Çerezler, içeriği ve reklamları kişiselleştirmek, sosyal medya özellikleri sağlamak ve trafiğimizi analiz etmek için kullanılmaktadır. “Kabul Et” seçeneği ile tüm çerezleri kabul edebilirsiniz veya “Çerez Ayarları” seçeneği ile ayarları düzenleyebilirsiniz.Çerez Politikası

14 Eylül 2024
10 Rebiü'l-Evvel 1446
halveti
MENÜ
SOHBETLER HAZRET-İ MUHAMMED'IN
(S.A.V) HAYATI
SEVGİLİ PEYGAMBERİM KUR'AN-I KERİM İLMİHAL İSLAM VE TOPLUM 40 HADİS HADİS-İ ŞERİFLER OSMANLICA SÖZLÜK RÜYA TABİRLERİ BEBEK İSİMLERİ ABDÜLKADİR BİLGİLİ
(SEBATİ) DİVANI
NİYAZİ MISRİ DİVANI HİKMETLİ SÖZLER KUR'AN-I KERİM ÖĞRENİYORUM KUR'AN-I KERİM (SESLİ ve YAZILI) SESLİ ARŞİV İLAHİLER KVKK ve GİZLİLİK POLİTİKASI
İSLAM ve TASAVVUF
TASAVVUFUN TARİFLERİ TASAVVUFUN DOĞUŞU TASAVVUFUN ANADOLU'YA GİRİŞİ HALVETİLİĞİN TARİHİ HALVETİLİĞİN TARİHİ GELİŞİMİ HALVETİLİĞİN TÜRK TOPLUMUNDAKİ YERİ HALVETİYYE SİLSİLESİ PİRLERİMİZİN HAYATLARI MEHMET ALİ İŞTİP (VAHDETİ) ABDÜLKADİR BİLGİLİ (SEBATİ) İBRAHİM GÜLMEZ(KANÂATÎ)
EHLİ - BEYT
EHL-İ BEYT KİMDİR? EHL-İ BEYTİ SEVMEK
RESÛLULLAH'I SEVMEKTİR
EHL-İ BEYT EMANETİ RESÛLULLAH'TIR EHL-İ BEYTİN HALİ NUH'UN GEMİSİ GİBİDİR EHL-İ BEYT OLMAK HEM NESEBİ HEMDE MEZHEBİDİR
ONİKİ İMAMLAR
HZ. İMAM ALİ K.A.V RA HZ. İMAM HASAN-I (MÜCTEBA) HZ. İMAM HÜSEYİN-İ (KERBELA) HZ. İMAM ZEYNEL ABİDİN HZ. İMAM MUHAMMED BAKIR HZ. İMAM CAFER-İ SADIK HZ. İMAM MUSA-İ KAZIM HZ. İMAM ALİYYUL RIZA HZ. İMAM MUHAMMED CEVAD (TAKİ) HZ. İMAM ALİ HADİ (NAKİ) HZ. İMAM HASAN’UL ASKERİ HZ. İMAM MUHAMMED MEHDİ






OSMANLICA SÖZLÜK


A B C D E F G H I J K L M N O P R S T U V Y Z

  • k : Osmanlı alfabesinin yirmidördüncü harfi olan kaf ile, yirmibeşinci harfi olan kef harfini karşılar.
  • ka' : (C.: Akva') Düz yer.
  • ka'b : (Ölm: Hi: 32) Yahudi âlimlerinden olup İsrailiyatı İslâmiyet'e en çok aktaranlardan biridir. Hz. Ebubekir devrinde Müslüman olmuştur. Sa'lebi ve Kisai gibi İslâm tarihçileri ondan More…
  • ka'berî : Ailesine, arkadaşına, yoldaşına, kabilesine ve halkına katılık eden, kötü ahlâklı kişi.
  • kâ'beteyn : İki Kâbe. Mekke-i Mükerreme'deki Kâbe-i Muazzama ile, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ.
  • ka'd : Çuval.
  • ka'de : Bir defa oturuş. Oturma. * Ist: Namazdaki bir defa oturuş. Teşehhüd için, Ettahiyyâtü duâsını okumak maksadı ile olan oturuş. Birinci oturuşa Ka'de-i ulâ, ikinciye de Ka'de-i âhire More…
  • ka'del : Yağhane sepeti.
  • ka'f : (C.: Kıâf) Ayağı sert olarak basmak. * Ayak ile toprağı yerinden koparıp küremek. * Kap içindeki suyun tamamını içmek. * Koparmak.
  • ka'k : Kuru ekmek. Peksimet.
  • ka'ka : Kuru, yâbis. Meşakkatli yol. * Yemame'den Kûfe'ye giden geniş yol.
  • ka'ka' : Korkak, zayıf kişi.
  • ka'kaa : Silâh çatırtısı. Kılınç veya süngü gibi silâhların birbirine çarpmasından çıkan ses.
  • ka'kea : Men'etmek, engel olmak. * Hapsetmek.
  • ka'm : (C.: Kiâm) Devenin ağzını bağladıkları şey. * İçinde silah saklanan kap. * Bağlamak. * Öpmek.
  • ka'r : Derinlik. Dip. Her şeyin dibi. Nihâyet. * Yemeği dipten yemek. * Çalmak. koparmak. ◊ Karnı yemekten dolmak. * Arkası yağlı olmak.
  • ka's : (C: Kiâs) Parmak kemiği. ◊ Çirkin kokulu toprak. ◊ Ölüm, mevt.
  • ka'ş : (C.: Kuuş) Ağacın başını çekip eğmek. * Cem etmek, toplamak. * Kadınların bindiği merkep.
  • ka'sa : Devamlı olarak yerinde sabit olan kadın. * Arkası içerisine girdiğinden arkasını yere koyamayan kadın.
  • ka'seb : Büyük karınlı, kalın.
  • ka'sele : Yürürken bir ayağını yere sürüyüp tozutmak.
  • ka'sere (ka'serâ) : Yoğun, sağlam, kalın, katı.
  • ka't : Kısa boylu kimse.
  • ka'va' : İncikleri ince olan kadın.
  • ka've : Evin ortası.
  • ka'z : Keçi ve sığırın, ağacın başını çekip kendine eğmesi.
  • kaa : Ev avlusu.
  • kaa' : Acı su.
  • kaaki' : Birbiri ardınca meydana gelen gök gürlemesi.
  • kaan : Hükümdar, hâkan.
  • kaaret : Derinlik.
  • kaas : Boynu göğüse girmek.
  • kaat : Gadap, hiddet, öfke. * Darlık. * Yaşlı koyun. * Davar memesi. * Bağırma ve çığlık şiddeti.
  • kab : Çok eski devir silâhlarından olan yayın kabzası (tutacak yeri) ile köşesi arasındaki mesafe, her 'yay' da 'iki kab' olan miktar.
  • kab' : Seyahat edip gezmek. * Nefesi tutulmak. * Atın burnu içinden çıkan hırıltı.
  • kaba' : (C.: Akbiye) Üste giyilen elbise. Kaftan, cübbe.
  • kaba'ser : (C.: Kabâis) Büyük, kuvvetli, sağlam. Zayıf deve yavrusu. * Deniz canavarlarından bir canavar.
  • kabaçe : f. Entari. Hafif giyecek.
  • kabadayi : Mc: Cesur, kahraman, cengâver. Eskiden kabadayılar ağırbaşlı, fenalıktan kaçınır, iyiliği sever insanlar oldukları için muhitlerinde hürmet görürlerdi. (O.T.D.S.) * Kimseden korkmaz More…
  • kabahat : Kusur, çirkin iş, tekdir edilmeğe müstehak hareket.
  • kabahât : (Kabahat. C.) Kusurlar, kabahatler. Suçlar, çirkin hareketler.
  • kabaih : (Kabayih) (Kabiha. C.) Kabahatlar. Çirkin işler, kabih haller.
  • kabail : (Kabile. C.) Kabileler. Bir soydan türemiş cemaatler, silsileler.
  • kabakulak : Tıb: Daha ziyade tükrük bezlerini şişiren bulaşıcı ve ateşli bir hastalık.
  • kabale : Kadı'nın (hâkimin) verdiği hüccet. * Toptan, götürü ile yapılan satış. * Yahudilerin kendi cemaatlarına verdikleri vergi.
  • kabas : Ciğer hastalığı. * Yüksek ve kalın. * Hafiflik. * Neşat, sevinç.
  • kabatî : (Kıbtî. C.) Çingeneler.
  • kabaza : Hız. Sür'at.
  • kabb : İnce belli olmak. * Gönlün eğlendiği gönül eğlencesi. * Makara ortasındaki ağaç.
  • kabba : İnce belli, zayıf kadın. (Müz : Akbeb)
  • kabban : Büyük terazi, baskül.
  • kâbbe : Hüzünden ve gamdan dolayı, hali kötü ve kalbi kırık olmak.
  • kabbe : Yağmur damlası. * Gök gürlemesi.
  • kabce : (C.: Kubec-Kibâc) Keklik kuşu.
  • kabe : Usanmak, bıkmak. * Kırılmak. ◊ Yumurta.
  • kabele : (C.: Kıbel) Göz boncuğu.
  • kabes : Ateş parçası. * Ateş şulesi. * Öğretmek. * Öğrenmek.
  • kabet : Kederli ve ıztırablı olma.
  • kâbi' : Dolu kap.
  • kabia : Kılıç kabzasının başında olan gümüş veya demir.
  • kabih : (Kabiha) Çirkin, fena, kötü, yakışıksız, ayıp.
  • kabiha : (C.: Kabâih) Çirkin davranış, ayıp iş. Fena muamele.
  • kabil : Gibi, türlü, biraz evvel, az önce. Aşikâr. İleri gelen. Kabul eden. * Sınıf, nevi, soy. * Kefil. * Birbirine muhalif kavimden üç beş kişi. ◊ Kabul eden. Olabilir, istidatlı, More…
  • kabile : Birlikte yaşayan, konup göçen, bir sülâleden türemiş insanlar. Bir reisin idaresi altında bulunan ve ekserisi aynı soydan gelen insanlar. ◊ Kadın ebe. * Kabul edici. * Ses More…
  • kabiliyet : Dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü. * İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete mâlik olmak, olabilirlilik.
  • kabin : f. Güveğinin geline verdiği ağırlık, eşya, para.
  • kabina siğmamak : t. Sabırsızlık, acelecilik. * Şişmanlamak.
  • kabine : Fr. Vekiller hey'eti. Bakanlar kurulu. * Küçük oda. * Doktorun muâyene yeri.
  • kabir : Büyük, ulu. ◊ (Bak: Kabr)
  • kabis : Yusuf Aleyhisselâm'ın rüyasında gördüğü yıldızlardan birisi. ◊ Hızlı giden at. Süratli at.
  • kabisa : Parmak ucuyla yenen şey.
  • kâbise : Ucu üstüne eğri ve kıvrık olan burun.
  • kabise : Üveyik kuşu.
  • kabiz : Kabzeden, tutan.
  • kabkab : Karın, batn.
  • kabkaba : Haykırma, kükreme. (Deve ve arslan hakkında kullanılan bir tâbirdir.)
  • kabl : Önce. Evvel. İleride. Evvelki.
  • kablî : İlke ve önceliğe âit. Hiçbir tecrübeye dayanmadan. Yalnız akıl ile.
  • kablo : Fr. : Telgraf, telefon hatlarında veya elektrik akımı iletmede kullanılan izole edilmiş tellerin bütünü.
  • kabotaj : Fr. Bir ülkenin kendi limanları arasında gemi işletme işi.
  • kabr : (Kabir) Mezar. Merkad. Ölünün toprağa gömüldüğü yer. (Bak: Âlem-i berzah)
  • kabristan : f. Mezarlık.
  • kabs : Her şeyin esası, aslı. * Tâlim etmek. ◊ Parmak ucuyla yemek.
  • kabsa : Başı büyük ve sivri olan kadın.
  • kabt : El ile bir şey toplamak.
  • kabtarî : Yünden dokunan bir elbise.
  • kâbuk : f. Yuva. Kuş yuvası.
  • kabuk : Bir şeyin dışındaki sert örtü, kışır. * Bazı hayvanların katı mahfazaları.
  • kâbul : Avcıların kemendi.
  • kabul : Bir malı satın almak için kabul ettiğini bildiren sözdür. (Bak: İcab)
  • kabulgâh : f. Kabul yeri.
  • kaburga : Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü. * Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına More…
  • kabus : Uykuda ağırlık basması. Korkulu ve insanda hareket bırakmayan rüya. Karabasan.
  • kabz : Tutmak. Ele almak. Kavramak. Almak. * Tahsil etmek. Teslim almak. * Amelde zorluk çekmek. * Kuşun süratle uçması. * Mülk.
  • kabz u bast : Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık. * Birini diğeri üzerine tercih etme. * Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek. * Beyan ve ifâde etmek. * Uzun More…
  • kabza : Kılınç gibi şeylerin tutacak yeri. Sap. * El, pençe. * Bir tutam, bir avuç şey.
  • kabzimal : Meyve ve sebze yetiştiricileriyle, satıcı arasındaki aracı.
  • kâc : f. Küçük bir çeşit çam.
  • kâd : Mahzun olma, hüzünlü ve kederli olma. ◊ f. Hırs, tamahkârlık.
  • kad : Gr : İsmiyye veya harfiyye olan bir kelimedir. İsmiyye olduğunda iki vecihle kullanılır. yerine muzari olur. Yetişir, kifayet eder mânasınadır. Yahut kelimesine müradif isim olur. Harfiyye More…
  • kad' : Men etmek, engel olmak.
  • kadah : Çömlek içinde pişen yemeğin kokusu. ◊ Küçük toprak çanak.
  • kadana : Forsaların ayağına vurulan zincir.
  • kadastro : Fr. Bir ülkedeki arazi ve mülklerin alanını, sınırlarını ve yerini belirtip plânlama işi.
  • kadd : Boy, bos.
  • kadd ü kamet : Boy bos.
  • kadd-i bâlâ : f. Yüksek, uzun boy.
  • kadd-i bülend : f. Uzun, yüksek boy.
  • kadda' : şiddetli.
  • kaddah : Kadeh yapan. Kadeh yapıcı. * Zemmeden. Gıybet eden. Hicveden, yeren.
  • kaddahe : Çakmak taşı.
  • kaddesallah : Allah mübarek ve mukaddes eylesin.
  • kaddese : Takdis etti, takdis eder, takdis etsin, mutlu olsun.
  • kade : Gr: Yardımcı fiillerdendir. Cümlede ifade edilen hükmün yaklaştığını bildirmek için söylenir. Mübtedâ ile haberin başına gelerek, birincisini isim adı ile merfu' kılar, haberini de More…
  • kadem : Ayak. Adım. Metrenin üçte biri kadar olan uzunluk. Oniki parmak uzunluğu, yarım arşın. * Uğur.
  • kadem-bus : f. Ayak öpen.
  • kademe : Derece, sıra. * Merdiven basamağı.
  • kademe kademe : Basamak basamak, derece derece.
  • kademî : Ayakla alâkalı. Ayağa mensub.
  • kademiyye : Ayak bastı parası. * Eskiden hükûmete ait bir davetiye veya emri tebliğ etmek için gönderilen memura, masrafları karşılığı olarak verilen ücret.
  • kademkeş : f. Ayağını çeken. Yanaşmayan, gitmeyen.
  • kademnih : f. Ayak basıcı.
  • kademnihade : f. Gelmiş, ayak basmış olan.
  • kademran : f. Adım atan, ilerliyen.
  • kademrence : f. Lütfen kabul, tenezzül.
  • kader : Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî. * Ezelî More…
  • kaderî : Kader ile alâkalı. Kader, tali' nev'inden olan.
  • kaderiye : Kul, kendi yaptıklarının halıkıdır deyip ifrat ederek Hak mezhebinden ayrılan bir dalâlet fırkası. (Bak: mu'tezile)
  • kadh : Zemmetme, çekiştirme. Bir kimsenin ayıb ve kusurlarını söyleyerek gıybet etme. * Men'etmek, engel olmak. * Çakmak taşını çakmak. * Bir kimsenin işine halel vermek.
  • kadî : Hâkim. Peygamber (A.S.M.) nâmına suçluyu ve suçsuzu ayırıp şeriatla hükmeden hâkim. * Kaza eden.
  • kadî naibi : Kadıların (hâkimlerin), gitmedikleri yerlere gönderdikleri vekiller.
  • kadîb : (C.: Kıdbân) İnce ve düz fidan, dal veya çubuk. * Erkeklik âleti.
  • kadîd : Kurutulmuş et. * Pek zayıf, kuru ve çelimsiz insan. * Etleri dökülmüş olup yalnız kemikten ibaret olan gövde. İskelet.
  • kadîh : Tencere dibinde arta kalan.
  • kadih(a) : (Kadh. dan) Bir kimse hakkında kötü söz söyleyen. Zemmedici, çekiştirici, kötüleyici.
  • kadim : (A, uzun okunur) Ayak basan. Ulaşan. Varan. * Azanın mukaddemesi olan insanın başı.
  • kadîm : Eski zaman. * Başlangıcı olmayan. Uzun zamandan beri var olan. * Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet.
  • kadim(a) : Kemirici hayvan.
  • kadime : Ordunun ileri karakolu. * Kuşun kanadının ön tarafındaki uzun tüyleri.
  • kadîmen : Eskiden beri. Kadim olarak.
  • kadîmî : Eskiden beri var olan. Eski.
  • kadir : Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret sâhibi ve herşeye kudreti yeten. (Allah C.C.)
  • kadîr : Mukaddir. Muktedir. Kudreti mutlak olan ve her hususa muktedir olan. Nihayetsiz kudret sahibi.
  • kadir alayi : Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim.
  • kadir gecesi : (Bak: Leyle-i Kadir)
  • kadir-endaz : f. İyi ok atan ve attığı her oku hedefe isâbet ettiren kimse.
  • kadir-şinas : f. Kıymet ve değerden anlayan. Değerli kimseleri tanıyabilen.
  • kadirdan : f. Kadirbilir. Değerbilir.
  • kadirga : Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan harp gemilerinden biri. Kürek ve yelkenle kullanılırdı. Kadırgalar 25 oturaklı idi ve her küreği dörder adam tarafından çekilirdi. (O.T.D.S.) More…
  • kadirî : Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinin yolunda olan, onun tarikatına mensub. olan. (Bak: Geylanî)
  • kâdiye : Soğuk. * Afet, belâ.
  • kadiye : Azlık. Az cemaat.
  • kadiz : Hep olduğu yerde kalan büyük fıçı.
  • kadkeşide : f. Boy atmış, uzamış. Boyu uzamış.
  • kadr : İtibar. Değer, kıymet. Haysiyet. Derece miktarı. Miktar. Meblağ. Takat. Takdir, rızkı taksim eylemek. Gına.
  • kadr suresi : Kur'an-ı Kerim'de 97. sure olup İnna Enzelna diye de söylenir.
  • kadro : ing. Bir işin yürütülebilmesi için icab eden bir cinsten şeylerin, bilhassa insanların tamamı veya bütünü.
  • kadum : (C.: Kudm) Keser. * Şam yakınında bir köyün adı.
  • kadv : Yemeğin kokusu iyi olmak.
  • kady : Yemeğin kokusu güzel olmak.
  • kaf : Ufuk. * karfinin ismi. * Bir dağ adı.
  • kaf suresi : Kur'an-ı Kerim'in 50. suresidir. Bâsikat ismi de verilir. Mekkîdir.
  • kaf'a : Yağcılar tokmağı. * Hurma kabuğundan yapılan, zenbile benzer kulpsuz bir nesne. ◊ Yumuşak kuru ot. * Parmakları soğuktan dökülmüş ayak.
  • kafa : (C.: Akfâ) Baş. Kafa. * Ense, arka. * Akıl, zekâ, anlayış.
  • kafadar : f. Arkası sıra giden, peşinden ayrılmayan. * Kafaları birbirine uyan, kafaca birbirine denk olan arkadaş.
  • kafar : Katıksız ekmek.
  • kafave : Sütten yapılan azık.
  • kafavî : Kafa ile alâkalı.
  • kafd : Bileğin eğri olması.
  • kafder : Çirkin yüzlü, katı başlı kimse.
  • kafedan : Attarların eczâ koydukları kese veya torba.
  • kafender : Çirkin yüzlü, katı başlı kimse.
  • kafer : Zayıf ve etsiz olmak.
  • kafes : Tel, ince demir veya ağaç çubuklarından yapılan ve içine kuş ve saire konulan şey. * Dışardan içerisi görünmesin diye, ince tahta çubuklarından yapılıp harem pencerelerine takılan siper, * More…
  • kaff : Parmak arasına birşey gizlemek. * Ot kurutmak.
  • kaffaf : Parmakları arasında birşey gizleyip çalan kimse.
  • kaffal : Çilingir. Anahtarcı.
  • kaffan : Büyük terazi.
  • kâffe : Hep. Bütün. Cümle.
  • kâffeten : Bütünü. Hepsi birden.
  • kafh (kifâh) : Başa vurmak. * İçi boş olan şeyi vurmak.
  • kâfi : Kifayet eden. Vâfi, başka şeye ihtiyaç bırakmayan. Yeten, yetişen, elveren.
  • kafî : Birine uyup peşinden giden.
  • kâfil : Birinin yerine ödemeyi kabul eden. Kefil olan.
  • kafîl : Kuru ağaç. * Parça parça olmuş ot. * Kamçı. Bir otun adı.
  • kafile : (A, uzun okunur) Birlikte sefere çıkanların cemaatı. Kervan.
  • kafile-sâlâr : f. Kafile reisi. Kafile başı.
  • kafîne : Kafasından kesilen koyun.
  • kâfir : Hakkı görmeyen ve örten. İyilik bilmeyen. Allah'ı inkâr eden. Dinsiz.
  • kafîr : Hayvan tersi.
  • kâfirane : f. Kâfire yakışır şekilde, kâfir gibi.
  • kâfirûn : Kâfirler.
  • kâfirûn suresi : Kur'an-ı Kerim'de 109. sure olup El-Kâfirûn da denilir.
  • kafiye : Tâbi olan şey. * Herşeyin son tarafı. *Edb: Manzum yazılan satırların ses bakımından sonlarının aynı olması. (Yaman, duman, saman... gibi.)
  • kafiyeperdâz : f. Kafiye uyduran. Şair, nâzım.
  • kafiyeperestlik : Kafiye için safiyeyi feda edecek derecede kafiyeye ehemmiyet vermek. Birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânayı arka plana atmak.
  • kafiyesenc : f. Kafiye dizen. Nâzım, şair.
  • kafiz : (C: Kufzân-Akfize) Ölçek.
  • kafkaf : şahtere otu. ◊ şarap, hamr.
  • kafkafe : Titremek, titretmek.
  • kafn : Kafa.
  • kafr : Arz. Çöl. Beyâban.
  • kafs : Sıçramak. * Hafiflik. * Sevinç, neşat. * Hayvanın ayaklarını bağlamak. ◊ Zorla birşey almak. * Gadap, hiddet. * Mevt, ölüm.
  • kafş : Yemekten lezzet alma, fazla yemek yemek. * Pabuç. * Cem'etmek, toplamak.
  • kafsal : Arslan.
  • kafşelil : Kepçe.
  • kafta : Cima etmek.
  • kaftan : Ekseriya mükâfat ve taltif olarak giydirilen süslü üstlük elbise. Hil'at, esvab.
  • kâfur : Beyaz ve yarı şeffaf, kolaylıkla parçalanan bir madde. Sert, güzel kokulu, katı ve yağlı bir madde. * Cennette bir kaynak ismi.
  • kafur (kufur) : Hurma çiçeğinin kılıfı.
  • kafv : Bir kimsenin ardına düşüp ittibâ etmek, ona tâbi olup uyma.KAFY : Uymak. * Kafasına vurmak.
  • kafz (kafazân) : Sıçramak.
  • kafzea : (C: Kafâzi) Başın çevre yanlarının saçı.
  • kâgaz : f. Kâğıt.
  • kağithane : Kâğıt fabrikası. * İstanbul'da vaktiyle böyle bir fabrikanın bulunduğu yerdeki mesire.
  • kağni : (Kağlı) İki tekerleri dingille sâbit öküz arabası.
  • kagşar : Yıkılmak üzere. Yıkılıp harabolmaya yüz tutmuş.
  • kâh : f. Köşk, kasır. * Tek oda. Bir gözlü oda. * Yüksek binâ. ◊ f. Saman. Saman çöpü.
  • kah : Sultan.
  • kaha : Ev ortası, saha.
  • kahal : Koyunların derisini kurutan bir hastalık.
  • kahame : İlerlemiş yaşlılık.
  • kahb : Yaşlı, ihtiyar. * Büyük dağ.
  • kâhban : f. Harman bekçisi.
  • kahbe : Namussuz kadın. Fâhişe. * Mc: Hilekâr, kalleş ve sözünde durmaz adam.
  • kahd : Koyunun beyaz kuzusu. * Açılmamış nergis.
  • kâhdan : f. Samanlık. İçine saman doldurulan oda.
  • kahde : (C.: Kıhâd) Devenin hörgücü dibi.
  • kahf : Kap içindeki suyun tamamını içme.
  • kâhgil : f. Samanlı sıva çamuru.
  • kahhar : Galib-i Mutlak ve her an kahretmeğe muktedir olan Allah (C.C.) Hak Celle ve A'lâ'nın esmâ ve sıfâtındandır.
  • kahharane : Kahharcasına. Kahredercesine.
  • kahif : Şiddetli yağmur.
  • kâhil : Saçına ak düşmüş adam. Yaşlı, ihtiyar. Tembel.
  • kâhilane : f. Tembelce, tembelcesine, tembel olana yakışır surette.
  • kâhin : Karışık ve tahmini sözlerle gaibden haber verdiği söylenen kimse. Haberci. Falcı. * Âlim.
  • kâhinane : f. Kâhin gibi ve ona benzer şeklide haberler veren. Bir nevi zan ile gaibden haber verir gibi.
  • kâhine : Kadın kâhin.
  • kahir : (A, uzun okunur) Üstün gelen. Yenen. Galip gelen. * Zorlayan. Mecbur eden.
  • kahit : Şiddetli kıtlık olan sene.
  • kahiz : Müşkil, zor nesne.
  • kahkaha : Yüksek sesle ve çokça gülme.
  • kahkaha' : Öldürücü bir yılan.
  • kahkahazen : f. Kahkaha atan, fazlaca yüksek sesle gülen.
  • kahkar : Katı, sert, sağlam taş. ◊ Taş.
  • kahkara : Geri geriye gelme, dövüşerek çekilme.
  • kahkarî : Birdenbire geri dönme, aniden arkaya dönme. * Geri çekilmekle ilgili, geri dönmekle ilgili.
  • kahkariye : Geri dönme. Rücu'.
  • kahl : Zemmetmek. * Nimete nankörlük etmek. ◊ Göze sürme çekmek.
  • kahl (kuhul) : Kurumak.
  • kahlese : Yuvarlak baş.
  • kahm : (Kuhum) : Düşünmeden kendini bir iş içine atmak.
  • kahpe : (Bak: Kahbe)
  • kahr : Zorlama. Cebir. * Ezme. Mahvetme. * Fazlaca üzüntü. Keder içine işleme. * Cenâb-ı Hakkın şiddetli ve azab verici vasıflarının tecellisi. (Kahr, lütfun zıddıdır.) (Bak: Celal) ◊ More…
  • kahraman : (C.: Kahramanan) f. Yiğit, cesur, bahadır. * Fars mitolojisinde Rüstem'in yendiği kişi. * İş buyuran, hüküm sâhibi.
  • kahramanan : (Kahraman. C.) f. Kahramanlar. Cesur kimseler, yiğitler.
  • kahramanane : f. Kahramanca, yiğitçe, cesurane.
  • kahramanî : f. Yiğitlik, kahramanlık, cesurluk.
  • kahreban : Kehribar.
  • kahrenî : Kahr ile, zorla. Ezerek, cebren.
  • kaht : Kıtlık. Kuraklık. Kuraklıktan dolayı mahsulün yetişmemesi.
  • kaht ü galâ : Yokluk. Kıtlık. Fakirlik. * Pahalılık.
  • kahus : Uzun boylu erkek.
  • kahvalti : t. Sabah ve ikindi vakitleri yenilen hafif yemek.
  • kahve : şarap. * Hâlis süt. * Kahve. * Güzel koku. * Bolluk, bereket. * Kahvehane.
  • kâhya : Büyük konaklarda ev işlerini idare eden kimselerle san'at ve ticaret sahiplerinin işlerine bakmak üzere hükümet tarafından seçilen kimselere eskiden verilen addır.
  • kahz : (Ok atmak. * Sıçramak. * Yarmak.
  • kahz (kihz) : İbrişim karışıklı beyaz bez.
  • kaib : (C.: Kevâib) Tomurcuk memeli kız.
  • kaibe : Hüzün ve gamdan perişan olmak.
  • kaîd : (C.: Kavayid) Çekirge. * Ulu, yüce kişi.
  • kaid : (A, uzun okunur) Süren. Sevkeden. * Koyunların önünden giden ve 'Küsem' denilen koyun. * Yedeğine alıp çeken. Çavuş. Serasker, kumandan. * Sıradağ. * Geniş ark. ◊ More…
  • kaidan : (Kaid. C.) Kumandanlar, komutanlar, seraskerler.
  • kaide : Esas. Temel. Düstur. Nizam. Yol. Ayaklık. * Dip taraf. * Bir şeyin meydana gelmesine şart ve düstur olan husus. * Bir ilim ve fennin düsturlarından her biri. * Fık: Hayızdan ve çocuktan More…
  • kaiden : Oturarak, oturduğu hâlde.
  • kaideşiken : f. Kaide ve usullere uymayarak. Kuralları çiğniyerek.
  • kaideşikenâne : f. Usul ve kaideye riayet etmeyerek, kuralları çiğneyerek, kaideyi bozarak.
  • kaideten : Kaide ve hükümlere göre. Kurala uygun olarak.
  • kaidevî : Kaide ve kural ile alâkalı. * Mat: Tabana ait.
  • kaif : Yeri kazıp götüren, toprağı sürükleyen yağmur.
  • kail : Söyleyen. Anlatan. Nakleden. Söz sahibi. İnanmış. * Boyun eğmiş. Rıza göstermiş, razı olmuş.
  • kaile : (C.: Kavâil) Dağ başı.
  • kaim : Ayakta duran. Mevcut. Baki. * Vaktini ibadetle geçiren.
  • kaime : Uzun bir kâğıda yazılan ferman. * Kitap yaprağı. * Kâğıt para.
  • kaimen : Ayakta durarak. Yıkılmamış. * Canlı olarak.
  • kâin : Olan. Var olan. Bulunan. Mevcut.
  • kâinat : Var edilen şeylerin hepsi. Yaratılanlar. Mevcudat. Âlemler.
  • kâinat-efruz : f. Kâinatı süsleyen, cihanı donatan.
  • kaîr : Daha derin, çok derin.
  • kaîs : Çok yağmur.
  • kâj : f. Eğri, bükülmüş. * Şaşı.
  • kak : Uzun, tavil. * Alaca karga.
  • kakül : (Kâgül) f. Alnın üzerine sarkıtılan kısa kesilmiş saç.
  • kakum : Kürkü makbul bir cins kedi.
  • kakunc : Kanbel otu. (İt üzümünün bir nevidir.)
  • kakuze : (C.: Kavâkiz) Boş maşrapa.
  • kal : (A, uzun okunur) Söz.
  • kal u kîl : Dedi denildi şeklindeki nakiller.
  • kal' : Bir şeyi kökünden çekip koparmak. * Kendisinden iyi kalay çıkan maden. * Azletmek. Bir tarafa ayırmak.
  • kal'a : Kale. Eskiden yapılan büyük merkezlerin ve şehirlerin bulunduğu etrafı duvarlarla çevrili ve düşmanın hücumundan muhafaza edilen yüksek yerlerde inşa edilmiş yapı. * Çobanın çantası. * Hurma More…
  • kal'a-bend : f. Bir kale içinde yaşamağa mahkûm olmuş olan. Kal'aya bağlanmış.
  • kal'a-dâr : f. Kale koruyucusu, kal'a muhafızı. Dizdar.
  • kal'a-gir : f. Kale tutan.
  • kal'a-küşa : f. Kale zapteden.
  • kal'a-nişin : f. Kalede oturan.
  • kâla : f. Kumaş. * Ev eşyası, giyim eşyası. * Sermaye, anamal.
  • kala : Buğz, adâvet.
  • kalafat : Geminin tahtalarının aralıklarını üstüpü vs. ile doldurup üzerine zift sürme işi. * Sahte süs, düzen. ◊ Vaktiyle Yeniçeri Ağasının giydiği kırmızı bir başlık.
  • kalah : Diş sarılığı. * Sarık uzunluğu.
  • kalaid : (Kılâde. C.) Gerdanlıklar. * Akarsular.
  • kalail : (Kalil. C.) Az şeyler, kaliller.
  • kalak : Can sıkıntısı. Gönül darlığı. Kararsızlık. * Zahmet. Meşakkat.
  • kalalib : (Kullâb. C.) Çengeller, kancalar. Uçları eğri olup bir şeyler asmağa yarayan demirler.
  • kalânis : Takkeler, külâhlar.
  • kalânisî : Takkeci.
  • kalansuve (kulensiye) : (C.: Kalânis-Kalânis-Kılâs) Takke, külâh, kavuk. (Bak: Kalensüve)
  • kalantor : Zenginliğini göstermeye özenen kellifelli ve şişman adam.
  • kalar : f. Büyük sel yarıntısı.
  • kalavra : Eskimiş meşin eşya veya yamalı ayakkabı.
  • kalaye : Kilise odası.
  • kalb : Vücudun kan dolaşımı merkezi. Yürek. * Gönül. * Herşeyin ortası. * Bir halden diğer bir hale çevirme. Değiştirme.
  • kalben : İçten, kalbden, yürekten, gönülden. Samimi olarak. Kendi kendine.
  • kalbgâh : f. Ordunun sağ ve sol kanadlarının ortası. Merkez bölümü. * Canevi.
  • kalbî : İçten. Yürekten. Kalbe ait ve müteâllik. Samimiyetle. Riyâsızca.
  • kalbolma : t. Başka hâle gelme. Değişme.
  • kâlbüd : f. Kalıp, şekil. * Gövde, beden, insan veya hayvan cesedi.
  • kalbzen : f. Kalpazan. Sahte para basan. * Yalancı.
  • kald : Gümüş bilezik.
  • kale : (A, uzun okunur) Dedi. O söyledi. ◊ f. Kumaş. * Ham kavun, kelek. ◊ Söz söylemek. ◊ (Bak: Kal'a)
  • kaleb : Dudak dışarıya sarkmak. ◊ (C.: Kavâlib) Kalıp.
  • kalebe : Hastalık. İllet.
  • kalehzem : Yeyni, hafif. * Suyu çok olan büyük deniz.
  • kalem : (C.: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış. * Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet. * İfâde. Üslub. * Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri More…
  • kalem suresi : Kur'an-ı Kerim'in 68. suresinin ismidir. Mekkîdir.
  • kalemdan : f. Kalem kutusu, kalemlik.
  • kalemen : Yazı ile, kalem ile. * Sayıca, sayı bakımından.
  • kalemgir : f. Yazı yazarken kalemin kâğıda takılmadan rahatlıkla kayması.
  • kalemî : (Kalemiyye) Kalemle alâkalı. Kalemle münâsebet ve alâkası olan.
  • kalemiyye : Eskiden kalemlerde yazı karşılığı olarak alınan para.
  • kalemkâr : f. Tülbent veya ince kumaş üzerine fırça ile şekiller yapan yazmacı. * Maden üzerine kazarak şekiller yapan kimse. * Duvar veya tavanlara süs yapan, nakkaş.
  • kalemkârî : f. Resimcilik, ince nakkaşlık. * İnce nakkaşın elinden çıkmış.
  • kalemkeş : f. Yazan, yazıcı, yazar, müellif. * Çizen. * Yazıda silinti yapan.
  • kalemrev : f. Bir hükümdar veya hükümetin hükmünün geçtiği yer.
  • kalemzede : f. Yazılmış, kaleme alınmış.
  • kalemzen : f. Yazan, yazıcı, kâtib.
  • kalen : (A, uzun okunur) Söylemek suretiyle. Söyleyerek.
  • kalender : f. Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. * Dünyâdan elini çekip herşeyi hoş gören kimse. * Dünya alâkalarından uzak, alâyişe aldanmaz hakikat adamı. Filozof.
  • kalenderâne : f. Kalenderce. Kalender olan bir kimseye yakışır surette.
  • kalenderî : 'f. Feylesofluk; kalenderlik; dervişlik; serserilik. * Edb: Halk edebiyatı tâbirlerindendir. Halk şâirleri 'mef'ulü, mefaîlü, mefaîlü, feûlün' vezninde tanzim ettikleri More…
  • kalensüve : Üzerine sarık sarılarak başa giyilen külâh. * Mantarın başlığı, tablası.
  • kales : Kusuntu.
  • kalet : (C.: Kılât) Helâk olmak. * Dağlarda, içinde su biriken çukur. * Göz çukuru. * Baş parmağın dibinde olan çukur.
  • kalfa : Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında kullanılırdı. Gençlerine 'kız' denilir ve More…
  • kalgay : Eskiden Kırım Hanlığı'nın veliahtlerine verilen ünvan.
  • kalh : Eşek anırtısı. Aygır kişnemesi. ◊ Ferc.
  • kalheban : Uzun, tavil.
  • kalhebe : Beyaz bulut.
  • kâlî : Veresiye satmak.
  • kali : f. Halı.
  • kalî : Dedikoducu, gıybet eden, çekiştirici. * Söylemekle. Söylenmiş. Söz olarak. Söze dair ve müteallik.
  • kali' : (Kal. dan) Kökten söküp atan. Kökünden çıkaran.
  • kalib : (Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi) * Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf. * More…
  • kalîb : Kuyu, çok eski zamandan kalmış kuyu.
  • kâlib (kelib) : İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim ettiren kimse.
  • kaliçe : f. Küçük halı.
  • kalif : Sünnet olmamış kimse.
  • kalîf : Hurma kabuğu.
  • kalifiye : Fr. Yetişmiş usta, işçi vs.
  • kâlih : Katı, şiddetli, şedid.
  • kalil : Az. * Bodur kimse.
  • kalilen : Az olarak.
  • kalita : ing. Eskiden kalyon cinsinden yük gemisi.
  • kalite : Fr. Vasıf.
  • kaliyye : Tava kebabı. * Kavrulmuş.
  • kalizem : Kuyu. * Suyu çok olan deniz.
  • kalkadis : Siyah boya.
  • kalkal : Deprenmiş, hareket etmiş.
  • kalkale : Bir şeyi titretmek. * Tecvidde: Okurken harflerin üzerinde birden durarak harfi, mahrecinden çıkar çıkmaz kesmek suretiyle bu harfleri tekrar okumak. Kalkale ile okunan harfler şunlardır: More…
  • kalla' : Beylere koğuculuk yapan yalancı. * Halk içinde tanınmak için kendine bir alâmet yapan kimse.
  • kallab : (Kalb. den) Düzenbaz, hilekâr. * Kalpazan. Sahte para basan kimse.
  • kallas : Takke dikici, takke diken.
  • kallaş : Kalleş. Hileci, dönek.
  • kallavî : Vaktiyle vezirlerin giydikleri bir cins kavuk.
  • kalle : Az olmak.
  • kalleys : San'a şehrinde bir kilise.
  • kalli : t. Sözlü. Dil ile.
  • kallidnâ : Boynumuza geçir, tak (manâsındadır).
  • kalm : Kesmek.
  • kalmes : Ulu kişi, seyyid.
  • kalori : Lat. Bir kilogram suyu bir derece ısıtmak için lâzım olan ısı miktarı. * Gıdaların vücuda yarayışlı olması ve hararet vermesi bakımından değeri.
  • kalp : t. Hileli. Sahte. Taklit. * Yalandan cesaret satan korkak adam. * Yalancı. Kendisine güvenilmez olan.
  • kaltaban : f. Namussuz. Pezevenk.
  • kalû : (A, uzun okunur) Dediler. Onlar söylediler (meâlinde fiil).
  • kalû belâ : Cenab-ı Hak ruhları yaratıp, onlara Rabbiniz değil miyim, meâlinde: 'Elestü Bi-Rabbiküm' buyurduğunda, ruhlar: 'Evet Rabbimizsin' meâlindeki Kalu Belâ diye cevap More…
  • kâluc : f. Küçük parmak. * Güvercin kuşu.
  • kâlus : f. Ahmak, ebleh, akılsız.
  • kalus : (C.: Kulus-Kalâyıs) Ayakları uzun genç deve. * Yüksek. * Murdarlıklar akan çay. Kirli ırmak.
  • kâlusane : f. Akılsızcasına, ahmakçasına.
  • kaluşe : f. Çömlek. * Tencere.
  • kaly : Et ve buğday kavurmak. * Buğz, adavet, düşmanlık.
  • kalyan : f. Nargile.
  • kalyon : Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan yelkenli ve kürekli harp gemilerinden biri.
  • kâm : f. İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet. * Ağzın üstü. Damak. * Koyun, sığır ağılı. * Ağaç kilit.
  • kâm na kâm : f. İster istemez.
  • kâm u nâkâm : Elbette, ister istemez.
  • kam' : Kahretmek. Zelil etmek. * Zabtetmek. Ezmek. Kırmak. * Hasta etmek. * Başına vurmak. * Bir sese kulak verip dinlemek. * Ağzı dar olan bir şeyin içine huni ile akıcı maddeyi koymak. * Huni. More…
  • kâm-binan : (Kâm-bin. C.) f. Bahtiyarlar, mesutlar, mutlu kimseler.
  • kâm-binî : f. Bahtiyarlık, saadet, mutluluk.
  • kama : İki tarafı keskin, ucu sivri ve enli bıçak. * Duvara veya keresteye çakılan büyük tahta çivi. * Ağaç, kütük ve sâireyi yarmak için kullanılan ucu ince, arka tarafı kalın ağaç veya demir More…
  • kamakim : (Kumkuma. C.) İçlerine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testiler.
  • kamame : Süprüntülük.
  • kamara : Vapurlarda mevki sayılan odalar ve salonlar. * Gemide kaptan gibi erkâna mahsus odalar. * Buğday ve arpa gibi mahsul demetlerinden harman yerinde yapılan küme. * Avrupa devletlerinde millet More…
  • kamarî : (Kumriye. C.) Dişi kumrular.
  • kamarot : Vapurlarda kamaraların hizmetini gören adam.
  • kamatir (kamtarir) : Katı, sağlam.
  • kâmbahş : f. Herkesin isteğini yerine getiren. * Bağışçı, ihsan edici.
  • kamber : (Bak: Kanber)
  • kâmbin : f. Merâmına erdiren. İsteğine kavuşturan.
  • kamcere : Islah etmek.
  • kâmcu : f. İsteğini ve meramını arıyan. Maksadına ve gayesine ulaşmak isteyen.
  • kâme : f. Arzu, istek, meram, gaye, maksad.KAM'E $ (Kumu') : Hakaret.
  • kame : (C.: Kumme) Başını sudan kaldıran davar.
  • kamea : (C.: Kamâ) Büyük gök sinek. * Gözün kirpikleri diplerinde çıkan sivilceler.
  • kamed : Binanın temeli.
  • kamel : Bitli kişi. * Karnın büyük olması.
  • kamen : Lâyık.
  • kamencer : Yaycı, kavvas.
  • kamer : Gökteki ay. Hilâl. * Ay ışığında uyumayıp uyanık durmak.
  • kamer suresi : Kur'an-ı Kerim'in 54. Suresinin ismi olup İktarabet Suresi de denir. Mekkîdir.
  • kamerî : Ay ile alâkalı.
  • kamerî sene : Arabi aylara göre olan yıl. Senesi 360 gün olan yıl. (Bak: Hicret)
  • kameriyye : Çardak. Bahçelerde, mehtaplı gecelerde oturmak üzere yapılıp, etrâfı sarmaşık v.s. çiçeklerle örtülü bulunan yer. Küçük köşk.
  • kamervari : f. Ay gibi, kamere benzercesine.
  • kames : Suya daldırmak ve batırmak. * Hareket edip acı çekmek.
  • kamet : (A, uzun okunur) Namaza başlama işâreti, namaz kılmak için okunan ezan. * Boy. Boy-bos. Endam.
  • kamet almak : Namaza başlamak için, hususen farz namazından önce ezan okumak.
  • kamez : Menfaatsiz, hor hakir nesne.
  • kâmgüzar : f. İsteğini elde edebilen. Arzusuna kavuşabilen.
  • kamh : Yemeğe iştihâsı az olmak. * Suya dalmak. * Davarın başını sudan kaldırması. ◊ Buğday. * Yukarı kaldırmak.
  • kamha : Kasap merhemi adı verilen ilaç.
  • kamih : Kam' eden, ezip kıran, mahveden, perişan eden. Kahreden, yok eden. Alçaltan, zelil eden. ◊ Suyu içmeyip, başını kaldırıp duran davar. ◊ Tarhana. * Kokutup ekşitilmiş More…
  • kâmil : (Kemal. den) Bütün, tam, olgun, eksiksiz, kemalde olan, kusursuz. Kemal ve fazilet sâhibi.
  • kâmilen : Noksansız, eksiksiz olarak. Tam olarak. Kâmil olarak. Bütünü ile. Tamamen.
  • kamim : Tere otunun kurusu.
  • kâmin(e) : Saklı. Gizli. Belirsiz. Pusuda duran.
  • kâminun : (Kâmin. C.) Saklı ve gizli olanlar.
  • kamis : Gömlek. * Döl yatağını kaplayan ince deri. * Bâzı nebatlardaki ince zar.
  • kamit : Bağlanmış. * Tam olgun, kâmil.
  • kamkam : (C.: Kumâkım) Ulu, şerif kimse. *İyi, keskin kılıç. * Büyük deniz. * Çok adet. * Saç dibine düşen yavşak. * Küçük kene.
  • kamkame : (C.: Kamkâm) Büyük, derin deniz.
  • kâmkâr : f. İsteğine ulaşmış. Matlubunu elde etmiş. Hedef ve gayesine varmış. * Mutlu, bahtiyar, mes'ud.
  • kâmkârane : f. Mutlu olan bir kimseye yakışır şekilde, mutlulukla.
  • kâmkârî : f. Mutluluk, saâdet, bahtiyarlık. Murada ermeklik.
  • kaml(e) : Bit, kehle.
  • kamlul : Yabâni hıyar.
  • kamm : Evi süpürmek.
  • kammas : Suya dalan.
  • kammaş : Külhancı.
  • kamme : Süpürmek.
  • kamp : Karargâh. Kırda asker, izci veya talebelerin kurdukları karargâh. * Esirler karargâhı.
  • kampanya : Sıkı bir iş ve çalışma devresi. * Maksatlı uğraşma. Bir maksad için faaliyete geçme.
  • kamr : Göz kamaşmak.
  • kamra : Ay ışığı olan gece.
  • kâmran : f. Arzusuna nâil olan, bahtiyar, mes'ud.
  • kâmranî : f. Mutluluk, kâmranlık. İsteğine, arzusuna kavuşmuş olma.
  • kâmreva : f. İsteğine erişen. Arsuzuna kavuşan. Gayesine ulaşan.
  • kamş : Bir şeyi şundan bundan toplamak.
  • kams (kimâs) : Hareket ettirmek. * Davar önüne sıçramak.
  • kamt : Kuş, dişisine cima etmek. * Doğan çocuğu beze sarmak.
  • kamtarir : Çatık suratlı.
  • kamu : (Kamuğ) t. Hep, bütün, tamamen.
  • kamuflaj : Fr. Gizlenme, örtme. Aldatma gayesiyle yapılan tertibat. Daha ziyade harp zamanlarında araçlar ile insanların, bulundukları mekâna göre kılığa girmeleri.
  • kâmuran : (Bak: Kâmran)
  • kamus : Deniz. Derya. * Denizin ortası, derin yeri. * Büyük Lügat Kitabı. ◊ Arslan, esed.
  • kâmver : f. İsteğine kavuşmuş. Gaye ve maksadına vâsıl olmuş. Mutlu, bahtiyar.
  • kâmverân : (Kâmver. C.) f. Mutlular, bahtiyarlar, arzularına kavuşmuş olanlar.
  • kâmyab : İsteğine kavuşmuş. Murâdına ermiş olan.
  • kân : f. Bir şeyin menbaı. * Kuyu. Kaynak. * Mâden ocağı. * Bir keyfiyetin. (niteliğin) bol olarak bulunduğu kimse. ◊ f. Ahmak, ebleh. Câhil. İdraksiz, düşüncesiz.
  • kan'ar : Büyük, kaba budaklı ağaç.
  • kana : Süngüler.
  • kanaat : Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemek. Helâl ile yetinip haramı istememek. Az şeyi de olsa kısmetine razı olmak.(Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza More…
  • kanaatbahş : f. Kanaat verici, inandırıcı.
  • kanaatkâr : f. Kanaat sâhibi. Kanaat edip az şeyle iktifâ eden.
  • kanaatkârane : f. Kanaat sâhibi bir kimseye yakışır tarzda.
  • kanadil : (Kandil. C.) Kandiller.
  • kanafiz : (Kunfuz. C.) Kirpiler. * Dağ fareleri.
  • kanah : (C.: Kanevât-Kınâ-Kınaâ) Yer altında olan su yolu. * Kendir ağacı.
  • kanas : Av yeri.
  • kanat : (C.: Kanavât) Yeraltına döşenmiş olan künk. Küçük kanal, su borusu. * Sopa, mızrak.
  • kanata : ing. Bol ağızlı su testisi. * Sıvı koymaya mahsus kap. * Bazan ölçü gibi de kullanılır.
  • kanatir : (Kantara. C.) Taştan yapılan kemerli büyük köprüler. Kantarlar. ◊ (Kantar. C.) Kantarlar.
  • kanavat : (Kanât. C.) Yeraltına döşenmiş olan künkler. Su yolları. * Mızraklar, sopalar.
  • kanazi' : (Kunzua. C.) Uzamış saç. * Baş traş edilirken yer yer bırakılan saç.
  • kanber : Hz. Ali'nin (R.A.) sâdık, vefakâr ve sevgili kölesinin adı. * Mc: Bir evin gediklisi. * Herşeye burnunu sokan, her düğün ve eğlencede bulunan bir adamdan kinâye olarak kullanılır.
  • kand : Şeker, şeker kamışının donmuş suyu.
  • kandal : Büyük başlı.
  • kandave : Yaramaz huylu. * Gıdası olmayan taam. * Büyük iri.
  • kandefir : Yaşlı kimse, acuz.
  • kandî : şekerimsi, şekerle ilgili, şekerden.
  • kâne : (Kevn. den) İdi, oldu...mânasında, fiilin geçmiş zamanı.
  • kanef : Kulağın küçük ve kalın olması.
  • kaneme : Kir. * Yağdan gelen pis koku.
  • kaneşvere : Hayız görmez kadın.
  • kanfa : Kulakları küçük ve kaba olan kadın. (Müz: Aknef)
  • kanfaş : Yaşlı, ihtiyar.
  • kanfese : Tesbih böceği.
  • kangren : Yun: Canlı vücudun belirli bir kısmında hücrelerin ölmesiyle meydana gelen bir hastalık.
  • kanh : Suyu içip kandıktan sonra başını kaldırmak.
  • kâni : (Kinaye. den) Dokunaklı ve iğneli söz söyleyen. Kinayeli konuşan.
  • kani' : (A, uzun okunur) Kanaat eden. Kendinde olan helâla razı olup, başkasının hiçbir şeyine göz dikmeyen. * Kanmış. İnanmış. Tatmin olmuş.
  • kanib : İnsan topluluğu.
  • kânif : Udul eden, dönen, yoldan çıkan.
  • kanif : İnsan cemaati. * Çok yağmur ve bulut. * Geceden bir parça.
  • kanis : Avcı.
  • kanisa : (C.: Kavânıs) Taşlık denilen ve kuşlarda olan bir organ.
  • kanit : (A, uzun okunur) (Kunut. dan) Kunut ve duâ eden. * İtaatlı. * Sükût eden. ◊ Ümidi tamamen sönmüş. Ye'se düşmüş, ümitsiz, kederli, hüzünlü. ◊ (Bak: Delil)
  • kanitîn : Kunut ve duâ edenler. Allah'a itaat ve ibadet edenler.
  • kâniz : Defneden, gömen.
  • kankal : Büyük kile.
  • kankane : Yol göstermek.
  • kankaris : Börek.
  • kânken : f. Madenci. Maden kazıcısı.
  • kannad : şeker yapan, şekerci.
  • kannas : Avcı, seyyad.
  • kannis : Avcı, av.
  • kannur : Başı büyük kişi.
  • kans : Av. Av avlama.
  • kansa : (Kuşlarda) Kursak.
  • kantar : Ağırlık ölçüsü âleti. * Binikiyüz dinar, onikibin okiyye, yüz okiyye gibi hudutsuz bir vezindir. * Kırk okka.
  • kantara : Taştan yapılan, kemerli büyük köprü.
  • kantariyye : Kantar ücreti. Tartma parası.
  • kantin : Fr. Kışla, fabrika, mekteb gibi yerlerde bakkal veya aşcı dükkânı.
  • kanu' : Kanaat sâhibi. Kanaatkâr, kanaatli. Hakkına razı olan.
  • kânun : Ocak. Ateş yanan yer. Zaman. * Kış mevsimi. * Sakil, ağır adam. * Kış mevsiminin ilk iki ayı. * Mangal. Soba.
  • kanun : (C.: Kavânin) Herkesin uyması için devletin teşri kuvveti tarafından konulan her türlü meşru nizam, kaide, emir, nehiy ve yasaklar. * Kaziye-i külliye. Kâinatta Allah'ın koyduğu More…
  • kanunen : Kanuna göre. Kanunca. Kanuna uyarak. Kanun yolu ile.
  • kanuni : Kanuna dâir. Kanuna ait. * Avrupavâri kanuna vesile olan Osmanlı Padişahı Sultan Süleyman'ın bir nâmı. (Bak: Sultan Süleyman Han)
  • kanuniyet : Kanunluluk. Kanun haline gelmek.
  • kanunname : f. Kanun kitabı. Anayasa.
  • kanunşinas : f. Kanun ve nizam koyan, kanunun inceliklerini bilen.
  • kanva' : Büyük burunlu kadın.
  • kanzaa : İbik.
  • kapasite : Fr. İçine alma, ihtiva etme kabiliyeti. * Kabiliyet, bilgi.
  • kapçak : Tar: Eski zaman muharebelerinde muhasara edilen kalelerin duvarlarına tırmanmak için kullanılan büyük çengel.
  • kapikulu : Osmanlı devletinin daimi ordusunu teşkil eden yaya ve atlı askerlerin bütününe verilen addır.
  • kaplica : Üstüne bina yapılmış sıcak maden suyu, üstü örtülü kaynarca, ılıca.
  • kapora : (Kaparo) Pey olarak verilen para.
  • kapris : Geçici heves. Maymun iştahlılık. İnsanın zayıf tarafı. Evham.
  • kaput : Fr. Askerlerin üstlük elbisesi, yağmurluğu. * Otomobillerin motor kısmını örten kapak.
  • kâr : f. (Kelimeye bir ek olup, isimleri sıfat yapar) Eden, edici, yapan mânâlarına gelir ve li, lı, cı, ci gibi eklerin de karşılığıdır. İtaat-kâr, hilekâr, isyan-kâr, hamur-kâr, kanaatkâr...gibi. More…
  • kar : (C.: Kur-Kirân) Zift, kara boya. * Deve. Dağ keçisi. * Ses çıkmasın diye ayağın kenarıyla yürümek. * Küçük tepe. * Kara taşlı yer. * Kara büyük taş.
  • kar' : Vurmak. Çakmak. Kapı çalmak. * Savt. Avâz. Ses. * Kabak. * Gülsuyu kabı. * Eti soyulmuş kemik.
  • kar' (kur') : (C.: Ekrâ) Cem'etmek, toplamak. * Okumak, kıraat.
  • kar'uş : İki hörgüçlü deve. * Arslan eniği.
  • kâr-âgâh : f. İşbilir, uyanık.
  • kâr-âgâhî : f. Uyanıklık, iş bilirlik.
  • kâr-âzmayî : f. Görgülülük, iş bilirlik, tecrübeli oluş.
  • kâr-azmude : f. Görgülü, tecrübeli, görmüş geçirmiş.
  • kâr-danî : f. Uyanıklık, iş bilirlik.
  • kâr-nüma : f. Menfaat gösteren. * Usta çıkacak olan çırakların, ustalıklarını göstermek için yaptıkları örneklik iş.
  • kâr-zâr : (Kâr ü zâr) f. Kavga, cenk, savaş, harp, muharebe.
  • kâr-zârgâh : f. Savaş meydanı. Harp alanı. Muharebe sahası.
  • kara : (C.: Ekrây-Karvât) Bahçe ve bostan içindeki su arkı. * Su ile karışmış süt. ◊ (C.: Ekrâ) Arka.
  • kara' : Deve yavrusunda çıkan beyaz bir sivilce ve kabarcık. * Baştaki saçların hastalıktan dökülmesi. ◊ (Kar'. C.) Su kabakları. * Gülsuyu kapları.
  • kara'belane : Karnı büyük, yassı bir böcek.
  • karabasan : t. Kâbus. Sıkıntılı ve korkunç rüya. * Bir kimsenin içine düştüğü pek sıkıntılı ruh durumu.
  • karabe : Kırba. Büyük testi.
  • karabet : Soyca yakınlık. Hısımlık. Akrabalık.
  • karabin : (Kurban. C.) Kurbanlar. Allah için kesilen koyun, sığır ve deve gibi hayvanlar.
  • karaborsa : Piyasadan çekilen eşyanın, yüksek fiatla satıldığı gizli pazar.
  • karafi : (Şihâbüddin Ahmed El-Karafi) Maliki Mezhebi'nin büyük âlimlerindendir. Milâdi 1285 de vefat etmiştir.
  • karah : (C.: Akriha) Bina ve ağaç olmayan arazi.
  • karaib : (Karib. C.) Yakınlar, hısımlar. Akraba.
  • karain : (Karine. C.) Karineler, ip uçları.
  • karakter : yun. Huy. Mizac. Seciye. Bir şeyi benzerlerinden ayırdetmeğe yarayan temel hususiyet.
  • karamil : Örülüp ucu sarkıtılan saç bağı.
  • karan : Mekke arzı.
  • karanful (karanfül) : Yaprağı, çiçeği ve kokusu güzel ve uzun olan budaklı bir nebat. Karanfil.
  • karanitis : Kişiyi sersem eden dimağ dolgunluğu.
  • karar : Değişmez hâle gelmek. * Sabit ve sakin olmak. * Ne az ne çok olan tam ölçü. Ölçülülük. * Gitmeyip kalmak. * Oturaklı yer. Sâkin olacak yer. * Anlaşılan ve sabit hâle gelen son karar sözü. * More…
  • karardâde : f. Durgun hâle gelmiş. * İstikrar bulmuş. Kararlaşmış. Karar verilmiş.
  • kararet : Kısa ayaklı ve çirkin yüzlü bir cins koyun. * Düz yuvarlak yer.
  • karargâh : f. Karar verilen yer. Karar yeri. * Askerî birlikte kurmay heyetinin toplandığı yer. Merkez.
  • karargir : f. Karara bağlanmış. Kararı verilmiş.
  • kararit : (Kırat. C.) Kuyumcu tartıları. Kıratlar.
  • kararname : f. Bakanlar Kurulu'ndan çıkan resmî emirler. * Verilen karârı bildiren yazı.
  • kararyab : f. Karar bulan. * Bir yerde oturup dinlenen.
  • karaşime : Maymunların gece çıkıp yattığı bir ağaç.
  • karatis : (Kırtâs. C.) Kâğıtlar, sahifeler. Kâğıt tabakaları.
  • karavana : Bakırdan yayvan yemek kabı. * Kışla, okul, hastahane gibi müesseselerde tevzi edilecek yemeği içine koydukları kap. * İnce ve yassı elmas. * Atışta hedefe vuramama.
  • karavol : f. Karakol.
  • kârazma : f. Görgülü, tecrübeli.
  • kârban : f. Kervan.
  • kârban-saray : f. Kervansaray. Şehirlerde veya yol üzerlerinde kervanların ve yolcuların gecelemelerine mahsus büyük han.
  • karbon : Lât. Basit olup kömürleşmiş hâlde bulunan bir temel unsur. Kömür. Billurlaşmış halde kömürleşmiş cisim.
  • karbonik : Fr. Bir karbonla, iki oksijenin birleşmesi ile meydana gelen gaz.
  • karbus : (C.: Karâbis) Eğerin ön ve arka kaşı. * Saç.
  • kârd : f. Bıçak.
  • kârdan : f. İşten anlar, iş bilir.
  • kârdar : f. İşi elinde tutan.
  • karded : Kaba mekan. Düz arz.
  • kârdide : (C.: Kâr-didegân) f. Uyanık, tecrübeli, iş bilir, görgülü.
  • kardinal : Fr. Katolik mezhebinde en büyük pâye.
  • kâre : Arka yükü.
  • kare : Anasından gözsüz doğan. Kör olarak dünyaya gelen. * Koyun sürüsü. ◊ (C.: Kâr-Kur) Dişi ayı. * Meşe. * Yüksek yer. * Kabile ismi.
  • karef : Hastalara yakın olmak.
  • kareh : Kişinin gövdesi kirli olmak. Vücut kirliliği.
  • karem : Et arzu etmek. * Deniz içinde biten çınar ağacına benzer bir ağaç.
  • karen : (C.: Akrân) Ok mahfazası. * Kılıç. * Ok. * İki deveyi biribirine çattıkları ip. Başka deveye çatılmış deve. * Çatık kaşlı olmak. * 'Yakınlık' mânâsına mastar. * Necid ahâlisinin More…
  • karenba : Ayakları uzun bir böcek.
  • karf : Töhmet etmek, ayıplamak. * Ayıp isnad etmek. * Dibâgat olunmuş deriden yapılan dağarcık gibi bir kap.
  • kârferma : f. Amir, iş buyuran.
  • kârgâh : f. Fabrika, iş yeri. Atölye.
  • kârger : f. İş yapan, işleyen. * Etki yapan, tesir eden, nüfuzlu.
  • kârgil : f. Kerpiçten yapılmış bina.
  • kârgir : f. Taş veya harçla yapılmış olan. * İş tutan, iş yapan.
  • kargüzar : f. Becerikli. İş yapabilen. Elinden iş gelen.
  • karh : Yaralama. * Hasta olmak. * Bedende çıkan yara. * Su olmayan yerde kuyu kazmak. * Yanlış ve yalanla hakkı değiştirmek ve battal etmek.
  • karha : (C.: Kuruh) Yara, ceriha. Ülser.
  • kârhane : f. İş yeri, iş yapılan yer. * Süt satılan yer. Süt fabrikası.
  • karheb : Yaşlı, ihtiyar. * Yaşlı öküz. * Çok kıllı keçi. * Ulu ve şerefli kişi.
  • kari : (A, uzun okunur) Köyde sâkin olan, köylü.
  • kari' : (Kari'e) (A, uzun okunur) Okuyucu. Okuyan. * Âbid ve zâhid olan. * Kur'anı tecvide göre okuyan. ◊ Ulu kişi, seyyid.
  • karia : (A, uzun okunur) Ansızın gelen belâ. Kıyâmet. * Belâ ve musibetten hıfz-ı İlâhiye dâir okunan dua ve âyetler. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) düşman üzerine saldığı asker grubu. * Pek More…
  • karia suresi : Kur'an-ı Kerim' in 101. Suresidir ve Mekkîdir.
  • kariat : (Karie. C.) Okuyan kadınlar. Kıraat eden kadınlar.
  • karib : Çok yakın. Yerce ve mekânca uzak olmayan. * Yakın hısım.
  • karib (kareb) : (C.: Kavarib-Ekrub) Gemi sandalı.
  • kâriban : f. Kervan.
  • kariben : Bir zaman sonra, yakın vakitte. Çok zaman geçmeden. * Sülâlece ve soyca yakın olan.
  • karie : (C.: Kariât) Okuyan kadın. Kırâat eden kadın.
  • karih : (C: Kuruh-Kavârih) Kesbedici, kazanan. * Dişleri tam olan davar. ◊ Yaralı, cerihalı. * Çıbanlı.
  • kariha : Fikir kabiliyeti. Zihin kudreti. Düşünme istidadı. * Akıldan hâsıl olan fikirler. Her şeyin evveli. * Kuyudan çıkarılan ilk su.
  • kariha-zâd : f. Karihadan doğan, karihadan meydana gelen.
  • karik : Düz yer.
  • karikatür : Bir insanın veya bir şeyin gülünç bir tarzda yapılan resmi. * Kaba, âdi ve mizahi resim.
  • karin : Yakın. Hısım. Akraba. * Arkadaş. Yaşı aynı olan arkadaş. Refik. Komşu. * Bir şeyi elde eden, nâil olan. * Pâdişahın daimi surette yakınında bulunan. Mâbeynci. ◊ Kılıcı ve oku More…
  • karine : Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ip ucu. Anlaşılması zor olan hususun hak ve hakikatına dâir cüz'i delil olan şey. İşaret.
  • karir : Mesrur, sevinmiş, memnun. Beşâret ve müjde sebebi ile parlayan göz.
  • karis : Donmuş, câmid. * Pıhtı. Sirke ile pişmiş balık. ◊ Ekşi yoğurt.
  • karisa : (C. Kavâris) İncitici söz.
  • kariye : (C: Kavâri) Uzun burunlu, kısa ayaklı, arkası yeşil bir kuş. * Süngü demirinin keskin yeri. * Kılıcın ve ona benzer şeylerin keskin yeri.
  • kariyer : Fr. Bir insanın kendisini hasretmiş olduğu meslek. * Bir meslekte alınan merhalelerin bütünü.
  • kark : Tavuk gıdaklaması.
  • karkaf : şarap, hamr.
  • karkal : (C: Karâkıl) Kadın gömleği. * Yeleksiz elbise.
  • karkar : Kilim veya halı ucu. * Hışımla gürleyerek çağır demek. ◊ (C: Karâkır) Düz açık yer.
  • karkara : Karın gurultusu. * Kumru kuşunun ötmesi. * Kahkaha ile gülmek. * Su içerken bardağın guruldayıp ötmesi.
  • karm : (C.: Kurum) Değerli insan. Kıymetli insan.
  • karmele : Yapraksız küçük ağaç.
  • karmeşe : Cem'etmek, toplamak.
  • karn : Zaman, devre. * Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene. * Yüz yıllık zaman. Asır. * Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç.
  • karnabit : Karnıbahar.
  • kârname : f. Usta çıkacak kişilerin ustalıklarını göstermek için yaptıkları iş örneği.
  • kârnedaşte : f. İş bilmez, acemi, işten anlamaz.
  • karnesa : Doğan kuşunun, avının ardına düşmesi.
  • karneyn : İki boynuz.
  • kârperdaz : f. İş düzenliyen. * Konsolos, şehbender.
  • kârperverd : f. Becerikli, iş yapan, elinden bir iş gelen.
  • karr : Durma. * Karar verme. * Su dökmek. * Kulağına söylemek. * Mahfe.
  • karra : Bir kimsenin kulağına söylemek. * Soğuk su dökmek.
  • karra' : (C.: Karrâun) Güzel okuyan. ◊ Ağaçkakan kuşu.
  • karraun : (Karrâ. C.) Güzel okuyanlar.
  • karre : Soğukluk, soğuk.
  • kars : İki parmağıyla çimdiklemek. * Karıncanın ısırması. ◊ Şiddetli soğuk. ◊ Küçük ibrik.
  • karş : Kesbetmek, kazanmak. * Toplamak, cem'etmek.
  • karsa (karisâ) : Bir hurma cinsi.
  • karsa' : Deve kuşunun erkeği.
  • karsaa : Buruşup büzülmek. * Yazıyı sık yazmak.
  • karşame : Atmaca kuşu.
  • kârsaz : f. Becerikli, elinden iş gelen.
  • karsel : Kısa boylu adam. (Müe: Karsele)
  • kârşinas : f. İşten anlar, iş bilir.
  • kart : Tazeliği geçmiş, katılaşmış. * Gençliği geçmiş, geçkin, yaşça büyük.
  • karta' : Gözünün birisine sürme çekip diğerini unutan ve gömleğini ters giyen budala kadın.
  • kartaban : Karısı ile nâmahrem kimseyi gördüğü hâlde aldırış etmeyen.
  • kartabus : Zahmet, meşakkat.
  • kartak : (C: Karâtit) Kadife. * Terlik. * Etekli kaftan.
  • kartale : Eşek yükünün dengi.
  • karun : (A, uzun okunur) Peygamber Musâ (A.S.) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (A.S.) duâsından sonra malı ile More…
  • karur : Duş yapılacak soğuk su.
  • karure : (C.: Kavârir) Göz bebeği. Gözün siyah kısmı. * Şişe.
  • karv : Ağaç kadeh. * Köpek yalağı. * Hurma ağacının kökü. * Uzun havuz. * Hayanın derisi inip büyümek. * Kast. * Etraflıca araştırmak, tetebbu. * Bir kimsenin mesleğine girmek, onun yoluna süluk More…
  • karva : Uzun hörgüçlü deve.
  • karvah : Uzun ağaç. * Uzun deve.
  • kârvan : f. (Bak: Kervan)
  • karya : Eski çağlarda Bursa ve Balıkesir bölgesinin adı.
  • karye : Köy. Nâhiyeden küçük olan, insanlarla meskun yer.
  • karyeteyn : Mekke ile Taif şehirleri.
  • karz : Borç, ödünç. Kesmek, kat'etmek. * şiir söylemek. ◊ Selem ağacının yaprağı.
  • karzen : Borç, ödünç olarak.
  • kâş : f. Çok istek, arzu, özleme.
  • kas' : Bir şeye el ayası ile vurmak. * Gidermek. * Tahkir etmek, küçümsemek.
  • kaş' : (Kış') Şaşkın ve ahmak adam. Zayıf adam. * Açmak. * Gidermek. Dağıtmak. * Kuru deri. Deriden olan çadır. * Hamam pisliği. * Deriden yapılmış döşek. * Balgam.
  • kas'a : (C.: Kısâ') Çanak, kâse. * Yemek kabı.
  • kaş'arire : Ürpermek, titremek.
  • kasa : Kabalık. * Şiddet. * Katılık.
  • kasa'nine : Katı olmak. * Büyük olmak.
  • kasab : Saz, kamış. * Parmak kemikleri. * Nefes borusu, bronş. * İnce keten bezi.
  • kasaba : (C.: Kasabât) Akciğerdeki nefes borularından herbiri. Bronş. * Küçük şehir. Çarşısı olan büyük köy. * Ahalisi beş-on bin raddelerinde olan mâmure.
  • kasabat : (Kasaba. C.) Bronşlar. * Kasabalar.
  • kasabe : Kötü hurma.
  • kaşaği : Hayvanları kaşıyıp tozlarını düşürmeğe mahsus âlet. * İhtiyar kimselerin, sırtlarını kaşımak için kullandıkları, ağaçtan uzun saplı ve bir ucundaki levhası dişli bir âlet.
  • kasah : Sırtlan.
  • kasaid : (Kaside. C.) Kasideler.
  • kasal : Buğday içinde olan siyah taneler.
  • kasam : Şiddetli sıcaklık. * Güzellik.
  • kasame : (Kasem. den) Katili bilinmeyen kimsenin bulunduğu, şüphelenildiği mıntıka halkından elli kişiye yemin ettirme.
  • kâşâne : f. Büyük, süslü ve gösterişli ev. Saray. Kışlık, rahat ve mükemmel ev, oda.
  • kasar : Üşenme, tembellik etme. * Güç ve kuvvetin son sınırı. * Boğazı tutup nefes aldırmayan bir zahmet.
  • kasara : (C: Kasr-Kasarât) Boyun kökü. * Yoğun ağaç. * Gemilerin baş ve arka taraflarında güverteden daha yüksek yapılan güverte.
  • kasaret : Kısalık. Kısa olma.
  • kasas : Haber vermek. Hikâye etmek, anlatmak. * Tetebbu' etmek. * Tıb: Göğüs kemiği. Göğüs ortası. ◊ Arslan.
  • kâsat : (Ke's. C.) Kadehler, ke'sler.
  • kasat : Davarın arka ayaklarının dik ve doğru olması.
  • kasatura : Askerlerin, bellerine bağlayıp taşıdıkları ve süngü gibi kullandıkları düz ve kısa kılıç.
  • kasavet : Kalb katılığı, gaflet. * Kaygı, tasa, üzüntü, keder. (Bak: Kasvet)
  • kasavise : (Kıssis. C.) Papazlar, ruhbânlar, keşişler.
  • kasb : Ağızda tez dağılan ve çekirdeği katı olan kuru hurma. * Sağlam, sert. ◊ Kat'etmek, kesmek.
  • kaşb : Karıştırmak. * Zehir içirmek. * Yaramazlıkla hatırlamak. * İncitmek.
  • kasba : Kamış. Kamışlık.
  • kaşbe : Hasis kişi. * Maymunun dişisi.
  • kasd : Bir işi bile bile yapmak. * İsteyerek. Niyet ederek. * Niyet. Tasavvur. * İstikamet. Yolu doğru olmak.
  • kasden : Bile bile, isteyerek.
  • kasdî : İstiyerek, kastederek, niyetle ve bile bile yapılan.
  • kâse : f. Tas veya çanak. Kâse gibi olan çukurluk. * Başı kaplayan ve başın üstündeki kemik.
  • kaşe : Mühür, imza. * Bir nevi kumaş.
  • kâse-bend : f. Çatlamış, kırılmış. * Kâse gibi şeyleri tamir eden kimse.
  • kâse-ger : f. Kâseci, kâse yapan.
  • kâse-i fağfur : f. Çin porseleni. Çin porseleninden yapılan kâse.
  • kâse-lis : (Kâselis) f. Çanak yalayıcı. Çok yiyen, obur. Hırslı. * Dalkavukluk. Alçak huylu kimse. * Dilenci.
  • kased : şahyar dedikleri nesne.
  • kâseha : (Kâse. C.) Kâseler.
  • kasem : Yemin. Ahdetme.
  • kaşem : Yetişmeden yenen beyaz hurma koruğu.
  • kasemât : Ahdler, yeminler.
  • kaşer : Çok fazla kırmızılık. Ziyâde kızıllık.
  • kases : Hidayet edici delil.
  • kasf : Kırmak. * Oyun, eğlence. * Devenin diş gıcırdatması.
  • kasfe : (C.: Kasf-Kasefât) Deve sesi. * Merdiven ayağı. * Bir parça kum yığını.
  • kash : Kuruluk, katılık.
  • kashab : Kalın, yoğun, büyük.
  • kasî : (Kasiye) Duygusuz. Katı, hissiz, taş gibi katı.
  • kaşî : f. İran'ın Kâş şehrinde yapılan bir çeşit çini.
  • kasi' : Yaramaz huylu, yaşlı ve boyu kısa olan kimse.
  • kaşi' : Kararı ve sebâtı olmayan kişi. * Dağılmış, müteferrik.
  • kasi'a : Yaban fâresinin ini. Yuvası ve bu yuvadaki iki deliğinden âşikâr olanıdır. Diğeri gizlidir. (Bak: Nâfıka)
  • kâsib : Kazanç sahibi. Kazanmak için çalışan. Kesbeden. Marifet için çalışan.
  • kasib : (C.: Kasâyib) Kadınların yüzleri üstüne bıraktıkları kıvırcık saç. Kâkül. ◊ Düdük çalan.
  • kaşib : (C.: Kuşbâ) Yeni veya eski.
  • kâsid : Kesat olan, eksik olan, verimsiz olan.
  • kasid : (C.: Kasidân) (Kasd. dan) Tasarlıyan, kasdeden. * Haberci, postacı. ◊ Kasd eden, niyet eden, isteyen. ◊ Kaside.
  • kaside : (C.: Kasâid) Onbeş beyitten az olmamak üzere, her beyit kafiyeli olarak, büyük kimseleri veya herhangi bir şeyi medh ü senâ eden, öven manzume şekli. Büyük zatları ve daha çok Cenâb-ı More…
  • kaside-gû : f. Kaside yazan, kaside söyliyen.
  • kaside-perdaz : f. Kaside yazan, kaside düzenliyen.
  • kaside-serâ : f. Kaside söyliyen, kaside yazan.
  • kâşif : Keşfedici. Keşfeden. Gizli bir şeyi meydana çıkarıp, izah eden. Açıklayan. * Mısır'da nâhiye veya kaza idarecilerine verilen ad.
  • kasif : Kasırga. Rastladığı şeyi kıran şiddetli rüzgâr. * Şiddetle seslenen. Çok gürleyen. ◊ Deve avazı. * Ağacın ince ve kuru olması. * Kırılması kolay olan şey.
  • kasîf : Kuru ince ağaç. * Gök gürültüsü. * Deniz sesi, dalga sesi.
  • kâşiger : f. Çinici, çini yapan san'atkâr.
  • kâşih : Düşmanlığını gizleyip izhar etmeyen. * Dağılıp uzaklaşan kimse.
  • kasik : t. Karnın alt tarafı.
  • kasîl : Hayvanlara vermek için vaktinden evvel biçilen yeşil ot. * Kesilmiş nesne.
  • kasim : (A, uzun okunur) Taksim eden, ayıran, bölen. ◊ (A, uzun okunur) Kırıcı, ezici, ufaltan.
  • kasîm : Güzel kimse. * Taksim eden, bölen.
  • kasîme : (C.: Kasim) Dikenden başka ot bitmeyen kumlu yer.
  • kâsir : (Kesr. den) Kıran, kırıcı. * Tavşancıl kuşu. ◊ Çok olan, kesir, bol olan.
  • kasir : (A, uzun okunur) Kısa, eksik. * Kusur işleyen. Kusurlu. ◊ (A, uzun okunur) Zorla işleten, yaptıran.
  • kasîr : (Kasr. dan) Kısa, boynuz, ufak boylu.
  • kasirane : Âcizane, beceriksizcesine.
  • kasire : Evinde hapsedilip dışarı çıkartılmayan kadın.
  • kaşire : Derisi yarılmış olan baş yarığı. * Yerin yüzünü kazıp götürmüş olan yağmur.
  • kasirga : Çevrintili rüzgâr. Tozu ve toprağı birbirine katarak, ağaçları sökerek bir an esip kesilen rüzgâr.
  • kasis : Fr. Bir yolu, bir tarafından diğer tarafına kadar kesen su arkı.
  • kasisa : (C.: Kasis) Devecilerin, azıklarını ve elbiselerini yüklettikleri deve. * Bir ot.
  • kasitîn : (A, uzun okunur) Zulmeden ve haktan sapanlar. * Haklı olanlar. * Kısımlara bölenler.
  • kasiyy : Uzak, baid. Irak.
  • kasiyy (kisiyy) : Soğuk gece. * Kas adı verilen mahâlde yapılan ibrişimli bir elbise.
  • kaskas : Açlık. * Sür'at yapan, hızla giden. * Yol gösterici. * Devenin yediği bir ot.
  • kaşkaşa : Bir şeyin kabuğunu soymak. * Hasta iyi olmak. * Halâs etmek, kurtarmak. * Uyandırmak.
  • kaskase : Yol göstermek. * Köpeği 'kuçu kuçu' diye çağırmak. ◊ Çok karanlık gece. * Asâ, sopa, baston.
  • kaşki : f. 'Keşke, ne olurdu' gibi, özleme veya pişmanlık ifade eder.
  • kasl : Kesmek.
  • kasm : Kapa kapa yemek, bütün bütün yutmak. * Kesmek. * Cem'etmek, toplamak. * İ'tâ etmek, vermek. ◊ Bölmek. * Ayırmak. * Bahsetmek. * Kesmek.
  • kaşm : Yemek. * Açlık. * Cem'etmek, toplamak.
  • kasma : Ufak boynuzlu dişi koyun.
  • kasme : Yüz, çehre, vech. ◊ Merdiven ayağı.
  • kasmel : Arslan, esed.
  • kaşmeş : Kuş üzümü.
  • kasr : Kısa olmak. Kısa kesmek. * Birisini bir hususa, bir işe tahsis etmek. * Bir işte tembellik etmek. * Akşamlamak. * Hapseylemek. * Yekpâre taş. * Beyazlatmak. * Gevşetmek. * Noksanlaştırmak. More…
  • kaşr : Bir şeyin kabuğunu soyma.
  • kasrî : Zorla, cebren.
  • kasriyyet : Zorlama hâli.
  • kass : Talep etmek, istemek. * Nemime, söz götürmek, lâf taşımak. ◊ Göğüs. * Saç kesmek. * Kırkmak. * Koyundan kırkılmış yün. ◊ Cem'etmek, toplamak, biriktirmek.
  • kaşş : Yaranın iyileşmesi. * Hasta iyi olmak. * Evmek.
  • kassa : Kireç.
  • kassab : Düdükçü. * Kesici. * Parçalayıcı.
  • kassabiyye : Hayvan kesme ücreti, kasaplık ücreti.
  • kassam : Huk: Vârisler arasında miras malını taksim eden ve küçüklerin hakkını koruyan şeriat memuru. * Taksim eden. ◊ Hayrı çok olan kimse. * Yorulmuş, kendini bırakmış, mahzun kişi. * More…
  • kassar : Leke çıkaran. * Çırpıcı, yıkayıcı.
  • kassî : Göğüsle alâkalı. Sadrî.
  • kast : f. Noksan, eksik, kusur.
  • kaşt : Deri yüzmek. * Açmak. * Koparmak.
  • kasta' : Ayaklarının siniri büzülüp kurumuş olan deve.
  • kastal : Cenk ederken olan toz, dövüşürken çıkan toz. ◊ şeker tozu.
  • kastalanî : (Hi: 851-923) (İmam-ı Ahmed İbn-i Muhammed) Büyük Şafiî âlimlerindendir. Çok eser yazmıştır. En meşhur eseri Mevahib-ül Ledüniyye'dir. Mısır'da vefat etmiştir. ◊ Ok More…
  • kâstar : f. Yalancı, hilekâr.
  • kastar : (C.: Kasâtıra) Hâzık, basiretli, mahâretli kimse. * Paranın sahtesini seçip çıkaran kimse.
  • kâste : f. Eksik, noksan, eksilmiş, azalmış.KASUB : Mestler.KASUS : Yalnız otlayan deve.KASV : Deve kulağının kenarı.
  • kaşur : (C.: Kaşurât) Yarış atlarının en sonra geleni.
  • kaşv : Kabuğu soyulmuş olan.
  • kasva : Kulağının dörtte biri kesik olan koyun veya deve.
  • kaşvan : Zayıf erkek.
  • kasvere : Yaşça büyük olmak. * şecaatli, kuvvetli. * Aslan. * Bir nebat ismi.
  • kasvet : Katılık. * Sıkıntı. İç sıkıntısı. * Kalb katılığı. (Bak: Kasavet)
  • kasvet-bahş : f. Kasvet ve sıkıntı veren.
  • kasvet-efza : f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren.
  • kasvet-engiz : f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren.
  • kasvet-nâk : f. İç sıkan, sıkıntı veren.
  • kat' : Kesme, ayırma. * Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek. * Delil ve bürhan ile ilzam etmek. * Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden More…
  • kat'a : Aslâ, hiçbir zaman.
  • kat'an : Hiçbir zaman, aslâ, katiyyen.
  • kat'î : Mutlak. şüphesiz. Tereddütsüz.
  • kat'î delalet : şüphesiz, kat'i delil.
  • kat'iyyen : Kat'i ve kesin olarak. * Aslâ, hiçbir zaman.
  • kat'iyyet : Kesinlik, kat'ilik.
  • katade : (C.: Kutad) Dikenli ot. Mugaylan dikeni.
  • kataif : '(Katife. C.) Saçaklı, tüylü havlular; ehramlar. * Kadayıf tatlısı.'
  • katalog : Fr. Kitaplık halinde, yahut neşriyata tabi bulunan bir şeye ait etraflı geniş liste, eşya listesi.
  • katam : Cimâ arzulamak. * Et arzulamak. ◊ Toz, gubar.
  • katan : Kuşların kuyruğu dibi. * Dağ ismi.
  • katane : Az yemeklik.
  • katar : Arabistan yarımadasında müstakil bir devlettir. İstiklâlini 1/1/1971 de ilân etmiştir. Hükümet merkezi Doha şehridir. Üç yanı denizle çevrilidir. Halkı müslümandır. Resmi lisanı Arapçadır. More…
  • katarat : (Katre. C.) Katreler, su damlaları.
  • katare : Kuyudan veya başka bir yerden damlayan su.
  • katat : Kısa, kıvırcık saç.
  • katb : (Katub) Daim çatık çehreli, ekşi yüz. * Bir kimseyi darıltmak, gücendirmek. * Birikmek, biriktirmek, doldurmak. * Dolu çuval taşımak, götürmek için hazırlamak. * Arslan.
  • katea : (C.: Kutâ) Güve. *Ağaç kurdu.
  • kateb : (C.: Aktâb) Deve palanı.
  • kated : (C.: Aktâd-Kutud) Semer ağacı.
  • katedral : Piskoposluk kilisesi. Bir şehrin büyük kilisesi.
  • kategori : Aralarında herhangi bir bakımdan alâka veya benzerlik bulunan şeylerin hepsi. * Zümre, grup.
  • katel : Nefs. Cismin bakiyyesi.
  • katele : (Katil. C.) Katiller. İnsan öldürmüş kimseler.
  • kater : (Katre. C.) Katreler, damlalar.
  • katere : Bir şey üzerine çökmüş toz. * İs gibi bir karanlık. * Toz. * Kebap yapmak. * Pişmiş şeyin kokması.
  • katf : Atın veya diğer davarın adımını geç atması. * Tırmalamak. * Üzüm kesmek. * Ağaçtan meyve devşirme. * Devşirme mevsimi.
  • kati' : (Kat'. dan) Kesen, Kat' eden. Durduran, mâni olan. * Keskin ve iyi bileylenmiş kılıç. ◊ (C.: Ekâti-Aktâ-Kutân) Kamçı. * Deve ve koyun sürüleri.
  • kati'a : Kesen, kesici.
  • katia : (C.: Katâi') Kesme, kat etme. * Kırılma. * Alâkayı kesme. Ahbaplığı kesme. * Vergi. * Arazi.
  • kâtib : Yazan, yazıcı, kitâbet eden. Usta yazıcı.
  • kâtibane : Kitâbet kaidesine göre, kâtipcesine.
  • katibe : (A, uzun okunur) Hepsi, tamamı. Cümleten. * Bütün hâllerde.
  • katibeten : Tamamıyla, bütünüyle, cümleten, hepsi. * Hiçbir zaman, aslâ.
  • katife : (C.: Katâif) Kadife.
  • katil : (A, uzun okunur) Öldüren. İnsanın ölümüne sebep olan insan. ◊ Öldürülmüş, vurulmuş. Maktul.
  • katile : Su silmede kullanılan bez parçası.
  • kâtim : (Ketm. den) Ketmeden, saklıyan, tutan. Sır saklayan.
  • katim : Toz çokluğundan karanlık olan.
  • katin : (C.: Kuttân) Oturan, yerli. Ev halkı. ◊ Kene. * Az yiyen kimse. * Testi.
  • katir : İhtiyarlık, saç ağarmak. * Perçin yapılan çivi uçları.
  • katl : (C.: Mekâtıl) Kesmek. ◊ Öldürmek.
  • katlâ : (Katîl. C.) Öldürülmüş kimseler.
  • katlgâh : f. Öldürme yeri. Cinayet mahalli.
  • katm : Kesmek. Isırmak. * Tatmak, zevk. * Devenin kükremesi.
  • katmer : t. Bir şeyin kat kat olması. * Çok yapraklı oluşu. (Gülün, çiçeğin, böreğin, elbisenin kat kat olduğu gibi.)
  • katne : Kırkbayır. * Boş.
  • katolik : Fr: Hıristiyanlardan bazılarınca Hz. İsa'nın (A.S.) vekili telâkki ettikleri papanın reisliği altında Hıristiyanlıkta bir mezheb ve bu mezhabe bağlı olanlar.
  • katr : Damlamak. Damlatmak. Damlayan şey. * Develeri katarlamak. * Birisini şiddet ve hiddetle yere çalmak. * Yağmur. ◊ Darlık.
  • katran : (Katıran) Siyah, sert kokulu, süretle yanan, hararetli, keskin ve suda erimeyen bir madde.
  • katre : Damla. Su damlası. * Bir damla olan şey.
  • katrecu : f. Bir damla arıyan.
  • katred (katârid) : Koyunu ve kuzusu çok olan kişi.
  • katrefeşan : f. Damla saçan.
  • katt : Kuru yonca. * Koğuculuk etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak. * Zeytin yağını fesliğen ile kokutmak. ◊ Katı bir cismi yontma, enine kesme. * Saçın kıvırcık olması. * Narhın, More…
  • katta' : Çok kat'eden, adah çok kesen.
  • kattal : (Katl. den) Çok öldüren, çok katleden.
  • kattan : Pamuk satan.
  • kattat : Hokkalar yapan, çıkrıkçı.
  • katub : (Bak: Katb)
  • katube : Arkasında semeri olan deve.
  • katuf : Tenbel. * Yavaş yürüyüşlü davar, yavaş olan hayvan.
  • katv : Sürur ve neşeyle ağır ağır yürümek. * Adımını biribirine yakın atmak. ◊ Hizmet.
  • kaud : Binilmeğe kabil deve (en az iki yaşında olur.) ◊ Yavaş giden at.
  • kaur : Çok derin. * Çöllerde, rüzgârların esmeleri sebebiyle yığılan kum tepeleri. Kumullar.
  • kaus : Yaşlı, koca, ihtiyar.
  • kav' : (C.: Akvâ) Erkek dişiye aşmak. * Üstüne hurma ve buğday döktükleri düz yer.
  • kava' : Kimse olmalan ıssız yer. * İki tarafına yağmur yağıp ona yağmayan yer.
  • kavabil : (Kabile. C.) Ebeler. * (Kabiliyet. C.) Kabiliyetler veya kabiliyetliler.
  • kavad : Katili maktul yerine kısas etmek. ◊ Kaltaban. Arsız, gayretsiz.
  • kavadih : (Kadiha. C.) Çekiştirenler, zemmediciler, kötüleyiciler. * Çekiştirilecek ve zemmedilecek şeyler.
  • kavadim : (Kadime. C.) Kuyruklar. * Kuşların kanatlarının ön tüyleri.
  • kavaf : Kundura ve terlik gibi ayakkabıları hazır olarak satan.
  • kavafî : (Kafiye. C.) Kafiyeler.
  • kavafil : (Kafile. C.) Kafileler. Birlikte yolculuk eden topluluklar. * Sıra sıra ve takım takım gönderilen şeyler.
  • kavaid : (Kaide. C.) Kaideler. Hareket porgaramları. Dil öğreten bir kitaptaki kaideler. Arab lisanındaki kaidelerin dercedildiği gramer kitabı.
  • kavaim : (Kaime. C.) Kaimeler.
  • kavakiz : (Kakuze. C.) Boş maşrapalar.
  • kavalib : (Kalıb. C.) Kalıplar.
  • kavam : Adâlet. * Güzel ve uzun boy.
  • kavanin : (Kanun. C.) Kanunlar. Devlet idare kaideleri. Şeriatın her bir mes'elesi.
  • kavari' : (Karia. C.) İnsan öleceği zaman, halet-i nezi'de okunan âyet-i kerime. * Şiddetli esen rüzgârlar. * Ansızın Allah tarafından gönderilen belâ ve musibetler.
  • kavarir : (Karure. C.) Gözbebekleri. * Şişeler.KAVAS : Eskiden vezirlerin maiyetlerinde kullandıkları silâhlı adamlar.
  • kavasif : (Kasıf. C.) Şiddetli esen rüzgârlar. Fırtınalar.
  • kavasim : (Kasım. C.) Ezici, kırıcı ve ufaltıcı şeyler.
  • kavayim : Davarın ayakları. * Evin direkleri.
  • kavb : Kesmek. * Çukur kazmak.
  • kavd : Boy uzunluğu. * At sürüsü.
  • kavda : (C.: Kud) Uzun boyunlu kadın.* Alt dişlerin uzun başlısı.
  • kaveme : (Kavme) Namazda, rükudan kıyama kalkıp, bir kere 'Sübhâne Rabbiyel Azim' diyecek kadar durmak.
  • kavf : Bir kimsenin peşinden gitmek. * Ense saçı.
  • kâvî : (Key. den) f. Yakan, yakıcı. Dağlayan. Demirci.
  • kavi : Sağlam, metin, zorlu, kuvvetli, güçlü. * Varlıklı, zengin, sâlih, emin, mutemed.
  • kavim : Doğru, dik, ayakta. * Dürüst. * İsabetli. * Boyu düzgün ve güzel. ◊ (Bak: Kavm)
  • kâviş : f. Eşme, kazma.
  • kâvişger : f. Kazıcı, eşici, kazan.
  • kavisname : f. Okçular ve okçuluk hakkında yazılan eser.
  • kaviyyen : Kuvvetle, kat'i olarak. Şüphesiz olarak.
  • kaviyyen me'mul : Çok kuvvetle ümid edilen.
  • kâviyyet : Yakıcılık, dağlayıcılık.
  • kavkaa : Salyangoz, midye gibi hayvanların sert kabuğu.
  • kavkah : Tavuk gıdaklaması, tavuk sesi.
  • kavkal : Bağırtlak kuşunun erkeği. * Keklik. * Turaç kuşu.
  • kavl : Anlaşma. Sözleşme. * Konuşulan söz. Söz cümlesi. * İtikad, delâlet. * Tarif. * İlham.
  • kavl-i şârih : Mânasını açıklayan söz. Şerheden söz. Tarif. Şerhedenin sözü.
  • kavlen : Söyleyerek. Söz ile. Anlaşarak.
  • kavlî : Sözle alâkalı. Söz niteliğinde.
  • kavliyyat : Kaviller, kuru lâflar, boş sözler.
  • kavm : (Kavim) Bir peygambere tâbi ve bağlı insan topluluğu. Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk. Millet. Bir işe başlamak. * Pazar kurmak. * Müşteri ile anlaşmak.
  • kavmî : Kavme âit, kavimle alâkalı.
  • kavmiyet : Kavimcilik. Milliyetçilik. Bir kavmin hususiyetleri.
  • kavmiyetçilik : İslâmiyetin âyet-i kerime ve hadis-i şerifle men'ettiği, soy sop üstünlüğü ileri sürerek, kendi kavminden olmayanlardan ayrılmak ve onları hakir görmek. (Bak: Asabiyet-i câhiliye)
  • kavnes : (C.: Kavânis) Atın iki kulağı arası. * Başa giyilen miğferin tepesi.
  • kavra : Geniş yer.
  • kavs : Yay. * Eğri, yay biçiminde olan şey. * Dokuzuncu burcun adı.
  • kavs-pare : f. Küçük yay, küçük kavs.
  • kavsaf : Kadife.
  • kavsarra : Kamıştan yapılan hurma sepeti. * Şeker yükü.
  • kavseyn : İki yay.
  • kavsî : Yay biçiminde olan, yay gibi olan.
  • kavt : İhtiyaç miktarı yemek vermek. ◊ (C.: Akvât) Koyun sürüsü.
  • kavvad : Arsız, pezevenk, deyyus, kaltaban, gayretsiz.
  • kavval : (Kavl. den) Geveze, çok konuşan, çok söyliyen. * Sözü yerinde söyliyen. Lâf ebesi.
  • kavvam : Nezaret ve muhafaza eden kimse. İşlerin mes'uliyetini üzerine alıp iyi idare eden.
  • kavvas : (Kavs. dan) Oklu asker. * Ok imâl eden kimse. Okçu.
  • kavz : (C.: Akvâz-Akâviz-Kızân) Küçük kum tepesi. * Düşmek. * Bağlamak. ◊ Bozmak. Yıkmak.
  • kay : Kusma, istifrağ. Hastalıktan dolayı ağızdan çıkan hazmolmamış gıdâ maddesi. ◊ Yağmurlu hava.
  • kay' : Kedi, sinnevr.
  • kay'am : (C.: Kayâım) Kedi.
  • kayane : Demircilik.
  • kayasire : (Kayser. C.) Kayserler. Eski Bizans ve Roma İmparatorlarının lâkapları.
  • kayd : Kelepçe, bağ. * Bağlamak. * Bir şeyi bir yere yazmak. * Deftere geçirmek. * Sınırlamak. * Şart.
  • kaydahr : Halkın her işine karşı gelen. * İri gövdeli deve.
  • kaydehur : Yaramaz huylu.
  • kaydetmek : Yazmak. * Bağlamak. * İlgilenmek, alâkalanmak.
  • kaydiyye : Deftere kaydetme ücreti.
  • kaydum : Her nesnenin önü.
  • kayh : (C.: Kuyuh) İrin.
  • kayid : (C.: Kıvâd-Kâde-Kavâyid) Çekici, çeken. * Çavuş. * Koyunların önünde yürüyen 'kösem' dedikleri koyun.
  • kayif : Ferasetle bir kimsenin nesebini bilen kişi.
  • kayile : (Bak: Kaylule)
  • kayim : Durucu, duran. * Kılıç kabzası.
  • kayin : Kadının veya kocanın erkek kardeşi.
  • kayinço : Kayın. Kayınbirader.
  • kayisa : (C.: Kavâsi) Derenin son bulduğu yer.
  • kayka' : Tavuk avazı, tavuk sesi.
  • kaykaban : İğde yemişi gibi akça yemişi olan bir ağaç.
  • kayl : (C.: Akyâl) Ulu şerif kimse. * Öğle vakti şarap içmek.
  • kaylule : Kerâhet vakti olmayan kuşluk vakti uykusu, öğle uykusu.
  • kayn : (C.: Kuyun) Demirci, haddad, * Kul, köle.
  • kaynan : At ve deve ayaklarının ip bağlanacak ve bukağı vuracak yeri.
  • kaynata : Karı ve kocaya göre birbirlerinin babası. * Kayınpeder.
  • kays : Leylâ ile Mecnun hikâyesinin erkek kahramanı olan Amirinin adı. * Süngü miktarı. ◊ Düşmek, sukut.
  • kayser : Eski Roma ve Bizans İmparatorlarının lâkabı.
  • kayserî : (C.: Kayâsir, Kayâsire) Büyük şeyh. * Büyük deve. ◊ f. Hükümdarlık, imparatorluk, kayserlik.
  • kaysum : Marsama denilen ot.
  • kaytas : Balina balığı. * Kadırga balığı.
  • kaytun : (C.: Kayâtin) Hazine. Kiler. Ziyâfethâne.
  • kaytus : Bir yıldız kümesi.
  • kayy : Fakirlik.
  • kayyim : 'İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve More…
  • kayyime : Müstakim, âdil. Çok değerli.
  • kayyum : (Kıyâm. dan) Camilerde iş gören kimse. Cami hademesi.
  • kayyumiyet : Allah'ın ezelî ve ebedî oluşu, dâimî mevcudiyeti, bâkiliği. (Bak: Kayyum)
  • kayz : Yaz mevsiminin en sıcak zamanları.
  • kâz : (Gâz) f. Makas.
  • kaz' : Kesmek. * Kahretmek. * Çiğnemek. * Fuhşiyat söylemek. Sövmek.
  • kaza : Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ.
  • kaza' : Çocukların başını traş edip, bazı yerlerinde kısım kısım saç bırakmak.
  • kazaa : Bulut parçası.
  • kazab : Katılık, şiddet.
  • kazabe : Kesinti. Bağ ağacından ve diğer ağaçtan kesilen parçalar.
  • kazaen : Kaza olarak, tesadüfen. İstemiyerek. Bilerek değil. Beklenmedik halde.
  • kazaet : Ayıp, âr. * Fesad.
  • kazaha : (Kazâ. dan) Kazalar. İlçeler. Kaymakamlık idareleri.
  • kazaî : Kaza ile alâkalı. Hüküm vermeğe ait.
  • kazak : Her kavmin askerliğe, akın ve çapula ayrılmış efradı. * Çarlık Rusyasında ayrıca bir sınıf teşkil eden sipahiye benzer süvari askeri.
  • kazal : (C: Kuzul-Akzile) Başın arka tarafı.
  • kazam : şey.
  • kazan (kevzân) : Semiz şişman kimse.
  • kazanfer : (Bak: Gazanfer)
  • kazar : Kirlenme, pislenme.
  • kazara : f. Kazâ olarak. Rastlayarak.
  • kazaret : Murdarlık, necâset, pislik, pis olma hâli.
  • kazasker : İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de More…
  • kazaya : (Kaziye. C.) Kaziyeler. Hükümler.
  • kazaz : Ufak taş. * Döşek üstünde olan toprak. * Toz toprak bulaşmaz nesne.
  • kazb : Kesmek. * Yonca otu. ◊ Çok nikâh.
  • kazbe : (C: Kuzub) Yonca otu.
  • kâze : Uyluk dibi.
  • kazef : Irak, baid, uzak.
  • kazein : Fr. Sütte bulunan albüminli maddeler.
  • kazel : Çok fazla aksaklık. (Müe: Kazlân)
  • kazem : Bütün bütün yutmak. * Asılsızlık. ◊ Tez, seri, acele.
  • kazer : Nezafetsizlik, temiz olmamak.
  • kazez : Pire.
  • kazf : Atmak. İftira atmak. Ehl-i namus bir kadına zina isnad etmek. Buna 'kazf-ı muhsenat' da denir. (Bak: Kebair)
  • kazf (kazâfe) : (C.: Kızâf) İncelik, zayıflık.
  • kazh : Atmak, saçmak.
  • kazi : (A, uzun okunur) Dâvalara hüküm ve kaza eden. Şeriat kanunlarına göre dâvalara bakan hâkim. Kadı. * Yapan, yerine getiren.
  • kazib : Karada ve denizde ticarete hırslı olan kimse. ◊ (C.: Kavâzıb-Kızâb) Kesici, kesen. ◊ (C.: Kuzıbân) Ağaç dalı.
  • kâzib(e) : Yalancı. Yalan söyleyen.
  • kazife : Sövdükleri söz. * Attıkları nesne.
  • kâzim : Öfkesini yenen, meydana vurmayan.
  • kazim : (C.: Kazmân-Kazam) Gümüş. * Yazı yazmada kullanılan beyaz deri. * Davara verdikleri arpa.
  • kazim(a) : Kemirici hayvan.
  • kâzime : (C.: Kezâyim) Yanında bir kuyu daha olup bundan ona, ondan buna su geçen kuyu. * Büyük şehir.
  • kazime : (Bak: Kâzıme)
  • kâzimûn (kâzimîn) : Öfkesini yenenler. Hırsını yenenler.
  • kaziye : Ölüm.
  • kaziye (kaziyye) : Man: Hüküm. Bir hükmü ifâde eden kelâm. * Karar. Fikir. İfâde. * Hak veya bâtıl mâna ifade eden söz. * Hükmeylemek. * Hükümet.
  • kaziz : Ufak taşlar, taş parçaları. * Topluluk, cemaat.
  • kazkaz : Arslanın, kemiği parça parça etmesi. * Yavuz arslan.
  • kazkaza : Kemiği parçalamak.
  • kazm : Kuru şeyler yemek. * Dişlerin etrafıyla bir şeyi ısırıp yemek.
  • kazr : Bir kimsenin peşinden gitmek.
  • kazuf (kazif) : Irak, uzak, baid.
  • kazulet : Kocaman.
  • kazur : Temiz olmayan şeylerden sakınan kimse.
  • kazurat : Pislikler, süprüntüler, insan pisliği.
  • kazure : (C.: Kazurât) Pislik. * Mezbele, süprüntülük.
  • kazuze : Maşrapa.
  • kazz : Bükülmüş ibrişim. Ham ipek. * Sıçramak. * Irak olmak, uzak olmak. ◊ Büyük taş. * Topraklı olan. * Topluluk, cemaat. ◊ Okun yeleğini kesmek. * Yalnız, tek, ferd.
  • kazzabe : Çok keskin.
  • kazzafe : Sapan.
  • kazzan : Pire.
  • kazzaz : İpekçi. İpek yapan veya satan kimse.
  • kazze : (C.: Kuzâ) Su üstündeki çörçöp. * Göze düşen çöp. * Gözün çapağı.
  • ke : Gibi mânasındadır. (Arapça teşbih edâtı) Kelimenin başına getirilir. Meselâ: (Kezâlike: Bunun gibi) * Harfin ve kelimenin sonuna gelirse sen zamiri yerindedir. Meselâ (Kitâbü-ke: Senin More…
  • ke'kee : Zorla reddetmek, def'etmek.
  • ke's : Çanak. * Kadeh. Dolu kadeh.
  • ke'sen dihak : (Kulpsuz) dolu kadehler.
  • keb' : Men'etmek, mâni olmak, engellemek. * Dinar. Dirhem.
  • kebab : Ateşte pişirilen et. * Ateşte kavrularak veya alazlanarak pişirilen her türlü yiyecek.
  • kebabe : Bir ot ismi.
  • kebad : İri limon.
  • kebade : f. Tâlim yayı.
  • kebade-keş : f. Ok atma tâlimi yapan veya ok atmaya hevesli olan. Tâlim yayını çeken.
  • kebade-keşî : f. Ok atmaya hevesli olma, tâlim yayını çekme.
  • kebair : (Kebire. C.) Büyük şeyler, büyük günahlar.
  • kebas (kebes) : Misvak ağacının yemişi. * Bir şeyin kokup bozulması.
  • kebb : Hor ve zelil etmek, yüzü üstüne bırakmak, helâk etmek.
  • kebbah : Gönden bardak ve matara diken kimse.
  • kebban : Büyük terâzi. Kantar.
  • kebbe : İzdihamlık, kalabalık. * Cenk ve kıtal içinde sür'at etmek. Savaşta acele hareket etmek.
  • kebc : Davarı durdurmak için dizginini çekmek.
  • kebe : Çobanların ve köylülerin giydikleri yünden bir nevi aba.
  • kebed : Ciğer ağrısı. * Kara ciğer. * Meşakkat. Şiddet. Mihnet. * Karnın şişmesi.
  • kebel : Kısa.
  • kebg : f. Keklik.
  • kebib : Darı.
  • kebicek : Kış otu.
  • kebir : Büyük, âli, yüce.
  • kebire : (Müe.) Büyükler. Büyük günahlar. (Bak: Kebair)
  • kebise : Dört senede bir takarrur eden ve bir gün fazlası olan sene. Şubatın 29 gün olduğu sene.
  • kebit : Deve avazı. Sığır avazı.
  • kebkeb(e) : f. Ayak patırtısı.
  • kebkebe : Yüz üstüne düşürme. * Çukur bir yere döne döne düşme.
  • kebl : Bağlamak. * Kovanın ağzını iki kat edip dikmek.
  • kebn : Kova ağzını iki kat edip dikmek. * Udul etmek, dönmek, vazgeçmek. * Besili ve semiz olmak. * Kaybetmek.
  • kebs : Çukur bir yeri doldurup düzeltme. * Bir cins hurma. * Misk hokkası.
  • kebş : (C.: Kibâş) Erkek koyun. Koç.
  • kebse : Beraberlik, eşitlik, müsavat. * Ebucehil karpuzu.
  • kebt : Zelil etmek, hor hakir etmek. * Sarfetmek, harcamak.
  • kebud : f. Mavi. Gök rengi.
  • kebudfâm : f. Gök renginde olan. Mavi renkli.
  • kebudî : f. Mâvilik.
  • kebuter : f. Güvercin.
  • kebuter-bâz : f. Güvercin besleyen, yetiştiren, satan kimse.
  • kebuterân : (Kebuter. C.) Güvercinler.
  • kebv (kebve) : Davarın, başını vücuduna sürçmesi. * Çakmak çöngelip ateşi çıkmaz olmak. * Görmek. * Kabın içindekini dökmek. * Ateşi kül bürüyüp örtmek.
  • kec : f. Eğri, çarpık.
  • kecabe : f. Devenin üstüne konan oturulacak bir çeşit tahtırevan.
  • kecave : f. Deve üstüne konulan bir cins tahtlrevan.
  • kecbaz : f. Oyunda hile yapan.
  • kecbin : f. Şaşı. * Eğri gören. * Yanlış ve ters düşüren.
  • kecçeşm : f. Şaşı gözlü. Gözü şaşı olan.
  • keçel : f. Başı kel olan kişi. Başında saç olmayan kimse.
  • keçeli : Tar: Yeniçerilerden keçekülâh giyenler.
  • kecfehm : f. Yanlış anlıyan.
  • kechulk : Kötü huylu kimse. Huyu kötü olan kişi.
  • keckülah : f. Eğri külâhlı, külâhı eğri olan. * Mc: Hoppa.
  • kecmizac : f. Mizaç ve tabiatı hoş olmıyan. Huysuz.
  • kecnazar : f. Kıskanç, hasetci. * Eğri bakışlı.
  • kecnigâh : f. Eğri bakışlı. Bakışları eğri olan kimse.
  • kecnihad : f. Aksi ve ters huylu olan.
  • kecre'y : f. Reyi, sakat, düşüncesi ters olan.
  • kecreftar : f. Ters yürüyen. Gidişi eğri.KECREV : f. Eğri giden. * Tuttuğu yol sakat ve yanlış olan.
  • kectab' : f. Mizacı, tabiatı ters olan kimse, aksi.
  • ked : f. Ev, hâne, mesken.
  • ked-banu : f. Bir daireyi idare eden kâhya kadın.
  • keda : Mekke-i Mükerreme üstünde, Mekâbir yakınında bir yolun adı.
  • keda' : Defetmek, kovmak.
  • kedad : Araplar arasında mâruf bir erkek eşeğin adı. (Ona nisbet edip 'benat-ul kedad' derler.)
  • kedb : Tâze kan.
  • kedd : Emek. İş. Çalışma, uğraşma, çabalama.
  • keddere : Bulandırdı (meâlinde fiil).
  • kede : f. 'Mahal, ev, yer' anlamına gelir ve birleşik isimler şeklinde kullanılır. Meselâ: Ateşkede, bütkede, meykede... gibi.
  • kedeme : Hareket.
  • keden : Toprak suyu çekip, yerinde bulanıklık kalmak.
  • keder : Tasa, kaygı, can sıkıntısı. Bulantı. Gam.
  • kederefzâ : f. Keder ve sıkıntı veren. Keder verici.
  • kederengiz : f. Üzüntü, keder ve sıkıntı meydana getiren.
  • kedernâk : Keder verici, kederli.
  • kedeven : Palan atı.
  • kedh : Amel, cehd. Sa'y. * Isırma veya yırtma ile hasıl olan iz.
  • kedhüda : f. Kâhya.
  • kedid : Davar tırnağıyla didilmiş ve yumuşamış olan yumuşak yer.
  • kedin : Etli ve yağlı kişi.
  • kedir (kedirâ) : İçinde hurma ıslanmış süt.
  • kedkede : Ağır ağır seğirtmek. * Katı bir cisme dokunmaktan çıkan ses.
  • kedm : Isırma.
  • kedme : Yara izi, bere.
  • keds : Tez tez yürütmek.
  • kedş : şiddetle sürmek. * Yırtmak. * Kazanmak.
  • kedu : f. Kabak. * Mc: Kafatası.
  • keduh : Amel ve sa'yedici, çalışan.
  • kedum : Adam ısıran eşek.
  • keduret : Bulanıklık. * Gam, tasa, keder.
  • kef : Elin iç tarafı. Avuç. * Ayağın altı, tabanı. * Avuç dolusu. ◊ f. Köpük.
  • kefa : f. Sıkıntı, meşakkat, mihnet.
  • kefa' : Kabı başaşağı etmek, ters çevirmek.
  • kefaet : Denklik. Denk olmak. Beraberlik. Bir şeye yeterlik. Küfüv oluş.
  • kefaf : Ancak yaşayabilecek kadar olan rızık. * Misil, miktar. * Berâberlik.
  • kefaleten : Kefil olarak. Kefillik suretiyle.
  • kefaletname : f. Kefillik kâğıdı, kefalet senedi.
  • kefaret : (Bak: Keffaret)
  • kefc : f. Ağızdan gelen köpük.
  • kefçe : f. Kepçe.
  • kefe : (Keffe) Terazinin bir gözü.
  • kefef : (Keffe. C.) Kefeler. Terazinin tablaları.
  • kefel : Dip, ard, kıç.
  • kefenbeduş : (Kefenberduş) f. Kefeni sırtında. Ölümü göze almış.
  • kefenpuş : f. Kefene sarılmış. Kefenlenmiş.
  • kefere : (Kâfir. C.) Kâfirler.
  • kefeş : (Bak: Kafş)
  • kefeteyn : Terâzinin iki tarafı.
  • keff : Vaz geçme, el çekme, çekinmek, men'etme, imtinâ etmek, sâkit olmak. * Avuç, el, avuç içi. * Nimet.
  • keffaret : (Masdar gibi kullanılıyorsa da 'keffâr' mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı More…
  • keffe : (C.: Kifef) Terazi kefesi. * Her yuvarlak cisim. * (C.: Ükef) El ayası.
  • kefgir : f. Köpük tutan. * Kevgir, delikli kap.
  • kefh : Karşı karşıya savaşma.
  • kefi : Nazir, misil, benzer, denk, eş.
  • kefil : (Kefâlet. den) Birisinin bir borcu ifâsı lâzım gelirken, ifâ etmediği takdirde, o borcu ifâyı kendi üzerine alan kimse. Kefâlet eden kimse.
  • kefit : Seri yürüyüş, hızlı yürüyüş. * Kuvvet.
  • kefiye : Başa sarılan ve omuzların üzerine kadar gelen, uçları püsküllü ince ipek örtülü kumaş.
  • kefkefe : Men'etmek, engel olmak.
  • kefl : Okşamak. * Kefil olmak. * Yaramaz gönüllü olan.
  • kefn : Yün eğirmek.
  • kefr : (C.: Küfur) Örtme, sarma, * Köy, karye.
  • kefş : (Bak: Kafş)
  • keft : Cem'etmek, toplamak. * Sarfetmek, harcamak. * Evmek. * Katı katı sürmek.
  • keftar : f. Sırtlan.
  • kefter : f. Güvercin, kebuter.
  • kefur : Hakkı gizleyici, doğruyu gizleyen.
  • keh : f. Saman. Saman çöpü.
  • keha : f. Mahcub, utangaç.
  • kehail : (Kehil. C.) Sürmeli gözler. Sürme çekilmiş gözler.
  • keham (kihâm) : 'Yaşlı, ihtiyar. (Kesmez kılıca 'seyf-i kihâm'; peltek lisana 'lisan-ı kihâm'; ağır yürüyüşlü ata 'feres-i kihâm' derler.)'
  • kehanet : Gaibden haber vermek. Falcılık. Kâhinlik etmek.
  • kehat : Büyük, semiz dişi deve.
  • kehb : Koruk.
  • kehd : Ayağı yere vurmak.
  • kehdel : Genç hâtun. * Yaşlı hâtun, acuze. (Ezdattandır)
  • kehene : (Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar.
  • kehf : Mağara, in. Sığınacak yer altı. * Tıb: Verem hastalığında akciğerde açılan oyuk.
  • kehf suresi : Kur'an-ı Kerim'in 18. suresidir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
  • kehhal : Gözlere sürme süren. * Göz doktoru.
  • kehib : Patlıcan.
  • kehil : (Kehile) Sürme çekilmiş göz. Sürmeli göz.
  • kehila : Gözleri yaradılıştan sürmeli olan kadın.
  • kehire : Kısa boylu kadın.
  • kehkah : Zayıf erkek.
  • kehkeşan : f. Samanyolu. Saman uğrusu. (Gökte sık yıldız ışıklarıyla hasıl olan yol biçimi uzayıp giden ışıklı manzara.)
  • kehl : Göze sürme çekme. * Kıtlık yılı. (Bak: Kahl)
  • kehl(e) : Otuz yaşını geçmiş, saçına aklık karışmış kimse. (Bak: Kühulet) * Bit.
  • kehlâ' : Sürmeli kadın. * Sığırdili dedikleri ot.
  • kehm : Men'etmek, engel olmak. * Kaldırmak.
  • kehmel : Ağır ve kaba.
  • kehmes : Boyu kısa olan.
  • kehr (kührüre) : Yüz pörtürmek. * Men'etmek, engel olmak.
  • kehreba : Bir şeffaf zamk ismi.
  • kehribar : Cevher saçan. * Güzel sözler söyleyen.
  • kehrüba : f. Saman kapan. * Bir yere hızlıca sürüldüğü zaman, hafif şeyleri kendine çeken bergâmi taş. (Türkçede tahrif edilerek 'Kehribâr' denilir.)
  • kehrübaî : Kehribar gibi, cezbedici, elektrikli olan.
  • kehs : Bir şeyi eliyle almak.
  • kehulet : (Bak: Kühulet)
  • kehvare : f. Beşik.
  • keib : Mahzun, hüzünlü, münkesir ve kötü halli olan kişi. (Müe: Keibe)
  • kej : f. Çarpık, eğri. Kumral. Tüylü keçi.
  • kejçeşm : f. Şaşı, eğri bakışlı.
  • kejdüm : f. Akrep.
  • kejdümî : f. Akrep gibi, akreple ilgili.
  • kekeme : t. Harfleri serbest söyliyemeyip tekrarlayan. Dilinde tutukluk olan.
  • kekre : t. Ekşi, acımtırak.
  • kela : Yeşil ot.
  • kelab : Tıb: Kudurma. Kuduz hastalığı.
  • kelacu : f. Kadeh.
  • kelaet : (Bak: Kilaet)
  • kelah : Kıtlık olan yıl, kıtlık yılı.
  • kelâl : Yorgunluk. Bitkinlik. Usanç. * Göz nuru zayıf olmak, yorgun olmak.
  • kelâl-âver : f. Yorgunluk ve bıkkınlık veren. Sıkıcı, yorucu.
  • kelâl-bahş : f. Sıkıcı, yorucu. Yorgunluk getiren.
  • kelâlet : Yorgunluk. Bitkinlik. Usançlık. * Bıçak ve kılıç gibi şeylerin kesmez olması. * Akrabalığı uzak olanlar. (Amcazâdeler topluluğu gibi). * Kör ve kesmez olan.
  • kelâlib : (Küllâb. C.) Çengeller, kancalar, uçları eğri olan demirler.
  • kelâm : Söz. Bir mânayı ifâde eden, bir maksadı anlatan ifâde. * Allah'a mahsus bir sıfat. * Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da hâizdir. Onun kelâmı harften ve savttan (sesden) münezzehtir, More…
  • kelâm-i tünd : f. Sert söz.
  • kelâmî : Söz ve kelâma ait. Sözle alâkalı.
  • kelâmiyyun : Kelâmcılar. İlm-i kelâm âlimleri. (Bak: Mütekellimîn)
  • kelâmullah : Allah kelâmı, Kur'ân-ı Kerim.
  • kelan : f. İri, cüsseli, büyük. Heybetli.* Geniş, enli. * Baş.
  • kelânî : (Kilâet. den) Sakladı ve beni muhafaza etti veya eder, (meâlinde).
  • kelanter : f. Çok iri. Daha büyük.
  • kelaseng : f. Sapan.
  • kelave : İpek veya iplik saracak çark.
  • kelb : (C.: Ekâlib-Eklüb-Kilâb) Köpek, it. * Meşhur bir yıldız. * İki adım arasına koyarak dikilen kayış. * Yolcuların, yük üstünde azıklarını astıkları demir çengel. * Şiddet. * Hırs.
  • kelb-ül mâ' : f. Köpek balığı. * Kunduz.
  • kelbetan : f. Kerpeten.
  • kelbî : Köpeğe ait, köpekle alâkalı. Köpek cinsinden olan ve köpeğe müteallik.
  • kelbiyyun : Kalenderane yaşamayı alışkanlık haline getiren meşhur Diyojenin de içinde bulunduğu bir fırka. Bunlara Kelbiye tâifesi veya Melâmiyyun da denir.
  • kelce : Kile, mikyâl.
  • kelde : (C.: Külud) Bir parça kaba yer.
  • kele : f. Yanak.
  • kele' : Ayakta olan yarıklar. * Kir.
  • keleb : (C.: Kelâlib) İt sürüsü. * İncitip eza etmek.
  • kelebçe : Yakalanan suçluların iki bileğine birden takılan demir halka. Demir bilezik.
  • kelef : Yüzdeki benek. * şiddetli sevgi.
  • kelendi : Bir para. * Sağlam ve sert yer.
  • kelepçe : (Bak: Kelebçe)
  • kelepir : Çok ucuz ele geçen. Zahmetsiz, ücretsiz. * Üvey evlât. Evlâtlık.
  • kelfa : Yüzünde çiğitli olan kadın. (Müz: Eklef)
  • kelh : Söğüt ağacına benzer, uzunca, dik bir ot. ◊ Katı yüzlülük.
  • kelif : Haris kimse.
  • kelil(e) : Körleşmiş. * Az gören, donuk gören göz. Uzağı veya yakını iyi göremiyen göz. Miyop veya hipermetrop göz. * Kesmez olan âlet. * Çakal. * Yorulmuş kişi, yorgun kimse.
  • kelim : Kendine söz söylenilen, kendine hitab olunan. * Hz. Musa'nın (A.S.) bir ünvanı. * Söz söyleyen, konuşan. İkinci şahıs. * Yaralı kimse. ◊ (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, More…
  • kelim-dest : f. Olgun kimse.
  • kelimat : (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler.
  • kelime : Gr: Mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime, isim, fiil ve harf olmak üzere dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. 'Bir tek söze' More…
  • keling : f. Şaşı.
  • kelk : f. Koltuk (insanda).
  • kelkâhya : Mc: Vazifesi olmayan şeylerle alâkadar olan. Her şeye karışan.
  • kelkel (kelkâl) : (C.: Kelâkil) Göğüs, sadr.
  • kell : (C.: Külul) Ağırlık. * Yorgunluk. * Ufak taneli yağmur. * Yetim. * Semizlik, besililik. * Cibinlik dedikleri ince örtü.
  • kella : Geminin durup demirlediği yer.
  • kellâ : Öyle değil. Aslâ.
  • kellab : İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim eden kimse.
  • kelle : f. Kafa, baş. * Ekinlerde başak. * Baş gibi yuvarlak olan nesne.
  • kellepuş : f. Başa giyilen şey. * Bir cins başörtüsü.
  • kellit (killit) : Sırtlanın yataklandığı inin ağzını kapattıkları taş.
  • kellub : (C.: Kelâlib) Kerpeten. * Çengel.
  • kelm : (C.: Külum-Kilâm) Cerâhat.
  • kels : Hamle etmek. Cür'et etmek.
  • kelseme : Cem'olmak, toplanmak.
  • kelt : Ahmaklık. * Toplamak.
  • kelz : Cem'etmek, toplamak.
  • kem : Gr: Ne kadar? Kaç? (Mikdar için soru ifâdesinde kullanılır.) (Farsçada: Çend) ◊ f. Az, noksan, eksik. * Kötü. Fenâ. Ayarı bozuk. * Fakir, hakir.
  • kem göz : Kötü niyetle bakan göz.
  • kem'e : Yer mantarı.
  • kem-asl : f. Aslı ve nesli bozuk.
  • kem-ayar : f. Ayârı doğru olmayıp bozuk olan. Hileli, kalp.
  • kem-baha : f. Kıymetsiz, değersiz, âdi.
  • kem-baht : f. Tâlihsiz, bahtsız, şansız.
  • kem-bidaa : f. Sermayesi az. * Bilgisi zayıf, câhil. Az okumuş.
  • kem-güftar : f. Az konuşan. Az söyliyen.
  • kem-harf : f. Az söyliyen kimse, az konuşan kişi.
  • kem-havsala : f. Tahammülü az olan kişi, tahammülsüz kimse.
  • kem-iyar : f. Ayarı bozuk. Hileli. Kalp altun veya gümüş.
  • kemâ : (Ke ile Mâ edatlarından mürekkebdir) 'Gibi' mânâsına gelir.
  • kemâ biş : f. Aşağı yukarı. Takriben.
  • kemâ hiye : (Kemâ hüve) Onun gibi, nitekim, olduğu gibi.
  • kemâ hiye hakkuhâ : Gereği gibi.
  • kemâ kâne : Eskiden olduğu gibi, eski tarzda.
  • kema yenbagî : İcabettiği gibi, uygun olduğu üzere, lâyıkı gibi.
  • kemain : (Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş adamlar.
  • kemakl : (Kem-akl) Aklı kıt. Ahmak, ebleh.
  • kemal : Kâmillik, olgunluk. Olgunlaşma. Erginlik. Bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak. Fazilet. * Değer, baha. * Fazlalık. * Sıdk ile yapılan güzel iş.
  • kemalât : (Kemal. C.) Faziletler, iyilikler, mükemmellikler. Ahlâk ve huy güzellikleri. Terbiyelilik, edeblilik.
  • kemalât-perver : f. Kâmil ve olgun insan. Kemalât sahibi.
  • keman : f. Yay. Kavis. * Yayı andırır her şey. * Keman.
  • keman-dâr : f. Yay tutan, yay tutucu.
  • keman-ger : f. Yay yapan san'atkâr.
  • keman-keş : f. Keman çalan. * Ok atmakta usta olan. Yay çeken.
  • kemane : f. Keman veya kemençe yayı. * Güreşte bir çeşit oyun.
  • kemanî : f. Kemancı. Keman çalan çalgıcı.
  • kemc (kemh) : Atı dizgini ile durdurmak.
  • kemed : Gam, tasa.
  • kemenan : (Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş askerler. * Pusular.
  • kemençe : f. Çiftçilerin tarlalara kimyevi gübre atmak için kullandıkları bir nevi âlet. * Tırnağı tellerine değdirmekle ses çıkaran kemana benzer küçük bir çalgı âleti.
  • kemend : f. Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. * Uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip. * Geyik ve benzeri hayvanların yuları. * More…
  • kemer : f. Yay gibi eğik olan yapı. * Bele bağlanan kuşak. * İç çamaşırın bele rastlayan kısmı.
  • kemerbend : f. Kemer bağı. * Kemeri takılmış. Belinde kemer olan. * Mc: Derviş.
  • kemerbeste : f. Kuşak bağlamış, hazır olmuş. Hazır olup emri bekler hâlde olan.
  • kemerdece : Yab yab yürümek.
  • kemergâh : f. Kemer takılan yer. Bel.
  • kemgû : f. Az konuşan. Az söyleyen.
  • kemh : Gözsüzlük.
  • kemha : f. Bir cins ipek kumaş.
  • kemî : (C.: Kümât) Yiğit, kahraman, bahadır. Savaşçı, cengâver.
  • kemi' : Bir yerde ve bir döşekte beraber yatan kişi. * Düz yer.
  • kemin : (C.: Kemâin) Pusuya saklanmış adam. * Pusu. * Belirsiz. Gizli yer. ◊ f. Pek küçük, çok ufak. Çok az.
  • kemine : Hakir. Aşağı. Dûn. Âciz. Noksan. Eksik.
  • kemingâh : f. Pusu yeri. Tuzak kurulan yer.
  • kemingüşa : Pusu kuran. Tuzak kuran.
  • keminsaz : f. Pusu tutmuş olan. Tuzak kurmuş olan.
  • kemiş : Tez yürüyüşlü at. * Zekeri küçük at. * Memesi küçük koyun.
  • kemişe : Küçük emzikli deve.
  • kemiyet : (Bak: Kemmiyet)
  • kemiyy : Bahadır kişi. * Kahraman, şucâ.
  • kemkadr : f. İtibar ve kıymeti düşük. Adi, bayağı.
  • kemkaim : f. Anlayışsız. İdrakten âciz.
  • kemkâm : Katı yüzlü, kaba ve tıknaz kimse. * Pelit ağacına benzer bir ağacın zamkı veya kabuğu.
  • kemkiymet : f. Değersiz, kıymetsiz.
  • kemlul : Yabâni hıyar.
  • kemmen : Sayıca azlık veya çokluk cihetiyle. Sayıca.
  • kemmî : Azlık veya çokluğa dair. Kemmiyete âit ve müteallik. Cesur. Yiğit. Silâhlı.
  • kemmiyat : (Kemmiyet. C.) Kemiyetler.
  • kemmiyet : (Kemiyet) Miktar, sayı, nice oluş. Az veya çok oluş.
  • kemmun : Kimyon.
  • kemn : Gizlemek, gizlenmek.
  • kemnam : f. Adı sanı belirsiz. Namsız, şöhretsiz.
  • kemne : Tıb: Karasu adı verilen bir göz hastalığı.
  • kempaye : f. Rütbe ve derecesi düşük. Pâyesi düşük olan.
  • kemra : f. Mandıra, ağıl.
  • kemre : Gübre. * Pul pul kalkmış deri.
  • kemş : Kesmek.
  • kemsal : f. Genç. Yaşı küçük.
  • kemsere : Cem'olmak, toplanmak. * Bazısı bazısına girmek. * Yab yab yürümek.
  • kemsuhan : f. Az konuşan. Az söyleyen.
  • kemter : f. Aciz. Fakir. İtibarsız. * Başka şeylere göre daha az olan. Pek aşağı. * Noksan, eksik.
  • kemterane : f. Fakirce. Acizce. Çok küçük nisbette.
  • kemterîn : f. Pek âciz ve güçsüz. Çok hakir. * En küçük, en âşağı. Pek çok noksan veya eksik.
  • kemy : Gizlemek, ketmetmek.
  • kemyab : Az bulunan. Nâdir. Bulunmayacak kadar az olan.
  • kemzeban : f. Az konuşan kimse. Az söyleyen kişi.
  • kemzede : f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız.
  • kemzen : f. Tâlihsiz, şanssız.
  • ken : f. 'Kazan, kazıcı, koparan, yıkan, söken.' anlamlarına gelir ve kelimelere katılır. Meselâ: (Kuh-ken: Dağ deviren, tünel açan) gibi.
  • ken' : (C.: Kün'ân) Tilki eniği. * Cem'etmek, toplamak. * Yakın olmak. * Mülâyemet. * Alçaklık yapmak. * Firar, kaçmak.
  • ken'ad : (C.: Kenâıd) Balık kılçığı.
  • ken'an : Filistin. Hz. Yâkub'un (A.S.) memleketi.
  • ken'at : Bir balık cinsi.
  • kena' : Parmakların sinirleri çekilip yumulmak.
  • kenain : (Kinâne. C.) Ok kılıfları, okluklar, sadaklar.
  • kenais : Keniseler, kiliseler.
  • kenak : f. Karın ağrısı. Buruntu.
  • kenane (kinâne) : (C.: Kenâyin) İçine ok ve yay konulan ve beylik adı verilen kap.
  • kenar : f. Çevre, kıyı, Sâhil, deniz kıyısı. * Köşe, uç. * Son, nihâyet. * Çember. * Etrâfı çevrilen şey. * Kucaklama. Kucağa alma.
  • kenar-gir : f. Fıçı çemberi.
  • kenare : f. Kıyı, kenar. * Kucak. * Kasap çengeli. Kayış asılan çengel.
  • kenaz : Zahire vakti.
  • kenb : İş yapmaktan ellerin iri iri olması.
  • kenbur : (Kenbure) f. Yalan, hile.
  • kend : Kesmek, kat'etmek. * Bir kimsenin nimetini ve iyiliğini bilmeyip inkâr etmek.
  • kende : f. Hendek, çukur. * Biçilmiş, kesilmiş. * Kokmuş, ağır kokulu.
  • kende-hâye : f. 'Hayası kesilmiş: Hadım ağası.
  • kendeş : Bir nevi devâ.
  • kendide : f. Kokmuş.
  • kendu : f. Epey genişçe toprak.
  • kenduc : Yer altında giyecek eşya koymak için yapılan oda.
  • kendüm : f. Buğday.
  • kendure : f. Peşkir. * Deriden yapılmış büyük sofra.
  • kene : Hayvanın etine yapışıp kanını emen küçük bir böcek.
  • kenef : (C.: Eknâf) Yön, taraf. * Sığınılacak yer. Korunulacak mekân. * Tuvâlet, helâ, ayakyolu.
  • kenehbül : Bir cins ağaç.
  • kenehver : Büyük beyaz bulut.
  • kenet : (Esâsı: Kinet) İki sert cismi birbirine bağlamak için çakılan iki ucu kıvrık madeni parça.
  • kenf : Hıfzetmek. * Örtmek, setretmek.
  • kenfile (kenfelik) : Kaba ve uzun sakal.
  • kenif : (C.: Künüf) Hıfzedici, koruyan. * Örtücü. * Kalkan. * Deve ağılı. * Ayakyolu, tuvalet.
  • kenin : Örtülü, gizli, mahfuz.
  • kenisa : (Kenise) (C.: Kenâis) Kilise.
  • keniz : f. Esir kadın. Hayalık, câriye.
  • kenizek : f. Küçük cariye.
  • kenker : Enginar.
  • kenn : Örtülüp gizlenme.
  • kennas : Süpürgeci.
  • kenne : (C.: Kınât-Kenâyin-Kenânin) Bir kimsenin gelini, oğlunun hanımı.
  • kennî : (C.: Ekniyâ) Lâkabdaş kimse, isimleri aynı olan.
  • kens : Süpürge ile süpürme.
  • kenta : Bir ot cinsi.
  • kental : Fr. Yüz kilogram ağırlığında bir tartı birimi.
  • kenud : Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud. * Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi. * Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın. * Yemeğini misafirden More…
  • kenz : Define, hazine. Yer altında saklı kalmış kıymetli eşya, para veya altın gibi şeyler. ◊ şiddet, zorluk, meşakkat.
  • kenz suresi : Fâtiha Suresi.
  • kepade-keş : f. Okçuluğa yeni başlıyan.
  • kepan : f. Büyük terazi.
  • kepaze : İtibarsız, âdi, mübtezel, kıymetsiz kimse. Haysiyetsiz, şerefsiz, rezil. Hürmet ve saygıya müstahak olmıyan. * Tâlim için kullanılır yay.
  • kepenek : f. Çobanların giydiği kolsuz ve dikişsiz, keçeden dövülerek yapılan giyecek.
  • ker : f. Sağır, işitmez. * Kudret, kuvvet. * Maksad ve meram.KERA' : Baldırları ince olmak. * Yağmur suyu.
  • ker' : (C.: Küru') Suyu yerinden ağız ile içmek. * Yağmur suyu. * (Kız) erkek istemek.
  • ker'a : Çocuk seven kadın.
  • kera : Turna kuşunun erkeği. * Hafif uyku. ◊ Uyku, nevm.
  • kerabis : (Kirbâs. C.) Kumaşlar. Bezler.
  • kerad(e) : f. Yırtık ve eski elbise.
  • kerahe : (Kerâhiye) Meşakkat, zahmet, şiddet.
  • kerahet : İğrenme, iğrençlik, mekruh oluş. İslâmiyetçe iyi sayılmayan şey. * İstenmiyerek, zorla. *Fık: Şer'an yapılmaması sevablı ve hayırlı olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması. (Bak: More…
  • kerahet vakti : Güneşin doğuş, batış ve zeval vakti.
  • keraheten : Kerahet olarak, makbul olmayarak, istenmiyerek.
  • kerahiyyet : Mekruh oluş. Kerih ve çirkin olan işin hâli.
  • keraih : (Kerihe. C.) Nefret edilecek ve iğrenç şeyler.
  • keraker : f. Kuzgun. * Karga.
  • keramat : (Keramet. C.) Kerametler.
  • kerame : İzzet, şeref. Küp ağzına koydukları tabak.
  • keramend : f. Münasib, muvafık, lâyık, uygun, şayeste.
  • keramet : Allah (C.C.) indinde makbul bir veli abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir More…
  • keran : f. Kenar, uç, âhir, son, nihayet. ◊ Sabah.
  • keran tâ keran : Bir uçtan bir uca.
  • kerar : Arap kadınlarının takındıkları boncuk.
  • keraris : (Kürrâse. C.) El yazması kitapların sekiz sahifeden ibâret olan formaları.
  • keras : Hilyon ve marulca dedikleri ot.
  • keraste : f. Kereste.
  • kerb : (C.: Kurub-Küreb) Yeri sürüp aktarmak. * Dar etmek. * Yakın olmak. * Gam, tasa, keder, endişe.
  • kerbe (kürbe) : Gam, tasa, endişe.
  • kerbela : Irakta Seyyid-üş şühedâ Hz. İmam-ı Hüseyin Efendimizin (R.A.) meşhed-i mübârekleri olan yer.(Cibril var haber ver Sultân-ı Enbiyâya.Düşdü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâya) (Kâzım)
  • kerbele : Ayaklarda olan gevşeklik. Yürüdüğünde balçık içinde yürür gibi yürümek. * Buğday ve arpa gibi hububatın kalburlanması.
  • kerd : Sürmek. * Def'etmek, kovmak. * Boyun.
  • kerdem : Şişman ve kısa boylu olan adam.
  • kerdeme : Kısa düşman.
  • kerdese : Bağ, kayd. * Ayağı bağlı olan kimsenin yürüyüşü.
  • kereb : Kova bağladıkları ip. * Suyu yatıp ağızla içmek. * Hurma ağacının kökü.
  • kerebbe : Yaz günlerinde kumlu yerlerde biten bir ağaç adı.
  • kerebe : (C.: Kirâb) Suyun aktığı yer.
  • kerefs : Kereviz otu.
  • kerem : 'Nefaset, izzet, şeref. Al-i-cenâbâne ihsan, inâyet. * Kıymetli şeyleri kemal-i rıza-i nefisle verme. * Mecd ve şeref. *Cenab-ı Hakk'a atfolunursa eltaf ve ihsan-ı İlâhî More…
  • kerem etmek : Müsâade etmek, lutfetmek. Razı olmak.
  • keremgüster : f. Cömert, mükrim, kerem sâhibi.
  • keremkâr : f. Kerem eden, ikram eden. Cömert, eli açık olan, bağışlayan.
  • kerempe : Yun. Denize doğru uzanan kayalık çıkıntı. * Dağın en yüksek yeri, tepesi. * Geminin baş tarafı.
  • kerempe burnu : Batı Karadeniz kıyısında Cide Kazasının sınırları içinde kalan kara çıkıntısı.
  • keremperver : f. Kerem sâhibi. Eli açık, cömert. Mükrim.
  • kerev : f. Örümcek, ankebut.
  • kerevet : Tahtadan yapılan ve üzerine yatak veya minder konularak yatmağa ve oturmağa yarayan yüksekçe yer.
  • kerf : Hımarın, bevlini koklayıp başını yukarı kaldırması.
  • kerh : İğrenme, hoşlanmayıp tiksinme. * Zorlama. * Bir şey sonradan nâ-hoş ve kerih olmak. ◊ Bağdat şehrinde bir mevziin adı.
  • kerhen : İstemiyerek, tiksinerek, zoraki.
  • kerî : f. Örümcek ağı. * Sağırlık, duymazlık, işitmezlik. ◊ Kazmak.
  • keribe : (C.: Kerâyib) Katı, sert.
  • kerih : İğrenç, tiksindirici. * Muharebe ve cenkte olan şiddet. * Pis, çirkin, fena şey. * Nefse kerahetlik vercek kabahat.
  • kerihe : (C.: Kerâih) Nefret edilecek, iğrenç şey.
  • kerihet : Harpte şiddet. * Zahmetli ve meşakkatli olan.
  • kerim : Her şeyin iyisi, faydalısı. Kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sâhibi. Şerefli ve izzetli. Muhterem, cömert, müsamahakâr.
  • kerimane : f. Kerim olana mahsus hâlde. Lutfederek. Kerime hâs bir suretde.
  • kerime : Kız evlâd. * Kendine ikram edilmiş kimse. Şerefli. * Güzide, seçkin, kıymetli şey. * Vücudun kıymettar yerlerinden her biri.
  • kerir : Boğulmuş ses gibi bir ses.
  • keriş : (C.: Küruş) İşkembe.
  • keriyy : Kiraya veren veya kiraya alan. (ikisine de ıtlak olunur.)
  • keriz : Yoğurtan yapılan keş.
  • kerkeç : Eskiden muhasara olunan kaleleri tazyik etmek ve top ve tüfekle dövmek için dışarısına yapılan kule ve tabyalar.
  • kerker : Karındaş sığır.
  • kerkere : Tavuğa çağırmak. * Rüzgârın bulutu toplayıp dağıtması.
  • kerkes : f. Akbaba (kuş).
  • kerkese : Tereddüt etmek, karar verememek.
  • kerküz : f. Delil, işâret, alâmet.
  • kerm : (C.: Kürum) Bağ kütüğü. Asma, üzüm çubuğu.
  • kermarik : Ilgın ağacının koruğu.
  • kerme : Etli ve yuvarlak olan uyluk başı.
  • kernaf : (C.: Kerânif) Hurma ağacının budaklarının aslı. (Kesildikten sonra ağacında bâki kalır.)
  • kernafe : (C.: Kürnüf) Dibinden kesilmiş olan hurma ağacının budakları.
  • kernebe : Zengin kadın.KERR : Çekilerek yeniden hücum etmek. * Birşeyden vazgeçtikten sonra tekrar ona, o işe yönelmek. * Devlet. * Gemi halatı. * Hurma ağacına çıkmakta kullanılan urgan.
  • kerr u ferr : Muharebede geri çekilerek tekrar hücum etmek.
  • kerram : Bağcı.
  • kerrar : Harpte, çekilip tekrar saldırmak. Döne döne saldırmak.
  • kerrat : Kerreler. Defalar. Çarpım cetveli.
  • kerraz : Çobanın torbasını veya dağarcığını taşıyan kuvvetli boynuzsuz koç.
  • kerre : Bir defa. Bir adet. Bir.
  • kerretan : Sabah ve akşam.
  • kerrubî : Meleklerin büyüğü.
  • kerrubiyyun : (Mukarrebûn) Sadece ibadetle meşgul olan melekler. Allah'a en yakın olan melekler. Büyük melekler. Kerubiyyun yalnız hamele-i arştır diyenler olduğu gibi, Kerrubiyyun diyenler de More…
  • kerrus : Büyük başlı.
  • kers : Kadının hayız görmesi. * Cebretmek, zorlamak.
  • kerş : Karın. * İşkembe. * Topluluk, cemaat. * Kişinin çoluk çocuğu veya küçük evlâdı.
  • kerşa : Karnı büyük kadın. * Parmakları kısa düz taban.
  • kerşeb : Yaşlı, ihtiyar. * Hali kötü olan kimse. * Kalın ve uzun nesne. * Arslan. * Çok yiyen, obur.
  • kerub : Allah'a en yakın olan melekler.
  • kerubiyyun : (Bak: Kerrubiyyun)
  • kerv : Top oynamak. * Kapı içini taş ile örmek.
  • kervan : f. Birbirini takib ederek giden insan veya hayvan sürüsü. Kafile ve hey'etle giden yolcular takımı. ◊ (C: Kirvân-Kerâvin) Balıkçıl kuşu.
  • kery : Kazmak.
  • keryan : Uyuyan kişi, nâim.
  • kerye : Tam olmak, tamam olmak.
  • kes : f. İnsan. Kişi.
  • keş : f. (Keşiden) Çekmek fiilinin emir kökü. Birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Cefâ-keş $ : Cefâ çeken. Esrar-keş $ : Esrar çeken, esrar içen serseri. ◊ Yoğurt peyniri, yağsız More…
  • kes' : El veya ayak ile bir nesnenin arkasına vurmak. * İttibâ etmek, tâbi olmak. * Yemen'de bir kabile adı. ◊ Uzun olmak. * Çok olmak.
  • keş' : Kalb sıkıntısına uğrayıp huzursuz olmak.
  • kes'am : Pars (canavar).
  • kes'e : Bitmek. * Yüksek olmak.
  • kesad : Alış veriş durgunluğu. Kıtlık. Eksiklik. Verimsizlik.
  • kesafet : Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. * Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.
  • keşah : Bir hastalık. (İnsanın böğrüne vâki olur da dağlarlar.)
  • keşakeş : f. Münâkaşa, çekişme. * Keder, hüzün, tasa, gam.* Sıkıntı, felâket, ıztırab. * Tereddüt, kararsızlık. * Pehlivanların birbirleriyle mücâdeleleri. * İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından More…
  • kesalet : Tembellik. Üşenmek. Uyuşukluk. Rehâvet.
  • kesan : f. Adamlar. İnsanlar. Kişiler.
  • keşan : (Keş. C.) f. Çekenler, çekiciler. * Çeken, çekerek. Çeke çeke. ◊ Zincirden yular.
  • keşan ber keşan : Çeke çeke, zorla sürükleye sürükleye götürerek.
  • keşan keşan : f. Sürükleye sürükleye, zorla çekerek götürerek.
  • kesane : f. İnsan gibi. İnsana yakışır şekil ve surette.
  • keşaverz : f. Ekinci, çiftçi. Ekinlik.
  • kesb : Kazanç. Çalışmak. Sa'y ve amel ile kazanmak. Elde etmek. Edinmek. Kazanç yolu. * Fık: Bir insanın kendi kudret ve iktidarını bir işe sarfetmesi.
  • kesbî : Çalışmakla kazanılan. Sonradan elde edilen. Doğuştan olmayan. Vehbî olmayan.
  • kesd : Davarı üç parmakla sağmak. * Bir şeyi dişiyle kesmek.
  • kese : Kısa yol, kestirme yol. * Mc: Mali iktidar, servet. (Para kesesi manasında olan kelime için Bak: Kise)
  • keşe' : Kebap yapmak. * Yemek. * Çok dolu olmak.
  • keseb : Yakınlık, kurbiyet.
  • keşef : Alın saçının ve kâkülün dâire şeklinde yukarı doğru devrik olması. ◊ f. Kaplumbağa.
  • kesel : Tembellik. Uyuşukluk. * Yorgunluk. * Ağırlık.
  • keselan : Tembellik. Yorgunluk. Uyuşukluk.
  • keşende : f. 'Çeken, çekici' mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapmakta kullanılır. Meselâ: (Mihnet-keşende: Mihnet çeken.) * Dayanan, tahammül eden, mütehammil.
  • keser : Hurma çiçeği.
  • keses : Alt dişleri çenesiyle çıkmak. * Dişleri kısa olmak.
  • kesf : (Güneş veya Ay) ışığını kesme. * Görünmez olma. * Kesmek. * Yaramaz olmak.
  • keşf : Açmak. * Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.
  • keşf-i râz : f. Gizli bir şeyi meydana çıkarmak, açıklamak. * Sır toplamak, casusluk etmek.
  • keşfî : Keşifle alâkalı.
  • keşfiyat : (Keşf. C.) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler.
  • kesh : Aksaklık.
  • keşhan (kişhân) : Deyyus.
  • kesî : f. Bir kimse.
  • kesib : Kum tepesi.
  • kesid : Sürümsüz, geçmez, aranmaz. Bayağı, aşağı.
  • keşide : f. Çekilen, çekilmiş. Çekmek. * Tartılmış. Dizilmiş. Tertibedilmiş. Yazılmış.
  • keşide-kamet : f. Uzun boylu.
  • kesif : Koyu. Çok sık ve sert. Şeffaf olmayan.
  • keşih : (C: Küşuh) Perâkende olmak, parça parça dağılmak. * Böğür. * Cânip, taraf.
  • kesil (keslân) : (C.: Küsâlâ) Tenbel kimse.
  • kesir : Çok. Bol. Kesret üzere olan. * Türlü. Çeşitli. ◊ (C: Kesrâ) Parçalanmış, dağıtılmış. Kırılmış.
  • kesis : Hurma şarabı. * Darı bozası. * Arapların taş üstünde kurutup ve dövüp azık edip yedikleri et. ◊ Titremek. Deprenmek. * Eğrilik.
  • keşiş : f. Papaz. Manastır rahibi. (Arabçası: Kıssis) ◊ Ayı avazı. * Deve avazı.
  • kesisa : Avcıların tuzağı.
  • keşişân : (Keşiş. C.) Papazlar, manastır rahibleri.
  • keşişâne : f. Keşişe yakışır yolda. Papaza uygun şekil ve surette.
  • keşişhâne : f. Kilise, manastır.
  • keşk : Kavi, kuvvetli, sağlam. * Kabuğu çıkmış arpa. * Arpa suyu. * Yoğurt keşi.
  • keşkek : Haşlandıktan sonra kurutulmuş buğday.
  • keskese : Söylerken sin'i kef'e tebdil edip sin yerine kef okumak. * Çabuk kesmek.
  • keşkeşe : Şin harfini kef gibi okumak. * Yılan ötüşü.
  • keslan : Uyuşuk, tembel, gevşek. Yorgun.
  • kesm : (C: Ekâsim) Bir şeyi eliyle parmaklamak. * Çok miktar atlar. ◊ Doldurmak. * Ağzına alıp kırmak.
  • keşmekeş : f. Kararsızlık. Karışıklık. Tereddüd. Kavga. Çekişme.
  • keşni : f. Koruluk, orman.
  • kesr : Kırmak. Parçalamak. Parçalara ayırmak. * Mat: Bir bütünün parçalarından her biri.
  • keşr : Gülünce dişlerin görünmesi.
  • kesra : (C: Ekâsire) Acem meliklerinin lâkabı.
  • kesre : Kur'an-ı Kerim yazısında harfin altına konarak, o harfi 'İ' veya 'I' diye okutan ve bir adı da 'esre' olan işâret.
  • kesret : 'Çokluk, sıklık. * Bir şeyin ekserisi ve muazzamı. Bolluk. (Bunun zıddı kıllettir)(Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat, bir şeyi her şeye More…
  • kess : Sakal kıllarının sık ve kıvırcık olması. ◊ Alt dişleri çenesiyle çıkmak.
  • keşşaf : Keşfeden. Gizli şeyleri bulup meydana çıkaran. * Meşhur bir tefsir ismi. * İzci.
  • kessare : Çoğaltan. Artıran.
  • keşt : Soymak. * Keşfetmek. * Fazlalığı kesmek. Koparmak. * Açmak. Deriyi yüzmek. * Yüzden perdeyi kaldırmak. ◊ Seyir ve temâşâ etmek. Gezmek. * Hanzale.
  • kestel : itl. Küçük kale. Hisarcık.
  • keştî : f. Gemi, sefine.
  • keştîban : f. Gemici, kaptan.
  • keştîgâh : f. Liman. Gemilerin barındığı yer.
  • keştîger : f. Gemi yapan veya tamir eden kimse.
  • keştînişin : f. Gemide oturan. Gemide bulunan kimse.
  • keştite : Yuvarlak karpuz.
  • kesub : Çok kazanan ve kesbeden.
  • ketaib : (Ketibe. C.) Askerler, neferler, erler. Alaylar, birlikler.
  • ketb : Yazma. * Toplama, cem'etme. * Dikme.
  • ketd (kitd) : Bir yıldız adı. * Omuzlar ile sırt arası.
  • ketebe : 'Kâtibler. Yazıcılar. * Bir hattatın yazdığı eserinde imza yerinde 'Ketebehu; Onu yazdı' mânasında kulllanılır.'
  • keter : (C: Ektâr) Kadr, mertebe, derece.
  • ketf : Omuz. Omuz kemiği. * Parça parça kesmek ve bağlamak.
  • keth : Kesbetmek. Çalışmak, kazanmak. Amel ve sa'yetmek.
  • ketib : Dikici, diken.
  • ketibe : Asker bölüğü. Ordudan ayrılmış toplu alay. Düşmana çapul eden birkaçyüz kişilik süvari kolu.
  • ketibeperver : f. Askeri koruyan ve seven. Asker yetiştiren.
  • ketif : (Kitf-Ketef) (C.: Ektâf) Omuz. * Kürek kemiği, omuz küreği.
  • ketife : Hased. * Kapıya çakılan yassı büyük demir kilit.
  • ketit : Deve avazı. * Sığır avazı.
  • ketite : Sinir.
  • ketiz : Yemeği çok yeyip karnını iyice dolduran kişi.
  • ketkat : Kelâmı çok olan, sözü çok olan, fazla konuşan.
  • ketkete : Kahkaha derecesinden azca gülmek. * Toy kuşunun sesi.
  • ketm : Saklamak. Gizlemek. Sır tutmak. Söylememek.
  • ketn : Kir, pas.
  • kett : Zayıf vücutlu kimse. * Mal kazanıp yığan.
  • kettan : Keten.
  • ketum : Sır saklayan. Herkese her şeyi konuşmayıp sırrını belli etmiyen. * Her şeyi gizleyen.
  • ketumane : f. Ketum olup ağzı sıkı olan, herşeyi söylemiyen kimseye yakışır surette.
  • ketumiyyet : Ketumluk. Ağız sıkılığı. Sır vermemeklik.
  • keu' : Korkak olmak.
  • keûd : Meşakkatli sarp yokuş.
  • kev' : Vurmak. * Korkmak.
  • kev'a : Eli bileğinden eğri olan kadın. (Müz: Ekvâ)
  • keva' : Bileğin çıkması. * Bilek kemiği.
  • kevahil : (Kâhil. C.) Sırtlar, arkalar. * Gayretsizler, uyuşuklar, tembeller.
  • kevahin : (Kâhin. C.) Kâhinler. Falcılar. Gaibten haber verenler. * Alimler.
  • kevaib : (Kâib. C.) Yeni yetişmiş turunç memeli kızlar.
  • kevakib : (Kevkeb. C.) Yıldızlar.
  • kevakib-şinâs : f. Müneccim.
  • kevalik : Kısa boylu.
  • kevar(e) : f. Meyve veya üzüm küfesi. * Bal arısı gömeci, petek. * Geceleri havada peyda olan bulut. Sis.
  • kevd : Yakın olmak.
  • kevden : (C.: Kevâdân) Semerli at. * Akılsız, ahmak, düşüncesiz.
  • kevh : Gâlip olmak.
  • kevkeb : Yıldız. * Parıldamak.
  • kevkebe : f. Fevkalâde tantana. İhtişam, debdebe, şöhret. ◊ Necim, yıldız. * İnsan cemaatı. Süvari alayı.
  • kevkebî : Yıldıza ait, yıldızla ilgili.
  • kevlan : Kandıra adı verilen ot.
  • kevlem : Fülfül denilen karabiber cinsi.
  • kevma : Büyük ökçeli dişi deve.
  • kevmah : Dübürü büyük kimse.
  • kevme : Küme.
  • kevn : Hudus. Varlık, var olmak. Vücud, âlem, kâinat. Mevcudiyet.
  • kevn ü fesâd : Var olup sonra bozulmak.
  • kevn ü mekân : Kâinat, âlem, dünya.
  • kevneyn : İki âlem. Dünya ve Ahiret.
  • kevnî : Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı.
  • kevniyyat : Kâinat ilmi, kozmoloji. * Mevcudat, varlıklar. Vücuda gelmeler.
  • kevr : Devretmek, dönmek. * Sarık sarmak. Tülbend sarmak. * Bir yerde toplanmış olan develer. * Çokluk, bolluk, ziyadelik. * Mukül dedikleri darı cinsi.
  • kevs : (C.: Ekvâs) Pabuç.
  • kevsec : Köse kişi. * Testere gibi hortumu olan bir balık cinsi.
  • kevsel : Geminin kıç tarafı.
  • kevser : Kıyamete kadar gelecek Âl, Ashâb, Etbâ' ve onların iyilikleri, hayırları. * Bereket. * Kesretten mübâlağa. Çokluğun gayesine varan şey. Gayet çok şey. * Pek çok hayır. Hikmet, ilim. More…
  • kevser suresi : Kur'an-ı Kerim'in 108. Suresi.
  • kevter : Fülfül dedikleri karabiber cinsi.
  • key : Arapçada muzari fiilini nasbeden (son harfini üstün okutan) ve 'İçin, tâ ki, hangi, nasıl?' yerinde kullanılan harf. (Bak: Huruf-i nâsibe) ◊ f. Ne vakit, ne zaman? More…
  • key' : Yaramaz gönüllü olmak.
  • keyan : (Key. C.) f. şahlar, hükümdarlar, keyler, hakanlar.
  • keyanî : f. Şaha ait. Hükümdarla alâkalı.
  • keyd : Tuzak. Kötülük, hile. * Men'etmek. * Kusmak. * Çakmağın tezce ateşi çıkmayıp geçmek. * Cenk etmek, dövüşmek. * Karganın ötmesi.
  • keyf : Afiyet, sağlık, sıhhat. * Memnunluk, hoşlanma. * Neş'e, sevinç, sürur. * Mizaç, tabiat. * İstek, taleb, arzu, heves.* Gönül açıklığı.
  • keyfe : Arabçada sual cümlesinin başına gelir. 'Nasıl? Nice?' mânalarınadır.
  • keyfe hâlük : Hâlin nasıl? Nasılsın?
  • keyfe mettefak : Hangisi olursa. Nasıl rast gelirse.
  • keyfemâ : Her nasıl?
  • keyfemâ yeşâ' : Nasıl isterse, istediği gibi.
  • keyfer : f. Karşılık, mukabil. * Mükâfat veya ceza.
  • keyfî (keyfiyye) : Keyfe, arzuya bağlı. İsteğe âid ve müteallik.
  • keyfiyyet : Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)
  • keyhan : f. Dünya, arz.
  • keyl : Ölçme. * Kile. Hububat ölçüsü. Ölçek.
  • keylekan : Bir pırasa cinsi.
  • keylî : Kile ile ölçülen şeyler.
  • keylus : Hazmı kolay olan gıda.
  • keymus : yun. Yiyecek ve içecek maddelerin midede hazmolunup erimesinden hâsıl olan bir sıvıdır ve kana karışır.
  • keynunet : Varlık, var olma.
  • keys : Zekâ, kavrayış, anlayış, idrâk. ◊ Yaramaz huylu kişi.
  • keysan : Ayakla bir kimsenin dübürüne vurmak. * Özür, mâzeret.
  • keysaniyye : Revâfiz tâifesinden bir sınıf.
  • keysum : Çok miktar olan kuru ot.
  • keyt : (Keyte) şöyle, şöylece, kezâ.
  • keyul : Muharebe gününde dizilen safların son safı.
  • keyvan : f. Satürn (Zuhal) gezegeni.
  • keyy (keyye) : Adama veya davara yapılan nişan. * Yarayı dağlama.
  • keyyal : Kile ile ölçen kimse. Kileci.
  • keyyefe : (Tekyif. den mâzi fiili) İnceleyip iç yüzünü bildi, idrak etti manasınadır.
  • keyyis : (Keyyise) Akıllı, anlayışlı, kiyasetli, idrakli, zeki. * Zarif.
  • keza : Böyle, böylece. Bu dahi öyle.
  • kezalik : Bunun gibi. Böylece. Bu da böyle.
  • kezame : (C.: Kezâyim) İki kuyu arasındaki yarıklar ve delikler. (Su birinden birene akar). * Terazi iplerinin kendinde toplandığı halka.
  • kezan : Küfeki taşı.
  • kezaz : (Kezazet) Hadden tecavüz etmek, haddini aşmak. * Tıb: Nefes alamıyacak derecede mide dolgunluğu.
  • kezaze : Kuruluk, münkabız olmak, kabızlık.
  • kezb : Tırnakta görünen beyazca yer.
  • kezbere : Kanbel otu. * Baldırıkara otu.
  • kezeb : (Kezub. C.) Yalancılar.
  • kezîm : Öfke ve kızgınlığını yenen.
  • kezkaz : Tez tez yürümek, hızlı hızlı gitmek.
  • kezkez : Kenger otu zamkı.
  • kezkeza : Kırbanın dolu olması.
  • kezkeze : Çok fazla kırmızılık.
  • kezm : Bir şeyi ağzına alıp ön dişiyle kırmak. * Burnun kısa ve yüksek olması. * Parmakları kısacık olmak. * Atın dudaklarının kaba ve kısa olması. ◊ Kızgınlığı yenme. Öfke ve hiddeti More…
  • kezma : Parmakları kısacık olan kadın.
  • kezmazic (kezmâzil) : İlgın ağacının koruğu.
  • kezub : Çok yalancı, aldatıcı. Daima yalan söyleyen.
  • kezum : Sükut etmek. Susmak.
  • kezv : Çokluk, kesret, fazlalık. ◊ Çok olmak.
  • kezz : Boğazına çıkana kadar yemek. * Çok yemekten dolayı ağırlaşmak. ◊ Dar. * Münkabız, katı.
  • kezzab : Yalancı. Çok yalan söyleyen.
  • kezze : Katı sesli. * Kısa.
  • ki'de : Halı. * Bir oturma tarzı.
  • kiba : Süprüntü.
  • kibab : (Kubbe. C.) Kubbeler. Tepesi yarım küre şeklinde olan binâ damları.
  • kibah : (Kabih. C.) Çirkinler, kabihler.
  • kibal : (Bir yazıyı) karşılaştırma, mukabele etme. * Pabucun ayak üstüne gelen yeri.
  • kibal(e) : Ebelik bilgisi ve işi.
  • kibar : (Kebir. C.) İnce ve nârin yapılı. Terbiyeli ve nezaket sahibi. Hassas. * Kebirler. Büyük rütbeliler. Büyükler.
  • kibarane : f. Büyük adamlara, nâzik ve görgülü kimselere yakışır şekil ve surette.
  • kibare : Ululuk, büyüklük.
  • kibaş : (Kebş. C.) Erkek koyunlar, koçlar.
  • kibase : Bütün olan hurma salkımı.
  • kibb : Kişinin arkasında yumrulanan kemik.
  • kibbe : (C.: Kıbbât) Kırkbayır adı verilen karın.
  • kibel : Yan, taraf, yön, cihet, cânib.
  • kiber : Ululuk. Büyüklük. Yaşlılık.
  • kibir : (Kibr) Kendisini büyük gösteriş. Büyüklük. Kendisini, başkalarından üstün olmadığı hâlde üstün görme ve tutma hastalığı. * Şeref ve şan. * Bir şeyin muazzamı. Büyük.
  • kible : Kâbe-i Muazzamanın bulunduğu Mekke-i Mükerreme ciheti. Kıble tarafı, güney. * Cenubdan esen rüzgâr.
  • kiblegâh : f. Kıble tarafı. Kıblenin bulunduğu yer.
  • kiblenüma : (Kıblenâme) f. Kıblenin tâyinine yarayan pusula. Cihet ve yön gösteren âlet.
  • kibrit : Kükürt. * Kırmızı, yakut, altun. * Ucu kibritlenmiş yakacak madde.
  • kibritî : Kükürtle alâkalı. * Kükürt renginde olan. Açık sarı rengi.
  • kibritiyet : Kükürt niteliği.
  • kibriya : Azamet. Cenab-ı Allah'ın azameti ve kudreti, her cihetle büyüklüğü.
  • kibs : Çok adet, çok miktar. ◊ Menzil, mekân.
  • kibt : Mısır'ın eski yerli halkı. ◊ f. Bal arısı, nahl.
  • kibtî : (C.: Kabâti) Kıbt soyundan olan. Çingene. * Çingene ile alâkalı.
  • kibtiyan : (Kıbti. C.) Kıbtiler, çingeneler.
  • kic : Dağın yüksek ve yüce yeri.
  • kidad : Perâkende olup dağılmak.
  • kidah : Temrensiz ok.
  • kidd : Kayış.
  • kidde : Tarikat. * Bölük.
  • kidem : 'Öncelik ve eskilik. * Evveli bulunmamak. Ezeli olmak. * Başkasından daha önce olmak. Zamanca daha evvelki olmak. Rütbece daha yüksek olmak. * Cenab-ı Hakkın 'Kıdem' sıfatı, More…
  • kidemen : Kıdemce, kıdem yoluyla.
  • kidn : Havan. * Kadının mahfe içinde kendisi için koyup sakladığı giyim eşyası.
  • kidne : Et. * Yağ.
  • kidr : (C.: Kudur) Çömlek, tencere ve kazan gibi, yemek pişirmeye mahsus kaplar.
  • kidve : İlimde ileri olup kendisine uyulan. Kendine itimad edilip ardınca gidilecek olan.
  • kifa : Bir parça veya iki bez (ki birbirine dikip çadır eteğini yaparlar.) * Eşitlik, beraberlik, müsâvât.
  • kifaf : (Aslı: Kefaf) Yetecek kadar olma. İhtiyaca yetecek kadar azık. * Bir şeyin güzide ve hayırlısı. * (Keffe. C.) Terazi kefeleri.
  • kifah : Din için muharebe.
  • kifar : Çöller. Susuz, otsuz yerler.
  • kifat : Cem'olmuş, toplanmış, biriktirilmiş. * İçinde birşey toplanıp biriktirilen yer. * Hızlı uçmak, gitmek. * (Küfv. C.) Küfüvler, benzerler, eşler, denkler.
  • kifayet : Lüzumlu kadar olmak. Yetişmek. Bir işe yetecek kadar olmak. İktidar. Liyâkat. Yararlık.
  • kiffe : (C.: Kifef) Ağ. Tuzak. * Terazi kefesi. * Her yuvarlak nesne.
  • kifl : Nazir, benzer. * Nasib, ecir. * Oturma yeri.
  • kifr : Büyük dağ.
  • kift : (C.: Kifât) Küçük çömlek. * Çuval ve buna benzer kap.
  • kifve : Kuyruk. * Fuhuş sözle iftira etmek.
  • kig : f. Göz çapağı.
  • kih : (C.: Kihân) f. Küçük, sagir. ◊ İrin, cerahat.
  • kihal : (Kehl. C.) Kemâlini bulmuş kimseler. Kâmil insanlar. Olgunluk çağında bulunanlar.
  • kihalet : Göz için sürme yapma. Sürmecilik. * Göz doktorluğu. Göz hastalıkları bilgisi.
  • kihan : (Kih. C.) Küçükler.
  • kihan ü mihan : Küçükler ve büyükler.
  • kihanet : (Bak: Kehânet)
  • kihf : (C.: Akhâf) Kafatası. Beynin, içinde bulunduğu kafa kemiği.
  • kihin : f. Küçük, sagir.
  • kihter : f. Yaşça en küçük olan.
  • kihterî : f. Yaşça küçüklük.
  • kik : Uzun ve dar sandal.
  • kîl : Söz, kelâm, denilen.
  • kîl u kal : Dedikodu.
  • kil ü kal : (I ve A, uzun okunur) Dedikodu.
  • kil' : (C.: Kılâ) Gemi kanadı. * Eyerde oturmayan kimse.
  • kilâ : Her ikisi, her iki (mânalarında olup dâima izâfet olur).
  • kila' : (Kal'a. C.) Surlar, kaleler, hisarlar.
  • kilâ' : Saklamak, korumak.
  • kilaa : Yelken.
  • kilâb : (Kelb. C.) Köpekler.
  • kilade : Gerdanlık. Boyna takılan kıymetli şey. * Akarsu.
  • kilaet : Korumak. Gözlemek. Muhafaza.
  • kilafet : Gemi ziftleme san'atı. Kalafatlık.
  • kilar : f. Kiler.
  • kilavuz : Yol gösteren, rehber. * Vapurlara yol gösteren. * Bazı hayvan katarlarının önüne düşüp, onları sevkeden hayvan. * Eskiden evlenme işlerine vasıtalık eden kadınlar. * Düşman hakkında mâlumât More…
  • kilaz : Bodur, tıknaz kimse.
  • kilde : Yağ tortusu.
  • kile : 40 litrelik hububat ölçüsü. Eski bir ağırlık ölçüsü. ◊ (C.: Kilel) İnce tülbendden yapılan cibinlik.
  • kilece : (C.: Kilecât-Keyalic) Arpa. * Kile, mikyal.
  • kilem : (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler.
  • kiler : Erzak koymağa mahsus dolap. Yiyecek, içecek şeyler koyulan mahzen, anbar veya oda. (Bak: Kilar)
  • kilevb : Kurt, zi'b.
  • kilhim : Yaşlı hayvan.
  • kilibik : Karısının sözünden çıkmayan erkek. Karısının baskısı altında olan adam.
  • kilisa : f. Kilise.
  • kilise : Hıristiyanların mâbedi. Hıristiyan mezhebi.
  • kilk : f. Kalem. Kamış kalem. * Kamıştan ok.
  • kilkal : Hareket ettirmek.
  • kilkil : Siyah tohumlu bir ot.
  • kille : Kesmez olmak. * Yorulmak. Müsterâh.
  • kille(t) : Titremeğe benzer bir hâlet ki hiddet vaktinde ârız olur. * Azlık. Nâdirlik. Kıtlık.
  • killîb : Eski kuyu. * Kurt.
  • kils : (C.: Kulus) İftira etmek. * Atmak. * Liften yapılmış kalın ip. * Kusmak. * Kap dolup dökülmek. ◊ Kireç, kireçtaşı.
  • kilsî : Kireçtaşı yapısında olan.
  • kilte : Deste, demet.
  • kilv : Yeyni eşek. * Çelik oyunu oynamak.
  • kilvaz : Tevrat'ın mukaddes sandığı.
  • kilyan : Beyaz nohut.
  • kilye : Böbrek.
  • kilyeteyn : İki böbrek.
  • kilyevî : Böbrek şeklinde olan. Böbrekle ilgili.
  • kimad : Sıcak bez ile âzâyı kızdırmak.
  • kimah : Sudan başını kaldırmak.
  • kimam : (Kimm. C.) Tomurcuklar. * Hayvan ağızlığı. Boyunduruk.
  • kimar : Kumâr.
  • kimat : Örtü, sargı. Sarılacak bez. Beşik bağırdağı. * Keserken koyunun ayağını bağlamada kullanılan ip.
  • kimatr : Eşya veya kitab saklanan yer. Kitaplık.
  • kimcar : Bıçak kını.
  • kimiz : Ekşimiş kısrak sütü.
  • kimkim : İyi cins olmıyan kuru hurma.
  • kimme : (C.: Kumem) Boy, kamet. * Beden. * Başın tepesi. * Dağ tepesi. * Her şeyin yükseği. * İnsan cemaati, topluluk.
  • kimn : Saman.
  • kimt : Kamıştan yapılan evlerin kamışlarını bağladıkları ip.
  • kimya : Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu. * More…
  • kimyager : Kimyacı.
  • kimyevî : Kimyâ ile alâkalı
  • kin : f. Gizli düşmanlık. Garaz. Buğz. Adâvet.
  • kin'ar : Dağ keçisinin semiz ve büyük olanı.
  • kin'as : Büyük deve.
  • kina : Burnun ortası yumru olmak. * Hurma salkımı. ◊ Râzı olmak, kabul etmek.
  • kina' : Başörtüsü, eşarp. Örtü, yaşmak, peçe, nikâb. * İçinde hediye gönderilen tabak.
  • kinaf : Büyük burunlu kişi.
  • kinaiyyat : (Kinâye. C.) Temsillerle anlatılan imalı ve dokunaklı sözler.
  • kinan : (C.: Eknan-Ekinne) Perde, örtü.
  • kinane : (C.: Kenâin) Okluk, sadak, ok kuburu.
  • kinas : (C.: Künüs) Geyik yatağı.
  • kinaye : Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.
  • kincer : f. Büyük fil.
  • kindar : f. Kin tutan. İçinde kin ve garez besliyen. Öc ve intikam almağa düşkün.
  • kindarane : f. Kinci olarak, kindarcasına.
  • kindare : Arkasında deve hörgücü gibi, hörgücü olan bir cins balık.
  • kindîd : şarap, hamr.
  • kindir : Kaba eşek.
  • kine : f. Kin, garaz. Kalbde beslenen düşmanlık.
  • kinecu : f. Öc almağa uğraşan, intikam almak için çalışan.
  • kinedâr : f. Kindâr, kin güden, düşmanlık besliyen.
  • kinegâh : f. Savaş meydanı, muharebe alanı, harp sahası.
  • kinehâh : f. İntikam ve öc almak istiyen. Müntakim, kinci.
  • kinekeş : f. Düşmandan öc ve intikam alan.
  • kinemeşhun : f. Kinle, intikamla dolu.
  • kinetik : Fr. Hareketle alâkalı. Hareket dolayısıyla meydana gelen, hareketli.
  • kinever : f. Kin besleyen, hased eden, kinci.
  • kinf : Zenbil. * Çoban dağarcığı.
  • kinfire : Burun ucu.
  • kinkin : Yol gösterici, kılavuz. * Bir cins çekirge. * Yer altındaki suyun miktarını bilip kazan kimse.
  • kinn : (C.: Aknân-Akınne) Köle. ◊ (C.: Eknân) Perde, örtü.
  • kinnar : Bez ve keten parçası.
  • kinnarat : Bir nevi elbise. * Çalgılar, defler.
  • kinnare : Mezbaha.
  • kinne : (C.: Kinen) Hurma lifinden yapılan urganın sağlam ve dayanıklı olması. * Dâne çadırı dedikleri ot. * Bir nevi devâ. ◊ Erkek görmüş kadın.
  • kinneb : Kendir otu. * Kınnap. İnce sicim.
  • kinnesrin : Şam diyârında bir mekân adı.
  • kinnîne : Büyük şişe. * Şarap kabı.
  • kins : Her nesnenin aslı ve bitecek yeri.
  • kintar : (C.: Kanâtir) Yüzyirmi rıtıl veya yetmiş bin dinar. * Çok mal. * Bir sığır derisi dolu altın ve gümüş. ◊ Belâ, meşakkat, zahmet.
  • kinve (kunve) : Koyunu döl için saklamak.
  • kipti : Avrupanın bazı cihetlerine Hintten gelerek yerleşen çingenelere verilmiş isim. Çingene.
  • kîr : Katran, zift.
  • kir'av : Çorak tarla.
  • kira : Konaklık etmek. * İhsan etmek.
  • kira' : Kirâ. Bir eşya veya yerin, geçici bir zaman kullanılmak üzere para ile bir kimseye verilmesi. * Böyle bir şey karşılığı alınan para. ◊ Cimâ etmek. * Sağlam, muhkem. * Şiddetli.
  • kiraat (kiraet) : Okuma. Düzgün ve çabuk okuma. * Okuma kitabı. * Fık: Namazda Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak.
  • kiraathane : Müşterilerine gazete, mecmua ve kitap gibi şeyleri bulunduran geniş ve içi döşenmiş kahvehane.
  • kirab : (Kerübe. C.) Yeri sürüp aktarmak. * Yeri süpürmek. * Suyun aktığı yerler. ◊ Kılıç veya bıçak kını.
  • kirabe : Yeri sürüp aktarmak.
  • kiraf : Cima etmek. * Karışmak.
  • kiraği : (Bak: Şebnem)
  • kiram : Benzetmeli, kinâyeli. * (Kerim. C.) Kerimler, şerefliler. * Eli açık cömert kimseler. ◊ Nakışlı perde. * Duvara tutulan örtü. * Çarşaf.
  • kiramen kâtibîn : İnsanların iki tarafında bulunup, sevablarını ve günahlarını yazan meleklerin adı.
  • kiran : (C.: Kırânât) Yakınlık, mukarenet. * Ayrı iki şeyin birleşmesi. * İki gezegenin bir burçta bulunması.
  • kirar : Davarın yaşını anlamak için dişine bakmak. ◊ Bir daha, tekrar. Tekerrür.
  • kiraren : Tekrar tekrar, çok sefer, tekrar suretiyle.
  • kirat : Dirhemin onaltıda birini ifade eden eski bir ağırlık ölçüsü.
  • kiraz : Rahmin, kabul ettikten sonra yine dışarı döktüğü meni. ◊ Evmek, acele.
  • kirba : (C.: Kıreb-Kırebat) Saka tulumu. Deriden su kabı. * Tıb: Çocuklarda karın şişmesi. * Süt tulumuna da kırba denir. * 13 bin dirhemlik veya 32 okıyyelik bir kab.
  • kirbal : (C.: Kerâbil) Hallaç yayı. * Kalbur.
  • kirban : Yakınlık. * Cimadan kinâye olur. ◊ Dolu kap.
  • kirbas : (C.: Kerâbis) Bez. Kumaş, keten veya pamuk bez.
  • kirbasî : Bez satıcı kimse.
  • kird : Atılmış yünü andıran bulut. * Maymun.
  • kirdar : Bir kimse, tasarruf ettiği yerin bir zirâ veya iki zirâ toprağını almak için başkasına satmak. * Bina. * Ağaç.
  • kirdide : (C.: Kerâdid) Bir miktar toplanmış hurma. * Sepet dibinde geri kalan hurma.
  • kirdikâr : f. Sâni. Yapan Allah (C.C.).
  • kirf : Kabuk.
  • kîrfam : f. Simsiyah, katran renginde.
  • kirfe : Töhmet. * Ağaç kabuğu. * Darçın.
  • kirfî : Bazısı bazısının üstüne yağılmış olan yüksek bulutlar. * Yumurtanın dış kabuğu.
  • kiris : f. Yaltaklanma. * Aldatma, kandırma, hile yapma.
  • kirişek : f. Savaşçı, cengâver, muharib.
  • kirişte : f. Çerçöp.
  • kiritik : (Bak: Kritik)
  • kirkanbar : İçinde çok çeşitli şeyler bulunan yer veya kap. * Çok şeyler bilen kişi.
  • kirkbayir : Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü.
  • kirkire : (C.: Kerâkir) Şecaat. * Deve göğsü.
  • kirkis : Küçük üvez.* Köpeği çağırmak. * Yüzük yapılan özlü balçık.
  • kirla : 'Bir kuş cinsidir ve sulardan balık avlar; derler ki su içine girdiğinde bir gözüyle üstünü gözler, bir gözüyle su içinde avını gözler. Gayet korkak bir kuştur.'
  • kirm : (C.: Kurum) Ulu şerif, şerefli kişi. ◊ f. Böcek kurdu.
  • kirmaz : Beyaz ekmek.
  • kirmeta : Kitapla satırların veya yürürken adımların birbirine yakınlığı.
  • kirmîd : (C.: Karâmid) Pişmiş kiremit.
  • kirmil : (C.: Karâmil) Azgın devenin yavrusu. * İki hörgüçlü deve.
  • kirn : Korkak.
  • kirnak : Halayık, cariye, esir kadın.
  • kirnas : Doğan kuşunun, avının ardınca gitmesi.
  • kirpas : f. Padişah veya vezir konaklarındaki divanhâne.
  • kirpik : Göz kapağının kenarındaki kıllar. * Bir nevi taş. * Hayvan ve nebatların beden yapısında bâzı küçük ve ince uzantılar.
  • kirra : Soğuk, berd. * Çok fazla susuzluk. * Akıllılık.
  • kirrîs : Sazan balığı.
  • kirs : (C.: Ekrâs-Ekâris) Her nesnenin aslı. * Bir araya getirilmiş beytler. * Biri biri üstüne yığılmış kalmış davar tersi.
  • kirş : İşkembe. Geviş getiren hayvanların midesi. * Karın, mide.
  • kirşib : Yaşlı davar. * Arslan. Çok yiyen, obur. * Uzun boylu kimse. * Kötü ahlâklı.
  • kirta'be : Bez parçası.
  • kirtab : Kafası üstüne yıkmak.
  • kirtale : (C.: Kırtâl) Yemiş toplamakta kullanılan sepet.
  • kirtas : (C.: Karâtis) Kâğıt. Kâğıt tabakası, sahife. * Kâğıtçı.
  • kirtasiye : Kâğıt işleri. Kâğıtla alâkalı. Onunla yapılan muâmeleler.
  • kirtibiyy : Bir nevi oyun.
  • kirtît : Zahmet meşakkat.
  • kirvan : Kafile, kervan. * Dünyanın her tarafı. Doğu ve batı.
  • kirzab : (C.: Karâzıbe) Keskin kılıç. * Hırsız.
  • kirzam : Saçma sapan şeyler konuşan. Manâsız sözler söyliyen kimse.
  • kirzim : (C.: Kerâzim) Yüksek burunlu kimse. * Büyük balta.
  • kirzîn (kirzin) : (C.: Kerâzin) Büyük balta.
  • kis : (C.: Ekyâs) Cepte taşınır küçük para kesesi. * Rahimde döl yatağı. * Bedendeki bâzı sıvıların toplandığı kese biçimindeki oyuklar. ◊ Kıyas et, buna benzet, bununla ölç! More…
  • kiş : f. Din, mezheb. * Keten kumaş. * Ok kuburu, sadak. * şimşir.
  • kiş' : (Bak: Kaş')
  • kiş'a : Bulut açılıp dağıldıktan sonra havada geri kalan parça.
  • kiş'ame : Fak dedikleri nesne. * Küçük arı. * Kene.
  • kisa : Halı, seccâde. Yünden yapılan elbise.
  • kisa' : (Kas'a. C.) Tabaklar, çanaklar, çömlekler.
  • kişa' : (C.: Kuşu) Hamam süprüntüsü. * Kuru deri. * Deriden olan ev.
  • kisabe : Kesicilik, kasaplık.
  • kişaf (küşâf) : Bir kaç yıl üstüne yük vurulmayan deve yavrusu. * Dişi deve hâmile iken erkek devenin ona cimâ etmesi.
  • kişah : Davarın böğrüne yapılan işaret.
  • kisal : Bir yerde oturup kalan ve gideceği yere geç giden.
  • kisar : (Kasir. C.) Kısalar. Kasr olanlar.
  • kisas : Cinayette ödeşmek. Bir suç işliyenin aynı şekilde cezalandırılması. Öldürme veya yaralanmada suçlu olana aynı şeyin yapılması. Suçsuz yere adam öldürene veya yaralayana şeriatın aynı cezayı More…
  • kisasen : Kısas yoluyla. Öldüren veya yaralayanı eşit şekilde cezalandırarak.
  • kisb : (Bak: Kesb)
  • kisb ü kâr : Kazanç, iş güç.
  • kişbar : Ağaç parçası.
  • kisbî : Kazanılmış, kesbedilmiş. Kesb ile alâkalı.
  • kisde : (C.: Kusad) Bir şey kırıldığında herbir parçası.
  • kişde : Yağın tortusu. * Maymunun dişisi.
  • kise : (Kis-Kese) f. Küçük-büyük torba kab. * Para kesesi. Kumaştan çanta biçiminde torba kab. * Yoğurt kesesi. * Para. Para hesabı. Öz para. * Kestirme yol.
  • kisebür : f.Yankesici, hırsız.
  • kisedar : f. Parayı toplıyan, para hesabını tutan kimse. Vekilharç.
  • kisef : (Kisf. C.) Kıt'alar, parçalar, kısımlar.
  • kisfe : (C.: Kisef) Kısım, cüz, parça, bölüm.
  • kisim : (Kısm) Bir parça, bölük, takım, kesim. * Kapalı avucunun alabildiği miktar.
  • kisir : Çocuğu olmaz, doğurmaz. * Münbit olmayan ve mahsul alınamayan verimsiz toprak.
  • kiskis : Taşın ve toprağın ufağı.
  • kisl : Zayıf kişi.
  • kişla : Askerlerin barınmalarına mahsus bina veya yer.
  • kişlak : Kışın, otundan ve suyundan istifade edilen arazi.
  • kislam : Isırıcı hayvan.
  • kişm : Et. * İç yağı.
  • kismal : Kesmek.
  • kisme : Kırık parçası. * Misvak parçası.
  • kismen : Bir kısım olarak. Bir parça olarak.
  • kismet : Bölmek ve ayırmak. Bahşetmek. Taksim etmek. * Fık: Hisse-i şâyiayı, yani, taksim olunmamış maldaki hisseleri sahiplerine tahsis etmektir.
  • kismî : Bir kısmı, bir parça, bir bölüm.
  • kişmiş : f. Çekirdeksiz çok küçük tâneli üzüm.
  • kişniş : Güzel kokulu bir tohum olan karakimyon.
  • kisr : Üstünde eti çok olmayan kemik. * Çadır eteği.
  • kişr (kişir) : Kabuk. Dış taraf. * Libâs.
  • kisra : Husrevden muarreb veya galat olan bu isim Sa'sâniler sülâlesinden olan Eski İran padişahlarına ve bilhassa Nevşirvan'den sonrakilere verilmiş olup, Rum imparatorlarına Kayser, Çin More…
  • kisra (kusâre) : Ekincilerin kesmik dedikleri başakta kalan buğday. Buğday çalkandığında kalbur içinde kalan kaba buğday başları.
  • kisre : (C: Kiser) Ekmek parçası. * Parçalanmış olan şeyin bir parçası.
  • kişre : Yüzüne gülmek.
  • kişrî : Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan.
  • kiss : Nasâra tâifesinin ulusu, reisi ve danişmendi. * Bir yerin adı.
  • kissa : Fıkra. Hikâye. İbret verici hikâye. Vak'a. Mâcerâ. Rivâyet.
  • kissagû : f. Hikâye ve kıssa anlatan.
  • kissagüzâr : f. Hikâye anlatan kimse, masal söyliyen kişi.
  • kissahân : f. Hikâye söyliyen, kıssa ve masal anlatan.
  • kissaperdâz : f. Hikâye düzen kişi. Kıssacı, masalcı.
  • kissât : (Kıssa. C.) Kıssalar. Hikâyeler.
  • kişşebe : Dişi maymun eniği. * Cüssesi küçük olan kız.
  • kissis : Keşiş. Papaz. Hristiyan din adamı.
  • kist : Pay. Hisse. Nasib. Kısım. Mizan. Rızık. Kısım kısım verilen bir hediyenin, borcun her defada verilen bir parçası. Tartı ve ölçüde doğruluk. Adalet etmek. ◊ f. Kimdir? (mânâsına More…
  • kişt : f. Ekin. * Tarla.
  • kistas : Mizan, ölçü. Büyük terazi. Kıyamet günündeki büyük terazi. * Mânevi değer ve kıymet ölçüsü. * En doğru tartan. * Taksit. Taksit ile ödenen şey.
  • kisteyn : İki hisse, iki pay. İki ölçü, iki parça.
  • kiştkâr : f. Çiftçi, ekinci.
  • kiştzar : f. Ekinlik, ekin tarlası, tarla.
  • kisve : Elbise. Kılık. Hususi kıyafet. Küsve. Kisbet.
  • kisved : Kuvvetli, boynu kalın olan kişi.
  • kişver : f. Memleket, ülke. * İklim.
  • kişvergir : f. Ülke tutan. Pâdişah, hükümdar.
  • kişvergüşa : f. Ülke açan, cihangir.
  • kişverhüda : f. Hükümdar, pâdişah.
  • kişverküşa : Memleket fetheden.
  • kisvet : Elbise. * Özel kıyâfet. * Yağlı güreş yapan pehlivanların giydikleri, meşinden ve dar paçalı olan pantolon. Kisbet.
  • kit' : (C.: Aktâ-Aktu) Deve palası. * Yük üstüne örttükleri palas. * Gecenin bir miktarı. * Yassı ve büyük olan ok temreni.
  • kit'a : (C.: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri. * Memleket. Ülke. * Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım. * Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası. * Ask: Çok More…
  • kita' : Kesme, parçalama, kat etme. * Haram olan şey.
  • kitaat : (Kıt'a. C.) Bölümler, cüzler, parçalar. * Büyük kara parçaları. * Askeri birlikler. * Ülkeler, memleketler.
  • kitab : Kitab. * Levh-i mahfuz. * Kur'ân.
  • kitab (kutub) : Karıştırmak. * Yüzünü pörtürmek. * Kaşlarını bir yere toplayan.
  • kitab-hane : f. Kitabevi, kütüphane. Kitap okunan veya satılan yer.
  • kitabe : Kabartılarak veya oyularak sert levhalar üzerine yazılan yazı. Levha olarak yazılan manzum olmayan nesir halinde levha yazma ilmi. * Mezartaşı yazısı.
  • kitabet : Yazmak. Kâtiblik. Usulüne göre bir şeyi yazmak.
  • kitabî : Kitaba dair ve müteallik. Kitaba tabi olan. Kitaba uygun. Kur'an, İncil, Tevrat kitablarından birine inanan. Semavî kitaplardan birine inanan.
  • kitade : Geven, dikenli ot.
  • kitaf : Bağdan üzüm kesecek ve ağaçtan yemiş devşirecek vakit. ◊ İp.
  • kital : Muharebe. Kavga. Öldüresiye yapılan karşılıklı harp.
  • kitar : (C.: Kutur-Kuturât) Deve katarı.
  • kitb (kitbe) : (C.: Aktâb) Bağırsak.
  • kitbe : Kitabe yazmak. Zam ve cem'etmek. Artırmak ve biriktirmek.
  • kîte : Bir gün veya bir gece yenecek yemek.
  • kitf : Üzüm salkımı. Salkım. * Toplanmış yemiş.
  • kitfeyn : İki omuz küreği.
  • kitfir : Zeliha'nın kocası olan Mısır azizinin ismi.
  • kiti : (Giti) f. Dünya. Yer. Cihan. Âlem.
  • kitkit : Ufak taneli yağmur.
  • kitl : (C.: Aktâl) Düşman, adüvv. * Misil, benzer, eş.
  • kitle : Kütle. Yığın. Küme. * Mâden, taş gibi şeylerden toplu şey.
  • kitlik : Kahtlık. (Bak: Kaht)
  • kitman : Sır saklama. Kimseye sır açmama hâli.
  • kitmir : Ashab-ı Kehf'in köpeğinin adı. * Hurma ile çekirdeğinin arasındaki ince zar. Çekirdeğin arasındaki ince pürüz. * Hakir ve küçük olan şeylerde mesel olmuştur.
  • kitr : Her nesnenin ortası. * Deve hörgücü. ◊ Nişan oku. * İblisin ismi. ◊ Erimiş bakır.
  • kitt : (C.: Kutut) Nasib, hisse. * Kitab ve kâğıt. * Erkek kedi.
  • kitta : Dişi kedi.
  • kittavş : Kedi.
  • kivam : Olgunluk derecesi. Her şeyin en uygun hali. * Mâyi bir şeyin koyulaşmış hali. * Tav. * Durma. * Çağ. * Bir şeyin nizamı. * Doğrular. Dikler. Dik ve doğru çizgiler.
  • kivare : Petek.
  • kivra' : Horozların birbiriyle döğüşmesi.
  • kiy'a : Düz yer, arz-ı müstevi.
  • kiya' : Erkek dişiye aşmak. * Hurma ve buğday döktükleri düz yer.
  • kiyad (kiyâde) : Çekmek.
  • kiyadet : Kumandanlık, seraskerlik. Kumanda.
  • kiyae : Zayıflık. * Korkaklık.
  • kiyafet : Bir şeyin dış görünüşü, zâhiri. * Bir kimsenin giydiklerinin bütünü. * Heyet, şekil, suret. * Feraset. * Bir kimsenin ardınca olmak.
  • kiyah : f. Ot.
  • kiyahbeste : f. Ot bitmiş, ot yetişmiş.
  • kiyam : Ayakta durmak. Ayağa kalkmak. * Ayaklanmak. İsyan. * Ölümden sonra tekrar dirilmek. * Bir işe başlamak, devam etmek. * Satılan bir mal hakkında müşteri ile anlaşıp kararlaşma. * Canlanmak. * More…
  • kıyamet : Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman. * Mc: Büyük belâ. * Fazla sıkıntı.
  • kiyamet suresi : Kur'an-ı Kerim'in 75. Suresi olup 'Lâ Uksimu' Suresi de denir. Mekkidir.
  • kiyan : f. Merkez. * Yıldız, seyyâre. ◊ Tabiat.
  • kiyane : Kefâlet, kefil olma.
  • kiyas : Benzetmek, karşılaştırmak, mukâyese. İki şeyi birbiri ile karşılaştırmak. Benzeterek hüküm ve muhâkeme etmek. * Man: Doğru kabul edilen iki hükümden bir üçüncü hükmü çıkarmak. * Fık: İki More…
  • kiyasen : Kıyas yoluyla, benzeterek, kaideye tatbik ederek.
  • kiyaset : Zeki. * Uyanıklık. Zekâ. Ferâset. Zeyreklik.
  • kiyasî : (Kıyâsiyye) Benzetme ile olan. * Genel kaideye uygun ve muvafık olan.
  • kiyasiyyat : (Kıyâsi. C.) Benzetme veya tatbik ile olanlar. * Umumi kurallara uygun olanlar.
  • kiyate : Azık vermek.
  • kiyem : (Kıymet. C.) Kıymetler, değerler.
  • kiyemî : (C.: Kıyemiyyât) Az bulunan pahalı şey.
  • kiyemiyyat : (Kıyemî. C.) Değerli nesneler, az bulunan pahalı şeyler.
  • kiyfal : Baş damarı.
  • kiyfe (kife) : Bez parçası.
  • kiymet : Değer, baha, semen, bedel.
  • kiymet-agâh : f. Kıymetten anlar, değer bilir.
  • kiymet-dâr : f. Değerli, kıymetli, pahalı.
  • kiymet-nâ-şinâs : f. Değer takdir edemiyen, kıymet bilemiyen.
  • kiymet-şinas : f. Kıymet bilir. İnsaniyetli, değer bilir.
  • kiyr : Demirciler körüğü. * Dağ, cebel.
  • kiytas : Balina balığı, kadırga balığı.
  • kiyya : Sakız.
  • kiyye : Okka. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Kıyye-i atika da denir. Şimdiki 1282 gram. (Bak: Okıyye) ◊ Sakız.
  • kîz : Küçük kap.
  • kiza : Yemeği çok yemekten dolayı basan ağırlık. ◊ Yumuşak yerlerde biten bir ot cinsi.
  • kizaf : Sür'atle gitmek, hızla gitmek.
  • kizan : Oğlan, erkek çocuk. * Delikanlı, cesur ve silâhlı köylü genç.
  • kizb : Yalan. Yalan söyleme. (Sıdkın zıddı)
  • kizban : (Kadib. C.) İnce düz fidanlar, çubuklar, dallar.
  • kizbere : Baldırıkara adı verilen ot.
  • kizil : t. Kırmızı, alrenk. * Kıldan yapılan ip. * Aşırı, müfrit.
  • kizil tehlike : Dinsizlik, anarşistlik ve komünistlik tehlikesi.
  • kizilbaş : Râfizîlere verilen bir isim.
  • kizilelma : Tar: Osmanlı Türkleri tarafından Roma'ya verilen addır. (O.T.D.S.)
  • kizilhaç : Hristiyan ülkelerde Kızılay karşılığı olan yardım teşkilâtı.
  • kizir : Köy muhtarının yamağı hükmünde olan adam. Köy kâhyası.
  • kizm : Katı, şiddetli, şedit.
  • kizr : Pak olmayan nesne. * Temiz olmayan şey.
  • kizyun : Toprak parçası.
  • kizze : Ufak taş. * Taşlı çukur yer. * Kızlık dedikleri hâlet.
  • klasik : Fr. Çok eskiden yazıldığı hâlde değerini kaybetmeyen eser veya san'at eseri. * Âdet hâline gelmiş usul.
  • klasör : Fr. Tasnif işlerinde kullanılan, gözlere ayrılmış dolap veya çekmece. * Geniş mukavva dosya.
  • klinik : yun. Hastaya bakılan yer. * Ders gösterilen hastahane koğuşu.
  • klişe : Fr. Matbaada tipografik baskıda kullanılan kabartma resim veya yazılar çıkarılmış madeni levha.
  • klüp : ing. Eğlenerek boş olarak vakit geçirmek yahut okumak, konuşmak üzere üyelere mahsus toplantı veya eğlence yeri.
  • koalisyon : ing. Bir maksad için birleşen kuvvetler yahut partiler topluluğu.
  • koç yiğit : Güçlü kuvvetli, bahadır, gözünü budaktan sakınmaz, cengâver.
  • koçkar : Dövüş için terbiye olunmuş iri koç.
  • kodaman : İleri gelen. Servet veya mevki sahibi kimseler hakkında alay yollu söylenir.
  • kodes : Tavuk yeri, kümes. * Hapishane.
  • kof : İçi boş. Kovuk. * Aklı ve ilmi olmayan. Câhil.
  • köftehor : (Bak: Kuftehar)
  • köhne : f. Eski, eskimiş. * Zamanı geçmiş. Demode olmuş.
  • köhnebahar : Sonbahar.
  • kokona : Yaşlı rum kadını.
  • kolağasi : t. Eskiden mevcud olan yüzbaşı ile binbaşı arasındaki rütbe.
  • köle : t. Bütün tarihî devirlerde başka milletlerden, yabancılardan zorla kaçırılıp hürriyetten mahrum hale getirilerek hizmette kullanılan erkek.
  • kolon : Fr. Sütun. * Matbaacılıkta, dizilen yazı sütunu.
  • koloni : Fr. Bir ülkenin, sınırları dışında işgal ettiği ve yönettiği ülkeye sıkı bağlarla bağlı arazi. * Başka bir memlekete yerleşmeğe giden göçmen topluluğu veya bir topluluğun yerleştiği yer. * More…
  • kolordu : t. Ekseriyetle üç tümen ve diğer tamamlayıcı birliklerden kurulan askeri birlik.
  • komando : (Portekizce) Ask: Müstakil olarak çalışan ve baskın, sabotaj v.b. gibi özel vazifeler yapan, az sayıda askerlerden kurulu birlik, çete.
  • kombinezon : Fr. Tertib, düzenlemek. * Çare. * Kadın iç gömleği.
  • komedi : yun. Cemiyetin gülünç ve kusurlu hâllerini ortaya koyan tiyatro eseri. * Uydurma, yapmacık hareket veya söz. * Gülünecek hareketler.
  • komediyen : İki yüzlü, riyakârlık gösteren. * Komedi oynayan tiyatro oyuncusu. Maskara.
  • komiser : Fr. Emniyet teşkilâtının meslek dereceleri içinde yer alan ve en az lise tahsilini yapmış, polis enstitüsünün orta ve yüksek kısmını tamamlamış üniformalı veya sivil memur.
  • komisyon : Fr. Meclis şubesi. Hususi surette teşkil olunan meclis. * Ticarette vasıtalık etme, dellâllık ücreti.
  • komita : (Slavca) Maksadına ulaşmak için ekserî silah kullanan, siyasî, gizli ihtilaki cemiyet. Eşkiya.
  • komitaci : Siyasi bir gayeye ulaşmak için, silâhlı mücadele yapan gizli bir topluluk veya teşkilâtın mensubu olan kimse.
  • komite : Fr. Bir komisyon arasından seçilmiş âzası bulunan, bir iş için toplanan hey'et. Meclis şubesi. Hey'et.
  • kompartiman : Fr. Yolcu trenlerinde vagonların bölümlerle ayrılmış kısımlarından her biri.
  • kompetan : Fr. Bir işi iyi bilen. Bir şey hakkında yerinde kararlar alabilen kimse.
  • kompleks : Fr. Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. * Basit olmayan. Mürekkep. * İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı More…
  • komplo : Fr. Bir kişiye karşı toplu olarak alınan karar. Tuzak. Suikast.
  • komprime : Fr. Toz halinde iken sıkıştırılıp ufak hap haline getirilmiş ilaç.
  • konak : Menzil, yolculukta gece vakti inilen yer. * Yolculukta bir yerde durma, dinlenme. İki menzil arasındaki yol. * Büyük ev, zengin ve mükellef ikâmetgâh. * Resmi dâire.
  • kondüktör : Fr. Kılavuz, memur, müdür. * Trenlerde vagon ve bilet işlerine bakan vazifeli kimse.
  • konferans : Fr. Dinleyicilere herhangi bir mevzu hakkında bilgi vermek gayesiyle yapılan konuşma.
  • kongre : Fr. Çeşitli memleketlerden yöneticilerin, elçilerin ve delegelerin katılmasıyla yapılan toplantı.
  • konsey : Fr. İdare vazifesi yüklenmiş kişilerin topluluğu. * Müzakere hâlinde bulunan kimselerin meydana getirdiği kurul. * Bu tarz bir toplantının yapıldığı yer.
  • konsolit : (Konsolide) Fr. Ana sermayenin ödeme tarihi belli olmayan ve yalnız faizi ödenen devlet tahvili.
  • konsolos : İtl. Yabancı ülkelerde yurttaşlarının haklarını korumak ve bağlı bulunduğu hükümete siyasî ve ticarî bilgileri vermekle vazifeli hariciye memuru.
  • kontenjan : Fr. Alâkalıların her birine düşen miktar veya yer. Pay miktarı.
  • konvoy : ing. Aynı yere giden nakil vasıtaları topluluğu. * Aynı yere nakledilen insan grubu. * Harb gemilerinin himayesinde sefer yapan yük gemileri katarı.
  • kopil : Küçük Rum çocuğu. * Çapkın, külhani.
  • kor : t. Her tarafı iyice yanıp içine kadar ateş hâline gelmiş kömür veya odun parçası. * Askeriyede kolordu.
  • korsan : itl. Deniz haydutu. Deniz eşkiyası. * Başkaların haklarını zor kullanarak yiyen kimse. * Bir hakkı izinsiz olarak kullanan.
  • korsan gemisi : Deniz hırsızlığı ve korsanlık yapan gemiler. Düşman gemilerini basarak mallarını alan bir devletin donanma gemilerine de aynı ad verilirdi.
  • körük : Ateşi havalandırmak için yapılmış bir âlet. * Hava ile çalışan bazı çalgıların hava vermeğe mahsus kısmı.
  • köşe : (Bak: Kuşe)
  • köşeli parantez : t. Cümleden tamamıyla ayrı 'haşiye' gibi bir sözü içine alır.
  • kostantiniyye : İslâm dünyasında İstanbul için kullanılmış isimlerden biri.
  • kotra : ing. Tek direkli, yelkenli, narin küçük gemi.
  • koy : Küçük körfez. Karanın içine girmiş, rüzgârdan saklı deniz parçası. Deniz koyuna benzer, çevresi mahfuz yer. Köşe, bucak.
  • kozmoğrafya : yun. Yıldızların yerlerinden ve hareketlerinden bahseden ilim. Felekiyyat. İlm-i hey'et.
  • kozmopolit : Fr. Her yabancı şeye karşı alâka gösteren, milliyet duygularından mahrum kimse. * Çeşitli milletlerden insanları içine alan.
  • kozmoz : (Kozmos) yun. Kâinat. Bütün gökler.
  • kramp : Fr. Adalenin kasılması.
  • krater : (Bak: Atmiye)
  • kritik : yun. Tenkid. Sıkışık durum, sıkıntılı. * Tıb: Hastalığın en kötü zamanı.KRUVAZÖR : Fr. Daha ziyade toplarla mücehhez açık denizlerde emniyeti te'min etmek ve konvoyları korumakla More…
  • ku'bere : Bileği meydana getiren iki kemiğin küçüğü.
  • ku'ku' : Alaca renkli, uzun gagalı bir büyük kuş.
  • kual : Üzüm çiçeği.
  • kuas : Koyunun burnunda olan bir hastalık. ◊ Bir hastalık (ki göğüsü tutar.) ◊ Boynun içine geçik olması.
  • küayt : (C: Ki'tân) Bülbül.
  • kub : f. 'Vuran, vurucu, döven' mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: (Leked-kub: Tekme vuran)
  • kuba' : Hınzır avazı. * Büyük ölçek.
  • kubaa : Serçe gibi küçük bir alaca kuşun adı. * Avcıların giydiği hırka.
  • kübab : Bir yere toplanmış kum.
  • kübad : Tıb: Karaciğer iltihabı.
  • kubakib : Acele eden kimse, aceleci.* Bir yıldan sonra olan yıl.
  • kubale : Mukabele. * Kapı önü.
  • kuban : (Kub. C.) f. Vurucular, dövücüler. * Vurarak, döverek mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
  • kübas : Başı büyük olan erkek.
  • kubb : Kürk.
  • kubbe : Yarım küre şeklinde yapılan bina damı.
  • kübbe : (C: Kübb) At sürüsü. * İplik yumağı.
  • kubbe alti : Tar: Topkapı Sarayı'nda başta sadrazam olmak üzere devlet adamlarının ve vezirlerin toplanıp devlet işlerini görüştükleri yer.
  • kubbe-nişin : f. İstanbulda Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denen yerde toplanan kabine üyeleri denebilecek toplantıya katılan vezirlerin herbiri.
  • kübbene : Bahil kişi.
  • kubbere : (C: Kubber-Kabbere) Turgay dedikleri küçük kuş. * Bacaksız, kısa boylu kimse.
  • kubbitî : Beyaz helva satan kimse.
  • kubeb : (Kubbe. C.) Kubbeler, kemerler. Tepesi yuvarlak, yarım küre şeklinde yapılan binâ damları.
  • kübera : (Kebir. C.) Büyükler. Ulular.
  • kubh : Günah ve çirkin hareket. Kabahat. Suç. * Fık: Aklen ve şer'an müstehcen olup dünyada zemme, âhirette azaba ve itaba mahal olan şey.
  • kubhiyyat : (Kubh. C.) Çirkin hareketler ve işler. Günah ve çirkin şeyler.
  • kubkuba : Acele etmek.
  • kübkübe : İnsan topluluğu. * At sürüsü.
  • kuble : Öpme.
  • kübr : Yakınlık.
  • kübra : (Ekber'in müennesi) Büyük, daha büyük, en büyük. * Man: İkinci kaziye (İkinci önerme). Yâni, hadd-i ekberin bulunduğu cümle (Bak: Hadd-i ekber).
  • kubtiyye (kibtiyye) : (C: Kubâti) Mısırda yapılır parlak ince keten bezi.
  • kubu' : Kirpinin büzülüp başını derisine çekmesi. * Bir kimsenin başını yakasına çekmesi.
  • kubub : Kuruluk.
  • kübud : (Kebed. C.) Karaciğerler.
  • kubul : Erlerin ve kadınların önü. * Evvel, önce, ilk.
  • kubun : Gitmek.
  • kubur : (Kabr. C.) Kabirler, mezarlar, türbeler.
  • kubus : Sür'atle yürüdüğünden yere tırnağının ucundan başka yeri değmeyen at.
  • kubza (kabza) : (C: Kubzât) Bir tutam nesne.
  • küca : f. Nereye? Nasıl?
  • kuçe : f. Dar sokak, küçük sokak. * Pazar, çarşı.
  • küda : Mekke-i Mükerreme'de Bâb-ı Umre'nin yolu.
  • küdade : Çömlek dibinde kalan yemek.
  • kudahis : Bahâdır, kahraman, şucâ.
  • kudam : f. Hangisi? Hangileri? (mânasına sorudur)
  • küdame : Her nesnenin bakiyyesi.
  • kudar : Büyük yılan. * Aşçı, tabbah. Deve boğazlayıcı, deve kasabı.
  • kudas : Gümüş boncuk.
  • küdas : Hayvan aksırığı.
  • kudat : (Kadı. C.) Kadılar. Şeriat kanunlarıyla hâkimlik edenler.
  • kuddam : Ön taraf. İleri taraf.
  • kuddamî : Ön.
  • kuddise : Mübarek, kudsi ve mukaddes olsun. anlamına gelen bir kelimedir.
  • kuddus : Kusur ve noksanlıklardan müberrâ olan, en mukaddes. Hiç eksiği olmayan, pâk, temiz. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarındandır. * Mübarekliğin hadsiz derecesini ifâde eder. 'En More…
  • kuddusî : Cenab-ı Hakk'ın Kuddus sıfatına dair ve müteallik. Kusursuz olan Cenab-ı Hakk'a ait. * Kudsi ve temiz olana ait ve ona müteallik.
  • kudegî : f. Çocukluk.
  • kudek : (C.: Kudegân) f. Çocuk, sabi.
  • kudek-meniş : f. Çocuk tabiatlı. Çocuk mizaclı.
  • kudema : (Kadim. C.) Kadimler. Eski büyükler. Eski adamlar. İleri gelen büyükler. Eski zamanda gelmiş olanlar.
  • kudeyh : Küçük kadeh, kadehcik.
  • kudmus : Kadim nesne, eski.
  • kudret : Güç. Takat. * Her yeri kaplayan kudretullah. * Varlık. Ehliyet. Becerebilme. * Zenginlik. * Kabiliyet.
  • kudretyâb : f. Gücü yetebilen, yapabilen, kuvvet ve kudreti olan.
  • kuds : Mübareklik. Kudsilik. Nezafet. Pâk olmak. Noksanlardan uzak olmak.
  • küds : Dövülmemiş harman.
  • kudsî : (Kuds. dan) Mukaddes, kutsal, muazzez.
  • kudsiyan : Kudsiler. * Melekler. Melâike taifesi.
  • kudsiyet : Kudsilik, mukaddeslik, azizlik. * Temizlik, paklık.
  • kudsüman : Erkek örümcek.
  • küdû : Yerin otu geç bitmek.
  • küdu' : Soğuğun bitkilere zarar vermesi.KÜDUR : (Keder. C.) Kederler, hüzünler, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar.
  • kudum : Uzak ve uzun bir yoldan gelmek. * Ayak basmak. * İleri geçmek. İlerilik.
  • kudumiyye : Uzak yoldan gelen bir büyük zâta, oranın halkı tarafından takdim edilen hediye. * Edb: Böyle bir vaziyetten dolayı yazılan kaside.
  • kudur : (Kıdr. C.) Çömlekler, tencereler. Yemek pişirilen kaplar.
  • küduret : (Keder. den) Bulanıklık. * Koyuluk, kesiflik. * Kaygı. Tasa. Kederlilik.
  • kudurî : (Hi: 362 - 428) Bağdadlıdır. Ahmed İbn-i Muhammed Bağdâdi diye de anılır. Hanefi fıkıh âlimlerindendir. Bu zatın, fıkha dâir meşhur kitabının ismi de Kudurî'dir.
  • küdürr : Azâsı çok şişmiş olan yiğit.
  • kudve : Halkın uyup tâbi oldukları kimse.
  • küdye : Kazılması güç olan sert yer.
  • kuf : f. Baykuş denen bir kuş cinsi.
  • küf : Yetiştiği satıhta kimyevî değişikliklere sebep olan küçük boylu mantarlara verilen umumi ad. * Maddelerin oksitlenme neticesinde dış tarafını kaplayan tabaka. Pas.
  • küfae : Davarın bir yıllık dölü, sütü, yoğurdu, yünü ve yapağısı.
  • kufahir (kufâhirî) : Büyük ve iri cüsseli kimse.
  • kufaî : Burnu sıcaktan kavlar kızıl kimse.
  • küfale : Zammetmek, artırmak. * Boynuna almak.
  • kufan : Zahmet, meşakkat. * Kufe dedikleri beldenin adı.
  • kufar : (Kafr. C.) Issız ve susuz yerler. Çöller, sahralar.
  • küfat : (Küfv. C.) Eşitler. * Denkler, müsaviler.
  • kûfe : Kızıl kum. * Kızıl kumlu bir yerin adı ki o sebebten 'Kûfe' diye isim verilmiştir. ◊ f. Küfe. Dayanıklı ve kaba büyükçe sepet.
  • küfe : f. Taze dallardan veya kamıştan örülmüş, derin ve çeşitli boyda kaba sepet.
  • kuff : Yüksek yer.
  • küffar : (Kâfir. C.) Gâvurlar. Hak din olan İslâmiyeti inkâr edenler. Kâfirler.
  • kuffaz : Kadınların ellerine ve ayaklarına taktıkları bir süs eşyası. * Eldiven.
  • kuffe : (C: Kıfâf) Pamuk sepeti. * İçine kumaş konan nesne. * Yüksek yer. * Kurumuş. * Çürük ağaç.
  • küffe : (C: Küfât) Kaftan nigendesi, kaftan zencifi.
  • kufî : Kûfe şehrine mensub. Bu şehirle alâkalı.
  • küfiyyun : Eski arabça âlimlerinin ayrıldığı iki büyük şubeden biri olup diğerine Basriyyun denirdi.
  • kufl : (C.: Akfâl) Kilit, sürgü.
  • küfne : Ağaç, şecer.
  • küfr : Örtmek mânâsınadır. Kalbe âit bir sıfattır. Hak dini inkâr edip, hakkı inkâr edene ve gizleyene 'kâfir' denilir. Kâfirliğin sıfatı küfürdür. * Allaha inanmamak. Hakkı görmemek. More…
  • küfr ü dalal : Kafirlik ve sapıklık. Dinsizlik.
  • küfran : Nankörlük etmek. Allah'ın ihsan ve inayetine mukabil teşekkür etmeyip fiilen veya kavlen inkâr etmek.
  • küfriyyat : Küfre sebep olan işler ve sözler.
  • kûfte : f. Kıyılıp ezilmiş veya dövülmüş et, köfte.
  • kuftehar : f. Köfte yiyen. * Geveze, çenesi düşük. * Şarlatan. Kendini beğenmiş. * Çapkın.
  • kufuf : Kişinin korkudan tüyü ürperip kalkmak.
  • küfuf : (Keff. C.) Avuçlar, el ayaları.
  • kuful : (Kufl. C.) Kilitler. * Seferden veya yolculuktan dönme.
  • küfürbaz : f. Küfür sözü söyleyen. Ahlâksız. Küfrü âdet edinmiş olan.
  • küfüv (küfv) : şerik. Nazir, akran, denk, eş, benzer, misil. Hemtâ. (Bak: Kefâet)
  • küfye : Ancak geçinebilecek kadar olan yiyecek.
  • kûh : f. Dağ.
  • küh : (Bak: Kûh)
  • küh-sar : f. Dağ tepesi. Dağlık.
  • kuhab : At ve deve öksürüğü.
  • kuhamun : f. Tepesi düz olan dağ.
  • kuhan : f. Kambur. * Eyer, at eyeri. * Sığır veya deve hörgücü.
  • kuhariye : Yaşlı kadın. * Yaşlı hayvan.
  • kuhaz : Koyunlara ârız olan bir hastalık.
  • kühbe : Kırmızılığa yakın olan beyaz renk.
  • kuhbeden : f. Dağ gibi iri vücutlu kimse. İri yarı kişi.
  • kuhciğer : f. Dağ yürekli, kahraman, bahâdır, yiğit.
  • kuhe : f. Dağ. * Hücum, saldırma. * Dağ tepesi gibi kubbeli ve sivri olan şey. * Deve hörgücü. * At eyeri.
  • kühen : f. Eski, zamanı geçmiş. Demode olmuş. Yıpranmış.
  • kühenpir : f. Yaşı ilerlemiş. Çok yaşlı, ihtiyar.
  • kühensâl : f. Yaşlanmış, ihtiyarlamış, kocamış. Eskimiş.
  • küheylan : Cins arab atı. (Gözü sürmelidir.)
  • kuhh : Halis, saf, katıksız.
  • kühhan : (Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar.
  • kuhî : f. Dağa mensub. * Dağla alâkalı. * Dağlı.
  • kuhistan : f. Dağlık bölge, dağlık yer.
  • kühistan : f. Dağlık yer, dağı çok olan mevki.
  • kuhken : f. Dağ kazan, dağ deviren.
  • kuhkub : f. Dağ vurucu. Dağı yerinden oynatan. * Kuvvetli at veya katır. * Kale veya sur döven top.
  • kühküm : Oturak yeri kemiği.
  • kuhl : Göz ilâcı. * Göze çekilen sürme.
  • kühl : Sürme. Göz için sürme boyası.
  • kühle : Sığırdili denilen ot.
  • kuhlî : Sürme gibi siyah olan.
  • kuhme : Düşünmeden bir işe girişme. * Şiddet. * Kıtlık senesi. * Zor iş.
  • kuhnümun : f. Heybetli, azametli. Dağ gibi görünen.
  • kuhpare : f. Kuvvetli at. * Dağ parçası.
  • kuhpaye : f. Dağlık arazi.
  • kuhpüşt : f. Kanbur.
  • kuhsar : f. Dağ tepesi. * Dağlık yer.
  • kühuf : (Kehf. C.) Mağaralar.
  • kühul : (Kehl. C.) Orta yaşlı kişiler. Olgun kimseler.
  • kühulet : Orta yaşlılık. (35-40 yaş arası) Olgunluk çağı. Bazılarına göre: Yirmibir ile altmış yaşa kadar olan insanın hayat devresi. Veya otuz ile elli arası.
  • kühure : Yüzünü pörtürmek.
  • kuhut : Kıtlıktan sıkıntı ve eziyet çekme.
  • kuknas : Hindistan'da olan bir cins beyaz kuş.
  • kul : De, söyle, bildir (meâlinde emirdir)('Kul' kelimesi Kur'anın çok yerlerinde mezkûr veya mukadderdir. 'Kul' emri risalet ve nübüvvete işarettir. İ.İ.)Türkçede More…
  • kül'a : Devenin arkasında olur bir hastalık. * Koyun sürüsü.
  • kul'a(t) : (C: Kulu') Ödünç mal. Yurt edinmeye müsait olmayan yer.
  • küla : Kuş kanadının sonunda olan dört telek.
  • kula' : Ağız ağrısı.
  • kulaa : Suyu emip yarılmış ve yerden koparılmış balçık. * Büyük taş.
  • kulab : f. Büyük dalga. * Göl, büyük havuz. ◊ Bir çeşit deve hastalığı.
  • külae : Tehir etmek, sonraya bırakmak.
  • kulafe : Kılıf, kın, kabuk. Zarf.
  • külah : Takke. Kalpak. Baş örtüsü. * Kazıkların toprağa girmesini kolaylaştırmak için uçlarına geçirilen huni şeklindeki demir gömlek.
  • kulakil : İhlâs ve Muavvezeteyn sureleri.
  • kulal : Az, kalil.
  • külale : f. Çiçek demeti. * Kıvrım kıvrım olan saç. Kıvırcık saç. Bukle.
  • külam : Kaba, muhkem ve sağlam yer.
  • kulame : Tırnak kesintisi. Kesinti.
  • kulameteyn : İki tırnak kesintisi. Parantez. ( )
  • kulb : Bilezik. * Bir yılan cinsi.
  • külbe : f. Kulübe.
  • külbe(t) : Sıkıntı, zorluk, ıztırab. Şiddet. * İki sahtiyan arasına konup dikilen kırmızı kayış.
  • külçe : Eritilip tasfiye olunmamış veya topraktan çıkartıldığı gibi bulunan maden. * Büyük parça şeklinde dökülmüş maden.
  • kule : (C: Kulul-Kılâl) Çocukların oynadıkları bir oyun.
  • külef : (Külfet. C.) Külfetler, zahmetler, sıkıntılar, zorluklar. * Merâsimler.
  • kulel : (Kulle. C.) Kuleler. * Dağ tepeleri.
  • küleng : f. Turna kuşu.
  • kulfe : Zeker ucundaki sünnet edilecek deri.
  • külfet : Zahmet. Sıkıntı. Yorgunluk. Zahmetli iş. Adetten ve lüzumundan çok yorularak çalışmakla iş yapmak. * Merâsim.
  • külhan : f. Hamam ocağı. Hamamda su ısıtmak için ateş yakılan yer.
  • külhani : f. Serseri, çapkın, âvâre.
  • küliçe : f. Külçe.
  • kulis faaliyeti : Toplantı yapılan yerlerde, toplantı haricinde çeşitli grupların yaptığı gizli çalışma.
  • kulkalan : Bir nevi ot.
  • kulkul : Şen, çevik, atik. * Bir şeyin deprenmesiyle çıkan ses. * Büyük, derin deniz. * Hızlı giden at.
  • külkül (külkâl) : Kısa boylu bodur adam.
  • kulkulani : Üveyik kuşuna benzer bir kuş.
  • küll : Hep, tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri.
  • kullab : (C.: Kalalib) Çengel, kanca. Ucu eğri nesne.
  • küllab : (C.: Kelâlib) Çengel, kanca. Ucu eğri demir.
  • kullam : Çöğene benzer bir otun adı.
  • kulle : (C.: Kulel) Doruk, dağ tepesi, zirve. * Kule. * Bazı harp gemilerinin güvertelerinde bulunan ve makine ile hareket eden ağır top.
  • külle : f. Topuk. * Kâhkül.
  • külle yevm : Her gün.
  • küllî : 'Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün. * Çok, ziyade, fazla. * Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın More…
  • külliyat : (Külliyet. C.) Bütün. Hepsi. Hepsi birden. * Bir müellifin bütün eserleri.
  • külliye : (Külliyet) Bütünlük, umumilik, genellik. * Bolluk, çokluk, ziyadelik. * Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Arap vilâyetlerinde bazı medreselere, üniversite karşılığı verilen ad.
  • külliyen : Kâmilen, tamamen. Cüz'î olmamak üzere. Büsbütün. Tamamıyla, toptan, kâffesi.
  • küllü amm : Her sene, bütün sene.
  • küllü dain : Bütün hastalıklar. Bütün dertler.
  • kulmuh : Bir ot.
  • küls : Kireç.
  • külse : (C.: Ekles) Kireç renginde olmak.
  • külsum : Yuvarlak yüzlü. * Yanağı ve yüzü etli olan.KÜLTÜR : Fr. Her türlü fikir, san'at ve âdet varlıklarının hepsi. * Bir kimsenin umumi bilgi seviyesi. * Terbiye. * Ziraat. * Tıb: Tecrübe More…
  • kulub : (Kalb. C.) Kalbler, gönüller.
  • kuluce : Ekin ekmek için yeri ıslah etmek.
  • küluh : Katı yüzlülük.
  • kulunç : Tıb: Şiddetli bağırsak ağrısı. Omuzlarda ve vücutta bir ağrı.
  • külüng : f. Taşçı kazması.
  • külve : (C: Külu-Külliyât) Dağarcık altına çepeçevre diktikleri deri. * Tirşe dedikleri kayış.
  • kulzüm : Deniz, bahr. * Kızıldeniz.
  • kum (kumi) : (Kavm. den) Kalk (mânasına emir).
  • küm' : Ev, beyt.
  • kümahe : f. Nazarlık.
  • kumame : (C: Kumâm) Cemaat, topluluk. * Süprüntü.
  • küman : f. (Bak: Gümân)
  • kumanya : ing. Bir gemi içinde bulunan kimselerin beslenmeleri için gemiye doldurulan erzak. Gemi zahiresi. * Eskiden piyade kayığının arka kısmındaki dolapçık. * Gemi kileri. Geminin erzak koymağa More…
  • kumar : Para vs. karşılığında oynanılan oyun.
  • kumar-hane : f. Devamlı olarak kumar oynanan yer.
  • kumarbaz : Kumar oynayan. Kumarcı.
  • kümaşe : Sürat, hız.
  • kümat : (Kemi. C.) Yiğitler, kahramanlar, savaşçılar.
  • kümdet : Renk değiştirme.
  • kume : Bir yere toplanmış olan şeyler. * Yüksek, yüce yer.
  • kümeyt : Koyu doru at. * Kırmızı şarap.
  • kumistan : f. Kumluk çöl veya arâzi.
  • kumkuma : (C: Kamâkım) İçine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testi. * Bakır şişe, bakır ibrik.
  • kümm : (C: Ekmâm-Ekmime) Gömlek yeni.
  • kumme : Arslanın, ağzı ile aldığı şey.
  • kümme : Kavuk.
  • kummehan : Za'ferân. * Şarap köpüğü.
  • kümmel : (Kâmil. C.) Kâmiller. Olgunlar. İlmen, dinen ve mânen kâmil olan büyük zatlar. Büyük mâneviyat ve fazilet sahibi insanlar.
  • kummele : (C: Kummel) Kene cinsinden bir böcek.
  • kümmelîn : (Kâmil ve kümmel. C.) Kâmiller.
  • kümmî : Konik. Koni biçiminde olan.
  • kumpanya : Fr. şirket. * Mc: Cemaat, zümre.
  • kumrî : (C: Kamâri) Kumru. Dişisine 'kumriye', erkeğine 'sakhar' derler.
  • kümserat : (C.: Kümsereyât) Armut.
  • kümte : Kızıllık, kırmızılık, humret.
  • kümter : (C: Kemâtir) Kısa boylu kaba adam. * Yabani eşek. Vahşi hımar.
  • kumudd : Sağlamak, sert, katı. * Uzun, tavil.
  • kümun : Pusulanıp gizlenmek. * Tıb: Gözde 'gümne' denilen bir dumanlı hastalık görünmesi.
  • kumus : Suya batıp kaybolmak.
  • kumze : Toplanmış hurma.
  • kümze : Bir yere toplanmış hurma.
  • kûn : Kuyruk sokumu bölgesi. Arka, mak'ad, kıç.
  • kün : 'Ol mânasında emirdir. Allah (C.C.) bir şeye Kün dese; o şey olur.'
  • kün feyekûn : (Bak: Emr-i kün)
  • küna : f. Arâzi. Tarla. Etrafı çevrilerek ekilen yer.
  • kunabe : Toplu yapraklar (Buğdayın başı onun içinde olur.)
  • kunah : Çomak.
  • kunais : (C: Kanâıs) Büyük cüsseli, iri vücutlu kişi.
  • künam : f. Kuş yuvası. * Hayvan ini. * İnsanın rahat edip dinleneceği yer.
  • kunan : Koltuk kokusu. * Gömlek yeni.
  • künan : f. 'Ederek, yaparak, eden, yapan' manâlarına gelerek kelimelere eklenir. Meselâ: (Hande-künân: Gülerek)
  • künasat : (Künâse. C.) Künâseler, süprüntüler.
  • künase : Süprüntü, zibil, çöp.
  • künat : (Kâni. C.) Kinâyeciler. Kinâye söyliyenler.
  • künbed : f. Kubbe.
  • kunbua : (C: Kanâbi) Kestikten sonra yine içinde kalan nesne (Ot kökü gibi)
  • künbül : Sağlam, dayanıklı, sert, katı.
  • kunbul(e) : (C.: Kanâbil) Kalın vücudlu kimse. Sinirli ve hiddetli olan. * 30 ilâ 40 yaş arasındaki kimse. * At. * Bomba.
  • kunbura : (C: Kanâbir) Çökük kuşu.
  • kunbuza : (C: Kunbuzât) Kısa boylu kadın. (Müz: Kunbuz)
  • künc : (Günc) f. Köşe. Bucak. Bodrum.
  • küncüd : f. Susam.
  • künd : Biçimsiz, yakışıksız, kısa. * Kesmez, kör. * Yiğit, cesaretli, cesur. * Anlayışsız. Fehim ve idraki kısa.
  • kundak : Küçük çocukları sıkı bağlamaya yarıyan bezler takımı. * Yangın çıkarmak için bir yere sokulan, tutuşturulmuş yağlı bez çıkısı.
  • kundak sokmak : Mc: Ara bozacak bir söz söylemek veya böyle bir harekette bulunmak. * Yangın çıkarmak.
  • künde : f. Suçlu bir kimsenin ayaklarına geçirilen tomruk. * Kalın ve yüksek ağaç.
  • kündekâr : f. Sedefçi. Kıymetli ağaçları işleyen. Marangoz.
  • kündgûş : f. Sağır, işitmez.
  • kündür : (C: Kenadir) 'Günlük' denilen nesne. * Şişman ve kısa boylu kimse. * Vahşi hımar, yabani eşek. * Büyük çuval.
  • kündüs : Saksağan kuşu.
  • kunefhar : Büyük cüsseli, iri vücutlu.
  • künende : f. 'Edici, yapıcı' mânâlarına gelerek kelimelere eklenir.
  • kunfuz(e) : (C: Kanâfiz) Kirpi. * Fare. * Devenin, kulakları ardında terleyen ve teri akan yerleri. * Otları dolaşık yer.
  • küngân : f. Toprak ve çimento gibi şeylerle yapılan su borusu, su yolu.
  • küngüre : f. Kubbenin en yüksek yeri, tepesi.
  • künh : Bir şeyin aslı, cevheri, mikdarı. Dip. Kök. Özü, nihâyeti, vechi. * Vakit, zaman.
  • küniş(t) : f. Mecusi tapınağı. * Yahudi havrası.
  • kunn : Gömlek yeni.
  • künnaşe : (C.: Künnâşât) Kök.
  • künne : Ev kapısı üstüne yapılan sundurma.
  • kunne(t) : (C.: Kanan-Kunen-Kınan) Dağ başı.
  • kunneb : Kendir. Kenevir.
  • kunnebit : (C.: Kannâbit) Lahana cinsinden bir bitki.
  • künnes : (Kânis. C.) Yuvasında ve yatağında olan geyikler. * Gündüzün gizlenen, gece görünen seyyar yıldızlar. (Bak: Hunnes künnes)
  • kunta : Karalık.
  • küntan : Kısa boylu.
  • kunu' : Kanaat etme, kâfi bulma. * Suâl ve tezellül.
  • künu' : Yakın olmak.
  • künübdür : Kaba nesne.
  • künud : Nankörlük. Nimeti inkâr etmeklik.
  • künun : Birşeyi gizleme, saklı tutma. ◊ f. şimdi. El'an.
  • kunut : Ümidsizlik. Ye'se kapılma.
  • künuz : (Kenz. C.) Hazineler. Defineler.
  • künuzât : Kenzler. Hazineler.
  • kunv : (C: Kınân-Kınyân-Aknâ) Üzerinde hurması olan hurma salkımının çöpü.
  • kunyan (kinyân) : Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.
  • künye : Bir kimsenin nereden ve kimden olduğunu bildiren ve hüviyeti yazılı olan kâğıt.
  • kunye (kinye) : Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.
  • kunzua : (C: Kanâzı') Çakıl taşı. * Tıraş edilmiş başın üstünde bırakılan bir tutam saç.
  • kûpal : f. Gürz. Demir topuz.
  • küpeşte : Geminin kenarlarındaki tahta siper. * Parmaklığın üzerindeki düz ve kalın tahta.
  • kûr : (C.: Kûrân) f. Kör, âmâ.
  • kur'a : Talih denemek maksadı ile çekilen kapalı pusla veya fal açma.
  • kur'an : Allah (C.C.) tarafından Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtası ile (yâni vahiyle) gönderilen ve beşeriyetin bütün saadet düsturlarını hâvi en mukaddes ve en son More…
  • kûr-boğaz : f. Obur, körboğaz.
  • kura : (Karye. C.) Karyeler, köyler, kasabalar.
  • kura' : İbâdet eden.
  • küra' : '(C: Ekru-Ekâri) İnsanda boyundan aşağısı; hayvanda topuktan aşağısı. * Koyun ve sığır baldırı.'
  • kuraa : Kalem kesintisi. Kalem yongası.
  • kurab : (Kurbet. C.) Yakınlar, akrabalar.
  • kûrabe : f. Kubbeli mezar, türbe.
  • kürabe : Ağaç dibine düşen hurmaları toplamak.
  • kurad : (C: Kırdân-Ekride) Kene adı verilen böcek.
  • küraiyy : Paça satan.
  • kurakir : Güzel sesli kimse.
  • kûrân : (Kur. C.) f. Körler. âmâlar.
  • küran : f. Al renkli at.
  • kûrâne : f. Körcesine.
  • kurare : Çömlek içindeki yemek piştikten sonra yanmasın diye içine konulan su.
  • kurat : Fitil ucundan yanmış yer.
  • kürat : (Küre. C.) Küreler. Yuvarlak olan nesneler.
  • küraz : Ağzı dar bardak.
  • kuraz (kariza) : Isırgan otu.
  • kuraze : Altun ve gümüş kırıntısı. * Kumaş parçaları.
  • kurb : Yakınlık. Yakında oluş. Yakın olmak. Yakınlık kazanmak. (Zamanda, mekânda, nisbette, hatvede ve kuvvette kullanılır.) * Tıb: Böğür. Karnın yumuşaklığına kadar olan yer.
  • kürbak : Dükkân.
  • kurban : Allah'ın rızasını kazanmağa sebep olan şey. * Etleri, fakirlere parasız olarak dağıtılmak niyetiyle farz, vâcib veya sünnet olarak kesilen koyun, keçi, deve, sığır.. gibi hayvan. * Bir More…
  • kürbe : f. Dükkân.
  • kurbet : Yakınlık. * Fık: Allah'a manevî yakınlığa sebeb olan amel-i sâlih.
  • kürbet : (Kerb. den) Sıkıntı. Tasa. Keder. * Belâ. Musibet.
  • kurbiyyet : Yakınlık kazanmak. Yakınlık. Bir şeye kendi gayretiyle yakınlaşmak.
  • kurbuk : Mevzi ismi. * Yardım. * Dükkân.
  • kürdabe : Büyük su içinde olan çürüntü.
  • kurdah : Maymun.
  • kürde : (C: Kürüd) Sürülmüş tarla.
  • kürdevs : (C: Kerâdis) Kemik başı. * At sürüsü.
  • kûrdil : f. Câhil. Gönlü kör.
  • kürdistan : Kürdlerin oturdukları bölge. * İran'ın Ardelân eyaletinin eski adı.
  • kurduh : Maymun. * Küçük karınca.
  • kûre : f. Demirci ocağı. Kuyumcu ocağı. * Küre.
  • küre : (Kürre yanlıştır) Yuvarlak cisim. * Şeklin sathındaki bütün noktalar merkeze aynı uzaklıktadır. Dünya da yuvarlak olduğundan 'Küre-i arz' denilmiştir. 'Küre-i zemin' de More…
  • kürek cezasi : Tanzimattan önce ve yelkencilik devrinde işledikleri ağır cürümden dolayı harp gemilerinden kürek çekmek üzere gemi hizmetine verilen kimseler. Bu gibiler, gemilerde kürek çektikleri için bu More…
  • kürema : (Kerim. C.) Kerimler.
  • kurena : Bir padişâhın yakınında bulunan ve onun sohbetine iştirak edenler. Yakınlar. Arkadaşlar.
  • kürend : (Küreng) f. Al at.
  • kureng : f. Al at.
  • kurevî : (Kurâ. dan) Köylü. Köye âit, köye dâir.
  • kürevî : Yuvarlak. Küre şeklinde.
  • küreviyat : (Küreviyet. C.) Küre gibi oluşlar. Küreler. Yuvarlaklıklar.
  • küreviyet : Yuvarlaklık. Küre gibi oluş.
  • küreyc : Dükkân.
  • kureyş : Kökü Hz. İbrahim'e (A.S.) dayanan, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in de (A.S.M.) mensub olduğu Arab kabilesi.
  • kureyş suresi : Kur'an-ı Kerim'in 106. Suresidir. Liilâfi Suresi de denir. Mekkîdir.
  • kureyşî : Kureyş kabilesinden olan. Kureyş'e mensub.
  • küreyvat : Kandaki küçük yuvarlak cisimler. Küçük küreler.
  • küreyve : (C.: Küreyvât) Küçük yuvarlak.
  • kureyza : Medine-i Münevvere yakınında Yahudi taifesinden bir kavim.
  • kürh : Sıkıntı, meşakkat, zahmet.
  • kurha : (C: Kuruh) Silâh yarası. * Çıban.
  • kurhane : (C: Kurhân) Bir cins mantar.
  • kûrî : f. Körlük, âmâlık.
  • küriz : f. Hizmetkâr, hâdim, hademe.
  • kürizî : f. Beli bükük ve sefil ihtiyar.
  • kürk : Kızıl, kırmızı, ahmer.
  • kürkî : (C: Kürâki) Turna kuşu.
  • kurkube : Et, lahm.
  • kurkul : Çekirge.
  • kurkur : Büyük gemi.
  • kurkus : Geniş, bol, vâsi.
  • kurmay : Ordunun muharebeye hazırlanmasında ve savaş sırasındaki sevk ve idaresi için hususi tarzda yetiştirilmiş subay. * Mc: Becerikli.
  • kurme : İşaret için devenin burnundan bir miktar deri kesip tam ayrılmadan yine burnu üstüne yapıştırmak.
  • kürmih : f. Çivi, mıh.
  • kurmud : Dağ keçisinin erkeği.
  • kurmus : (C: Karâmıs) Avcıların dağda olan kulübesi veya soğuktan sakındıkları küçük çukur yer.
  • kurnas : Dağın burnu.
  • kurne : Sivri veya tümsek şey. * Hamam kurnası. Kurna.
  • kurneve : Boya otu.
  • kürnüb : Kelem dedikleri lahana.
  • kurnuk : Yumuşak bedenli delikanlı.
  • kurr : Karar. * Soğukluk.
  • kürr : (C: Ekrâr) Yediyüz bin kırksekiz dirhem. * Ölçek.
  • kurra : (Kari'. C.) Okuyucular. Kur'ân-ı Kerimi usul ve tecvidine göre okuyanlar. Dindar ve sâlih kimse.
  • kürras : Pırasa.
  • kurrasa : (C: Kırâs) Papatya çiçeği.
  • kürrase : (C: Kerâris) Elyazma kitapların sekiz sahifeden meydana gelen forması.
  • kurre : Parlaklık. Tâzelik. Gözün parlak ve nurlu olması. * Ağlamaktan sonraki serinlik. * Dilşâd olmak. * Bir atımlık şey. * Kurbağa.
  • kürre : Deve ve koyun terslerinin parçası. ◊ f. Hayvan yavrusu. Sıpa. Tay. ◊ (Bak: Küre)
  • kürrec : Top.
  • kürrez : İki yaşına girmiş doğan kuşu. * Kötü ve hâzık kimse.
  • kurs (kursa) : Kelepçe. * Çevrik nesne. * Yuvarlak. Tekerlek şeklinde olan.
  • kürsi : Oturulacak yüksekçe yer. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer. * Taht, serir. Erike. Koltuk. * Kaide. * Merkez. * Vazife. * Saltanat, kudret ve mülk. * Başkent, hükümet More…
  • kürsi-nişin : f. Tahtta oturan hükümdar, pâdişah. * Vâli. * Câmide vaaz eden.
  • kürsu' : Bilek kemiğinin ucunun serçe parmak tarafında olan yumruca kısmı.
  • kürsüb : Kesbetmek, kazanmak, çalışmak. * Sert ve sağlam ağaç.
  • kürsüf : (C: Kerâsif) Pamuk.
  • kurşum (kirşâm) : Büyük kene.
  • kurt(a) : (C.: Kırta-Kırat) Küpe.
  • kürtaj : Dölyatağı (rahim) veya kemik apsesi boşlukları içinde bulunan yabancı cisim veya hasta organları özel bir âletle çıkarıp almak işlemi. Rahmin temizlenmesi ameliyesi.
  • kurtan : At'ın arkasına vurdukları keçe.
  • kurtat : Eyer altına konan bir nesne. * Boyun.
  • kurtubî : Kılıç. Halid bin Velid'in kılıcı.
  • kurtum : (C: Karâtım) Usfur otunun tohumu. ◊ Mestin burnu.
  • kürub : (Kerb. C.) Kederler, tasalar, kaygılar, gamlar.
  • kuruh : (Kurha. C.) Yaralar.
  • kürük : f. Deve yavrusu.
  • kurultay : (Bak: Meclis)
  • kurum : (Karm. C.) Değerli insanlar. Kıymetli ve değeri büyük kişiler.
  • kürum : (Kerm. C.) Üzüm kütükleri. Bağ kütükleri.
  • kurun : (Karn. C.) Asırlar. Devirler. Çağlar.
  • kurune : Nefis.
  • kurur : Gözün parlak olması.
  • kürur : Bir şeyin tekrarlanması. * Geri çekmek. * Menetmek, engel olmak.
  • küruş : (Keriş. C.) İşkembeler.
  • kurut : Küpeler. Kadınların kulaklarına taktıkları mücevherler. ◊ Kuruluk.
  • kuruz : (Karz. C.) Borçlar. Ödünç olarak verilen paralar.
  • küruz : Dühul etmek, girmek, dâhil olmak. * Bir kimseye ilticâ etmek, sığınmak.
  • kürz : (C: Karaze) Çan. * Dağarcık, torba.
  • kurzub : Fakir kimse.
  • kurzül : Kadınların başına örttükleri nesne. * Kayıt. * Kötü kimse. * At ismi. * Bel, sulb.
  • kurzum : Kavafların ve kunduracıların üzerinde gön ve sahtiyan kesip düzelttikleri yuvarlak tahtalar.
  • kûs : f. Kös. Eskiden muharebelerde deve veya araba üstünde taşınarak çalınan büyük davul.
  • küş : f. 'Öldüren, öldürücü' mânalarına gelerek tamlama yapmada kullanılır. Meselâ: Düşman-küş: Düşman öldüren.
  • küs' : Tâbi olmak, ittiba etmek, uymak.
  • kuş'am : (C: Kaşâım) Yaşlı ihtiyar, koca kimse. * Belâ. * Arslan. * Sırtlan. * Örümcek. * Karınca yuvası.
  • kuş'aman : Büyük erkek akbaba.
  • kuş'ar : Hıyar.
  • kus'ul : Yaramaz, leim, lânet edilen kimse. * Kurt eniği.
  • kusa : Zayıflık. * Nâhiye.
  • küşa : f. 'Açan, açıcı' mânâlarına gelerek tamlama yapımında kullanılır. Meselâ: Dil-küşâ : Gönül açan, gönül açıcı, ferahlık veren.
  • kuşa'rire : Titreme. * Tavuk derisi gibi ürperip kabarmış deri.
  • küşad : (Küşât) f. Açış. İlk açılış merasimi. * Açma, fethetme. * Yeni yapılan resmi bir yapının ilk defa olarak açılması.
  • küşade : (Küşude) Açık. Açılmış. Ferahlı.
  • küşadetmek : Açmak. Açış merâsimi.
  • küsaha : Süprüntü.
  • kusakis : Çok acı olan sarmısak.
  • kusale : Buğday ve arpa kesmiği.
  • kuşam (kuşâme) : Sofrada artan yemekler.
  • kusame : Kassamlara verilen taksim ücreti.
  • kusara : İsteğin ve arzunun son derecesi.
  • kusare : Hususi hücre. * Gemilerde güvertelerin en üstündeki yarım güverte.
  • kusas : Saçın önünde ve ardında nihayeti.
  • kusasa : Tırnak kırpıntısı. * Az miktar, az şey.
  • küşayiş : f. Açıklık. Ferahlık.
  • kusb : (C: Aksâb) Göden bağırsak denilen büyük bağırsak.
  • kusbe : (C: Kuseb) Göden bağırsak.
  • küsbe : Bir parça süt ve hurma. * Taamdan veya başka şeyden az iken çoğalıp toplanan nesne. ◊ Yağı veya suyu çıkartılmış her çeşit nebâti artıklar. Yağ posası.
  • küsbüre : Kanbel otu.
  • kuse : f. Köse.
  • kuşe : Köşe.
  • kusec : f. Köse.
  • küşende : f. Öldüren, katil, öldürücü.
  • kuseybe : Bronşcuk.
  • kuseyra : İyeği kemiklerinin altındaki kemik.
  • küseyra : Bir dikenli ağacın zamkı.
  • küseyre : Hurma koruğu.
  • kusfend : f. Koyun.
  • küsfüre : Kanbel otunun tohumu.
  • kuşiş : f. Çalışma, çabalama, gayret sarfetme, uğraşma.
  • küşiş : f. Öldürme, öldürüş. Katletme.
  • küsiste : (Güsiste) f. Gevşek, uyuşuk, tembel. * Kopuk, kopmuş.
  • kuskus (kuskusa) : (C: Kusâs) Kaba, kısa boylu erkek.
  • küşle : Hind vilâyetinde yetişen zehirli bir ot kökü.
  • kuslub : Kuvvetli, dayanıklı, sağlam.
  • küsr : Çok mal.
  • kusre : Yakın, karib.
  • kussa : Alın saçı.
  • küssab : Küçük ok.
  • kussabe : (C: Kısâb) Kamış boğumu. * Düdük.
  • küssar(e) : Kırılan şeyin parçaları.
  • kussas : Bir demir madeninin adı.
  • küsse : Kaba sakal.
  • kust : Topalak dedikleri ot.
  • küştar : f. Kesilmiş veya kurban edilmiş koyun. * Et.
  • kustar (kistâr) : Kesedar. Sarraf. * Tüccar, tâcir. * Mizan, ölçü. * Bir şehre veya bir beldeye vâli olan kimse.
  • kustas : Büyük terazi.
  • küşte : (C.: Küştegân) f. Öldürülmüş, maktul.
  • küştegân : (Küşte. C.) Öldürülmüşler, öldürülmüş olanlar.
  • küşten : f. Öldürmek.
  • küsterde : f. Döşenmiş, yayılmış.
  • küştere : f. Uzun dülger rendesi.
  • küştî : f. Pehlivanlık, güreşme.
  • küstic : (C.: Kesticât) Mecusiler kuşağı.
  • küştîgir : f. Pehlivan, güreşçi.
  • küştîgirî : f. Pehlivanlık.
  • kusu : Uzaklık, ırak olmaklık. * Son olmaklık.
  • küsud : Çekilme, vaz geçme. Ric'at. Gayeye varmadan geri dönme. ◊ Az nesne. ◊ Kesad.
  • küşud : Memesi küçük davar.
  • küsuf : Güneş tutulması. Ay'ın, dünya ile güneş arasına gelerek dünya üzerinde gölge yapması.
  • küsul : Tembel, uyuşuk, gevşek.
  • kusur : Noksanlık. Eksiklik. Noksan ve âcizlik. İhmal. Tedbirsizlik. * Cem' olmalar. * Pahalanmak. *Eksilmek. * Şiddetli olan şeyin yavaşlayıp sâkin olması. * Bereketlenmek. * İmtina', More…
  • kuşur : (Kışr. C.) Kabuklar, kışırlar.
  • küsur : (Kesir. C.) Artan parçalar, geri kalan adetler. Artık.
  • küsurât : (Küsur. C.) Artan kısımlar, küsurlar, artıklar.
  • kusure : Acizlik, güçsüzlük.
  • kusut : Haktan sapmakla cevr ve zulmetmek. * Birşeyi kısımlara ayırmak, tefrik etmek.
  • kuşuta : Burnun çökük ve yassı olması.
  • küsv : Bir yere yığılmış ve toplanmış nesne. * Az, kalil.
  • kusva : Son derecede bulunan. * Son, nihayet. * Son sınır. Erişilecek olan en son nokta.
  • küsve : Az, kalil.
  • kut : Yaşatacak gıda, rızık. * Kuvvetlendirmek.
  • kut'a : Bir hurma cinsi.
  • kuta' : (C: Kutâ-Kutevât) Atın arkalaşacak yeri. * Bağırtlak kuşu.
  • küta' : (C.: Küt'ân) Tilki eniği. * Kötü adam. * Tamamlanmak, toplanmak.
  • kuta' (kutu') : Düş yormak, rüya tâbir etme. * Su kesilmek.* Başka yere gitmek.
  • kutaa : Bir şeyin kesintisi ve kırıntısı.
  • kutafe : Toplarken düşüp dökülen üzüm ve yemiş döküntüsü.
  • kûtah : (Kuteh) Kısa, boysuz.
  • kûtah-âstin : f. Aslında kötü olduğu hâlde iyi gibi görünen kimse.
  • kûtah-bîn : f. Neticeyi göremiyen, basiretsiz, kısa görüşlü.
  • kûtah-terin : f. En çok kısa.
  • kûtahter : f. Pek kısa, çok ufak.
  • kütale : Ağırlık, sıklet.
  • kutar : Kebap kokusu. Ot kokusu.
  • kütar : Kereviz.
  • kutb : (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.) * Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri. * Dini bir meslek veya More…
  • kutbe : Nişan okunun temreni. * Erkek ismi. * Nişanlara atılan ufak ok.
  • kütbe : Dikiş.
  • kutbeyn : İki kutub. Şimal ve cenub kutbu. Kuzey ve güney kutubları.
  • kutbî : (Kutbiye) Dünya kutuplarına ait. Onlarla alâkalı.
  • kutbiye : Deve ve koyun sütünün birbirine karışması.
  • kutbiyet : (Bak: Kutb-ul aktab)
  • kûteh : (Kutâh) f. Kısa, boysuz.
  • küteh : (Kutah) f. Kısa.
  • kûtehbâl : f. Kısa boylu.
  • kûtehbîn : f. Kısa görüşlü. İleriyi göremez.
  • kûtehdest : f. Kısa elli. Elli kısa olan. * Mc: Hasis, cimri, tamahkâr, keremsiz.
  • kûtehendiş : f. Sonunu ve istikbali düşünmeyen. Kısa görüşlü.
  • kutela' : (Katil. C.) Öldürülmüş kimseler, maktuller.
  • kütfane : (C.: Kütfân-Ketâyif) Çekirgenin evvel kanatlanıp uçanı.
  • kûtî : Kısa boylu adam.
  • kutile : (Katil. den) Katledildi, kahroldu veya kahrolası meâlindedir.
  • kütle : (Kitle) Bir cismi terkib ve teşkil eden kısımların bütün hey'etine denir. Toplu şey. Deste. Yığın. Külçe.
  • kutme : Bozluk ve kızıllık olan renk. (O renkte olana 'aktem' derler.) (Müe: Katmâ)
  • kutn : (C: Aktân) Pamuk.
  • kutne : Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü. Şirden.
  • kutniye : Aşure tatlısı.
  • kutr (kutur) : Taraf. Canib. * Nahiye. Mahal. Arzın veya semânın bir ciheti. * Çap. * Bölük. Bölge. * Geo: Dairenin merkezinden geçip onu iki müsavi kısma bölen doğru parçası, çap.
  • kutre : Avcılar kümesi.
  • kutrenî : Kutur itibariyle, çap olarak.
  • kutrub : Bir kuş.
  • kutrutî : Kısa boylu küçük adam.
  • kütt : Malı kazanıp yığan kimse.
  • kutta' : (Katı'. C.) Kesiciler, kat' ediciler, kesenler.
  • küttab : (Kâtib. C.) Kâtipler. * Mektep, okul. * Başı yuvarlak küçük ok. (Oğlancıklar onunla ok atmayı öğrenirler.)
  • kuttal : (Katil. C.) Katiller, öldürücüler, öldürenler. Katledenler.
  • kuttan : (Katın. C.) Yerliler, oturanlar, sâkinler.
  • kutu' : Sudan veya bir yoldan geçme. * (Kuşlar) göç etme. * (Kat'. C.) Kesintiler. ◊ Zelil olmak. Hakarete uğramak.
  • kutub : (Kutb. C.) Kutublar.
  • kütüb : (Kitâb. C.) Kitablar.
  • kütübhane : Kitapların bulunduğu salon veya bina. * Belli bir kaideye göre tasnif edilmiş kitaplardan meydana gelen bütün. * Kitap koymağa yarayan bölmeli dolap.
  • kütüm : 'Bir otun yaprağı. (Mersin yaprağına benzer; kına ile karıştırıp boya yaparlar.)'
  • kutur : Pintiliğinden dolayı ailesini sıkıntı içinde bırakan adam.
  • kûtval : f. Kale muhafızı. Dizdar. * Belediye reisi. Şehir ağası.
  • küub : (Küubet) Kızın memesinin büyümesi.
  • kuud : Cülus. Oturmak. * Namazın oturarak kılınan kısmı. Secdede iken kalkıp oturmak.
  • küul : İspirto. Alkol.
  • kuule : Ayağının arkasıyla yerden toprak saçmak.
  • kuur : (Ka'r. C.) Dipler, derinlikler. Nihâyetler.
  • küus : (Ke's. C.) Kaplar, çanaklar, çömlekler. * kadehler. Bardaklar.
  • küv' : Bileğin başparmak tarafı.
  • kuvâ : (Kuvvet. C.) Güçler. Kuvvetler. * Hisler. Hasseler. Takatler. * Şeriatın birer hükmü.
  • kuva' : Erkek tavşan.
  • kuvam : Koyunun ayaklarını tutan bir hastalık.
  • küvar : (Kivar) f. Petek, bal peteği, kiler. (Bak: Kevare)
  • kuvare : Yuvarlak parça (ki gömlek yakasından veya kavun, karpuz başından keserler.)
  • kuvb : Yavru.
  • küvb : (C.: Ekvâb) Kulpsuz bardak. Küp.
  • küvbe : Tavla oyunu. * Dümbelek.
  • küvet : Fr. Leğen olarak kullanılan kapların umumi adı.
  • küvh : (C.: Ekvâh) Penceresiz ev.
  • küvm : Bir yere toplanmış olan bir miktar deve. * Yükseklik, yücelik.
  • küvr : (C.: Ekvâr-Ekvür-Kirân) Deve palanı. * İz. * Ateş yakacak yer. * Arı kovanı.
  • küvre : (C.: Küvr-Kirân) Ateş yakacak yer. * Düz nâhiye. * şehir.
  • küvs : Göç vakitlerinde çalınan meşhur bir büyük sazın adı.
  • küvsiyy : Küçük yürügen at.
  • kuvvad : Kumandanlar, seraskerler, komutanlar.
  • küvvare : (C: Küvvârât) Arı kovanı.
  • kuvve : Kuvvet. Güç. * Salâhiyyet. İktidar. * Fikir. Niyet. * Hasse. His. Duygu. Meleke. * Kabiliyyet. (Za'fiyyetin zıddı)
  • küvve (kivve) : (C.: Kivâ) Evin duvarına açılan delik. Pencere.
  • kuvve-i azm : f. Azim kuvveti. Emele muvaffak olmak için gösterilen azim, cehd kuvveti.
  • kuvve-i bâsira : f. Görme duygusu, görme kuvveti.
  • kuvve-i hâfiza : f. Zihinde hıfzetme, belleme kuvveti.
  • kuvvet : Sükunette bulunan cisimleri harekete, hareket ettikleri sükunete getirmeğe muktedir olan sebeb.
  • küvviret : (Tekvir. den) Toplandı, dürüldü.
  • küvz : (C: Ekvâz-Kizân-Kize) Bardak.
  • kuy : f. Karye, mahalle, sokak. * Yol. Semt.
  • kuya : Çok kusmak.
  • kuydaş : f. Aynı köyden olanlar. Köyleri aynı olan kimseler.
  • kuyud : (Kayd. C.) Kayıtlar. Resmi muâmelelerin veya her hangi bir şeyin kayıtları, deftere geçirilmeleri, yazılmaları.
  • kuyudat : Kayıtlar.
  • küyy : Pencere.
  • kuz : Bardak, kadeh. * Tas, çanak. ◊ f. Kambur.
  • kuza' : Hırka parçası. ◊ Ağız ağrısı.
  • kuza'mel : Büyük şişman deve.
  • kuza'mele : Kötü huylu, kısa boylu kadın. * Şey.
  • kuzah : Mevzi ismi. * şeytan ismi. (Bak: Kuzeh)
  • kuzakiz : Yırtıcı ve paralayıcı yavuz arslan.
  • kuzat : Şeriat nâmına hükmeden hâkimler. Kadılar. (Bak: Kudât)
  • küzaz : Tıb: Tetanos. Sinir gerilmesi.
  • kuzazat : Ok yeleği kırpıntısı. * Altın parçaları.
  • küzaze : Soğuğun şiddetinden olan bir hastalık.
  • küzb : Küsbe.
  • kuze : f. Su testisi.
  • kuze-ger : f. Çömlekçi, bardakçı.
  • küzebzib : Çok yalancı.
  • kuzeh : Renk renk çizgiler. * Bulutları idâreye me'mur bir melek ismi.
  • kuzehiye : Gözün renkli olan tabakası. İris.
  • kuzfe : (C.: Kuzuf-Kuzefât) Yüksek yer.
  • kuzha : (C: Kuzeh) Yol, tarik.
  • küzinyak : Bez yıkayanların tokmağı.
  • küzr : Yay gezi.
  • kuzu' : Evmek, acele.
  • küzum : Ağzında dişi olmayan yaşlı deve.
  • kuzz : Yeleksiz oklar.
  • kuzze : (C: Kuzze) Ok yeleği. * Pire, bürgus.
  • 
    Derneğimiz
    Mekke Canlı Yayın
    Medine Canlı Yayın
    Eserlerimiz
    İlahiler
    Sure ve Namaz
    Namaz Kılmayı Öğreniyorum
    Tecvid Dersleri
    SON EKLENENLER
    GÜNÜN AYETİ
    Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.
    (KAF - 16 )
    ÖZLÜ SÖZLER
    • Ezeli ervahta nur-u Muhammedi ile beraber olmaya halvetilik denir.
    • Adem "ben hata yaptım beni bağışla " dedi, İblis ise" beni sen azdırdın" dedi ya sen!... sen ne diyorsun?
    • Edep, söz dinlemek ve gönle sahip olmaktır.
    • Güzelliğin zekatı iffet ve edeptir. (Hz. Ali)
    • Zeynel Abidin oğlu Muhammed Bakır'a "Ey oğul, fasıklarla cimrilerle yalancılarla sıla-i rahimi terk edenlerle arkadaşlık etme." diye buyurmuştur.
    • Kemalatın bir ölçüsü de halden şikayet etmemektir.
    • En güzel keramet gönlü masivadan arındırmaktır.
    • Alem-i Berzah insanın kendisidir.
    • Zahir ve batının karşılığı aşk-ı sübhandır.
    • Mutaşabih ayetler ledünidir.
    NAMAZ VAKİTLERİ