadislerine Sünen tâbir edilir. (Bak: Kütüb-ü sitte, Sünnet) sünepe : Miskin, mıymıntı. Üstü başı kirli, pis. şünhub(e) : (C.: Şenâhıb) Dağbaşı. sünnet : Kanun, yol, âdet. * Siret-i hasene. * Ist: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözü, emri, hal ve takriri. ◊ Göbekle kasık arası. * Atın bileğinin ardındaki uzunca kıllar. More…sünnetullah : İlâhî kanunlar. * Kanun, âdet. (Bak: Âdetullah) sünnî : Sünnet ehlinden olan kimse. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) izinden giden, bütün düsturlarını Şeriat-ı İslâmiyeden alan, Ehl-i Sünnet denen ve Fırka-i Nâciye ismiyle More…şünşün : Zeyrek ve akıllı genç yiğit. şüntür : (C.: şenâtir) Parmak. sunuat : Yapılanlar. San'atlı yapılan şeyler. sünud : Dayanmak, güvenmek, itimad. şünue : Uzak olmak. Irak olmak. sunuf : (Sınıf. C.) Sınıflar. * Dereceler, mertebeler. * Nikablar, yaşmaklar. * Soylar, neviler. sünuh : (C.: Sünuhat) Çok düşünmeden akla ve kalbe gelen mânâ. * Zuhur etmek. Vaki olmak. * Sözü kinâye ve târiz ile söylemek. * Kolay olmak. * Birini güçlüğe düşürmek. ◊ Sâbit olma. More…sünuh (senâha) : Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek. sünuhat : (Sünuh. C.) Kalbe gelen mânalar, doğuşlar. (Bak: Sâniha) sünun : (Sene. C.) Seneler, yıllar. sünya : İstisnadan bir isim. sünyan : (C.: Süniyye) Ednâ, alçak, rezil, kepâze. şünzuve : (C.: Şenazi) Dağ kenarı. süpare : (Bak: Sipare) suples : Fr. Yumuşaklık, esneklik. süpürde : f. Ismarlanmış, sipariş olunmuş. * Bırakılmış, verilmiş. şüpüş : f. Bit. sur : (Suret. C.) Kıyamet günü İsrafil Aleyhisselâm'ın çalacağı boru. Buna Sur-u İsrafil de denir. * Boynuzdan yapılan düdük. ◊ Bir şehri kuşatan yüksekçe kale duvarı. Yüksek More…şur : f. Tuzlu, kekremsi. * şamata, gürültü. sur'a : Bahadırlık, kahramanlık. * Güreşçilik. sür'a : Evmek, acele etmek. sür'at : Çabukluk. Hız. sür'aten : Sür'atle, hemen, derhal, çabuk. sür'ub : Gelincik adı verilen hayvan. sür'uf : Yumuşak, hafif. şur-baht : f. Bahtsız, talihsiz. şur-efgen : f. Karma karışık yapan, kargaşalık çıkaran. şur-engiz : f. Gürültü çıkaran, şamata yapan. sur-na(y) : f. Zurna. sur-naî : f. Zurnacı. sur-name : (Suriye) f. Edb: Düğün, ziyafet, şenlik gibi halleri tasvir için yazılan yazılar. süra : Gece seyri. şura : Konuşma yeri, istişare meclisi. Büyüklerin istişare için toplanma yeri. * Meşveret için toplantı. * Meşveret etme. şura suresi : Kur'an-ı Kerim'in 42. suresi olup, 'Hâ mim ayn sin kaf' Suresi de denir. suraa : Pehlivan ve bahadır kimse. şurab (şurâbe) : f. Kirli ve acı su. * Mc: Gözyaşı. şürabiye : f. Bir şeye bakmak için boyun uzatmak. süradik : (Serâdik) Saray perdesi. Padişaha mahsus sarayın veya çadırın perdeleri. sürag : f. İz, işaret, eser. surah : Bir tavus kuşu ismi. * Kapının gıcırdaması. * Ses. * İnlemek. ◊ f. Delik. Gedik.surahi : Su şişesi, sürahi. suram : Zillet ve hastalık. * Emzikten son çıkan süt. sürat : Her nesnenin üstü ve ortası. sürb : f. Kurşun, kalay. Kurşun ve kalay karışımı. şürb : İçme. İçilme. sürbe : (C.: Süreb - Sürüb) Güruh, cemaat. * Yığın, küme. * Sürü. * Gidecek yer. sürcuce : Tabiat. * Tarikat. sürdah : (C.: Serâdih) Semiz etli dişi deve. * Ufak otlar yetişen yumuşak yer. sürdak : (C: Sürâdikat) Kapıya asılan perde ve çardak. * Çadır. Bezden olan ev. sürde : Ekmeği yağla ıslamak. sure : Kur'an-ı Kerim'in 114 bölümünden her biri. * Derece. * Duracak yer. Menzilet. * Şeref ve şan. * Güzel inşa edilmiş bina. Sur. * Refi'. * Alâmet, nişan. şure : f. Çorak, tuzlu, verimsiz toprak. ◊ Heyet.şürebe : Çok içen. Çok içici olan. sured : (C.: Surdân) Göçgen adı verilen küçük kuş. * Davar arkasında yanırdan olan beyazlık. şüref : (şerefe ve şürfe. C.) şerefeler. şürefa : (Şerif. C.) Şerifler. Hazret-i Hüseyin Radıyallahü Anh vasıtasiyle Peygamberimiz (A.S.M.) soyundan gelenler. * Şerefliler. Allah (C.C.) yolunda sabır ve sebat ile devam eden temiz insanlar. More…süreha' : (Sarih. C.) Saf ırklar. şüreka : (şerik. C.) şerikler, ortaklar. surencan : Şekil ve kabuğu kestaneye benzeyen bir ot kökü. suret : (C.: Sur - Suver) Biçim, görünüş. * Kılık. Tarz. * Yol. Gidiş. Hal. * Tasvir. Dıştan görünen şekil. * Çare. suretâ : Görünüşte. Zâhiren. suretbend : f. Tasvir yapan. Resimci. sureten : Suret itibariyle, suret olarak, görünüşte. Sanki. suretger : f. Suret yapan, resim çizen, ressam. suretperest : f. Görünüşe, surete çok kıymet veren. Esasa kıymet vermeyen. * Resimleri çok seven ve meftun olan. (Bak: Sanem-perest) suretpezir : f. Meydana çıkan, hâsıl olan, şekillenen. suretyâb : f. şekil bulan, suretlenen, meydana gelen. süreycî : Bir demirci adı. (İyi kılıçları ona nisbet edip 'süreycî' derler.) süreyya : 'Ülker (Pervin) yıldızı. Yedi (veya altı) yıldızlardır ki; ikişer ikişer karşılıklı dururlar ve Ayın geçtiği yerlere yakın görünürler. Gerdanlığa benzemesinden Felekiyâtta 'Ikd-ı More…şurezar : Çorak yerler, verimsiz araziler. sürfe : f. Öksürük. sürh : Kırmızı, kızıl, ahmer. * Kırmızı mürekkeb. ◊ Seri nesne.sürh-âb : f. Kırmızı su. * Mc: Kan veya şarap. sürha : Su yolu. sürhî : Kırmızılık, kızıllık. sürhub : Uzun, tavil. surî : Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî. şuride : f. Perişan, karışık. * Tutkun, âşık, meftun. şuridegî : f. Karışıklık, perişanlık. * Tutkunluk, düşkünlük. şuriş : f. Karışıklık, kargaşalık. şuristan : Çorak yerler. süriyye : (C.: Serâri) Cariye, odalık. sürm : (C.: Esrem) Necisin çıktığı yer. ◊ Ön dişlerin dökülmesi.sürmüle : Tilkinin dişisi. * Sırtlanın dişisi. * Bir erkek ismi. surna-pa : f. Zürafa. sürpriz : Fr. Beklenilmeyen bir anda meydana gelen ve şaşırtarak insanı sevindiren veya üzen hâdise. Umulmadık şey. sürr : Yeni doğmuş çocuğun kesilmiş göbeği. şürr : Ayıp. * Yayıp döşemek. * Kurutmak için güneşe sermek. surrad : Yağmuru olmayan ince bulut. sürrak : (Sârik. C.) Hırsızlar, sârikler. surre : (C.: Surer) Para kesesi, para çıkını. * Hac zamanında İslâm Devletinin pâdişahı tarafından fakir ve muhtaçlara dağıtılması için Mekke ve Medineye her yıl gönderilen para ve sâir şeyler. sürre : (C.: Sürer - Sürrât) Göbek. sürrî : Göbekle alâkalı. Göbeğe ait. sürriyye : Sahibi tarafından başka yerde oturtulan cariye. şürruf : Ters ve balçık taşımada kullanılan ve tezkere denilen âlet. şürse : Papuç. Nâlin. Ayakkabı. şürsuf : (C.: Şerasif) İyeği kemiğinin yumuşak kısmı. sursur : Büyük kuvvetli deve. sürsur : Âlim ve akıllı kişi. şürşur : Yund kuşu dedikleri kuş. şurta : (Yelkenliye) uygun rüzgâr. * Önde gidip düşmanla savaşan asker. * Polis, jandarma. şürta : (C.: Şurat-Şuratâ) Malı mülkü ile tanınan meşhur bir kimse. * Askerin önünde yürüyüp düşman ile evvel cenk eden taife. Öncü kuvvet. sürtüm : Kap içinde kalan yemek artığı. sürü : Tar: Devşirme suretiyle alınan Hristiyan çocuklarının yüzer, yüzellişer, ikiyüzer veya daha fazla kişilik kafileler halinde sevkedilmeleri. Sürü adı verilen bu kafileler, sürücülerle More…şuru' : Başlama. Mübaşeret etme. şüru' : Başlamak. (Bak: şuru') sürub : (Serb. C.) İçyağları. * Çekiştirmeler, azarlamalar. ◊ Taşraya gitmek.süruc : (Serc. C.) Eyerler, at takımları. surud : Soğuk yer. sürud : f. Terennüm. Şarkı, türkü. suruf : (Sarf. C.) Dilbilgisi kitapları, gramerler. suruh : (Sarh. C.) Köşkler, yüksek binalar. şüruh : (Şerh. C.) Şerhler, açıklamalar. şüruk : Tulu' etmek, doğmak. sürun : Kalça başı. sürur : (Serir. C.) Tahtlar. Yatacak yerler. ◊ Sevinç. Neş'eli olmak.şürur : (şerr. C.) şerler. Kötülükler. süruş : (C.: Süruşân) f. Melek. * Cebrâil (A.S.) şurut : (Şart. C.) Şartlar. Bir şeyde bulunması lâzım gelen esaslar, temeller. şürut : (Bak: şurut) süryanî : Eski Suriye halkından. Sâmilerin Aramî kolundan ve garb kısmından olan ve bunların dininden olan. sürye : Gece seyri. * Ulaşmak, varmak. sus : Huy, tabiat, tıynet. * Buğday ve arpa biti. Hububata düşen kurt. Güve. * Miyan kökü. ◊ Yemeği yalnız başına yiyen kötü insan.şus : Pak etmek, temizlemek. şüs : f. Akciğer. şüş : f. Karaciğer. susen : f. Susam. susmar : f. Kertenkele denen küçük bir hayvan. Keler. süst : f. Gevşek, tembel, sölpük. şüst : f. Yıkama. şüste : f. Yıkanmış. süstî : f. Gevşeklik, uyuşukluk, tembellik. şüsu' : Uzak olma. * Ayakkabıya kayış tasma takma. şüsub : Atın ince ve zayıf olması. * Şiddet. şusy : Ölünün şişip el ve ayağının sertleşmesi. sut : (C.: Suvâ-Esvâ) Yolda ve sahrada işaret için dikilen taş. süta' : Nezle. sütahî : Oturak yeri büyük olan kişi. şutbe : (C.: Şütab) Kılıcın yüzünde yapılan yol. sütre : Perde. Örtü. Perdelenecek şey. * Namaz kılarken kıble cihetinde duvar ve sâir olmadığından, önden geçenlerin namaza zarar vermemeleri için, ön tarafa dikilen şey. (En az altmış cm. More…şuttar : Pazu hareketi. sutu' : Yükselme, yukarı çıkma. * Belli olma. (Toz, koku v.b) yayılma. sütu' : Zâhir olmak, görünmek. * Yükselmek, yüksek olmak. sütude : (C.: Sütudegân) f. Övülmüş, medhedilmiş. * Övülüp medhedilmeğe değer. sütuh : f. Yorgun, bezgin. * Sıkıntılı, kederli. * Beceriksiz. şütum : (şetm. C.) Küfürler, sövmeler. sütun : f. Direk, amud, rükün. Silindir biçiminde destek. * Gazete veya kitap sahifelerinde yukarıdan aşağıya olan bölünmüş kısımlardan herbiri. Kolon. sutur : (Satır. C.) Satırlar, yazı dizileri. sütur : (Sitr. C.) Örtüler. Perdeler. ◊ f. Binek ve yük hayvanı. ◊ (Bak: Sutur)şutur : Irak, uzak, baid. * Bir memesi birisinden uzun olan koyun. * İki emziği kurumuş olan deve. ◊ Irak, uzak, baid.şütür : f. Deve. şütür gürbe : 'f. 'Deve ile kedi' : İyilik fenalık; münasebetsiz, karışık; iyi ile kötü.' süturbân : f. Hayvana bakan. Seyis. şütürbân : f. Deveci. Deve çobanı. şütürbâr : f. Bir deve yükü kadar olan ağırlık. süturdân : f. Ahır. sütürde : f. Tıraş edilmiş. Yontulmuş. şütürdil : f. Deve huylu, kinci, inatçı. sütüre : f. Ustura. sütürg : f. Büyük, iri, muazzam. şütürgâv : f. Zürafa. şütürleb : f. Deve dudaklı. Dudağı deve dudağı gibi sarkık olan kimse. şütürmürg : f. Devekuşu. şütürpâ : f. Deve ayaklı. * Kekik otu. sütut : Zulmet, karanlık. * İnsanlara zahmet verenler. şutut : (şatt. C.) Büyük nehirler. şuub : (şa'b. C.) Cemaatler. Taifeler. Kabileler. şuubat : (şu'be. C.) Şubeler, kısımlar, bölümler. suubet : Zorluk, güçlük. şüubiyye : Arabiyi acemden faziletli saymayan bir taife. suud : Yükselmek. Yukarı çıkmak. Derece artmak. ◊ Mübarek. * Mübarek sayılan yıldızlar.suude : İyi addetmek. Mübarek saymak. şuun : (Şe'n. C.) İşler, fiiller. Havadis. şüun : (Bak: şuun) şuunat : Şuunlar. Keyfiyetler, haller. * Emirler. Kasıtlar. Talepler. şüunât : (Bak: şuunât) suur : (Sivâr. C.) Bilezikler. şuur : Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak. * Kendi varlığından haberi olma. * Bir şeyi hoşça tanıma. * İnceliklerini iyice idrak etme. * (Şa'r. C.) Kıllar. suut : Enfiye. suva' : Sa' denilen ve ahkâm-ı İslâmiyede muteber olan ölçek. * Su içmek için kullanılan taş. Maşraba. süva' : Geceden bir parça. * Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin taptıkları put. suvab : (C.: Su'bân) Bit sirkesi. süvaf : Fena, helâk, mahvolma. * Hayvanların ölümü. suvan (sivân) : (C.: Esvine) Kaftan ve giyecek eşya koyup saklanılan yer veya kap. suvar : (Bak: Süvar) süvar : f. Ata binmiş. Binici. süvar olmak : Ata binmek. Yola çıkmak. süvarî : Atlı asker, atlı. * Gemi kaptanı. şüvaye : Büyük nesnelerin küçüğü. * Kıt'a. şuvaz : Kızgın, ateşli maden. Kızgın ateş. * Susama. şüvaz : (Bak: şuvaz) süvba' : Gittikten sonra yine dönmek. suver : Boynuz. * (Suret. C.) Suretler. süver : (Sure. C.) Sureler. suveyda : (Bak: Süveyda) süveyda : Siyahlık. süveyş : Akdeniz'le Kızıl Deniz'i birbirine bağlayan büyük kanal. şuveyy : Yavaş. süvre : (C.: Sivere-Sire) Dişi sığır. süvüm : f. Üçüncü. suvvam : (Sâim. C.) Oruç tutanlar. suy : f. Cihet, yön, taraf. ◊ Kurumak.şuy : f. Koca, eş, zevc. şuyide : f. Yıkanmış. süyu' : Suyun akması. şüyu' : Herkes tarafından duyulmuş, öğrenilmiş. * Yayılma, şayi' olma. suyuf : (Sayf. C.) Yaz mevsimleri. süyuf : (Seyf. C.) Kılıçlar. süyuh : (Seyh. C.) Akarsular, nehirler, ırmaklar. * Çizgili elbiseler. şüyuh : (Şeyh. C.) Şeyhler. İhtiyarlar. süyul : (Seyl. C.) Seller. süyum : Emin, mahfuz. süyutî : (Bak: Celaleddin-i Süyutî) suz : f. (Suhten: Yanmak mastarından) 'Yakan, yakıcı, yanmak, tutuşmak' mânâlarına gelerek mürekkeb kelimeler yapar. ◊ f. Yanma, tutuşma. Ateş. Sıcaklık.şüzam : Tuz. * Akrep ve arı dikeni. suzan : f. Yakan, yakıcı. Ateşli. suzen : f. İğne. suzende : f. Yakan. Yakıcı. suzenger : f. İğne yapan, iğneci. suzer : (C.: Suzerât) Necis, pis, murdar. suzî : f. Yanma ile, tutuşma ile ilgili. suziş : f. Yakma. Yanma. * Dokunma, te'sir etme, etki yapma. * Büyük acı. Yürek yanması. şüzub : Davarın ince belli olması. şüzur : (Şezre. C.) Süs eşyası olarak kullanılan altun veya inci gibi şeyler. * İşlenmemiş madenin içinden toplanan altın parçaları. şüzuz : (Şâzz. dan) Kaide ve kanun dışı kalmak. Yalnız kalmak. * Karşı olmak, muhalif olmak. şüzzaz : Müteferrik, perâkende, parçalanmış, dağılmış. * Az olan cemaat. Kabilenin haricinde kalan.