A
B
C
D
E
F
G
H
I
J
K
L
M
N
O
P
R
S
T
U
V
Y
Z
k : Osmanlı alfabesinin yirmidördüncü harfi olan kaf ile, yirmibeşinci harfi olan kef harfini karşılar. ka' : (C.: Akva') Düz yer. ka'b : (Ölm: Hi: 32) Yahudi âlimlerinden olup İsrailiyatı İslâmiyet'e en çok aktaranlardan biridir. Hz. Ebubekir devrinde Müslüman olmuştur. Sa'lebi ve Kisai gibi İslâm tarihçileri ondan More…ka'berî : Ailesine, arkadaşına, yoldaşına, kabilesine ve halkına katılık eden, kötü ahlâklı kişi. kâ'beteyn : İki Kâbe. Mekke-i Mükerreme'deki Kâbe-i Muazzama ile, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ. ka'd : Çuval. ka'de : Bir defa oturuş. Oturma. * Ist: Namazdaki bir defa oturuş. Teşehhüd için, Ettahiyyâtü duâsını okumak maksadı ile olan oturuş. Birinci oturuşa Ka'de-i ulâ, ikinciye de Ka'de-i âhire More…ka'del : Yağhane sepeti. ka'f : (C.: Kıâf) Ayağı sert olarak basmak. * Ayak ile toprağı yerinden koparıp küremek. * Kap içindeki suyun tamamını içmek. * Koparmak. ka'k : Kuru ekmek. Peksimet. ka'ka : Kuru, yâbis. Meşakkatli yol. * Yemame'den Kûfe'ye giden geniş yol. ka'ka' : Korkak, zayıf kişi. ka'kaa : Silâh çatırtısı. Kılınç veya süngü gibi silâhların birbirine çarpmasından çıkan ses. ka'kea : Men'etmek, engel olmak. * Hapsetmek. ka'm : (C.: Kiâm) Devenin ağzını bağladıkları şey. * İçinde silah saklanan kap. * Bağlamak. * Öpmek. ka'r : Derinlik. Dip. Her şeyin dibi. Nihâyet. * Yemeği dipten yemek. * Çalmak. koparmak. ◊ Karnı yemekten dolmak. * Arkası yağlı olmak.ka's : (C: Kiâs) Parmak kemiği. ◊ Çirkin kokulu toprak. ◊ Ölüm, mevt.ka'ş : (C.: Kuuş) Ağacın başını çekip eğmek. * Cem etmek, toplamak. * Kadınların bindiği merkep. ka'sa : Devamlı olarak yerinde sabit olan kadın. * Arkası içerisine girdiğinden arkasını yere koyamayan kadın. ka'seb : Büyük karınlı, kalın. ka'sele : Yürürken bir ayağını yere sürüyüp tozutmak. ka'sere (ka'serâ) : Yoğun, sağlam, kalın, katı. ka't : Kısa boylu kimse. ka'va' : İncikleri ince olan kadın. ka've : Evin ortası. ka'z : Keçi ve sığırın, ağacın başını çekip kendine eğmesi. kaa : Ev avlusu. kaa' : Acı su. kaaki' : Birbiri ardınca meydana gelen gök gürlemesi. kaan : Hükümdar, hâkan. kaaret : Derinlik. kaas : Boynu göğüse girmek. kaat : Gadap, hiddet, öfke. * Darlık. * Yaşlı koyun. * Davar memesi. * Bağırma ve çığlık şiddeti. kab : Çok eski devir silâhlarından olan yayın kabzası (tutacak yeri) ile köşesi arasındaki mesafe, her 'yay' da 'iki kab' olan miktar. kab' : Seyahat edip gezmek. * Nefesi tutulmak. * Atın burnu içinden çıkan hırıltı. kaba' : (C.: Akbiye) Üste giyilen elbise. Kaftan, cübbe. kaba'ser : (C.: Kabâis) Büyük, kuvvetli, sağlam. Zayıf deve yavrusu. * Deniz canavarlarından bir canavar. kabaçe : f. Entari. Hafif giyecek. kabadayi : Mc: Cesur, kahraman, cengâver. Eskiden kabadayılar ağırbaşlı, fenalıktan kaçınır, iyiliği sever insanlar oldukları için muhitlerinde hürmet görürlerdi. (O.T.D.S.) * Kimseden korkmaz More…kabahat : Kusur, çirkin iş, tekdir edilmeğe müstehak hareket. kabahât : (Kabahat. C.) Kusurlar, kabahatler. Suçlar, çirkin hareketler. kabaih : (Kabayih) (Kabiha. C.) Kabahatlar. Çirkin işler, kabih haller. kabail : (Kabile. C.) Kabileler. Bir soydan türemiş cemaatler, silsileler. kabakulak : Tıb: Daha ziyade tükrük bezlerini şişiren bulaşıcı ve ateşli bir hastalık. kabale : Kadı'nın (hâkimin) verdiği hüccet. * Toptan, götürü ile yapılan satış. * Yahudilerin kendi cemaatlarına verdikleri vergi. kabas : Ciğer hastalığı. * Yüksek ve kalın. * Hafiflik. * Neşat, sevinç. kabatî : (Kıbtî. C.) Çingeneler. kabaza : Hız. Sür'at. kabb : İnce belli olmak. * Gönlün eğlendiği gönül eğlencesi. * Makara ortasındaki ağaç. kabba : İnce belli, zayıf kadın. (Müz : Akbeb) kabban : Büyük terazi, baskül. kâbbe : Hüzünden ve gamdan dolayı, hali kötü ve kalbi kırık olmak. kabbe : Yağmur damlası. * Gök gürlemesi. kabce : (C.: Kubec-Kibâc) Keklik kuşu. kabe : Usanmak, bıkmak. * Kırılmak. ◊ Yumurta.kabele : (C.: Kıbel) Göz boncuğu. kabes : Ateş parçası. * Ateş şulesi. * Öğretmek. * Öğrenmek. kabet : Kederli ve ıztırablı olma. kâbi' : Dolu kap. kabia : Kılıç kabzasının başında olan gümüş veya demir. kabih : (Kabiha) Çirkin, fena, kötü, yakışıksız, ayıp. kabiha : (C.: Kabâih) Çirkin davranış, ayıp iş. Fena muamele. kabil : Gibi, türlü, biraz evvel, az önce. Aşikâr. İleri gelen. Kabul eden. * Sınıf, nevi, soy. * Kefil. * Birbirine muhalif kavimden üç beş kişi. ◊ Kabul eden. Olabilir, istidatlı, More…kabile : Birlikte yaşayan, konup göçen, bir sülâleden türemiş insanlar. Bir reisin idaresi altında bulunan ve ekserisi aynı soydan gelen insanlar. ◊ Kadın ebe. * Kabul edici. * Ses More…kabiliyet : Dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü. * İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete mâlik olmak, olabilirlilik. kabin : f. Güveğinin geline verdiği ağırlık, eşya, para. kabina siğmamak : t. Sabırsızlık, acelecilik. * Şişmanlamak. kabine : Fr. Vekiller hey'eti. Bakanlar kurulu. * Küçük oda. * Doktorun muâyene yeri. kabir : Büyük, ulu. ◊ (Bak: Kabr)kabis : Yusuf Aleyhisselâm'ın rüyasında gördüğü yıldızlardan birisi. ◊ Hızlı giden at. Süratli at.kabisa : Parmak ucuyla yenen şey. kâbise : Ucu üstüne eğri ve kıvrık olan burun. kabise : Üveyik kuşu. kabiz : Kabzeden, tutan. kabkab : Karın, batn. kabkaba : Haykırma, kükreme. (Deve ve arslan hakkında kullanılan bir tâbirdir.) kabl : Önce. Evvel. İleride. Evvelki. kablî : İlke ve önceliğe âit. Hiçbir tecrübeye dayanmadan. Yalnız akıl ile. kablo : Fr. : Telgraf, telefon hatlarında veya elektrik akımı iletmede kullanılan izole edilmiş tellerin bütünü. kabotaj : Fr. Bir ülkenin kendi limanları arasında gemi işletme işi. kabr : (Kabir) Mezar. Merkad. Ölünün toprağa gömüldüğü yer. (Bak: Âlem-i berzah) kabristan : f. Mezarlık. kabs : Her şeyin esası, aslı. * Tâlim etmek. ◊ Parmak ucuyla yemek.kabsa : Başı büyük ve sivri olan kadın. kabt : El ile bir şey toplamak. kabtarî : Yünden dokunan bir elbise. kâbuk : f. Yuva. Kuş yuvası. kabuk : Bir şeyin dışındaki sert örtü, kışır. * Bazı hayvanların katı mahfazaları. kâbul : Avcıların kemendi. kabul : Bir malı satın almak için kabul ettiğini bildiren sözdür. (Bak: İcab) kabulgâh : f. Kabul yeri. kaburga : Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü. * Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına More…kabus : Uykuda ağırlık basması. Korkulu ve insanda hareket bırakmayan rüya. Karabasan. kabz : Tutmak. Ele almak. Kavramak. Almak. * Tahsil etmek. Teslim almak. * Amelde zorluk çekmek. * Kuşun süratle uçması. * Mülk. kabz u bast : Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık. * Birini diğeri üzerine tercih etme. * Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek. * Beyan ve ifâde etmek. * Uzun More…kabza : Kılınç gibi şeylerin tutacak yeri. Sap. * El, pençe. * Bir tutam, bir avuç şey. kabzimal : Meyve ve sebze yetiştiricileriyle, satıcı arasındaki aracı. kâc : f. Küçük bir çeşit çam. kâd : Mahzun olma, hüzünlü ve kederli olma. ◊ f. Hırs, tamahkârlık.kad : Gr : İsmiyye veya harfiyye olan bir kelimedir. İsmiyye olduğunda iki vecihle kullanılır. yerine muzari olur. Yetişir, kifayet eder mânasınadır. Yahut kelimesine müradif isim olur. Harfiyye More…kad' : Men etmek, engel olmak. kadah : Çömlek içinde pişen yemeğin kokusu. ◊ Küçük toprak çanak.kadana : Forsaların ayağına vurulan zincir. kadastro : Fr. Bir ülkedeki arazi ve mülklerin alanını, sınırlarını ve yerini belirtip plânlama işi. kadd : Boy, bos. kadd ü kamet : Boy bos. kadd-i bâlâ : f. Yüksek, uzun boy. kadd-i bülend : f. Uzun, yüksek boy. kadda' : şiddetli. kaddah : Kadeh yapan. Kadeh yapıcı. * Zemmeden. Gıybet eden. Hicveden, yeren. kaddahe : Çakmak taşı. kaddesallah : Allah mübarek ve mukaddes eylesin. kaddese : Takdis etti, takdis eder, takdis etsin, mutlu olsun. kade : Gr: Yardımcı fiillerdendir. Cümlede ifade edilen hükmün yaklaştığını bildirmek için söylenir. Mübtedâ ile haberin başına gelerek, birincisini isim adı ile merfu' kılar, haberini de More…kadem : Ayak. Adım. Metrenin üçte biri kadar olan uzunluk. Oniki parmak uzunluğu, yarım arşın. * Uğur. kadem-bus : f. Ayak öpen. kademe : Derece, sıra. * Merdiven basamağı. kademe kademe : Basamak basamak, derece derece. kademî : Ayakla alâkalı. Ayağa mensub. kademiyye : Ayak bastı parası. * Eskiden hükûmete ait bir davetiye veya emri tebliğ etmek için gönderilen memura, masrafları karşılığı olarak verilen ücret. kademkeş : f. Ayağını çeken. Yanaşmayan, gitmeyen. kademnih : f. Ayak basıcı. kademnihade : f. Gelmiş, ayak basmış olan. kademran : f. Adım atan, ilerliyen. kademrence : f. Lütfen kabul, tenezzül. kader : Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî. * Ezelî More…kaderî : Kader ile alâkalı. Kader, tali' nev'inden olan. kaderiye : Kul, kendi yaptıklarının halıkıdır deyip ifrat ederek Hak mezhebinden ayrılan bir dalâlet fırkası. (Bak: mu'tezile) kadh : Zemmetme, çekiştirme. Bir kimsenin ayıb ve kusurlarını söyleyerek gıybet etme. * Men'etmek, engel olmak. * Çakmak taşını çakmak. * Bir kimsenin işine halel vermek. kadî : Hâkim. Peygamber (A.S.M.) nâmına suçluyu ve suçsuzu ayırıp şeriatla hükmeden hâkim. * Kaza eden. kadî naibi : Kadıların (hâkimlerin), gitmedikleri yerlere gönderdikleri vekiller. kadîb : (C.: Kıdbân) İnce ve düz fidan, dal veya çubuk. * Erkeklik âleti. kadîd : Kurutulmuş et. * Pek zayıf, kuru ve çelimsiz insan. * Etleri dökülmüş olup yalnız kemikten ibaret olan gövde. İskelet. kadîh : Tencere dibinde arta kalan. kadih(a) : (Kadh. dan) Bir kimse hakkında kötü söz söyleyen. Zemmedici, çekiştirici, kötüleyici. kadim : (A, uzun okunur) Ayak basan. Ulaşan. Varan. * Azanın mukaddemesi olan insanın başı. kadîm : Eski zaman. * Başlangıcı olmayan. Uzun zamandan beri var olan. * Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet. kadim(a) : Kemirici hayvan. kadime : Ordunun ileri karakolu. * Kuşun kanadının ön tarafındaki uzun tüyleri. kadîmen : Eskiden beri. Kadim olarak. kadîmî : Eskiden beri var olan. Eski. kadir : Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret sâhibi ve herşeye kudreti yeten. (Allah C.C.) kadîr : Mukaddir. Muktedir. Kudreti mutlak olan ve her hususa muktedir olan. Nihayetsiz kudret sahibi. kadir alayi : Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim. kadir gecesi : (Bak: Leyle-i Kadir) kadir-endaz : f. İyi ok atan ve attığı her oku hedefe isâbet ettiren kimse. kadir-şinas : f. Kıymet ve değerden anlayan. Değerli kimseleri tanıyabilen. kadirdan : f. Kadirbilir. Değerbilir. kadirga : Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan harp gemilerinden biri. Kürek ve yelkenle kullanılırdı. Kadırgalar 25 oturaklı idi ve her küreği dörder adam tarafından çekilirdi. (O.T.D.S.) More…kadirî : Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinin yolunda olan, onun tarikatına mensub. olan. (Bak: Geylanî) kâdiye : Soğuk. * Afet, belâ. kadiye : Azlık. Az cemaat. kadiz : Hep olduğu yerde kalan büyük fıçı. kadkeşide : f. Boy atmış, uzamış. Boyu uzamış. kadr : İtibar. Değer, kıymet. Haysiyet. Derece miktarı. Miktar. Meblağ. Takat. Takdir, rızkı taksim eylemek. Gına. kadr suresi : Kur'an-ı Kerim'de 97. sure olup İnna Enzelna diye de söylenir. kadro : ing. Bir işin yürütülebilmesi için icab eden bir cinsten şeylerin, bilhassa insanların tamamı veya bütünü. kadum : (C.: Kudm) Keser. * Şam yakınında bir köyün adı. kadv : Yemeğin kokusu iyi olmak. kady : Yemeğin kokusu güzel olmak. kaf : Ufuk. * karfinin ismi. * Bir dağ adı. kaf suresi : Kur'an-ı Kerim'in 50. suresidir. Bâsikat ismi de verilir. Mekkîdir. kaf'a : Yağcılar tokmağı. * Hurma kabuğundan yapılan, zenbile benzer kulpsuz bir nesne. ◊ Yumuşak kuru ot. * Parmakları soğuktan dökülmüş ayak.kafa : (C.: Akfâ) Baş. Kafa. * Ense, arka. * Akıl, zekâ, anlayış. kafadar : f. Arkası sıra giden, peşinden ayrılmayan. * Kafaları birbirine uyan, kafaca birbirine denk olan arkadaş. kafar : Katıksız ekmek. kafave : Sütten yapılan azık. kafavî : Kafa ile alâkalı. kafd : Bileğin eğri olması. kafder : Çirkin yüzlü, katı başlı kimse. kafedan : Attarların eczâ koydukları kese veya torba. kafender : Çirkin yüzlü, katı başlı kimse. kafer : Zayıf ve etsiz olmak. kafes : Tel, ince demir veya ağaç çubuklarından yapılan ve içine kuş ve saire konulan şey. * Dışardan içerisi görünmesin diye, ince tahta çubuklarından yapılıp harem pencerelerine takılan siper, * More…kaff : Parmak arasına birşey gizlemek. * Ot kurutmak. kaffaf : Parmakları arasında birşey gizleyip çalan kimse. kaffal : Çilingir. Anahtarcı. kaffan : Büyük terazi. kâffe : Hep. Bütün. Cümle. kâffeten : Bütünü. Hepsi birden. kafh (kifâh) : Başa vurmak. * İçi boş olan şeyi vurmak. kâfi : Kifayet eden. Vâfi, başka şeye ihtiyaç bırakmayan. Yeten, yetişen, elveren. kafî : Birine uyup peşinden giden. kâfil : Birinin yerine ödemeyi kabul eden. Kefil olan. kafîl : Kuru ağaç. * Parça parça olmuş ot. * Kamçı. Bir otun adı. kafile : (A, uzun okunur) Birlikte sefere çıkanların cemaatı. Kervan. kafile-sâlâr : f. Kafile reisi. Kafile başı. kafîne : Kafasından kesilen koyun. kâfir : Hakkı görmeyen ve örten. İyilik bilmeyen. Allah'ı inkâr eden. Dinsiz. kafîr : Hayvan tersi. kâfirane : f. Kâfire yakışır şekilde, kâfir gibi. kâfirûn : Kâfirler. kâfirûn suresi : Kur'an-ı Kerim'de 109. sure olup El-Kâfirûn da denilir. kafiye : Tâbi olan şey. * Herşeyin son tarafı. *Edb: Manzum yazılan satırların ses bakımından sonlarının aynı olması. (Yaman, duman, saman... gibi.) kafiyeperdâz : f. Kafiye uyduran. Şair, nâzım. kafiyeperestlik : Kafiye için safiyeyi feda edecek derecede kafiyeye ehemmiyet vermek. Birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânayı arka plana atmak. kafiyesenc : f. Kafiye dizen. Nâzım, şair. kafiz : (C: Kufzân-Akfize) Ölçek. kafkaf : şahtere otu. ◊ şarap, hamr.kafkafe : Titremek, titretmek. kafn : Kafa. kafr : Arz. Çöl. Beyâban. kafs : Sıçramak. * Hafiflik. * Sevinç, neşat. * Hayvanın ayaklarını bağlamak. ◊ Zorla birşey almak. * Gadap, hiddet. * Mevt, ölüm.kafş : Yemekten lezzet alma, fazla yemek yemek. * Pabuç. * Cem'etmek, toplamak. kafsal : Arslan. kafşelil : Kepçe. kafta : Cima etmek. kaftan : Ekseriya mükâfat ve taltif olarak giydirilen süslü üstlük elbise. Hil'at, esvab. kâfur : Beyaz ve yarı şeffaf, kolaylıkla parçalanan bir madde. Sert, güzel kokulu, katı ve yağlı bir madde. * Cennette bir kaynak ismi. kafur (kufur) : Hurma çiçeğinin kılıfı. kafv : Bir kimsenin ardına düşüp ittibâ etmek, ona tâbi olup uyma.KAFY : Uymak. * Kafasına vurmak. kafz (kafazân) : Sıçramak. kafzea : (C: Kafâzi) Başın çevre yanlarının saçı. kâgaz : f. Kâğıt. kağithane : Kâğıt fabrikası. * İstanbul'da vaktiyle böyle bir fabrikanın bulunduğu yerdeki mesire. kağni : (Kağlı) İki tekerleri dingille sâbit öküz arabası. kagşar : Yıkılmak üzere. Yıkılıp harabolmaya yüz tutmuş. kâh : f. Köşk, kasır. * Tek oda. Bir gözlü oda. * Yüksek binâ. ◊ f. Saman. Saman çöpü.kah : Sultan. kaha : Ev ortası, saha. kahal : Koyunların derisini kurutan bir hastalık. kahame : İlerlemiş yaşlılık. kahb : Yaşlı, ihtiyar. * Büyük dağ. kâhban : f. Harman bekçisi. kahbe : Namussuz kadın. Fâhişe. * Mc: Hilekâr, kalleş ve sözünde durmaz adam. kahd : Koyunun beyaz kuzusu. * Açılmamış nergis. kâhdan : f. Samanlık. İçine saman doldurulan oda. kahde : (C.: Kıhâd) Devenin hörgücü dibi. kahf : Kap içindeki suyun tamamını içme. kâhgil : f. Samanlı sıva çamuru. kahhar : Galib-i Mutlak ve her an kahretmeğe muktedir olan Allah (C.C.) Hak Celle ve A'lâ'nın esmâ ve sıfâtındandır. kahharane : Kahharcasına. Kahredercesine. kahif : Şiddetli yağmur. kâhil : Saçına ak düşmüş adam. Yaşlı, ihtiyar. Tembel. kâhilane : f. Tembelce, tembelcesine, tembel olana yakışır surette. kâhin : Karışık ve tahmini sözlerle gaibden haber verdiği söylenen kimse. Haberci. Falcı. * Âlim. kâhinane : f. Kâhin gibi ve ona benzer şeklide haberler veren. Bir nevi zan ile gaibden haber verir gibi. kâhine : Kadın kâhin. kahir : (A, uzun okunur) Üstün gelen. Yenen. Galip gelen. * Zorlayan. Mecbur eden. kahit : Şiddetli kıtlık olan sene. kahiz : Müşkil, zor nesne. kahkaha : Yüksek sesle ve çokça gülme. kahkaha' : Öldürücü bir yılan. kahkahazen : f. Kahkaha atan, fazlaca yüksek sesle gülen. kahkar : Katı, sert, sağlam taş. ◊ Taş.kahkara : Geri geriye gelme, dövüşerek çekilme. kahkarî : Birdenbire geri dönme, aniden arkaya dönme. * Geri çekilmekle ilgili, geri dönmekle ilgili. kahkariye : Geri dönme. Rücu'. kahl : Zemmetmek. * Nimete nankörlük etmek. ◊ Göze sürme çekmek.kahl (kuhul) : Kurumak. kahlese : Yuvarlak baş. kahm : (Kuhum) : Düşünmeden kendini bir iş içine atmak. kahpe : (Bak: Kahbe) kahr : Zorlama. Cebir. * Ezme. Mahvetme. * Fazlaca üzüntü. Keder içine işleme. * Cenâb-ı Hakkın şiddetli ve azab verici vasıflarının tecellisi. (Kahr, lütfun zıddıdır.) (Bak: Celal) ◊ More…kahraman : (C.: Kahramanan) f. Yiğit, cesur, bahadır. * Fars mitolojisinde Rüstem'in yendiği kişi. * İş buyuran, hüküm sâhibi. kahramanan : (Kahraman. C.) f. Kahramanlar. Cesur kimseler, yiğitler. kahramanane : f. Kahramanca, yiğitçe, cesurane. kahramanî : f. Yiğitlik, kahramanlık, cesurluk. kahreban : Kehribar. kahrenî : Kahr ile, zorla. Ezerek, cebren. kaht : Kıtlık. Kuraklık. Kuraklıktan dolayı mahsulün yetişmemesi. kaht ü galâ : Yokluk. Kıtlık. Fakirlik. * Pahalılık. kahus : Uzun boylu erkek. kahvalti : t. Sabah ve ikindi vakitleri yenilen hafif yemek. kahve : şarap. * Hâlis süt. * Kahve. * Güzel koku. * Bolluk, bereket. * Kahvehane. kâhya : Büyük konaklarda ev işlerini idare eden kimselerle san'at ve ticaret sahiplerinin işlerine bakmak üzere hükümet tarafından seçilen kimselere eskiden verilen addır. kahz : (Ok atmak. * Sıçramak. * Yarmak. kahz (kihz) : İbrişim karışıklı beyaz bez. kaib : (C.: Kevâib) Tomurcuk memeli kız. kaibe : Hüzün ve gamdan perişan olmak. kaîd : (C.: Kavayid) Çekirge. * Ulu, yüce kişi. kaid : (A, uzun okunur) Süren. Sevkeden. * Koyunların önünden giden ve 'Küsem' denilen koyun. * Yedeğine alıp çeken. Çavuş. Serasker, kumandan. * Sıradağ. * Geniş ark. ◊ More…kaidan : (Kaid. C.) Kumandanlar, komutanlar, seraskerler. kaide : Esas. Temel. Düstur. Nizam. Yol. Ayaklık. * Dip taraf. * Bir şeyin meydana gelmesine şart ve düstur olan husus. * Bir ilim ve fennin düsturlarından her biri. * Fık: Hayızdan ve çocuktan More…kaiden : Oturarak, oturduğu hâlde. kaideşiken : f. Kaide ve usullere uymayarak. Kuralları çiğniyerek. kaideşikenâne : f. Usul ve kaideye riayet etmeyerek, kuralları çiğneyerek, kaideyi bozarak. kaideten : Kaide ve hükümlere göre. Kurala uygun olarak. kaidevî : Kaide ve kural ile alâkalı. * Mat: Tabana ait. kaif : Yeri kazıp götüren, toprağı sürükleyen yağmur. kail : Söyleyen. Anlatan. Nakleden. Söz sahibi. İnanmış. * Boyun eğmiş. Rıza göstermiş, razı olmuş. kaile : (C.: Kavâil) Dağ başı. kaim : Ayakta duran. Mevcut. Baki. * Vaktini ibadetle geçiren. kaime : Uzun bir kâğıda yazılan ferman. * Kitap yaprağı. * Kâğıt para. kaimen : Ayakta durarak. Yıkılmamış. * Canlı olarak. kâin : Olan. Var olan. Bulunan. Mevcut. kâinat : Var edilen şeylerin hepsi. Yaratılanlar. Mevcudat. Âlemler. kâinat-efruz : f. Kâinatı süsleyen, cihanı donatan. kaîr : Daha derin, çok derin. kaîs : Çok yağmur. kâj : f. Eğri, bükülmüş. * Şaşı. kak : Uzun, tavil. * Alaca karga. kakül : (Kâgül) f. Alnın üzerine sarkıtılan kısa kesilmiş saç. kakum : Kürkü makbul bir cins kedi. kakunc : Kanbel otu. (İt üzümünün bir nevidir.) kakuze : (C.: Kavâkiz) Boş maşrapa. kal : (A, uzun okunur) Söz. kal u kîl : Dedi denildi şeklindeki nakiller. kal' : Bir şeyi kökünden çekip koparmak. * Kendisinden iyi kalay çıkan maden. * Azletmek. Bir tarafa ayırmak. kal'a : Kale. Eskiden yapılan büyük merkezlerin ve şehirlerin bulunduğu etrafı duvarlarla çevrili ve düşmanın hücumundan muhafaza edilen yüksek yerlerde inşa edilmiş yapı. * Çobanın çantası. * Hurma More…kal'a-bend : f. Bir kale içinde yaşamağa mahkûm olmuş olan. Kal'aya bağlanmış. kal'a-dâr : f. Kale koruyucusu, kal'a muhafızı. Dizdar. kal'a-gir : f. Kale tutan. kal'a-küşa : f. Kale zapteden. kal'a-nişin : f. Kalede oturan. kâla : f. Kumaş. * Ev eşyası, giyim eşyası. * Sermaye, anamal. kala : Buğz, adâvet. kalafat : Geminin tahtalarının aralıklarını üstüpü vs. ile doldurup üzerine zift sürme işi. * Sahte süs, düzen. ◊ Vaktiyle Yeniçeri Ağasının giydiği kırmızı bir başlık.kalah : Diş sarılığı. * Sarık uzunluğu. kalaid : (Kılâde. C.) Gerdanlıklar. * Akarsular. kalail : (Kalil. C.) Az şeyler, kaliller. kalak : Can sıkıntısı. Gönül darlığı. Kararsızlık. * Zahmet. Meşakkat. kalalib : (Kullâb. C.) Çengeller, kancalar. Uçları eğri olup bir şeyler asmağa yarayan demirler. kalânis : Takkeler, külâhlar. kalânisî : Takkeci. kalansuve (kulensiye) : (C.: Kalânis-Kalânis-Kılâs) Takke, külâh, kavuk. (Bak: Kalensüve) kalantor : Zenginliğini göstermeye özenen kellifelli ve şişman adam. kalar : f. Büyük sel yarıntısı. kalavra : Eskimiş meşin eşya veya yamalı ayakkabı. kalaye : Kilise odası. kalb : Vücudun kan dolaşımı merkezi. Yürek. * Gönül. * Herşeyin ortası. * Bir halden diğer bir hale çevirme. Değiştirme. kalben : İçten, kalbden, yürekten, gönülden. Samimi olarak. Kendi kendine. kalbgâh : f. Ordunun sağ ve sol kanadlarının ortası. Merkez bölümü. * Canevi. kalbî : İçten. Yürekten. Kalbe ait ve müteâllik. Samimiyetle. Riyâsızca. kalbolma : t. Başka hâle gelme. Değişme. kâlbüd : f. Kalıp, şekil. * Gövde, beden, insan veya hayvan cesedi. kalbzen : f. Kalpazan. Sahte para basan. * Yalancı. kald : Gümüş bilezik. kale : (A, uzun okunur) Dedi. O söyledi. ◊ f. Kumaş. * Ham kavun, kelek. ◊ Söz söylemek. ◊ (Bak: Kal'a)kaleb : Dudak dışarıya sarkmak. ◊ (C.: Kavâlib) Kalıp.kalebe : Hastalık. İllet. kalehzem : Yeyni, hafif. * Suyu çok olan büyük deniz. kalem : (C.: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış. * Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet. * İfâde. Üslub. * Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri More…kalem suresi : Kur'an-ı Kerim'in 68. suresinin ismidir. Mekkîdir. kalemdan : f. Kalem kutusu, kalemlik. kalemen : Yazı ile, kalem ile. * Sayıca, sayı bakımından. kalemgir : f. Yazı yazarken kalemin kâğıda takılmadan rahatlıkla kayması. kalemî : (Kalemiyye) Kalemle alâkalı. Kalemle münâsebet ve alâkası olan. kalemiyye : Eskiden kalemlerde yazı karşılığı olarak alınan para. kalemkâr : f. Tülbent veya ince kumaş üzerine fırça ile şekiller yapan yazmacı. * Maden üzerine kazarak şekiller yapan kimse. * Duvar veya tavanlara süs yapan, nakkaş. kalemkârî : f. Resimcilik, ince nakkaşlık. * İnce nakkaşın elinden çıkmış. kalemkeş : f. Yazan, yazıcı, yazar, müellif. * Çizen. * Yazıda silinti yapan. kalemrev : f. Bir hükümdar veya hükümetin hükmünün geçtiği yer. kalemzede : f. Yazılmış, kaleme alınmış. kalemzen : f. Yazan, yazıcı, kâtib. kalen : (A, uzun okunur) Söylemek suretiyle. Söyleyerek. kalender : f. Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. * Dünyâdan elini çekip herşeyi hoş gören kimse. * Dünya alâkalarından uzak, alâyişe aldanmaz hakikat adamı. Filozof. kalenderâne : f. Kalenderce. Kalender olan bir kimseye yakışır surette. kalenderî : 'f. Feylesofluk; kalenderlik; dervişlik; serserilik. * Edb: Halk edebiyatı tâbirlerindendir. Halk şâirleri 'mef'ulü, mefaîlü, mefaîlü, feûlün' vezninde tanzim ettikleri More…kalensüve : Üzerine sarık sarılarak başa giyilen külâh. * Mantarın başlığı, tablası. kales : Kusuntu. kalet : (C.: Kılât) Helâk olmak. * Dağlarda, içinde su biriken çukur. * Göz çukuru. * Baş parmağın dibinde olan çukur. kalfa : Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında kullanılırdı. Gençlerine 'kız' denilir ve More…kalgay : Eskiden Kırım Hanlığı'nın veliahtlerine verilen ünvan. kalh : Eşek anırtısı. Aygır kişnemesi. ◊ Ferc.kalheban : Uzun, tavil. kalhebe : Beyaz bulut. kâlî : Veresiye satmak. kali : f. Halı. kalî : Dedikoducu, gıybet eden, çekiştirici. * Söylemekle. Söylenmiş. Söz olarak. Söze dair ve müteallik. kali' : (Kal. dan) Kökten söküp atan. Kökünden çıkaran. kalib : (Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi) * Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf. * More…kalîb : Kuyu, çok eski zamandan kalmış kuyu. kâlib (kelib) : İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim ettiren kimse. kaliçe : f. Küçük halı. kalif : Sünnet olmamış kimse. kalîf : Hurma kabuğu. kalifiye : Fr. Yetişmiş usta, işçi vs. kâlih : Katı, şiddetli, şedid. kalil : Az. * Bodur kimse. kalilen : Az olarak. kalita : ing. Eskiden kalyon cinsinden yük gemisi. kalite : Fr. Vasıf. kaliyye : Tava kebabı. * Kavrulmuş. kalizem : Kuyu. * Suyu çok olan deniz. kalkadis : Siyah boya. kalkal : Deprenmiş, hareket etmiş. kalkale : Bir şeyi titretmek. * Tecvidde: Okurken harflerin üzerinde birden durarak harfi, mahrecinden çıkar çıkmaz kesmek suretiyle bu harfleri tekrar okumak. Kalkale ile okunan harfler şunlardır: More…kalla' : Beylere koğuculuk yapan yalancı. * Halk içinde tanınmak için kendine bir alâmet yapan kimse. kallab : (Kalb. den) Düzenbaz, hilekâr. * Kalpazan. Sahte para basan kimse. kallas : Takke dikici, takke diken. kallaş : Kalleş. Hileci, dönek. kallavî : Vaktiyle vezirlerin giydikleri bir cins kavuk. kalle : Az olmak. kalleys : San'a şehrinde bir kilise. kalli : t. Sözlü. Dil ile. kallidnâ : Boynumuza geçir, tak (manâsındadır). kalm : Kesmek. kalmes : Ulu kişi, seyyid. kalori : Lat. Bir kilogram suyu bir derece ısıtmak için lâzım olan ısı miktarı. * Gıdaların vücuda yarayışlı olması ve hararet vermesi bakımından değeri. kalp : t. Hileli. Sahte. Taklit. * Yalandan cesaret satan korkak adam. * Yalancı. Kendisine güvenilmez olan. kaltaban : f. Namussuz. Pezevenk. kalû : (A, uzun okunur) Dediler. Onlar söylediler (meâlinde fiil). kalû belâ : Cenab-ı Hak ruhları yaratıp, onlara Rabbiniz değil miyim, meâlinde: 'Elestü Bi-Rabbiküm' buyurduğunda, ruhlar: 'Evet Rabbimizsin' meâlindeki Kalu Belâ diye cevap More…kâluc : f. Küçük parmak. * Güvercin kuşu. kâlus : f. Ahmak, ebleh, akılsız. kalus : (C.: Kulus-Kalâyıs) Ayakları uzun genç deve. * Yüksek. * Murdarlıklar akan çay. Kirli ırmak. kâlusane : f. Akılsızcasına, ahmakçasına. kaluşe : f. Çömlek. * Tencere. kaly : Et ve buğday kavurmak. * Buğz, adavet, düşmanlık. kalyan : f. Nargile. kalyon : Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan yelkenli ve kürekli harp gemilerinden biri. kâm : f. İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet. * Ağzın üstü. Damak. * Koyun, sığır ağılı. * Ağaç kilit. kâm na kâm : f. İster istemez. kâm u nâkâm : Elbette, ister istemez. kam' : Kahretmek. Zelil etmek. * Zabtetmek. Ezmek. Kırmak. * Hasta etmek. * Başına vurmak. * Bir sese kulak verip dinlemek. * Ağzı dar olan bir şeyin içine huni ile akıcı maddeyi koymak. * Huni. More…kâm-binan : (Kâm-bin. C.) f. Bahtiyarlar, mesutlar, mutlu kimseler. kâm-binî : f. Bahtiyarlık, saadet, mutluluk. kama : İki tarafı keskin, ucu sivri ve enli bıçak. * Duvara veya keresteye çakılan büyük tahta çivi. * Ağaç, kütük ve sâireyi yarmak için kullanılan ucu ince, arka tarafı kalın ağaç veya demir More…kamakim : (Kumkuma. C.) İçlerine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testiler. kamame : Süprüntülük. kamara : Vapurlarda mevki sayılan odalar ve salonlar. * Gemide kaptan gibi erkâna mahsus odalar. * Buğday ve arpa gibi mahsul demetlerinden harman yerinde yapılan küme. * Avrupa devletlerinde millet More…kamarî : (Kumriye. C.) Dişi kumrular. kamarot : Vapurlarda kamaraların hizmetini gören adam. kamatir (kamtarir) : Katı, sağlam. kâmbahş : f. Herkesin isteğini yerine getiren. * Bağışçı, ihsan edici. kamber : (Bak: Kanber) kâmbin : f. Merâmına erdiren. İsteğine kavuşturan. kamcere : Islah etmek. kâmcu : f. İsteğini ve meramını arıyan. Maksadına ve gayesine ulaşmak isteyen. kâme : f. Arzu, istek, meram, gaye, maksad.KAM'E $ (Kumu') : Hakaret. kame : (C.: Kumme) Başını sudan kaldıran davar. kamea : (C.: Kamâ) Büyük gök sinek. * Gözün kirpikleri diplerinde çıkan sivilceler. kamed : Binanın temeli. kamel : Bitli kişi. * Karnın büyük olması. kamen : Lâyık. kamencer : Yaycı, kavvas. kamer : Gökteki ay. Hilâl. * Ay ışığında uyumayıp uyanık durmak. kamer suresi : Kur'an-ı Kerim'in 54. Suresinin ismi olup İktarabet Suresi de denir. Mekkîdir. kamerî : Ay ile alâkalı. kamerî sene : Arabi aylara göre olan yıl. Senesi 360 gün olan yıl. (Bak: Hicret) kameriyye : Çardak. Bahçelerde, mehtaplı gecelerde oturmak üzere yapılıp, etrâfı sarmaşık v.s. çiçeklerle örtülü bulunan yer. Küçük köşk. kamervari : f. Ay gibi, kamere benzercesine. kames : Suya daldırmak ve batırmak. * Hareket edip acı çekmek. kamet : (A, uzun okunur) Namaza başlama işâreti, namaz kılmak için okunan ezan. * Boy. Boy-bos. Endam. kamet almak : Namaza başlamak için, hususen farz namazından önce ezan okumak. kamez : Menfaatsiz, hor hakir nesne. kâmgüzar : f. İsteğini elde edebilen. Arzusuna kavuşabilen. kamh : Yemeğe iştihâsı az olmak. * Suya dalmak. * Davarın başını sudan kaldırması. ◊ Buğday. * Yukarı kaldırmak.kamha : Kasap merhemi adı verilen ilaç. kamih : Kam' eden, ezip kıran, mahveden, perişan eden. Kahreden, yok eden. Alçaltan, zelil eden. ◊ Suyu içmeyip, başını kaldırıp duran davar. ◊ Tarhana. * Kokutup ekşitilmiş More…kâmil : (Kemal. den) Bütün, tam, olgun, eksiksiz, kemalde olan, kusursuz. Kemal ve fazilet sâhibi. kâmilen : Noksansız, eksiksiz olarak. Tam olarak. Kâmil olarak. Bütünü ile. Tamamen. kamim : Tere otunun kurusu. kâmin(e) : Saklı. Gizli. Belirsiz. Pusuda duran. kâminun : (Kâmin. C.) Saklı ve gizli olanlar. kamis : Gömlek. * Döl yatağını kaplayan ince deri. * Bâzı nebatlardaki ince zar. kamit : Bağlanmış. * Tam olgun, kâmil. kamkam : (C.: Kumâkım) Ulu, şerif kimse. *İyi, keskin kılıç. * Büyük deniz. * Çok adet. * Saç dibine düşen yavşak. * Küçük kene. kamkame : (C.: Kamkâm) Büyük, derin deniz. kâmkâr : f. İsteğine ulaşmış. Matlubunu elde etmiş. Hedef ve gayesine varmış. * Mutlu, bahtiyar, mes'ud. kâmkârane : f. Mutlu olan bir kimseye yakışır şekilde, mutlulukla. kâmkârî : f. Mutluluk, saâdet, bahtiyarlık. Murada ermeklik. kaml(e) : Bit, kehle. kamlul : Yabâni hıyar. kamm : Evi süpürmek. kammas : Suya dalan. kammaş : Külhancı. kamme : Süpürmek. kamp : Karargâh. Kırda asker, izci veya talebelerin kurdukları karargâh. * Esirler karargâhı. kampanya : Sıkı bir iş ve çalışma devresi. * Maksatlı uğraşma. Bir maksad için faaliyete geçme. kamr : Göz kamaşmak. kamra : Ay ışığı olan gece. kâmran : f. Arzusuna nâil olan, bahtiyar, mes'ud. kâmranî : f. Mutluluk, kâmranlık. İsteğine, arzusuna kavuşmuş olma. kâmreva : f. İsteğine erişen. Arsuzuna kavuşan. Gayesine ulaşan. kamş : Bir şeyi şundan bundan toplamak. kams (kimâs) : Hareket ettirmek. * Davar önüne sıçramak. kamt : Kuş, dişisine cima etmek. * Doğan çocuğu beze sarmak. kamtarir : Çatık suratlı. kamu : (Kamuğ) t. Hep, bütün, tamamen. kamuflaj : Fr. Gizlenme, örtme. Aldatma gayesiyle yapılan tertibat. Daha ziyade harp zamanlarında araçlar ile insanların, bulundukları mekâna göre kılığa girmeleri. kâmuran : (Bak: Kâmran) kamus : Deniz. Derya. * Denizin ortası, derin yeri. * Büyük Lügat Kitabı. ◊ Arslan, esed.kâmver : f. İsteğine kavuşmuş. Gaye ve maksadına vâsıl olmuş. Mutlu, bahtiyar. kâmverân : (Kâmver. C.) f. Mutlular, bahtiyarlar, arzularına kavuşmuş olanlar. kâmyab : İsteğine kavuşmuş. Murâdına ermiş olan. kân : f. Bir şeyin menbaı. * Kuyu. Kaynak. * Mâden ocağı. * Bir keyfiyetin. (niteliğin) bol olarak bulunduğu kimse. ◊ f. Ahmak, ebleh. Câhil. İdraksiz, düşüncesiz.kan'ar : Büyük, kaba budaklı ağaç. kana : Süngüler. kanaat : Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemek. Helâl ile yetinip haramı istememek. Az şeyi de olsa kısmetine razı olmak.(Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza More…kanaatbahş : f. Kanaat verici, inandırıcı. kanaatkâr : f. Kanaat sâhibi. Kanaat edip az şeyle iktifâ eden. kanaatkârane : f. Kanaat sâhibi bir kimseye yakışır tarzda. kanadil : (Kandil. C.) Kandiller. kanafiz : (Kunfuz. C.) Kirpiler. * Dağ fareleri. kanah : (C.: Kanevât-Kınâ-Kınaâ) Yer altında olan su yolu. * Kendir ağacı. kanas : Av yeri. kanat : (C.: Kanavât) Yeraltına döşenmiş olan künk. Küçük kanal, su borusu. * Sopa, mızrak. kanata : ing. Bol ağızlı su testisi. * Sıvı koymaya mahsus kap. * Bazan ölçü gibi de kullanılır. kanatir : (Kantara. C.) Taştan yapılan kemerli büyük köprüler. Kantarlar. ◊ (Kantar. C.) Kantarlar.kanavat : (Kanât. C.) Yeraltına döşenmiş olan künkler. Su yolları. * Mızraklar, sopalar. kanazi' : (Kunzua. C.) Uzamış saç. * Baş traş edilirken yer yer bırakılan saç. kanber : Hz. Ali'nin (R.A.) sâdık, vefakâr ve sevgili kölesinin adı. * Mc: Bir evin gediklisi. * Herşeye burnunu sokan, her düğün ve eğlencede bulunan bir adamdan kinâye olarak kullanılır. kand : Şeker, şeker kamışının donmuş suyu. kandal : Büyük başlı. kandave : Yaramaz huylu. * Gıdası olmayan taam. * Büyük iri. kandefir : Yaşlı kimse, acuz. kandî : şekerimsi, şekerle ilgili, şekerden. kâne : (Kevn. den) İdi, oldu...mânasında, fiilin geçmiş zamanı. kanef : Kulağın küçük ve kalın olması. kaneme : Kir. * Yağdan gelen pis koku. kaneşvere : Hayız görmez kadın. kanfa : Kulakları küçük ve kaba olan kadın. (Müz: Aknef) kanfaş : Yaşlı, ihtiyar. kanfese : Tesbih böceği. kangren : Yun: Canlı vücudun belirli bir kısmında hücrelerin ölmesiyle meydana gelen bir hastalık. kanh : Suyu içip kandıktan sonra başını kaldırmak. kâni : (Kinaye. den) Dokunaklı ve iğneli söz söyleyen. Kinayeli konuşan. kani' : (A, uzun okunur) Kanaat eden. Kendinde olan helâla razı olup, başkasının hiçbir şeyine göz dikmeyen. * Kanmış. İnanmış. Tatmin olmuş. kanib : İnsan topluluğu. kânif : Udul eden, dönen, yoldan çıkan. kanif : İnsan cemaati. * Çok yağmur ve bulut. * Geceden bir parça. kanis : Avcı. kanisa : (C.: Kavânıs) Taşlık denilen ve kuşlarda olan bir organ. kanit : (A, uzun okunur) (Kunut. dan) Kunut ve duâ eden. * İtaatlı. * Sükût eden. ◊ Ümidi tamamen sönmüş. Ye'se düşmüş, ümitsiz, kederli, hüzünlü. ◊ (Bak: Delil)kanitîn : Kunut ve duâ edenler. Allah'a itaat ve ibadet edenler. kâniz : Defneden, gömen. kankal : Büyük kile. kankane : Yol göstermek. kankaris : Börek. kânken : f. Madenci. Maden kazıcısı. kannad : şeker yapan, şekerci. kannas : Avcı, seyyad. kannis : Avcı, av. kannur : Başı büyük kişi. kans : Av. Av avlama. kansa : (Kuşlarda) Kursak. kantar : Ağırlık ölçüsü âleti. * Binikiyüz dinar, onikibin okiyye, yüz okiyye gibi hudutsuz bir vezindir. * Kırk okka. kantara : Taştan yapılan, kemerli büyük köprü. kantariyye : Kantar ücreti. Tartma parası. kantin : Fr. Kışla, fabrika, mekteb gibi yerlerde bakkal veya aşcı dükkânı. kanu' : Kanaat sâhibi. Kanaatkâr, kanaatli. Hakkına razı olan. kânun : Ocak. Ateş yanan yer. Zaman. * Kış mevsimi. * Sakil, ağır adam. * Kış mevsiminin ilk iki ayı. * Mangal. Soba. kanun : (C.: Kavânin) Herkesin uyması için devletin teşri kuvveti tarafından konulan her türlü meşru nizam, kaide, emir, nehiy ve yasaklar. * Kaziye-i külliye. Kâinatta Allah'ın koyduğu More…kanunen : Kanuna göre. Kanunca. Kanuna uyarak. Kanun yolu ile. kanuni : Kanuna dâir. Kanuna ait. * Avrupavâri kanuna vesile olan Osmanlı Padişahı Sultan Süleyman'ın bir nâmı. (Bak: Sultan Süleyman Han) kanuniyet : Kanunluluk. Kanun haline gelmek. kanunname : f. Kanun kitabı. Anayasa. kanunşinas : f. Kanun ve nizam koyan, kanunun inceliklerini bilen. kanva' : Büyük burunlu kadın. kanzaa : İbik. kapasite : Fr. İçine alma, ihtiva etme kabiliyeti. * Kabiliyet, bilgi. kapçak : Tar: Eski zaman muharebelerinde muhasara edilen kalelerin duvarlarına tırmanmak için kullanılan büyük çengel. kapikulu : Osmanlı devletinin daimi ordusunu teşkil eden yaya ve atlı askerlerin bütününe verilen addır. kaplica : Üstüne bina yapılmış sıcak maden suyu, üstü örtülü kaynarca, ılıca. kapora : (Kaparo) Pey olarak verilen para. kapris : Geçici heves. Maymun iştahlılık. İnsanın zayıf tarafı. Evham. kaput : Fr. Askerlerin üstlük elbisesi, yağmurluğu. * Otomobillerin motor kısmını örten kapak. kâr : f. (Kelimeye bir ek olup, isimleri sıfat yapar) Eden, edici, yapan mânâlarına gelir ve li, lı, cı, ci gibi eklerin de karşılığıdır. İtaat-kâr, hilekâr, isyan-kâr, hamur-kâr, kanaatkâr...gibi. More…kar : (C.: Kur-Kirân) Zift, kara boya. * Deve. Dağ keçisi. * Ses çıkmasın diye ayağın kenarıyla yürümek. * Küçük tepe. * Kara taşlı yer. * Kara büyük taş. kar' : Vurmak. Çakmak. Kapı çalmak. * Savt. Avâz. Ses. * Kabak. * Gülsuyu kabı. * Eti soyulmuş kemik. kar' (kur') : (C.: Ekrâ) Cem'etmek, toplamak. * Okumak, kıraat. kar'uş : İki hörgüçlü deve. * Arslan eniği. kâr-âgâh : f. İşbilir, uyanık. kâr-âgâhî : f. Uyanıklık, iş bilirlik. kâr-âzmayî : f. Görgülülük, iş bilirlik, tecrübeli oluş. kâr-azmude : f. Görgülü, tecrübeli, görmüş geçirmiş. kâr-danî : f. Uyanıklık, iş bilirlik. kâr-nüma : f. Menfaat gösteren. * Usta çıkacak olan çırakların, ustalıklarını göstermek için yaptıkları örneklik iş. kâr-zâr : (Kâr ü zâr) f. Kavga, cenk, savaş, harp, muharebe. kâr-zârgâh : f. Savaş meydanı. Harp alanı. Muharebe sahası. kara : (C.: Ekrây-Karvât) Bahçe ve bostan içindeki su arkı. * Su ile karışmış süt. ◊ (C.: Ekrâ) Arka.kara' : Deve yavrusunda çıkan beyaz bir sivilce ve kabarcık. * Baştaki saçların hastalıktan dökülmesi. ◊ (Kar'. C.) Su kabakları. * Gülsuyu kapları.kara'belane : Karnı büyük, yassı bir böcek. karabasan : t. Kâbus. Sıkıntılı ve korkunç rüya. * Bir kimsenin içine düştüğü pek sıkıntılı ruh durumu. karabe : Kırba. Büyük testi. karabet : Soyca yakınlık. Hısımlık. Akrabalık. karabin : (Kurban. C.) Kurbanlar. Allah için kesilen koyun, sığır ve deve gibi hayvanlar. karaborsa : Piyasadan çekilen eşyanın, yüksek fiatla satıldığı gizli pazar. karafi : (Şihâbüddin Ahmed El-Karafi) Maliki Mezhebi'nin büyük âlimlerindendir. Milâdi 1285 de vefat etmiştir. karah : (C.: Akriha) Bina ve ağaç olmayan arazi. karaib : (Karib. C.) Yakınlar, hısımlar. Akraba. karain : (Karine. C.) Karineler, ip uçları. karakter : yun. Huy. Mizac. Seciye. Bir şeyi benzerlerinden ayırdetmeğe yarayan temel hususiyet. karamil : Örülüp ucu sarkıtılan saç bağı. karan : Mekke arzı. karanful (karanfül) : Yaprağı, çiçeği ve kokusu güzel ve uzun olan budaklı bir nebat. Karanfil. karanitis : Kişiyi sersem eden dimağ dolgunluğu. karar : Değişmez hâle gelmek. * Sabit ve sakin olmak. * Ne az ne çok olan tam ölçü. Ölçülülük. * Gitmeyip kalmak. * Oturaklı yer. Sâkin olacak yer. * Anlaşılan ve sabit hâle gelen son karar sözü. * More…karardâde : f. Durgun hâle gelmiş. * İstikrar bulmuş. Kararlaşmış. Karar verilmiş. kararet : Kısa ayaklı ve çirkin yüzlü bir cins koyun. * Düz yuvarlak yer. karargâh : f. Karar verilen yer. Karar yeri. * Askerî birlikte kurmay heyetinin toplandığı yer. Merkez. karargir : f. Karara bağlanmış. Kararı verilmiş. kararit : (Kırat. C.) Kuyumcu tartıları. Kıratlar. kararname : f. Bakanlar Kurulu'ndan çıkan resmî emirler. * Verilen karârı bildiren yazı. kararyab : f. Karar bulan. * Bir yerde oturup dinlenen. karaşime : Maymunların gece çıkıp yattığı bir ağaç. karatis : (Kırtâs. C.) Kâğıtlar, sahifeler. Kâğıt tabakaları. karavana : Bakırdan yayvan yemek kabı. * Kışla, okul, hastahane gibi müesseselerde tevzi edilecek yemeği içine koydukları kap. * İnce ve yassı elmas. * Atışta hedefe vuramama. karavol : f. Karakol. kârazma : f. Görgülü, tecrübeli. kârban : f. Kervan. kârban-saray : f. Kervansaray. Şehirlerde veya yol üzerlerinde kervanların ve yolcuların gecelemelerine mahsus büyük han. karbon : Lât. Basit olup kömürleşmiş hâlde bulunan bir temel unsur. Kömür. Billurlaşmış halde kömürleşmiş cisim. karbonik : Fr. Bir karbonla, iki oksijenin birleşmesi ile meydana gelen gaz. karbus : (C.: Karâbis) Eğerin ön ve arka kaşı. * Saç. kârd : f. Bıçak. kârdan : f. İşten anlar, iş bilir. kârdar : f. İşi elinde tutan. karded : Kaba mekan. Düz arz. kârdide : (C.: Kâr-didegân) f. Uyanık, tecrübeli, iş bilir, görgülü. kardinal : Fr. Katolik mezhebinde en büyük pâye. kâre : Arka yükü. kare : Anasından gözsüz doğan. Kör olarak dünyaya gelen. * Koyun sürüsü. ◊ (C.: Kâr-Kur) Dişi ayı. * Meşe. * Yüksek yer. * Kabile ismi.karef : Hastalara yakın olmak. kareh : Kişinin gövdesi kirli olmak. Vücut kirliliği. karem : Et arzu etmek. * Deniz içinde biten çınar ağacına benzer bir ağaç. karen : (C.: Akrân) Ok mahfazası. * Kılıç. * Ok. * İki deveyi biribirine çattıkları ip. Başka deveye çatılmış deve. * Çatık kaşlı olmak. * 'Yakınlık' mânâsına mastar. * Necid ahâlisinin More…karenba : Ayakları uzun bir böcek. karf : Töhmet etmek, ayıplamak. * Ayıp isnad etmek. * Dibâgat olunmuş deriden yapılan dağarcık gibi bir kap. kârferma : f. Amir, iş buyuran. kârgâh : f. Fabrika, iş yeri. Atölye. kârger : f. İş yapan, işleyen. * Etki yapan, tesir eden, nüfuzlu. kârgil : f. Kerpiçten yapılmış bina. kârgir : f. Taş veya harçla yapılmış olan. * İş tutan, iş yapan. kargüzar : f. Becerikli. İş yapabilen. Elinden iş gelen. karh : Yaralama. * Hasta olmak. * Bedende çıkan yara. * Su olmayan yerde kuyu kazmak. * Yanlış ve yalanla hakkı değiştirmek ve battal etmek. karha : (C.: Kuruh) Yara, ceriha. Ülser. kârhane : f. İş yeri, iş yapılan yer. * Süt satılan yer. Süt fabrikası. karheb : Yaşlı, ihtiyar. * Yaşlı öküz. * Çok kıllı keçi. * Ulu ve şerefli kişi. kari : (A, uzun okunur) Köyde sâkin olan, köylü. kari' : (Kari'e) (A, uzun okunur) Okuyucu. Okuyan. * Âbid ve zâhid olan. * Kur'anı tecvide göre okuyan. ◊ Ulu kişi, seyyid.karia : (A, uzun okunur) Ansızın gelen belâ. Kıyâmet. * Belâ ve musibetten hıfz-ı İlâhiye dâir okunan dua ve âyetler. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) düşman üzerine saldığı asker grubu. * Pek More…karia suresi : Kur'an-ı Kerim' in 101. Suresidir ve Mekkîdir. kariat : (Karie. C.) Okuyan kadınlar. Kıraat eden kadınlar. karib : Çok yakın. Yerce ve mekânca uzak olmayan. * Yakın hısım. karib (kareb) : (C.: Kavarib-Ekrub) Gemi sandalı. kâriban : f. Kervan. kariben : Bir zaman sonra, yakın vakitte. Çok zaman geçmeden. * Sülâlece ve soyca yakın olan. karie : (C.: Kariât) Okuyan kadın. Kırâat eden kadın. karih : (C: Kuruh-Kavârih) Kesbedici, kazanan. * Dişleri tam olan davar. ◊ Yaralı, cerihalı. * Çıbanlı.kariha : Fikir kabiliyeti. Zihin kudreti. Düşünme istidadı. * Akıldan hâsıl olan fikirler. Her şeyin evveli. * Kuyudan çıkarılan ilk su. kariha-zâd : f. Karihadan doğan, karihadan meydana gelen. karik : Düz yer. karikatür : Bir insanın veya bir şeyin gülünç bir tarzda yapılan resmi. * Kaba, âdi ve mizahi resim. karin : Yakın. Hısım. Akraba. * Arkadaş. Yaşı aynı olan arkadaş. Refik. Komşu. * Bir şeyi elde eden, nâil olan. * Pâdişahın daimi surette yakınında bulunan. Mâbeynci. ◊ Kılıcı ve oku More…karine : Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ip ucu. Anlaşılması zor olan hususun hak ve hakikatına dâir cüz'i delil olan şey. İşaret. karir : Mesrur, sevinmiş, memnun. Beşâret ve müjde sebebi ile parlayan göz. karis : Donmuş, câmid. * Pıhtı. Sirke ile pişmiş balık. ◊ Ekşi yoğurt.karisa : (C. Kavâris) İncitici söz. kariye : (C: Kavâri) Uzun burunlu, kısa ayaklı, arkası yeşil bir kuş. * Süngü demirinin keskin yeri. * Kılıcın ve ona benzer şeylerin keskin yeri. kariyer : Fr. Bir insanın kendisini hasretmiş olduğu meslek. * Bir meslekte alınan merhalelerin bütünü. kark : Tavuk gıdaklaması. karkaf : şarap, hamr. karkal : (C: Karâkıl) Kadın gömleği. * Yeleksiz elbise. karkar : Kilim veya halı ucu. * Hışımla gürleyerek çağır demek. ◊ (C: Karâkır) Düz açık yer.karkara : Karın gurultusu. * Kumru kuşunun ötmesi. * Kahkaha ile gülmek. * Su içerken bardağın guruldayıp ötmesi. karm : (C.: Kurum) Değerli insan. Kıymetli insan. karmele : Yapraksız küçük ağaç. karmeşe : Cem'etmek, toplamak. karn : Zaman, devre. * Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene. * Yüz yıllık zaman. Asır. * Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç. karnabit : Karnıbahar. kârname : f. Usta çıkacak kişilerin ustalıklarını göstermek için yaptıkları iş örneği. kârnedaşte : f. İş bilmez, acemi, işten anlamaz. karnesa : Doğan kuşunun, avının ardına düşmesi. karneyn : İki boynuz. kârperdaz : f. İş düzenliyen. * Konsolos, şehbender. kârperverd : f. Becerikli, iş yapan, elinden bir iş gelen. karr : Durma. * Karar verme. * Su dökmek. * Kulağına söylemek. * Mahfe. karra : Bir kimsenin kulağına söylemek. * Soğuk su dökmek. karra' : (C.: Karrâun) Güzel okuyan. ◊ Ağaçkakan kuşu.karraun : (Karrâ. C.) Güzel okuyanlar. karre : Soğukluk, soğuk. kars : İki parmağıyla çimdiklemek. * Karıncanın ısırması. ◊ Şiddetli soğuk. ◊ Küçük ibrik.karş : Kesbetmek, kazanmak. * Toplamak, cem'etmek. karsa (karisâ) : Bir hurma cinsi. karsa' : Deve kuşunun erkeği. karsaa : Buruşup büzülmek. * Yazıyı sık yazmak. karşame : Atmaca kuşu. kârsaz : f. Becerikli, elinden iş gelen. karsel : Kısa boylu adam. (Müe: Karsele) kârşinas : f. İşten anlar, iş bilir. kart : Tazeliği geçmiş, katılaşmış. * Gençliği geçmiş, geçkin, yaşça büyük. karta' : Gözünün birisine sürme çekip diğerini unutan ve gömleğini ters giyen budala kadın. kartaban : Karısı ile nâmahrem kimseyi gördüğü hâlde aldırış etmeyen. kartabus : Zahmet, meşakkat. kartak : (C: Karâtit) Kadife. * Terlik. * Etekli kaftan. kartale : Eşek yükünün dengi. karun : (A, uzun okunur) Peygamber Musâ (A.S.) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (A.S.) duâsından sonra malı ile More…karur : Duş yapılacak soğuk su. karure : (C.: Kavârir) Göz bebeği. Gözün siyah kısmı. * Şişe. karv : Ağaç kadeh. * Köpek yalağı. * Hurma ağacının kökü. * Uzun havuz. * Hayanın derisi inip büyümek. * Kast. * Etraflıca araştırmak, tetebbu. * Bir kimsenin mesleğine girmek, onun yoluna süluk More…karva : Uzun hörgüçlü deve. karvah : Uzun ağaç. * Uzun deve. kârvan : f. (Bak: Kervan) karya : Eski çağlarda Bursa ve Balıkesir bölgesinin adı. karye : Köy. Nâhiyeden küçük olan, insanlarla meskun yer. karyeteyn : Mekke ile Taif şehirleri. karz : Borç, ödünç. Kesmek, kat'etmek. * şiir söylemek. ◊ Selem ağacının yaprağı.karzen : Borç, ödünç olarak. kâş : f. Çok istek, arzu, özleme. kas' : Bir şeye el ayası ile vurmak. * Gidermek. * Tahkir etmek, küçümsemek. kaş' : (Kış') Şaşkın ve ahmak adam. Zayıf adam. * Açmak. * Gidermek. Dağıtmak. * Kuru deri. Deriden olan çadır. * Hamam pisliği. * Deriden yapılmış döşek. * Balgam. kas'a : (C.: Kısâ') Çanak, kâse. * Yemek kabı. kaş'arire : Ürpermek, titremek. kasa : Kabalık. * Şiddet. * Katılık. kasa'nine : Katı olmak. * Büyük olmak. kasab : Saz, kamış. * Parmak kemikleri. * Nefes borusu, bronş. * İnce keten bezi. kasaba : (C.: Kasabât) Akciğerdeki nefes borularından herbiri. Bronş. * Küçük şehir. Çarşısı olan büyük köy. * Ahalisi beş-on bin raddelerinde olan mâmure. kasabat : (Kasaba. C.) Bronşlar. * Kasabalar. kasabe : Kötü hurma. kaşaği : Hayvanları kaşıyıp tozlarını düşürmeğe mahsus âlet. * İhtiyar kimselerin, sırtlarını kaşımak için kullandıkları, ağaçtan uzun saplı ve bir ucundaki levhası dişli bir âlet. kasah : Sırtlan. kasaid : (Kaside. C.) Kasideler. kasal : Buğday içinde olan siyah taneler. kasam : Şiddetli sıcaklık. * Güzellik. kasame : (Kasem. den) Katili bilinmeyen kimsenin bulunduğu, şüphelenildiği mıntıka halkından elli kişiye yemin ettirme. kâşâne : f. Büyük, süslü ve gösterişli ev. Saray. Kışlık, rahat ve mükemmel ev, oda. kasar : Üşenme, tembellik etme. * Güç ve kuvvetin son sınırı. * Boğazı tutup nefes aldırmayan bir zahmet. kasara : (C: Kasr-Kasarât) Boyun kökü. * Yoğun ağaç. * Gemilerin baş ve arka taraflarında güverteden daha yüksek yapılan güverte. kasaret : Kısalık. Kısa olma. kasas : Haber vermek. Hikâye etmek, anlatmak. * Tetebbu' etmek. * Tıb: Göğüs kemiği. Göğüs ortası. ◊ Arslan.kâsat : (Ke's. C.) Kadehler, ke'sler. kasat : Davarın arka ayaklarının dik ve doğru olması. kasatura : Askerlerin, bellerine bağlayıp taşıdıkları ve süngü gibi kullandıkları düz ve kısa kılıç. kasavet : Kalb katılığı, gaflet. * Kaygı, tasa, üzüntü, keder. (Bak: Kasvet) kasavise : (Kıssis. C.) Papazlar, ruhbânlar, keşişler. kasb : Ağızda tez dağılan ve çekirdeği katı olan kuru hurma. * Sağlam, sert. ◊ Kat'etmek, kesmek.kaşb : Karıştırmak. * Zehir içirmek. * Yaramazlıkla hatırlamak. * İncitmek. kasba : Kamış. Kamışlık. kaşbe : Hasis kişi. * Maymunun dişisi. kasd : Bir işi bile bile yapmak. * İsteyerek. Niyet ederek. * Niyet. Tasavvur. * İstikamet. Yolu doğru olmak. kasden : Bile bile, isteyerek. kasdî : İstiyerek, kastederek, niyetle ve bile bile yapılan. kâse : f. Tas veya çanak. Kâse gibi olan çukurluk. * Başı kaplayan ve başın üstündeki kemik. kaşe : Mühür, imza. * Bir nevi kumaş. kâse-bend : f. Çatlamış, kırılmış. * Kâse gibi şeyleri tamir eden kimse. kâse-ger : f. Kâseci, kâse yapan. kâse-i fağfur : f. Çin porseleni. Çin porseleninden yapılan kâse. kâse-lis : (Kâselis) f. Çanak yalayıcı. Çok yiyen, obur. Hırslı. * Dalkavukluk. Alçak huylu kimse. * Dilenci. kased : şahyar dedikleri nesne. kâseha : (Kâse. C.) Kâseler. kasem : Yemin. Ahdetme. kaşem : Yetişmeden yenen beyaz hurma koruğu. kasemât : Ahdler, yeminler. kaşer : Çok fazla kırmızılık. Ziyâde kızıllık. kases : Hidayet edici delil. kasf : Kırmak. * Oyun, eğlence. * Devenin diş gıcırdatması. kasfe : (C.: Kasf-Kasefât) Deve sesi. * Merdiven ayağı. * Bir parça kum yığını. kash : Kuruluk, katılık. kashab : Kalın, yoğun, büyük. kasî : (Kasiye) Duygusuz. Katı, hissiz, taş gibi katı. kaşî : f. İran'ın Kâş şehrinde yapılan bir çeşit çini. kasi' : Yaramaz huylu, yaşlı ve boyu kısa olan kimse. kaşi' : Kararı ve sebâtı olmayan kişi. * Dağılmış, müteferrik. kasi'a : Yaban fâresinin ini. Yuvası ve bu yuvadaki iki deliğinden âşikâr olanıdır. Diğeri gizlidir. (Bak: Nâfıka) kâsib : Kazanç sahibi. Kazanmak için çalışan. Kesbeden. Marifet için çalışan. kasib : (C.: Kasâyib) Kadınların yüzleri üstüne bıraktıkları kıvırcık saç. Kâkül. ◊ Düdük çalan.kaşib : (C.: Kuşbâ) Yeni veya eski. kâsid : Kesat olan, eksik olan, verimsiz olan. kasid : (C.: Kasidân) (Kasd. dan) Tasarlıyan, kasdeden. * Haberci, postacı. ◊ Kasd eden, niyet eden, isteyen. ◊ Kaside.kaside : (C.: Kasâid) Onbeş beyitten az olmamak üzere, her beyit kafiyeli olarak, büyük kimseleri veya herhangi bir şeyi medh ü senâ eden, öven manzume şekli. Büyük zatları ve daha çok Cenâb-ı More…kaside-gû : f. Kaside yazan, kaside söyliyen. kaside-perdaz : f. Kaside yazan, kaside düzenliyen. kaside-serâ : f. Kaside söyliyen, kaside yazan. kâşif : Keşfedici. Keşfeden. Gizli bir şeyi meydana çıkarıp, izah eden. Açıklayan. * Mısır'da nâhiye veya kaza idarecilerine verilen ad. kasif : Kasırga. Rastladığı şeyi kıran şiddetli rüzgâr. * Şiddetle seslenen. Çok gürleyen. ◊ Deve avazı. * Ağacın ince ve kuru olması. * Kırılması kolay olan şey.kasîf : Kuru ince ağaç. * Gök gürültüsü. * Deniz sesi, dalga sesi. kâşiger : f. Çinici, çini yapan san'atkâr. kâşih : Düşmanlığını gizleyip izhar etmeyen. * Dağılıp uzaklaşan kimse. kasik : t. Karnın alt tarafı. kasîl : Hayvanlara vermek için vaktinden evvel biçilen yeşil ot. * Kesilmiş nesne. kasim : (A, uzun okunur) Taksim eden, ayıran, bölen. ◊ (A, uzun okunur) Kırıcı, ezici, ufaltan.kasîm : Güzel kimse. * Taksim eden, bölen. kasîme : (C.: Kasim) Dikenden başka ot bitmeyen kumlu yer. kâsir : (Kesr. den) Kıran, kırıcı. * Tavşancıl kuşu. ◊ Çok olan, kesir, bol olan.kasir : (A, uzun okunur) Kısa, eksik. * Kusur işleyen. Kusurlu. ◊ (A, uzun okunur) Zorla işleten, yaptıran.kasîr : (Kasr. dan) Kısa, boynuz, ufak boylu. kasirane : Âcizane, beceriksizcesine. kasire : Evinde hapsedilip dışarı çıkartılmayan kadın. kaşire : Derisi yarılmış olan baş yarığı. * Yerin yüzünü kazıp götürmüş olan yağmur. kasirga : Çevrintili rüzgâr. Tozu ve toprağı birbirine katarak, ağaçları sökerek bir an esip kesilen rüzgâr. kasis : Fr. Bir yolu, bir tarafından diğer tarafına kadar kesen su arkı. kasisa : (C.: Kasis) Devecilerin, azıklarını ve elbiselerini yüklettikleri deve. * Bir ot. kasitîn : (A, uzun okunur) Zulmeden ve haktan sapanlar. * Haklı olanlar. * Kısımlara bölenler. kasiyy : Uzak, baid. Irak. kasiyy (kisiyy) : Soğuk gece. * Kas adı verilen mahâlde yapılan ibrişimli bir elbise. kaskas : Açlık. * Sür'at yapan, hızla giden. * Yol gösterici. * Devenin yediği bir ot. kaşkaşa : Bir şeyin kabuğunu soymak. * Hasta iyi olmak. * Halâs etmek, kurtarmak. * Uyandırmak. kaskase : Yol göstermek. * Köpeği 'kuçu kuçu' diye çağırmak. ◊ Çok karanlık gece. * Asâ, sopa, baston.kaşki : f. 'Keşke, ne olurdu' gibi, özleme veya pişmanlık ifade eder. kasl : Kesmek. kasm : Kapa kapa yemek, bütün bütün yutmak. * Kesmek. * Cem'etmek, toplamak. * İ'tâ etmek, vermek. ◊ Bölmek. * Ayırmak. * Bahsetmek. * Kesmek.kaşm : Yemek. * Açlık. * Cem'etmek, toplamak. kasma : Ufak boynuzlu dişi koyun. kasme : Yüz, çehre, vech. ◊ Merdiven ayağı.kasmel : Arslan, esed. kaşmeş : Kuş üzümü. kasr : Kısa olmak. Kısa kesmek. * Birisini bir hususa, bir işe tahsis etmek. * Bir işte tembellik etmek. * Akşamlamak. * Hapseylemek. * Yekpâre taş. * Beyazlatmak. * Gevşetmek. * Noksanlaştırmak. More…kaşr : Bir şeyin kabuğunu soyma. kasrî : Zorla, cebren. kasriyyet : Zorlama hâli. kass : Talep etmek, istemek. * Nemime, söz götürmek, lâf taşımak. ◊ Göğüs. * Saç kesmek. * Kırkmak. * Koyundan kırkılmış yün. ◊ Cem'etmek, toplamak, biriktirmek.kaşş : Yaranın iyileşmesi. * Hasta iyi olmak. * Evmek. kassa : Kireç. kassab : Düdükçü. * Kesici. * Parçalayıcı. kassabiyye : Hayvan kesme ücreti, kasaplık ücreti. kassam : Huk: Vârisler arasında miras malını taksim eden ve küçüklerin hakkını koruyan şeriat memuru. * Taksim eden. ◊ Hayrı çok olan kimse. * Yorulmuş, kendini bırakmış, mahzun kişi. * More…kassar : Leke çıkaran. * Çırpıcı, yıkayıcı. kassî : Göğüsle alâkalı. Sadrî. kast : f. Noksan, eksik, kusur. kaşt : Deri yüzmek. * Açmak. * Koparmak. kasta' : Ayaklarının siniri büzülüp kurumuş olan deve. kastal : Cenk ederken olan toz, dövüşürken çıkan toz. ◊ şeker tozu.kastalanî : (Hi: 851-923) (İmam-ı Ahmed İbn-i Muhammed) Büyük Şafiî âlimlerindendir. Çok eser yazmıştır. En meşhur eseri Mevahib-ül Ledüniyye'dir. Mısır'da vefat etmiştir. ◊ Ok More…kâstar : f. Yalancı, hilekâr. kastar : (C.: Kasâtıra) Hâzık, basiretli, mahâretli kimse. * Paranın sahtesini seçip çıkaran kimse. kâste : f. Eksik, noksan, eksilmiş, azalmış.KASUB : Mestler.KASUS : Yalnız otlayan deve.KASV : Deve kulağının kenarı. kaşur : (C.: Kaşurât) Yarış atlarının en sonra geleni. kaşv : Kabuğu soyulmuş olan. kasva : Kulağının dörtte biri kesik olan koyun veya deve. kaşvan : Zayıf erkek. kasvere : Yaşça büyük olmak. * şecaatli, kuvvetli. * Aslan. * Bir nebat ismi. kasvet : Katılık. * Sıkıntı. İç sıkıntısı. * Kalb katılığı. (Bak: Kasavet) kasvet-bahş : f. Kasvet ve sıkıntı veren. kasvet-efza : f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren. kasvet-engiz : f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren. kasvet-nâk : f. İç sıkan, sıkıntı veren. kat' : Kesme, ayırma. * Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek. * Delil ve bürhan ile ilzam etmek. * Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden More…kat'a : Aslâ, hiçbir zaman. kat'an : Hiçbir zaman, aslâ, katiyyen. kat'î : Mutlak. şüphesiz. Tereddütsüz. kat'î delalet : şüphesiz, kat'i delil. kat'iyyen : Kat'i ve kesin olarak. * Aslâ, hiçbir zaman. kat'iyyet : Kesinlik, kat'ilik. katade : (C.: Kutad) Dikenli ot. Mugaylan dikeni. kataif : '(Katife. C.) Saçaklı, tüylü havlular; ehramlar. * Kadayıf tatlısı.' katalog : Fr. Kitaplık halinde, yahut neşriyata tabi bulunan bir şeye ait etraflı geniş liste, eşya listesi. katam : Cimâ arzulamak. * Et arzulamak. ◊ Toz, gubar.katan : Kuşların kuyruğu dibi. * Dağ ismi. katane : Az yemeklik. katar : Arabistan yarımadasında müstakil bir devlettir. İstiklâlini 1/1/1971 de ilân etmiştir. Hükümet merkezi Doha şehridir. Üç yanı denizle çevrilidir. Halkı müslümandır. Resmi lisanı Arapçadır. More…katarat : (Katre. C.) Katreler, su damlaları. katare : Kuyudan veya başka bir yerden damlayan su. katat : Kısa, kıvırcık saç. katb : (Katub) Daim çatık çehreli, ekşi yüz. * Bir kimseyi darıltmak, gücendirmek. * Birikmek, biriktirmek, doldurmak. * Dolu çuval taşımak, götürmek için hazırlamak. * Arslan. katea : (C.: Kutâ) Güve. *Ağaç kurdu. kateb : (C.: Aktâb) Deve palanı. kated : (C.: Aktâd-Kutud) Semer ağacı. katedral : Piskoposluk kilisesi. Bir şehrin büyük kilisesi. kategori : Aralarında herhangi bir bakımdan alâka veya benzerlik bulunan şeylerin hepsi. * Zümre, grup. katel : Nefs. Cismin bakiyyesi. katele : (Katil. C.) Katiller. İnsan öldürmüş kimseler. kater : (Katre. C.) Katreler, damlalar. katere : Bir şey üzerine çökmüş toz. * İs gibi bir karanlık. * Toz. * Kebap yapmak. * Pişmiş şeyin kokması. katf : Atın veya diğer davarın adımını geç atması. * Tırmalamak. * Üzüm kesmek. * Ağaçtan meyve devşirme. * Devşirme mevsimi. kati' : (Kat'. dan) Kesen, Kat' eden. Durduran, mâni olan. * Keskin ve iyi bileylenmiş kılıç. ◊ (C.: Ekâti-Aktâ-Kutân) Kamçı. * Deve ve koyun sürüleri.kati'a : Kesen, kesici. katia : (C.: Katâi') Kesme, kat etme. * Kırılma. * Alâkayı kesme. Ahbaplığı kesme. * Vergi. * Arazi. kâtib : Yazan, yazıcı, kitâbet eden. Usta yazıcı. kâtibane : Kitâbet kaidesine göre, kâtipcesine. katibe : (A, uzun okunur) Hepsi, tamamı. Cümleten. * Bütün hâllerde. katibeten : Tamamıyla, bütünüyle, cümleten, hepsi. * Hiçbir zaman, aslâ. katife : (C.: Katâif) Kadife. katil : (A, uzun okunur) Öldüren. İnsanın ölümüne sebep olan insan. ◊ Öldürülmüş, vurulmuş. Maktul.katile : Su silmede kullanılan bez parçası. kâtim : (Ketm. den) Ketmeden, saklıyan, tutan. Sır saklayan. katim : Toz çokluğundan karanlık olan. katin : (C.: Kuttân) Oturan, yerli. Ev halkı. ◊ Kene. * Az yiyen kimse. * Testi.katir : İhtiyarlık, saç ağarmak. * Perçin yapılan çivi uçları. katl : (C.: Mekâtıl) Kesmek. ◊ Öldürmek.katlâ : (Katîl. C.) Öldürülmüş kimseler. katlgâh : f. Öldürme yeri. Cinayet mahalli. katm : Kesmek. Isırmak. * Tatmak, zevk. * Devenin kükremesi. katmer : t. Bir şeyin kat kat olması. * Çok yapraklı oluşu. (Gülün, çiçeğin, böreğin, elbisenin kat kat olduğu gibi.) katne : Kırkbayır. * Boş. katolik : Fr: Hıristiyanlardan bazılarınca Hz. İsa'nın (A.S.) vekili telâkki ettikleri papanın reisliği altında Hıristiyanlıkta bir mezheb ve bu mezhabe bağlı olanlar. katr : Damlamak. Damlatmak. Damlayan şey. * Develeri katarlamak. * Birisini şiddet ve hiddetle yere çalmak. * Yağmur. ◊ Darlık.katran : (Katıran) Siyah, sert kokulu, süretle yanan, hararetli, keskin ve suda erimeyen bir madde. katre : Damla. Su damlası. * Bir damla olan şey. katrecu : f. Bir damla arıyan. katred (katârid) : Koyunu ve kuzusu çok olan kişi. katrefeşan : f. Damla saçan. katt : Kuru yonca. * Koğuculuk etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak. * Zeytin yağını fesliğen ile kokutmak. ◊ Katı bir cismi yontma, enine kesme. * Saçın kıvırcık olması. * Narhın, More…katta' : Çok kat'eden, adah çok kesen. kattal : (Katl. den) Çok öldüren, çok katleden. kattan : Pamuk satan. kattat : Hokkalar yapan, çıkrıkçı. katub : (Bak: Katb) katube : Arkasında semeri olan deve. katuf : Tenbel. * Yavaş yürüyüşlü davar, yavaş olan hayvan. katv : Sürur ve neşeyle ağır ağır yürümek. * Adımını biribirine yakın atmak. ◊ Hizmet.kaud : Binilmeğe kabil deve (en az iki yaşında olur.) ◊ Yavaş giden at.kaur : Çok derin. * Çöllerde, rüzgârların esmeleri sebebiyle yığılan kum tepeleri. Kumullar. kaus : Yaşlı, koca, ihtiyar. kav' : (C.: Akvâ) Erkek dişiye aşmak. * Üstüne hurma ve buğday döktükleri düz yer. kava' : Kimse olmalan ıssız yer. * İki tarafına yağmur yağıp ona yağmayan yer. kavabil : (Kabile. C.) Ebeler. * (Kabiliyet. C.) Kabiliyetler veya kabiliyetliler. kavad : Katili maktul yerine kısas etmek. ◊ Kaltaban. Arsız, gayretsiz.kavadih : (Kadiha. C.) Çekiştirenler, zemmediciler, kötüleyiciler. * Çekiştirilecek ve zemmedilecek şeyler. kavadim : (Kadime. C.) Kuyruklar. * Kuşların kanatlarının ön tüyleri. kavaf : Kundura ve terlik gibi ayakkabıları hazır olarak satan. kavafî : (Kafiye. C.) Kafiyeler. kavafil : (Kafile. C.) Kafileler. Birlikte yolculuk eden topluluklar. * Sıra sıra ve takım takım gönderilen şeyler. kavaid : (Kaide. C.) Kaideler. Hareket porgaramları. Dil öğreten bir kitaptaki kaideler. Arab lisanındaki kaidelerin dercedildiği gramer kitabı. kavaim : (Kaime. C.) Kaimeler. kavakiz : (Kakuze. C.) Boş maşrapalar. kavalib : (Kalıb. C.) Kalıplar. kavam : Adâlet. * Güzel ve uzun boy. kavanin : (Kanun. C.) Kanunlar. Devlet idare kaideleri. Şeriatın her bir mes'elesi. kavari' : (Karia. C.) İnsan öleceği zaman, halet-i nezi'de okunan âyet-i kerime. * Şiddetli esen rüzgârlar. * Ansızın Allah tarafından gönderilen belâ ve musibetler. kavarir : (Karure. C.) Gözbebekleri. * Şişeler.KAVAS : Eskiden vezirlerin maiyetlerinde kullandıkları silâhlı adamlar. kavasif : (Kasıf. C.) Şiddetli esen rüzgârlar. Fırtınalar. kavasim : (Kasım. C.) Ezici, kırıcı ve ufaltıcı şeyler. kavayim : Davarın ayakları. * Evin direkleri. kavb : Kesmek. * Çukur kazmak. kavd : Boy uzunluğu. * At sürüsü. kavda : (C.: Kud) Uzun boyunlu kadın.* Alt dişlerin uzun başlısı. kaveme : (Kavme) Namazda, rükudan kıyama kalkıp, bir kere 'Sübhâne Rabbiyel Azim' diyecek kadar durmak. kavf : Bir kimsenin peşinden gitmek. * Ense saçı. kâvî : (Key. den) f. Yakan, yakıcı. Dağlayan. Demirci. kavi : Sağlam, metin, zorlu, kuvvetli, güçlü. * Varlıklı, zengin, sâlih, emin, mutemed. kavim : Doğru, dik, ayakta. * Dürüst. * İsabetli. * Boyu düzgün ve güzel. ◊ (Bak: Kavm)kâviş : f. Eşme, kazma. kâvişger : f. Kazıcı, eşici, kazan. kavisname : f. Okçular ve okçuluk hakkında yazılan eser. kaviyyen : Kuvvetle, kat'i olarak. Şüphesiz olarak. kaviyyen me'mul : Çok kuvvetle ümid edilen. kâviyyet : Yakıcılık, dağlayıcılık. kavkaa : Salyangoz, midye gibi hayvanların sert kabuğu. kavkah : Tavuk gıdaklaması, tavuk sesi. kavkal : Bağırtlak kuşunun erkeği. * Keklik. * Turaç kuşu. kavl : Anlaşma. Sözleşme. * Konuşulan söz. Söz cümlesi. * İtikad, delâlet. * Tarif. * İlham. kavl-i şârih : Mânasını açıklayan söz. Şerheden söz. Tarif. Şerhedenin sözü. kavlen : Söyleyerek. Söz ile. Anlaşarak. kavlî : Sözle alâkalı. Söz niteliğinde. kavliyyat : Kaviller, kuru lâflar, boş sözler. kavm : (Kavim) Bir peygambere tâbi ve bağlı insan topluluğu. Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk. Millet. Bir işe başlamak. * Pazar kurmak. * Müşteri ile anlaşmak. kavmî : Kavme âit, kavimle alâkalı. kavmiyet : Kavimcilik. Milliyetçilik. Bir kavmin hususiyetleri. kavmiyetçilik : İslâmiyetin âyet-i kerime ve hadis-i şerifle men'ettiği, soy sop üstünlüğü ileri sürerek, kendi kavminden olmayanlardan ayrılmak ve onları hakir görmek. (Bak: Asabiyet-i câhiliye) kavnes : (C.: Kavânis) Atın iki kulağı arası. * Başa giyilen miğferin tepesi. kavra : Geniş yer. kavs : Yay. * Eğri, yay biçiminde olan şey. * Dokuzuncu burcun adı. kavs-pare : f. Küçük yay, küçük kavs. kavsaf : Kadife. kavsarra : Kamıştan yapılan hurma sepeti. * Şeker yükü. kavseyn : İki yay. kavsî : Yay biçiminde olan, yay gibi olan. kavt : İhtiyaç miktarı yemek vermek. ◊ (C.: Akvât) Koyun sürüsü.kavvad : Arsız, pezevenk, deyyus, kaltaban, gayretsiz. kavval : (Kavl. den) Geveze, çok konuşan, çok söyliyen. * Sözü yerinde söyliyen. Lâf ebesi. kavvam : Nezaret ve muhafaza eden kimse. İşlerin mes'uliyetini üzerine alıp iyi idare eden. kavvas : (Kavs. dan) Oklu asker. * Ok imâl eden kimse. Okçu. kavz : (C.: Akvâz-Akâviz-Kızân) Küçük kum tepesi. * Düşmek. * Bağlamak. ◊ Bozmak. Yıkmak.kay : Kusma, istifrağ. Hastalıktan dolayı ağızdan çıkan hazmolmamış gıdâ maddesi. ◊ Yağmurlu hava.kay' : Kedi, sinnevr. kay'am : (C.: Kayâım) Kedi. kayane : Demircilik. kayasire : (Kayser. C.) Kayserler. Eski Bizans ve Roma İmparatorlarının lâkapları. kayd : Kelepçe, bağ. * Bağlamak. * Bir şeyi bir yere yazmak. * Deftere geçirmek. * Sınırlamak. * Şart. kaydahr : Halkın her işine karşı gelen. * İri gövdeli deve. kaydehur : Yaramaz huylu. kaydetmek : Yazmak. * Bağlamak. * İlgilenmek, alâkalanmak. kaydiyye : Deftere kaydetme ücreti. kaydum : Her nesnenin önü. kayh : (C.: Kuyuh) İrin. kayid : (C.: Kıvâd-Kâde-Kavâyid) Çekici, çeken. * Çavuş. * Koyunların önünde yürüyen 'kösem' dedikleri koyun. kayif : Ferasetle bir kimsenin nesebini bilen kişi. kayile : (Bak: Kaylule) kayim : Durucu, duran. * Kılıç kabzası. kayin : Kadının veya kocanın erkek kardeşi. kayinço : Kayın. Kayınbirader. kayisa : (C.: Kavâsi) Derenin son bulduğu yer. kayka' : Tavuk avazı, tavuk sesi. kaykaban : İğde yemişi gibi akça yemişi olan bir ağaç. kayl : (C.: Akyâl) Ulu şerif kimse. * Öğle vakti şarap içmek. kaylule : Kerâhet vakti olmayan kuşluk vakti uykusu, öğle uykusu. kayn : (C.: Kuyun) Demirci, haddad, * Kul, köle. kaynan : At ve deve ayaklarının ip bağlanacak ve bukağı vuracak yeri. kaynata : Karı ve kocaya göre birbirlerinin babası. * Kayınpeder. kays : Leylâ ile Mecnun hikâyesinin erkek kahramanı olan Amirinin adı. * Süngü miktarı. ◊ Düşmek, sukut.kayser : Eski Roma ve Bizans İmparatorlarının lâkabı. kayserî : (C.: Kayâsir, Kayâsire) Büyük şeyh. * Büyük deve. ◊ f. Hükümdarlık, imparatorluk, kayserlik.kaysum : Marsama denilen ot. kaytas : Balina balığı. * Kadırga balığı. kaytun : (C.: Kayâtin) Hazine. Kiler. Ziyâfethâne. kaytus : Bir yıldız kümesi. kayy : Fakirlik. kayyim : 'İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve More…kayyime : Müstakim, âdil. Çok değerli. kayyum : (Kıyâm. dan) Camilerde iş gören kimse. Cami hademesi. kayyumiyet : Allah'ın ezelî ve ebedî oluşu, dâimî mevcudiyeti, bâkiliği. (Bak: Kayyum) kayz : Yaz mevsiminin en sıcak zamanları. kâz : (Gâz) f. Makas. kaz' : Kesmek. * Kahretmek. * Çiğnemek. * Fuhşiyat söylemek. Sövmek. kaza : Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ. kaza' : Çocukların başını traş edip, bazı yerlerinde kısım kısım saç bırakmak. kazaa : Bulut parçası. kazab : Katılık, şiddet. kazabe : Kesinti. Bağ ağacından ve diğer ağaçtan kesilen parçalar. kazaen : Kaza olarak, tesadüfen. İstemiyerek. Bilerek değil. Beklenmedik halde. kazaet : Ayıp, âr. * Fesad. kazaha : (Kazâ. dan) Kazalar. İlçeler. Kaymakamlık idareleri. kazaî : Kaza ile alâkalı. Hüküm vermeğe ait. kazak : Her kavmin askerliğe, akın ve çapula ayrılmış efradı. * Çarlık Rusyasında ayrıca bir sınıf teşkil eden sipahiye benzer süvari askeri. kazal : (C: Kuzul-Akzile) Başın arka tarafı. kazam : şey. kazan (kevzân) : Semiz şişman kimse. kazanfer : (Bak: Gazanfer) kazar : Kirlenme, pislenme. kazara : f. Kazâ olarak. Rastlayarak. kazaret : Murdarlık, necâset, pislik, pis olma hâli. kazasker : İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de More…kazaya : (Kaziye. C.) Kaziyeler. Hükümler. kazaz : Ufak taş. * Döşek üstünde olan toprak. * Toz toprak bulaşmaz nesne. kazb : Kesmek. * Yonca otu. ◊ Çok nikâh.kazbe : (C: Kuzub) Yonca otu. kâze : Uyluk dibi. kazef : Irak, baid, uzak. kazein : Fr. Sütte bulunan albüminli maddeler. kazel : Çok fazla aksaklık. (Müe: Kazlân) kazem : Bütün bütün yutmak. * Asılsızlık. ◊ Tez, seri, acele.kazer : Nezafetsizlik, temiz olmamak. kazez : Pire. kazf : Atmak. İftira atmak. Ehl-i namus bir kadına zina isnad etmek. Buna 'kazf-ı muhsenat' da denir. (Bak: Kebair) kazf (kazâfe) : (C.: Kızâf) İncelik, zayıflık. kazh : Atmak, saçmak. kazi : (A, uzun okunur) Dâvalara hüküm ve kaza eden. Şeriat kanunlarına göre dâvalara bakan hâkim. Kadı. * Yapan, yerine getiren. kazib : Karada ve denizde ticarete hırslı olan kimse. ◊ (C.: Kavâzıb-Kızâb) Kesici, kesen. ◊ (C.: Kuzıbân) Ağaç dalı.kâzib(e) : Yalancı. Yalan söyleyen. kazife : Sövdükleri söz. * Attıkları nesne. kâzim : Öfkesini yenen, meydana vurmayan. kazim : (C.: Kazmân-Kazam) Gümüş. * Yazı yazmada kullanılan beyaz deri. * Davara verdikleri arpa. kazim(a) : Kemirici hayvan. kâzime : (C.: Kezâyim) Yanında bir kuyu daha olup bundan ona, ondan buna su geçen kuyu. * Büyük şehir. kazime : (Bak: Kâzıme) kâzimûn (kâzimîn) : Öfkesini yenenler. Hırsını yenenler. kaziye : Ölüm. kaziye (kaziyye) : Man: Hüküm. Bir hükmü ifâde eden kelâm. * Karar. Fikir. İfâde. * Hak veya bâtıl mâna ifade eden söz. * Hükmeylemek. * Hükümet. kaziz : Ufak taşlar, taş parçaları. * Topluluk, cemaat. kazkaz : Arslanın, kemiği parça parça etmesi. * Yavuz arslan. kazkaza : Kemiği parçalamak. kazm : Kuru şeyler yemek. * Dişlerin etrafıyla bir şeyi ısırıp yemek. kazr : Bir kimsenin peşinden gitmek. kazuf (kazif) : Irak, uzak, baid. kazulet : Kocaman. kazur : Temiz olmayan şeylerden sakınan kimse. kazurat : Pislikler, süprüntüler, insan pisliği. kazure : (C.: Kazurât) Pislik. * Mezbele, süprüntülük. kazuze : Maşrapa. kazz : Bükülmüş ibrişim. Ham ipek. * Sıçramak. * Irak olmak, uzak olmak. ◊ Büyük taş. * Topraklı olan. * Topluluk, cemaat. ◊ Okun yeleğini kesmek. * Yalnız, tek, ferd.kazzabe : Çok keskin. kazzafe : Sapan. kazzan : Pire. kazzaz : İpekçi. İpek yapan veya satan kimse. kazze : (C.: Kuzâ) Su üstündeki çörçöp. * Göze düşen çöp. * Gözün çapağı. ke : Gibi mânasındadır. (Arapça teşbih edâtı) Kelimenin başına getirilir. Meselâ: (Kezâlike: Bunun gibi) * Harfin ve kelimenin sonuna gelirse sen zamiri yerindedir. Meselâ (Kitâbü-ke: Senin More…ke'kee : Zorla reddetmek, def'etmek. ke's : Çanak. * Kadeh. Dolu kadeh. ke'sen dihak : (Kulpsuz) dolu kadehler. keb' : Men'etmek, mâni olmak, engellemek. * Dinar. Dirhem. kebab : Ateşte pişirilen et. * Ateşte kavrularak veya alazlanarak pişirilen her türlü yiyecek. kebabe : Bir ot ismi. kebad : İri limon. kebade : f. Tâlim yayı. kebade-keş : f. Ok atma tâlimi yapan veya ok atmaya hevesli olan. Tâlim yayını çeken. kebade-keşî : f. Ok atmaya hevesli olma, tâlim yayını çekme. kebair : (Kebire. C.) Büyük şeyler, büyük günahlar. kebas (kebes) : Misvak ağacının yemişi. * Bir şeyin kokup bozulması. kebb : Hor ve zelil etmek, yüzü üstüne bırakmak, helâk etmek. kebbah : Gönden bardak ve matara diken kimse. kebban : Büyük terâzi. Kantar. kebbe : İzdihamlık, kalabalık. * Cenk ve kıtal içinde sür'at etmek. Savaşta acele hareket etmek. kebc : Davarı durdurmak için dizginini çekmek. kebe : Çobanların ve köylülerin giydikleri yünden bir nevi aba. kebed : Ciğer ağrısı. * Kara ciğer. * Meşakkat. Şiddet. Mihnet. * Karnın şişmesi. kebel : Kısa. kebg : f. Keklik. kebib : Darı. kebicek : Kış otu. kebir : Büyük, âli, yüce. kebire : (Müe.) Büyükler. Büyük günahlar. (Bak: Kebair) kebise : Dört senede bir takarrur eden ve bir gün fazlası olan sene. Şubatın 29 gün olduğu sene. kebit : Deve avazı. Sığır avazı. kebkeb(e) : f. Ayak patırtısı. kebkebe : Yüz üstüne düşürme. * Çukur bir yere döne döne düşme. kebl : Bağlamak. * Kovanın ağzını iki kat edip dikmek. kebn : Kova ağzını iki kat edip dikmek. * Udul etmek, dönmek, vazgeçmek. * Besili ve semiz olmak. * Kaybetmek. kebs : Çukur bir yeri doldurup düzeltme. * Bir cins hurma. * Misk hokkası. kebş : (C.: Kibâş) Erkek koyun. Koç. kebse : Beraberlik, eşitlik, müsavat. * Ebucehil karpuzu. kebt : Zelil etmek, hor hakir etmek. * Sarfetmek, harcamak. kebud : f. Mavi. Gök rengi. kebudfâm : f. Gök renginde olan. Mavi renkli. kebudî : f. Mâvilik. kebuter : f. Güvercin. kebuter-bâz : f. Güvercin besleyen, yetiştiren, satan kimse. kebuterân : (Kebuter. C.) Güvercinler. kebv (kebve) : Davarın, başını vücuduna sürçmesi. * Çakmak çöngelip ateşi çıkmaz olmak. * Görmek. * Kabın içindekini dökmek. * Ateşi kül bürüyüp örtmek. kec : f. Eğri, çarpık. kecabe : f. Devenin üstüne konan oturulacak bir çeşit tahtırevan. kecave : f. Deve üstüne konulan bir cins tahtlrevan. kecbaz : f. Oyunda hile yapan. kecbin : f. Şaşı. * Eğri gören. * Yanlış ve ters düşüren. kecçeşm : f. Şaşı gözlü. Gözü şaşı olan. keçel : f. Başı kel olan kişi. Başında saç olmayan kimse. keçeli : Tar: Yeniçerilerden keçekülâh giyenler. kecfehm : f. Yanlış anlıyan. kechulk : Kötü huylu kimse. Huyu kötü olan kişi. keckülah : f. Eğri külâhlı, külâhı eğri olan. * Mc: Hoppa. kecmizac : f. Mizaç ve tabiatı hoş olmıyan. Huysuz. kecnazar : f. Kıskanç, hasetci. * Eğri bakışlı. kecnigâh : f. Eğri bakışlı. Bakışları eğri olan kimse. kecnihad : f. Aksi ve ters huylu olan. kecre'y : f. Reyi, sakat, düşüncesi ters olan. kecreftar : f. Ters yürüyen. Gidişi eğri.KECREV : f. Eğri giden. * Tuttuğu yol sakat ve yanlış olan. kectab' : f. Mizacı, tabiatı ters olan kimse, aksi. ked : f. Ev, hâne, mesken. ked-banu : f. Bir daireyi idare eden kâhya kadın. keda : Mekke-i Mükerreme üstünde, Mekâbir yakınında bir yolun adı. keda' : Defetmek, kovmak. kedad : Araplar arasında mâruf bir erkek eşeğin adı. (Ona nisbet edip 'benat-ul kedad' derler.) kedb : Tâze kan. kedd : Emek. İş. Çalışma, uğraşma, çabalama. keddere : Bulandırdı (meâlinde fiil). kede : f. 'Mahal, ev, yer' anlamına gelir ve birleşik isimler şeklinde kullanılır. Meselâ: Ateşkede, bütkede, meykede... gibi. kedeme : Hareket. keden : Toprak suyu çekip, yerinde bulanıklık kalmak. keder : Tasa, kaygı, can sıkıntısı. Bulantı. Gam. kederefzâ : f. Keder ve sıkıntı veren. Keder verici. kederengiz : f. Üzüntü, keder ve sıkıntı meydana getiren. kedernâk : Keder verici, kederli. kedeven : Palan atı. kedh : Amel, cehd. Sa'y. * Isırma veya yırtma ile hasıl olan iz. kedhüda : f. Kâhya. kedid : Davar tırnağıyla didilmiş ve yumuşamış olan yumuşak yer. kedin : Etli ve yağlı kişi. kedir (kedirâ) : İçinde hurma ıslanmış süt. kedkede : Ağır ağır seğirtmek. * Katı bir cisme dokunmaktan çıkan ses. kedm : Isırma. kedme : Yara izi, bere. keds : Tez tez yürütmek. kedş : şiddetle sürmek. * Yırtmak. * Kazanmak. kedu : f. Kabak. * Mc: Kafatası. keduh : Amel ve sa'yedici, çalışan. kedum : Adam ısıran eşek. keduret : Bulanıklık. * Gam, tasa, keder. kef : Elin iç tarafı. Avuç. * Ayağın altı, tabanı. * Avuç dolusu. ◊ f. Köpük.kefa : f. Sıkıntı, meşakkat, mihnet. kefa' : Kabı başaşağı etmek, ters çevirmek. kefaet : Denklik. Denk olmak. Beraberlik. Bir şeye yeterlik. Küfüv oluş. kefaf : Ancak yaşayabilecek kadar olan rızık. * Misil, miktar. * Berâberlik. kefaleten : Kefil olarak. Kefillik suretiyle. kefaletname : f. Kefillik kâğıdı, kefalet senedi. kefaret : (Bak: Keffaret) kefc : f. Ağızdan gelen köpük. kefçe : f. Kepçe. kefe : (Keffe) Terazinin bir gözü. kefef : (Keffe. C.) Kefeler. Terazinin tablaları. kefel : Dip, ard, kıç. kefenbeduş : (Kefenberduş) f. Kefeni sırtında. Ölümü göze almış. kefenpuş : f. Kefene sarılmış. Kefenlenmiş. kefere : (Kâfir. C.) Kâfirler. kefeş : (Bak: Kafş) kefeteyn : Terâzinin iki tarafı. keff : Vaz geçme, el çekme, çekinmek, men'etme, imtinâ etmek, sâkit olmak. * Avuç, el, avuç içi. * Nimet. keffaret : (Masdar gibi kullanılıyorsa da 'keffâr' mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı More…keffe : (C.: Kifef) Terazi kefesi. * Her yuvarlak cisim. * (C.: Ükef) El ayası. kefgir : f. Köpük tutan. * Kevgir, delikli kap. kefh : Karşı karşıya savaşma. kefi : Nazir, misil, benzer, denk, eş. kefil : (Kefâlet. den) Birisinin bir borcu ifâsı lâzım gelirken, ifâ etmediği takdirde, o borcu ifâyı kendi üzerine alan kimse. Kefâlet eden kimse. kefit : Seri yürüyüş, hızlı yürüyüş. * Kuvvet. kefiye : Başa sarılan ve omuzların üzerine kadar gelen, uçları püsküllü ince ipek örtülü kumaş. kefkefe : Men'etmek, engel olmak. kefl : Okşamak. * Kefil olmak. * Yaramaz gönüllü olan. kefn : Yün eğirmek. kefr : (C.: Küfur) Örtme, sarma, * Köy, karye. kefş : (Bak: Kafş) keft : Cem'etmek, toplamak. * Sarfetmek, harcamak. * Evmek. * Katı katı sürmek. keftar : f. Sırtlan. kefter : f. Güvercin, kebuter. kefur : Hakkı gizleyici, doğruyu gizleyen. keh : f. Saman. Saman çöpü. keha : f. Mahcub, utangaç. kehail : (Kehil. C.) Sürmeli gözler. Sürme çekilmiş gözler. keham (kihâm) : 'Yaşlı, ihtiyar. (Kesmez kılıca 'seyf-i kihâm'; peltek lisana 'lisan-ı kihâm'; ağır yürüyüşlü ata 'feres-i kihâm' derler.)' kehanet : Gaibden haber vermek. Falcılık. Kâhinlik etmek. kehat : Büyük, semiz dişi deve. kehb : Koruk. kehd : Ayağı yere vurmak. kehdel : Genç hâtun. * Yaşlı hâtun, acuze. (Ezdattandır) kehene : (Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar. kehf : Mağara, in. Sığınacak yer altı. * Tıb: Verem hastalığında akciğerde açılan oyuk. kehf suresi : Kur'an-ı Kerim'in 18. suresidir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. kehhal : Gözlere sürme süren. * Göz doktoru. kehib : Patlıcan. kehil : (Kehile) Sürme çekilmiş göz. Sürmeli göz. kehila : Gözleri yaradılıştan sürmeli olan kadın. kehire : Kısa boylu kadın. kehkah : Zayıf erkek. kehkeşan : f. Samanyolu. Saman uğrusu. (Gökte sık yıldız ışıklarıyla hasıl olan yol biçimi uzayıp giden ışıklı manzara.) kehl : Göze sürme çekme. * Kıtlık yılı. (Bak: Kahl) kehl(e) : Otuz yaşını geçmiş, saçına aklık karışmış kimse. (Bak: Kühulet) * Bit. kehlâ' : Sürmeli kadın. * Sığırdili dedikleri ot. kehm : Men'etmek, engel olmak. * Kaldırmak. kehmel : Ağır ve kaba. kehmes : Boyu kısa olan. kehr (kührüre) : Yüz pörtürmek. * Men'etmek, engel olmak. kehreba : Bir şeffaf zamk ismi. kehribar : Cevher saçan. * Güzel sözler söyleyen. kehrüba : f. Saman kapan. * Bir yere hızlıca sürüldüğü zaman, hafif şeyleri kendine çeken bergâmi taş. (Türkçede tahrif edilerek 'Kehribâr' denilir.) kehrübaî : Kehribar gibi, cezbedici, elektrikli olan. kehs : Bir şeyi eliyle almak. kehulet : (Bak: Kühulet) kehvare : f. Beşik. keib : Mahzun, hüzünlü, münkesir ve kötü halli olan kişi. (Müe: Keibe) kej : f. Çarpık, eğri. Kumral. Tüylü keçi. kejçeşm : f. Şaşı, eğri bakışlı. kejdüm : f. Akrep. kejdümî : f. Akrep gibi, akreple ilgili. kekeme : t. Harfleri serbest söyliyemeyip tekrarlayan. Dilinde tutukluk olan. kekre : t. Ekşi, acımtırak. kela : Yeşil ot. kelab : Tıb: Kudurma. Kuduz hastalığı. kelacu : f. Kadeh. kelaet : (Bak: Kilaet) kelah : Kıtlık olan yıl, kıtlık yılı. kelâl : Yorgunluk. Bitkinlik. Usanç. * Göz nuru zayıf olmak, yorgun olmak. kelâl-âver : f. Yorgunluk ve bıkkınlık veren. Sıkıcı, yorucu. kelâl-bahş : f. Sıkıcı, yorucu. Yorgunluk getiren. kelâlet : Yorgunluk. Bitkinlik. Usançlık. * Bıçak ve kılıç gibi şeylerin kesmez olması. * Akrabalığı uzak olanlar. (Amcazâdeler topluluğu gibi). * Kör ve kesmez olan. kelâlib : (Küllâb. C.) Çengeller, kancalar, uçları eğri olan demirler. kelâm : Söz. Bir mânayı ifâde eden, bir maksadı anlatan ifâde. * Allah'a mahsus bir sıfat. * Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da hâizdir. Onun kelâmı harften ve savttan (sesden) münezzehtir, More…kelâm-i tünd : f. Sert söz. kelâmî : Söz ve kelâma ait. Sözle alâkalı. kelâmiyyun : Kelâmcılar. İlm-i kelâm âlimleri. (Bak: Mütekellimîn) kelâmullah : Allah kelâmı, Kur'ân-ı Kerim. kelan : f. İri, cüsseli, büyük. Heybetli.* Geniş, enli. * Baş. kelânî : (Kilâet. den) Sakladı ve beni muhafaza etti veya eder, (meâlinde). kelanter : f. Çok iri. Daha büyük. kelaseng : f. Sapan. kelave : İpek veya iplik saracak çark. kelb : (C.: Ekâlib-Eklüb-Kilâb) Köpek, it. * Meşhur bir yıldız. * İki adım arasına koyarak dikilen kayış. * Yolcuların, yük üstünde azıklarını astıkları demir çengel. * Şiddet. * Hırs. kelb-ül mâ' : f. Köpek balığı. * Kunduz. kelbetan : f. Kerpeten. kelbî : Köpeğe ait, köpekle alâkalı. Köpek cinsinden olan ve köpeğe müteallik. kelbiyyun : Kalenderane yaşamayı alışkanlık haline getiren meşhur Diyojenin de içinde bulunduğu bir fırka. Bunlara Kelbiye tâifesi veya Melâmiyyun da denir. kelce : Kile, mikyâl. kelde : (C.: Külud) Bir parça kaba yer. kele : f. Yanak. kele' : Ayakta olan yarıklar. * Kir. keleb : (C.: Kelâlib) İt sürüsü. * İncitip eza etmek. kelebçe : Yakalanan suçluların iki bileğine birden takılan demir halka. Demir bilezik. kelef : Yüzdeki benek. * şiddetli sevgi. kelendi : Bir para. * Sağlam ve sert yer. kelepçe : (Bak: Kelebçe) kelepir : Çok ucuz ele geçen. Zahmetsiz, ücretsiz. * Üvey evlât. Evlâtlık. kelfa : Yüzünde çiğitli olan kadın. (Müz: Eklef) kelh : Söğüt ağacına benzer, uzunca, dik bir ot. ◊ Katı yüzlülük.kelif : Haris kimse. kelil(e) : Körleşmiş. * Az gören, donuk gören göz. Uzağı veya yakını iyi göremiyen göz. Miyop veya hipermetrop göz. * Kesmez olan âlet. * Çakal. * Yorulmuş kişi, yorgun kimse. kelim : Kendine söz söylenilen, kendine hitab olunan. * Hz. Musa'nın (A.S.) bir ünvanı. * Söz söyleyen, konuşan. İkinci şahıs. * Yaralı kimse. ◊ (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, More…kelim-dest : f. Olgun kimse. kelimat : (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler. kelime : Gr: Mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime, isim, fiil ve harf olmak üzere dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. 'Bir tek söze' More…keling : f. Şaşı. kelk : f. Koltuk (insanda). kelkâhya : Mc: Vazifesi olmayan şeylerle alâkadar olan. Her şeye karışan. kelkel (kelkâl) : (C.: Kelâkil) Göğüs, sadr. kell : (C.: Külul) Ağırlık. * Yorgunluk. * Ufak taneli yağmur. * Yetim. * Semizlik, besililik. * Cibinlik dedikleri ince örtü. kella : Geminin durup demirlediği yer. kellâ : Öyle değil. Aslâ. kellab : İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim eden kimse. kelle : f. Kafa, baş. * Ekinlerde başak. * Baş gibi yuvarlak olan nesne. kellepuş : f. Başa giyilen şey. * Bir cins başörtüsü. kellit (killit) : Sırtlanın yataklandığı inin ağzını kapattıkları taş. kellub : (C.: Kelâlib) Kerpeten. * Çengel. kelm : (C.: Külum-Kilâm) Cerâhat. kels : Hamle etmek. Cür'et etmek. kelseme : Cem'olmak, toplanmak. kelt : Ahmaklık. * Toplamak. kelz : Cem'etmek, toplamak. kem : Gr: Ne kadar? Kaç? (Mikdar için soru ifâdesinde kullanılır.) (Farsçada: Çend) ◊ f. Az, noksan, eksik. * Kötü. Fenâ. Ayarı bozuk. * Fakir, hakir.kem göz : Kötü niyetle bakan göz. kem'e : Yer mantarı. kem-asl : f. Aslı ve nesli bozuk. kem-ayar : f. Ayârı doğru olmayıp bozuk olan. Hileli, kalp. kem-baha : f. Kıymetsiz, değersiz, âdi. kem-baht : f. Tâlihsiz, bahtsız, şansız. kem-bidaa : f. Sermayesi az. * Bilgisi zayıf, câhil. Az okumuş. kem-güftar : f. Az konuşan. Az söyliyen. kem-harf : f. Az söyliyen kimse, az konuşan kişi. kem-havsala : f. Tahammülü az olan kişi, tahammülsüz kimse. kem-iyar : f. Ayarı bozuk. Hileli. Kalp altun veya gümüş. kemâ : (Ke ile Mâ edatlarından mürekkebdir) 'Gibi' mânâsına gelir. kemâ biş : f. Aşağı yukarı. Takriben. kemâ hiye : (Kemâ hüve) Onun gibi, nitekim, olduğu gibi. kemâ hiye hakkuhâ : Gereği gibi. kemâ kâne : Eskiden olduğu gibi, eski tarzda. kema yenbagî : İcabettiği gibi, uygun olduğu üzere, lâyıkı gibi. kemain : (Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş adamlar. kemakl : (Kem-akl) Aklı kıt. Ahmak, ebleh. kemal : Kâmillik, olgunluk. Olgunlaşma. Erginlik. Bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak. Fazilet. * Değer, baha. * Fazlalık. * Sıdk ile yapılan güzel iş. kemalât : (Kemal. C.) Faziletler, iyilikler, mükemmellikler. Ahlâk ve huy güzellikleri. Terbiyelilik, edeblilik. kemalât-perver : f. Kâmil ve olgun insan. Kemalât sahibi. keman : f. Yay. Kavis. * Yayı andırır her şey. * Keman. keman-dâr : f. Yay tutan, yay tutucu. keman-ger : f. Yay yapan san'atkâr. keman-keş : f. Keman çalan. * Ok atmakta usta olan. Yay çeken. kemane : f. Keman veya kemençe yayı. * Güreşte bir çeşit oyun. kemanî : f. Kemancı. Keman çalan çalgıcı. kemc (kemh) : Atı dizgini ile durdurmak. kemed : Gam, tasa. kemenan : (Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş askerler. * Pusular. kemençe : f. Çiftçilerin tarlalara kimyevi gübre atmak için kullandıkları bir nevi âlet. * Tırnağı tellerine değdirmekle ses çıkaran kemana benzer küçük bir çalgı âleti. kemend : f. Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. * Uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip. * Geyik ve benzeri hayvanların yuları. * More…kemer : f. Yay gibi eğik olan yapı. * Bele bağlanan kuşak. * İç çamaşırın bele rastlayan kısmı. kemerbend : f. Kemer bağı. * Kemeri takılmış. Belinde kemer olan. * Mc: Derviş. kemerbeste : f. Kuşak bağlamış, hazır olmuş. Hazır olup emri bekler hâlde olan. kemerdece : Yab yab yürümek. kemergâh : f. Kemer takılan yer. Bel. kemgû : f. Az konuşan. Az söyleyen. kemh : Gözsüzlük. kemha : f. Bir cins ipek kumaş. kemî : (C.: Kümât) Yiğit, kahraman, bahadır. Savaşçı, cengâver. kemi' : Bir yerde ve bir döşekte beraber yatan kişi. * Düz yer. kemin : (C.: Kemâin) Pusuya saklanmış adam. * Pusu. * Belirsiz. Gizli yer. ◊ f. Pek küçük, çok ufak. Çok az.kemine : Hakir. Aşağı. Dûn. Âciz. Noksan. Eksik. kemingâh : f. Pusu yeri. Tuzak kurulan yer. kemingüşa : Pusu kuran. Tuzak kuran. keminsaz : f. Pusu tutmuş olan. Tuzak kurmuş olan. kemiş : Tez yürüyüşlü at. * Zekeri küçük at. * Memesi küçük koyun. kemişe : Küçük emzikli deve. kemiyet : (Bak: Kemmiyet) kemiyy : Bahadır kişi. * Kahraman, şucâ. kemkadr : f. İtibar ve kıymeti düşük. Adi, bayağı. kemkaim : f. Anlayışsız. İdrakten âciz. kemkâm : Katı yüzlü, kaba ve tıknaz kimse. * Pelit ağacına benzer bir ağacın zamkı veya kabuğu. kemkiymet : f. Değersiz, kıymetsiz. kemlul : Yabâni hıyar. kemmen : Sayıca azlık veya çokluk cihetiyle. Sayıca. kemmî : Azlık veya çokluğa dair. Kemmiyete âit ve müteallik. Cesur. Yiğit. Silâhlı. kemmiyat : (Kemmiyet. C.) Kemiyetler. kemmiyet : (Kemiyet) Miktar, sayı, nice oluş. Az veya çok oluş. kemmun : Kimyon. kemn : Gizlemek, gizlenmek. kemnam : f. Adı sanı belirsiz. Namsız, şöhretsiz. kemne : Tıb: Karasu adı verilen bir göz hastalığı. kempaye : f. Rütbe ve derecesi düşük. Pâyesi düşük olan. kemra : f. Mandıra, ağıl. kemre : Gübre. * Pul pul kalkmış deri. kemş : Kesmek. kemsal : f. Genç. Yaşı küçük. kemsere : Cem'olmak, toplanmak. * Bazısı bazısına girmek. * Yab yab yürümek. kemsuhan : f. Az konuşan. Az söyleyen. kemter : f. Aciz. Fakir. İtibarsız. * Başka şeylere göre daha az olan. Pek aşağı. * Noksan, eksik. kemterane : f. Fakirce. Acizce. Çok küçük nisbette. kemterîn : f. Pek âciz ve güçsüz. Çok hakir. * En küçük, en âşağı. Pek çok noksan veya eksik. kemy : Gizlemek, ketmetmek. kemyab : Az bulunan. Nâdir. Bulunmayacak kadar az olan. kemzeban : f. Az konuşan kimse. Az söyleyen kişi. kemzede : f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız. kemzen : f. Tâlihsiz, şanssız. ken : f. 'Kazan, kazıcı, koparan, yıkan, söken.' anlamlarına gelir ve kelimelere katılır. Meselâ: (Kuh-ken: Dağ deviren, tünel açan) gibi. ken' : (C.: Kün'ân) Tilki eniği. * Cem'etmek, toplamak. * Yakın olmak. * Mülâyemet. * Alçaklık yapmak. * Firar, kaçmak. ken'ad : (C.: Kenâıd) Balık kılçığı. ken'an : Filistin. Hz. Yâkub'un (A.S.) memleketi. ken'at : Bir balık cinsi. kena' : Parmakların sinirleri çekilip yumulmak. kenain : (Kinâne. C.) Ok kılıfları, okluklar, sadaklar. kenais : Keniseler, kiliseler. kenak : f. Karın ağrısı. Buruntu. kenane (kinâne) : (C.: Kenâyin) İçine ok ve yay konulan ve beylik adı verilen kap. kenar : f. Çevre, kıyı, Sâhil, deniz kıyısı. * Köşe, uç. * Son, nihâyet. * Çember. * Etrâfı çevrilen şey. * Kucaklama. Kucağa alma. kenar-gir : f. Fıçı çemberi. kenare : f. Kıyı, kenar. * Kucak. * Kasap çengeli. Kayış asılan çengel. kenaz : Zahire vakti. kenb : İş yapmaktan ellerin iri iri olması. kenbur : (Kenbure) f. Yalan, hile. kend : Kesmek, kat'etmek. * Bir kimsenin nimetini ve iyiliğini bilmeyip inkâr etmek. kende : f. Hendek, çukur. * Biçilmiş, kesilmiş. * Kokmuş, ağır kokulu. kende-hâye : f. 'Hayası kesilmiş: Hadım ağası. kendeş : Bir nevi devâ. kendide : f. Kokmuş. kendu : f. Epey genişçe toprak. kenduc : Yer altında giyecek eşya koymak için yapılan oda. kendüm : f. Buğday. kendure : f. Peşkir. * Deriden yapılmış büyük sofra. kene : Hayvanın etine yapışıp kanını emen küçük bir böcek. kenef : (C.: Eknâf) Yön, taraf. * Sığınılacak yer. Korunulacak mekân. * Tuvâlet, helâ, ayakyolu. kenehbül : Bir cins ağaç. kenehver : Büyük beyaz bulut. kenet : (Esâsı: Kinet) İki sert cismi birbirine bağlamak için çakılan iki ucu kıvrık madeni parça. kenf : Hıfzetmek. * Örtmek, setretmek. kenfile (kenfelik) : Kaba ve uzun sakal. kenif : (C.: Künüf) Hıfzedici, koruyan. * Örtücü. * Kalkan. * Deve ağılı. * Ayakyolu, tuvalet. kenin : Örtülü, gizli, mahfuz. kenisa : (Kenise) (C.: Kenâis) Kilise. keniz : f. Esir kadın. Hayalık, câriye. kenizek : f. Küçük cariye. kenker : Enginar. kenn : Örtülüp gizlenme. kennas : Süpürgeci. kenne : (C.: Kınât-Kenâyin-Kenânin) Bir kimsenin gelini, oğlunun hanımı. kennî : (C.: Ekniyâ) Lâkabdaş kimse, isimleri aynı olan. kens : Süpürge ile süpürme. kenta : Bir ot cinsi. kental : Fr. Yüz kilogram ağırlığında bir tartı birimi. kenud : Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud. * Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi. * Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın. * Yemeğini misafirden More…kenz : Define, hazine. Yer altında saklı kalmış kıymetli eşya, para veya altın gibi şeyler. ◊ şiddet, zorluk, meşakkat.kenz suresi : Fâtiha Suresi. kepade-keş : f. Okçuluğa yeni başlıyan. kepan : f. Büyük terazi. kepaze : İtibarsız, âdi, mübtezel, kıymetsiz kimse. Haysiyetsiz, şerefsiz, rezil. Hürmet ve saygıya müstahak olmıyan. * Tâlim için kullanılır yay. kepenek : f. Çobanların giydiği kolsuz ve dikişsiz, keçeden dövülerek yapılan giyecek. ker : f. Sağır, işitmez. * Kudret, kuvvet. * Maksad ve meram.KERA' : Baldırları ince olmak. * Yağmur suyu. ker' : (C.: Küru') Suyu yerinden ağız ile içmek. * Yağmur suyu. * (Kız) erkek istemek. ker'a : Çocuk seven kadın. kera : Turna kuşunun erkeği. * Hafif uyku. ◊ Uyku, nevm.kerabis : (Kirbâs. C.) Kumaşlar. Bezler. kerad(e) : f. Yırtık ve eski elbise. kerahe : (Kerâhiye) Meşakkat, zahmet, şiddet. kerahet : İğrenme, iğrençlik, mekruh oluş. İslâmiyetçe iyi sayılmayan şey. * İstenmiyerek, zorla. *Fık: Şer'an yapılmaması sevablı ve hayırlı olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması. (Bak: More…kerahet vakti : Güneşin doğuş, batış ve zeval vakti. keraheten : Kerahet olarak, makbul olmayarak, istenmiyerek. kerahiyyet : Mekruh oluş. Kerih ve çirkin olan işin hâli. keraih : (Kerihe. C.) Nefret edilecek ve iğrenç şeyler. keraker : f. Kuzgun. * Karga. keramat : (Keramet. C.) Kerametler. kerame : İzzet, şeref. Küp ağzına koydukları tabak. keramend : f. Münasib, muvafık, lâyık, uygun, şayeste. keramet : Allah (C.C.) indinde makbul bir veli abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir More…keran : f. Kenar, uç, âhir, son, nihayet. ◊ Sabah.keran tâ keran : Bir uçtan bir uca. kerar : Arap kadınlarının takındıkları boncuk. keraris : (Kürrâse. C.) El yazması kitapların sekiz sahifeden ibâret olan formaları. keras : Hilyon ve marulca dedikleri ot. keraste : f. Kereste. kerb : (C.: Kurub-Küreb) Yeri sürüp aktarmak. * Dar etmek. * Yakın olmak. * Gam, tasa, keder, endişe. kerbe (kürbe) : Gam, tasa, endişe. kerbela : Irakta Seyyid-üş şühedâ Hz. İmam-ı Hüseyin Efendimizin (R.A.) meşhed-i mübârekleri olan yer.(Cibril var haber ver Sultân-ı Enbiyâya.Düşdü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâya) (Kâzım) kerbele : Ayaklarda olan gevşeklik. Yürüdüğünde balçık içinde yürür gibi yürümek. * Buğday ve arpa gibi hububatın kalburlanması. kerd : Sürmek. * Def'etmek, kovmak. * Boyun. kerdem : Şişman ve kısa boylu olan adam. kerdeme : Kısa düşman. kerdese : Bağ, kayd. * Ayağı bağlı olan kimsenin yürüyüşü. kereb : Kova bağladıkları ip. * Suyu yatıp ağızla içmek. * Hurma ağacının kökü. kerebbe : Yaz günlerinde kumlu yerlerde biten bir ağaç adı. kerebe : (C.: Kirâb) Suyun aktığı yer. kerefs : Kereviz otu. kerem : 'Nefaset, izzet, şeref. Al-i-cenâbâne ihsan, inâyet. * Kıymetli şeyleri kemal-i rıza-i nefisle verme. * Mecd ve şeref. *Cenab-ı Hakk'a atfolunursa eltaf ve ihsan-ı İlâhî More…kerem etmek : Müsâade etmek, lutfetmek. Razı olmak. keremgüster : f. Cömert, mükrim, kerem sâhibi. keremkâr : f. Kerem eden, ikram eden. Cömert, eli açık olan, bağışlayan. kerempe : Yun. Denize doğru uzanan kayalık çıkıntı. * Dağın en yüksek yeri, tepesi. * Geminin baş tarafı. kerempe burnu : Batı Karadeniz kıyısında Cide Kazasının sınırları içinde kalan kara çıkıntısı. keremperver : f. Kerem sâhibi. Eli açık, cömert. Mükrim. kerev : f. Örümcek, ankebut. kerevet : Tahtadan yapılan ve üzerine yatak veya minder konularak yatmağa ve oturmağa yarayan yüksekçe yer. kerf : Hımarın, bevlini koklayıp başını yukarı kaldırması. kerh : İğrenme, hoşlanmayıp tiksinme. * Zorlama. * Bir şey sonradan nâ-hoş ve kerih olmak. ◊ Bağdat şehrinde bir mevziin adı.kerhen : İstemiyerek, tiksinerek, zoraki. kerî : f. Örümcek ağı. * Sağırlık, duymazlık, işitmezlik. ◊ Kazmak.keribe : (C.: Kerâyib) Katı, sert. kerih : İğrenç, tiksindirici. * Muharebe ve cenkte olan şiddet. * Pis, çirkin, fena şey. * Nefse kerahetlik vercek kabahat. kerihe : (C.: Kerâih) Nefret edilecek, iğrenç şey. kerihet : Harpte şiddet. * Zahmetli ve meşakkatli olan. kerim : Her şeyin iyisi, faydalısı. Kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sâhibi. Şerefli ve izzetli. Muhterem, cömert, müsamahakâr. kerimane : f. Kerim olana mahsus hâlde. Lutfederek. Kerime hâs bir suretde. kerime : Kız evlâd. * Kendine ikram edilmiş kimse. Şerefli. * Güzide, seçkin, kıymetli şey. * Vücudun kıymettar yerlerinden her biri. kerir : Boğulmuş ses gibi bir ses. keriş : (C.: Küruş) İşkembe. keriyy : Kiraya veren veya kiraya alan. (ikisine de ıtlak olunur.) keriz : Yoğurtan yapılan keş. kerkeç : Eskiden muhasara olunan kaleleri tazyik etmek ve top ve tüfekle dövmek için dışarısına yapılan kule ve tabyalar. kerker : Karındaş sığır. kerkere : Tavuğa çağırmak. * Rüzgârın bulutu toplayıp dağıtması. kerkes : f. Akbaba (kuş). kerkese : Tereddüt etmek, karar verememek. kerküz : f. Delil, işâret, alâmet. kerm : (C.: Kürum) Bağ kütüğü. Asma, üzüm çubuğu. kermarik : Ilgın ağacının koruğu. kerme : Etli ve yuvarlak olan uyluk başı. kernaf : (C.: Kerânif) Hurma ağacının budaklarının aslı. (Kesildikten sonra ağacında bâki kalır.) kernafe : (C.: Kürnüf) Dibinden kesilmiş olan hurma ağacının budakları. kernebe : Zengin kadın.KERR : Çekilerek yeniden hücum etmek. * Birşeyden vazgeçtikten sonra tekrar ona, o işe yönelmek. * Devlet. * Gemi halatı. * Hurma ağacına çıkmakta kullanılan urgan. kerr u ferr : Muharebede geri çekilerek tekrar hücum etmek. kerram : Bağcı. kerrar : Harpte, çekilip tekrar saldırmak. Döne döne saldırmak. kerrat : Kerreler. Defalar. Çarpım cetveli. kerraz : Çobanın torbasını veya dağarcığını taşıyan kuvvetli boynuzsuz koç. kerre : Bir defa. Bir adet. Bir. kerretan : Sabah ve akşam. kerrubî : Meleklerin büyüğü. kerrubiyyun : (Mukarrebûn) Sadece ibadetle meşgul olan melekler. Allah'a en yakın olan melekler. Büyük melekler. Kerubiyyun yalnız hamele-i arştır diyenler olduğu gibi, Kerrubiyyun diyenler de More…kerrus : Büyük başlı. kers : Kadının hayız görmesi. * Cebretmek, zorlamak. kerş : Karın. * İşkembe. * Topluluk, cemaat. * Kişinin çoluk çocuğu veya küçük evlâdı. kerşa : Karnı büyük kadın. * Parmakları kısa düz taban. kerşeb : Yaşlı, ihtiyar. * Hali kötü olan kimse. * Kalın ve uzun nesne. * Arslan. * Çok yiyen, obur. kerub : Allah'a en yakın olan melekler. kerubiyyun : (Bak: Kerrubiyyun) kerv : Top oynamak. * Kapı içini taş ile örmek. kervan : f. Birbirini takib ederek giden insan veya hayvan sürüsü. Kafile ve hey'etle giden yolcular takımı. ◊ (C: Kirvân-Kerâvin) Balıkçıl kuşu.kery : Kazmak. keryan : Uyuyan kişi, nâim. kerye : Tam olmak, tamam olmak. kes : f. İnsan. Kişi. keş : f. (Keşiden) Çekmek fiilinin emir kökü. Birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Cefâ-keş $ : Cefâ çeken. Esrar-keş $ : Esrar çeken, esrar içen serseri. ◊ Yoğurt peyniri, yağsız More…kes' : El veya ayak ile bir nesnenin arkasına vurmak. * İttibâ etmek, tâbi olmak. * Yemen'de bir kabile adı. ◊ Uzun olmak. * Çok olmak.keş' : Kalb sıkıntısına uğrayıp huzursuz olmak. kes'am : Pars (canavar). kes'e : Bitmek. * Yüksek olmak. kesad : Alış veriş durgunluğu. Kıtlık. Eksiklik. Verimsizlik. kesafet : Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. * Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak. keşah : Bir hastalık. (İnsanın böğrüne vâki olur da dağlarlar.) keşakeş : f. Münâkaşa, çekişme. * Keder, hüzün, tasa, gam.* Sıkıntı, felâket, ıztırab. * Tereddüt, kararsızlık. * Pehlivanların birbirleriyle mücâdeleleri. * İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından More…kesalet : Tembellik. Üşenmek. Uyuşukluk. Rehâvet. kesan : f. Adamlar. İnsanlar. Kişiler. keşan : (Keş. C.) f. Çekenler, çekiciler. * Çeken, çekerek. Çeke çeke. ◊ Zincirden yular.keşan ber keşan : Çeke çeke, zorla sürükleye sürükleye götürerek. keşan keşan : f. Sürükleye sürükleye, zorla çekerek götürerek. kesane : f. İnsan gibi. İnsana yakışır şekil ve surette. keşaverz : f. Ekinci, çiftçi. Ekinlik. kesb : Kazanç. Çalışmak. Sa'y ve amel ile kazanmak. Elde etmek. Edinmek. Kazanç yolu. * Fık: Bir insanın kendi kudret ve iktidarını bir işe sarfetmesi. kesbî : Çalışmakla kazanılan. Sonradan elde edilen. Doğuştan olmayan. Vehbî olmayan. kesd : Davarı üç parmakla sağmak. * Bir şeyi dişiyle kesmek. kese : Kısa yol, kestirme yol. * Mc: Mali iktidar, servet. (Para kesesi manasında olan kelime için Bak: Kise) keşe' : Kebap yapmak. * Yemek. * Çok dolu olmak. keseb : Yakınlık, kurbiyet. keşef : Alın saçının ve kâkülün dâire şeklinde yukarı doğru devrik olması. ◊ f. Kaplumbağa.kesel : Tembellik. Uyuşukluk. * Yorgunluk. * Ağırlık. keselan : Tembellik. Yorgunluk. Uyuşukluk. keşende : f. 'Çeken, çekici' mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapmakta kullanılır. Meselâ: (Mihnet-keşende: Mihnet çeken.) * Dayanan, tahammül eden, mütehammil. keser : Hurma çiçeği. keses : Alt dişleri çenesiyle çıkmak. * Dişleri kısa olmak. kesf : (Güneş veya Ay) ışığını kesme. * Görünmez olma. * Kesmek. * Yaramaz olmak. keşf : Açmak. * Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması. keşf-i râz : f. Gizli bir şeyi meydana çıkarmak, açıklamak. * Sır toplamak, casusluk etmek. keşfî : Keşifle alâkalı. keşfiyat : (Keşf. C.) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler. kesh : Aksaklık. keşhan (kişhân) : Deyyus. kesî : f. Bir kimse. kesib : Kum tepesi. kesid : Sürümsüz, geçmez, aranmaz. Bayağı, aşağı. keşide : f. Çekilen, çekilmiş. Çekmek. * Tartılmış. Dizilmiş. Tertibedilmiş. Yazılmış. keşide-kamet : f. Uzun boylu. kesif : Koyu. Çok sık ve sert. Şeffaf olmayan. keşih : (C: Küşuh) Perâkende olmak, parça parça dağılmak. * Böğür. * Cânip, taraf. kesil (keslân) : (C.: Küsâlâ) Tenbel kimse. kesir : Çok. Bol. Kesret üzere olan. * Türlü. Çeşitli. ◊ (C: Kesrâ) Parçalanmış, dağıtılmış. Kırılmış.kesis : Hurma şarabı. * Darı bozası. * Arapların taş üstünde kurutup ve dövüp azık edip yedikleri et. ◊ Titremek. Deprenmek. * Eğrilik.keşiş : f. Papaz. Manastır rahibi. (Arabçası: Kıssis) ◊ Ayı avazı. * Deve avazı.kesisa : Avcıların tuzağı. keşişân : (Keşiş. C.) Papazlar, manastır rahibleri. keşişâne : f. Keşişe yakışır yolda. Papaza uygun şekil ve surette. keşişhâne : f. Kilise, manastır. keşk : Kavi, kuvvetli, sağlam. * Kabuğu çıkmış arpa. * Arpa suyu. * Yoğurt keşi. keşkek : Haşlandıktan sonra kurutulmuş buğday. keskese : Söylerken sin'i kef'e tebdil edip sin yerine kef okumak. * Çabuk kesmek. keşkeşe : Şin harfini kef gibi okumak. * Yılan ötüşü. keslan : Uyuşuk, tembel, gevşek. Yorgun. kesm : (C: Ekâsim) Bir şeyi eliyle parmaklamak. * Çok miktar atlar. ◊ Doldurmak. * Ağzına alıp kırmak.keşmekeş : f. Kararsızlık. Karışıklık. Tereddüd. Kavga. Çekişme. keşni : f. Koruluk, orman. kesr : Kırmak. Parçalamak. Parçalara ayırmak. * Mat: Bir bütünün parçalarından her biri. keşr : Gülünce dişlerin görünmesi. kesra : (C: Ekâsire) Acem meliklerinin lâkabı. kesre : Kur'an-ı Kerim yazısında harfin altına konarak, o harfi 'İ' veya 'I' diye okutan ve bir adı da 'esre' olan işâret. kesret : 'Çokluk, sıklık. * Bir şeyin ekserisi ve muazzamı. Bolluk. (Bunun zıddı kıllettir)(Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat, bir şeyi her şeye More…kess : Sakal kıllarının sık ve kıvırcık olması. ◊ Alt dişleri çenesiyle çıkmak.keşşaf : Keşfeden. Gizli şeyleri bulup meydana çıkaran. * Meşhur bir tefsir ismi. * İzci. kessare : Çoğaltan. Artıran. keşt : Soymak. * Keşfetmek. * Fazlalığı kesmek. Koparmak. * Açmak. Deriyi yüzmek. * Yüzden perdeyi kaldırmak. ◊ Seyir ve temâşâ etmek. Gezmek. * Hanzale.kestel : itl. Küçük kale. Hisarcık. keştî : f. Gemi, sefine. keştîban : f. Gemici, kaptan. keştîgâh : f. Liman. Gemilerin barındığı yer. keştîger : f. Gemi yapan veya tamir eden kimse. keştînişin : f. Gemide oturan. Gemide bulunan kimse. keştite : Yuvarlak karpuz. kesub : Çok kazanan ve kesbeden. ketaib : (Ketibe. C.) Askerler, neferler, erler. Alaylar, birlikler. ketb : Yazma. * Toplama, cem'etme. * Dikme. ketd (kitd) : Bir yıldız adı. * Omuzlar ile sırt arası. ketebe : 'Kâtibler. Yazıcılar. * Bir hattatın yazdığı eserinde imza yerinde 'Ketebehu; Onu yazdı' mânasında kulllanılır.' keter : (C: Ektâr) Kadr, mertebe, derece. ketf : Omuz. Omuz kemiği. * Parça parça kesmek ve bağlamak. keth : Kesbetmek. Çalışmak, kazanmak. Amel ve sa'yetmek. ketib : Dikici, diken. ketibe : Asker bölüğü. Ordudan ayrılmış toplu alay. Düşmana çapul eden birkaçyüz kişilik süvari kolu. ketibeperver : f. Askeri koruyan ve seven. Asker yetiştiren. ketif : (Kitf-Ketef) (C.: Ektâf) Omuz. * Kürek kemiği, omuz küreği. ketife : Hased. * Kapıya çakılan yassı büyük demir kilit. ketit : Deve avazı. * Sığır avazı. ketite : Sinir. ketiz : Yemeği çok yeyip karnını iyice dolduran kişi. ketkat : Kelâmı çok olan, sözü çok olan, fazla konuşan. ketkete : Kahkaha derecesinden azca gülmek. * Toy kuşunun sesi. ketm : Saklamak. Gizlemek. Sır tutmak. Söylememek. ketn : Kir, pas. kett : Zayıf vücutlu kimse. * Mal kazanıp yığan. kettan : Keten. ketum : Sır saklayan. Herkese her şeyi konuşmayıp sırrını belli etmiyen. * Her şeyi gizleyen. ketumane : f. Ketum olup ağzı sıkı olan, herşeyi söylemiyen kimseye yakışır surette. ketumiyyet : Ketumluk. Ağız sıkılığı. Sır vermemeklik. keu' : Korkak olmak. keûd : Meşakkatli sarp yokuş. kev' : Vurmak. * Korkmak. kev'a : Eli bileğinden eğri olan kadın. (Müz: Ekvâ) keva' : Bileğin çıkması. * Bilek kemiği. kevahil : (Kâhil. C.) Sırtlar, arkalar. * Gayretsizler, uyuşuklar, tembeller. kevahin : (Kâhin. C.) Kâhinler. Falcılar. Gaibten haber verenler. * Alimler. kevaib : (Kâib. C.) Yeni yetişmiş turunç memeli kızlar. kevakib : (Kevkeb. C.) Yıldızlar. kevakib-şinâs : f. Müneccim. kevalik : Kısa boylu. kevar(e) : f. Meyve veya üzüm küfesi. * Bal arısı gömeci, petek. * Geceleri havada peyda olan bulut. Sis. kevd : Yakın olmak. kevden : (C.: Kevâdân) Semerli at. * Akılsız, ahmak, düşüncesiz. kevh : Gâlip olmak. kevkeb : Yıldız. * Parıldamak. kevkebe : f. Fevkalâde tantana. İhtişam, debdebe, şöhret. ◊ Necim, yıldız. * İnsan cemaatı. Süvari alayı.kevkebî : Yıldıza ait, yıldızla ilgili. kevlan : Kandıra adı verilen ot. kevlem : Fülfül denilen karabiber cinsi. kevma : Büyük ökçeli dişi deve. kevmah : Dübürü büyük kimse. kevme : Küme. kevn : Hudus. Varlık, var olmak. Vücud, âlem, kâinat. Mevcudiyet. kevn ü fesâd : Var olup sonra bozulmak. kevn ü mekân : Kâinat, âlem, dünya. kevneyn : İki âlem. Dünya ve Ahiret. kevnî : Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı. kevniyyat : Kâinat ilmi, kozmoloji. * Mevcudat, varlıklar. Vücuda gelmeler. kevr : Devretmek, dönmek. * Sarık sarmak. Tülbend sarmak. * Bir yerde toplanmış olan develer. * Çokluk, bolluk, ziyadelik. * Mukül dedikleri darı cinsi. kevs : (C.: Ekvâs) Pabuç. kevsec : Köse kişi. * Testere gibi hortumu olan bir balık cinsi. kevsel : Geminin kıç tarafı. kevser : Kıyamete kadar gelecek Âl, Ashâb, Etbâ' ve onların iyilikleri, hayırları. * Bereket. * Kesretten mübâlağa. Çokluğun gayesine varan şey. Gayet çok şey. * Pek çok hayır. Hikmet, ilim. More…kevser suresi : Kur'an-ı Kerim'in 108. Suresi. kevter : Fülfül dedikleri karabiber cinsi. key : Arapçada muzari fiilini nasbeden (son harfini üstün okutan) ve 'İçin, tâ ki, hangi, nasıl?' yerinde kullanılan harf. (Bak: Huruf-i nâsibe) ◊ f. Ne vakit, ne zaman? More…key' : Yaramaz gönüllü olmak. keyan : (Key. C.) f. şahlar, hükümdarlar, keyler, hakanlar. keyanî : f. Şaha ait. Hükümdarla alâkalı. keyd : Tuzak. Kötülük, hile. * Men'etmek. * Kusmak. * Çakmağın tezce ateşi çıkmayıp geçmek. * Cenk etmek, dövüşmek. * Karganın ötmesi. keyf : Afiyet, sağlık, sıhhat. * Memnunluk, hoşlanma. * Neş'e, sevinç, sürur. * Mizaç, tabiat. * İstek, taleb, arzu, heves.* Gönül açıklığı. keyfe : Arabçada sual cümlesinin başına gelir. 'Nasıl? Nice?' mânalarınadır. keyfe hâlük : Hâlin nasıl? Nasılsın? keyfe mettefak : Hangisi olursa. Nasıl rast gelirse. keyfemâ : Her nasıl? keyfemâ yeşâ' : Nasıl isterse, istediği gibi. keyfer : f. Karşılık, mukabil. * Mükâfat veya ceza. keyfî (keyfiyye) : Keyfe, arzuya bağlı. İsteğe âid ve müteallik. keyfiyyet : Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.) keyhan : f. Dünya, arz. keyl : Ölçme. * Kile. Hububat ölçüsü. Ölçek. keylekan : Bir pırasa cinsi. keylî : Kile ile ölçülen şeyler. keylus : Hazmı kolay olan gıda. keymus : yun. Yiyecek ve içecek maddelerin midede hazmolunup erimesinden hâsıl olan bir sıvıdır ve kana karışır. keynunet : Varlık, var olma. keys : Zekâ, kavrayış, anlayış, idrâk. ◊ Yaramaz huylu kişi.keysan : Ayakla bir kimsenin dübürüne vurmak. * Özür, mâzeret. keysaniyye : Revâfiz tâifesinden bir sınıf. keysum : Çok miktar olan kuru ot. keyt : (Keyte) şöyle, şöylece, kezâ. keyul : Muharebe gününde dizilen safların son safı. keyvan : f. Satürn (Zuhal) gezegeni. keyy (keyye) : Adama veya davara yapılan nişan. * Yarayı dağlama. keyyal : Kile ile ölçen kimse. Kileci. keyyefe : (Tekyif. den mâzi fiili) İnceleyip iç yüzünü bildi, idrak etti manasınadır. keyyis : (Keyyise) Akıllı, anlayışlı, kiyasetli, idrakli, zeki. * Zarif. keza : Böyle, böylece. Bu dahi öyle. kezalik : Bunun gibi. Böylece. Bu da böyle. kezame : (C.: Kezâyim) İki kuyu arasındaki yarıklar ve delikler. (Su birinden birene akar). * Terazi iplerinin kendinde toplandığı halka. kezan : Küfeki taşı. kezaz : (Kezazet) Hadden tecavüz etmek, haddini aşmak. * Tıb: Nefes alamıyacak derecede mide dolgunluğu. kezaze : Kuruluk, münkabız olmak, kabızlık. kezb : Tırnakta görünen beyazca yer. kezbere : Kanbel otu. * Baldırıkara otu. kezeb : (Kezub. C.) Yalancılar. kezîm : Öfke ve kızgınlığını yenen. kezkaz : Tez tez yürümek, hızlı hızlı gitmek. kezkez : Kenger otu zamkı. kezkeza : Kırbanın dolu olması. kezkeze : Çok fazla kırmızılık. kezm : Bir şeyi ağzına alıp ön dişiyle kırmak. * Burnun kısa ve yüksek olması. * Parmakları kısacık olmak. * Atın dudaklarının kaba ve kısa olması. ◊ Kızgınlığı yenme. Öfke ve hiddeti More…kezma : Parmakları kısacık olan kadın. kezmazic (kezmâzil) : İlgın ağacının koruğu. kezub : Çok yalancı, aldatıcı. Daima yalan söyleyen. kezum : Sükut etmek. Susmak. kezv : Çokluk, kesret, fazlalık. ◊ Çok olmak.kezz : Boğazına çıkana kadar yemek. * Çok yemekten dolayı ağırlaşmak. ◊ Dar. * Münkabız, katı.kezzab : Yalancı. Çok yalan söyleyen. kezze : Katı sesli. * Kısa. ki'de : Halı. * Bir oturma tarzı. kiba : Süprüntü. kibab : (Kubbe. C.) Kubbeler. Tepesi yarım küre şeklinde olan binâ damları. kibah : (Kabih. C.) Çirkinler, kabihler. kibal : (Bir yazıyı) karşılaştırma, mukabele etme. * Pabucun ayak üstüne gelen yeri. kibal(e) : Ebelik bilgisi ve işi. kibar : (Kebir. C.) İnce ve nârin yapılı. Terbiyeli ve nezaket sahibi. Hassas. * Kebirler. Büyük rütbeliler. Büyükler. kibarane : f. Büyük adamlara, nâzik ve görgülü kimselere yakışır şekil ve surette. kibare : Ululuk, büyüklük. kibaş : (Kebş. C.) Erkek koyunlar, koçlar. kibase : Bütün olan hurma salkımı. kibb : Kişinin arkasında yumrulanan kemik. kibbe : (C.: Kıbbât) Kırkbayır adı verilen karın. kibel : Yan, taraf, yön, cihet, cânib. kiber : Ululuk. Büyüklük. Yaşlılık. kibir : (Kibr) Kendisini büyük gösteriş. Büyüklük. Kendisini, başkalarından üstün olmadığı hâlde üstün görme ve tutma hastalığı. * Şeref ve şan. * Bir şeyin muazzamı. Büyük. kible : Kâbe-i Muazzamanın bulunduğu Mekke-i Mükerreme ciheti. Kıble tarafı, güney. * Cenubdan esen rüzgâr. kiblegâh : f. Kıble tarafı. Kıblenin bulunduğu yer. kiblenüma : (Kıblenâme) f. Kıblenin tâyinine yarayan pusula. Cihet ve yön gösteren âlet. kibrit : Kükürt. * Kırmızı, yakut, altun. * Ucu kibritlenmiş yakacak madde. kibritî : Kükürtle alâkalı. * Kükürt renginde olan. Açık sarı rengi. kibritiyet : Kükürt niteliği. kibriya : Azamet. Cenab-ı Allah'ın azameti ve kudreti, her cihetle büyüklüğü. kibs : Çok adet, çok miktar. ◊ Menzil, mekân.kibt : Mısır'ın eski yerli halkı. ◊ f. Bal arısı, nahl.kibtî : (C.: Kabâti) Kıbt soyundan olan. Çingene. * Çingene ile alâkalı. kibtiyan : (Kıbti. C.) Kıbtiler, çingeneler. kic : Dağın yüksek ve yüce yeri. kidad : Perâkende olup dağılmak. kidah : Temrensiz ok. kidd : Kayış. kidde : Tarikat. * Bölük. kidem : 'Öncelik ve eskilik. * Evveli bulunmamak. Ezeli olmak. * Başkasından daha önce olmak. Zamanca daha evvelki olmak. Rütbece daha yüksek olmak. * Cenab-ı Hakkın 'Kıdem' sıfatı, More…kidemen : Kıdemce, kıdem yoluyla. kidn : Havan. * Kadının mahfe içinde kendisi için koyup sakladığı giyim eşyası. kidne : Et. * Yağ. kidr : (C.: Kudur) Çömlek, tencere ve kazan gibi, yemek pişirmeye mahsus kaplar. kidve : İlimde ileri olup kendisine uyulan. Kendine itimad edilip ardınca gidilecek olan. kifa : Bir parça veya iki bez (ki birbirine dikip çadır eteğini yaparlar.) * Eşitlik, beraberlik, müsâvât. kifaf : (Aslı: Kefaf) Yetecek kadar olma. İhtiyaca yetecek kadar azık. * Bir şeyin güzide ve hayırlısı. * (Keffe. C.) Terazi kefeleri. kifah : Din için muharebe. kifar : Çöller. Susuz, otsuz yerler. kifat : Cem'olmuş, toplanmış, biriktirilmiş. * İçinde birşey toplanıp biriktirilen yer. * Hızlı uçmak, gitmek. * (Küfv. C.) Küfüvler, benzerler, eşler, denkler. kifayet : Lüzumlu kadar olmak. Yetişmek. Bir işe yetecek kadar olmak. İktidar. Liyâkat. Yararlık. kiffe : (C.: Kifef) Ağ. Tuzak. * Terazi kefesi. * Her yuvarlak nesne. kifl : Nazir, benzer. * Nasib, ecir. * Oturma yeri. kifr : Büyük dağ. kift : (C.: Kifât) Küçük çömlek. * Çuval ve buna benzer kap. kifve : Kuyruk. * Fuhuş sözle iftira etmek. kig : f. Göz çapağı. kih : (C.: Kihân) f. Küçük, sagir. ◊ İrin, cerahat.kihal : (Kehl. C.) Kemâlini bulmuş kimseler. Kâmil insanlar. Olgunluk çağında bulunanlar. kihalet : Göz için sürme yapma. Sürmecilik. * Göz doktorluğu. Göz hastalıkları bilgisi. kihan : (Kih. C.) Küçükler. kihan ü mihan : Küçükler ve büyükler. kihanet : (Bak: Kehânet) kihf : (C.: Akhâf) Kafatası. Beynin, içinde bulunduğu kafa kemiği. kihin : f. Küçük, sagir. kihter : f. Yaşça en küçük olan. kihterî : f. Yaşça küçüklük. kik : Uzun ve dar sandal. kîl : Söz, kelâm, denilen. kîl u kal : Dedikodu. kil ü kal : (I ve A, uzun okunur) Dedikodu. kil' : (C.: Kılâ) Gemi kanadı. * Eyerde oturmayan kimse. kilâ : Her ikisi, her iki (mânalarında olup dâima izâfet olur). kila' : (Kal'a. C.) Surlar, kaleler, hisarlar. kilâ' : Saklamak, korumak. kilaa : Yelken. kilâb : (Kelb. C.) Köpekler. kilade : Gerdanlık. Boyna takılan kıymetli şey. * Akarsu. kilaet : Korumak. Gözlemek. Muhafaza. kilafet : Gemi ziftleme san'atı. Kalafatlık. kilar : f. Kiler. kilavuz : Yol gösteren, rehber. * Vapurlara yol gösteren. * Bazı hayvan katarlarının önüne düşüp, onları sevkeden hayvan. * Eskiden evlenme işlerine vasıtalık eden kadınlar. * Düşman hakkında mâlumât More…kilaz : Bodur, tıknaz kimse. kilde : Yağ tortusu. kile : 40 litrelik hububat ölçüsü. Eski bir ağırlık ölçüsü. ◊ (C.: Kilel) İnce tülbendden yapılan cibinlik.kilece : (C.: Kilecât-Keyalic) Arpa. * Kile, mikyal. kilem : (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler. kiler : Erzak koymağa mahsus dolap. Yiyecek, içecek şeyler koyulan mahzen, anbar veya oda. (Bak: Kilar) kilevb : Kurt, zi'b. kilhim : Yaşlı hayvan. kilibik : Karısının sözünden çıkmayan erkek. Karısının baskısı altında olan adam. kilisa : f. Kilise. kilise : Hıristiyanların mâbedi. Hıristiyan mezhebi. kilk : f. Kalem. Kamış kalem. * Kamıştan ok. kilkal : Hareket ettirmek. kilkil : Siyah tohumlu bir ot. kille : Kesmez olmak. * Yorulmak. Müsterâh. kille(t) : Titremeğe benzer bir hâlet ki hiddet vaktinde ârız olur. * Azlık. Nâdirlik. Kıtlık. killîb : Eski kuyu. * Kurt. kils : (C.: Kulus) İftira etmek. * Atmak. * Liften yapılmış kalın ip. * Kusmak. * Kap dolup dökülmek. ◊ Kireç, kireçtaşı.kilsî : Kireçtaşı yapısında olan. kilte : Deste, demet. kilv : Yeyni eşek. * Çelik oyunu oynamak. kilvaz : Tevrat'ın mukaddes sandığı. kilyan : Beyaz nohut. kilye : Böbrek. kilyeteyn : İki böbrek. kilyevî : Böbrek şeklinde olan. Böbrekle ilgili. kimad : Sıcak bez ile âzâyı kızdırmak. kimah : Sudan başını kaldırmak. kimam : (Kimm. C.) Tomurcuklar. * Hayvan ağızlığı. Boyunduruk. kimar : Kumâr. kimat : Örtü, sargı. Sarılacak bez. Beşik bağırdağı. * Keserken koyunun ayağını bağlamada kullanılan ip. kimatr : Eşya veya kitab saklanan yer. Kitaplık. kimcar : Bıçak kını. kimiz : Ekşimiş kısrak sütü. kimkim : İyi cins olmıyan kuru hurma. kimme : (C.: Kumem) Boy, kamet. * Beden. * Başın tepesi. * Dağ tepesi. * Her şeyin yükseği. * İnsan cemaati, topluluk. kimn : Saman. kimt : Kamıştan yapılan evlerin kamışlarını bağladıkları ip. kimya : Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu. * More…kimyager : Kimyacı. kimyevî : Kimyâ ile alâkalı kin : f. Gizli düşmanlık. Garaz. Buğz. Adâvet. kin'ar : Dağ keçisinin semiz ve büyük olanı. kin'as : Büyük deve. kina : Burnun ortası yumru olmak. * Hurma salkımı. ◊ Râzı olmak, kabul etmek.kina' : Başörtüsü, eşarp. Örtü, yaşmak, peçe, nikâb. * İçinde hediye gönderilen tabak. kinaf : Büyük burunlu kişi. kinaiyyat : (Kinâye. C.) Temsillerle anlatılan imalı ve dokunaklı sözler. kinan : (C.: Eknan-Ekinne) Perde, örtü. kinane : (C.: Kenâin) Okluk, sadak, ok kuburu. kinas : (C.: Künüs) Geyik yatağı. kinaye : Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak. kincer : f. Büyük fil. kindar : f. Kin tutan. İçinde kin ve garez besliyen. Öc ve intikam almağa düşkün. kindarane : f. Kinci olarak, kindarcasına. kindare : Arkasında deve hörgücü gibi, hörgücü olan bir cins balık. kindîd : şarap, hamr. kindir : Kaba eşek. kine : f. Kin, garaz. Kalbde beslenen düşmanlık. kinecu : f. Öc almağa uğraşan, intikam almak için çalışan. kinedâr : f. Kindâr, kin güden, düşmanlık besliyen. kinegâh : f. Savaş meydanı, muharebe alanı, harp sahası. kinehâh : f. İntikam ve öc almak istiyen. Müntakim, kinci. kinekeş : f. Düşmandan öc ve intikam alan. kinemeşhun : f. Kinle, intikamla dolu. kinetik : Fr. Hareketle alâkalı. Hareket dolayısıyla meydana gelen, hareketli. kinever : f. Kin besleyen, hased eden, kinci. kinf : Zenbil. * Çoban dağarcığı. kinfire : Burun ucu. kinkin : Yol gösterici, kılavuz. * Bir cins çekirge. * Yer altındaki suyun miktarını bilip kazan kimse. kinn : (C.: Aknân-Akınne) Köle. ◊ (C.: Eknân) Perde, örtü.kinnar : Bez ve keten parçası. kinnarat : Bir nevi elbise. * Çalgılar, defler. kinnare : Mezbaha. kinne : (C.: Kinen) Hurma lifinden yapılan urganın sağlam ve dayanıklı olması. * Dâne çadırı dedikleri ot. * Bir nevi devâ. ◊ Erkek görmüş kadın.kinneb : Kendir otu. * Kınnap. İnce sicim. kinnesrin : Şam diyârında bir mekân adı. kinnîne : Büyük şişe. * Şarap kabı. kins : Her nesnenin aslı ve bitecek yeri. kintar : (C.: Kanâtir) Yüzyirmi rıtıl veya yetmiş bin dinar. * Çok mal. * Bir sığır derisi dolu altın ve gümüş. ◊ Belâ, meşakkat, zahmet.kinve (kunve) : Koyunu döl için saklamak. kipti : Avrupanın bazı cihetlerine Hintten gelerek yerleşen çingenelere verilmiş isim. Çingene. kîr : Katran, zift. kir'av : Çorak tarla. kira : Konaklık etmek. * İhsan etmek. kira' : Kirâ. Bir eşya veya yerin, geçici bir zaman kullanılmak üzere para ile bir kimseye verilmesi. * Böyle bir şey karşılığı alınan para. ◊ Cimâ etmek. * Sağlam, muhkem. * Şiddetli.kiraat (kiraet) : Okuma. Düzgün ve çabuk okuma. * Okuma kitabı. * Fık: Namazda Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak. kiraathane : Müşterilerine gazete, mecmua ve kitap gibi şeyleri bulunduran geniş ve içi döşenmiş kahvehane. kirab : (Kerübe. C.) Yeri sürüp aktarmak. * Yeri süpürmek. * Suyun aktığı yerler. ◊ Kılıç veya bıçak kını.kirabe : Yeri sürüp aktarmak. kiraf : Cima etmek. * Karışmak. kiraği : (Bak: Şebnem) kiram : Benzetmeli, kinâyeli. * (Kerim. C.) Kerimler, şerefliler. * Eli açık cömert kimseler. ◊ Nakışlı perde. * Duvara tutulan örtü. * Çarşaf.kiramen kâtibîn : İnsanların iki tarafında bulunup, sevablarını ve günahlarını yazan meleklerin adı. kiran : (C.: Kırânât) Yakınlık, mukarenet. * Ayrı iki şeyin birleşmesi. * İki gezegenin bir burçta bulunması. kirar : Davarın yaşını anlamak için dişine bakmak. ◊ Bir daha, tekrar. Tekerrür.kiraren : Tekrar tekrar, çok sefer, tekrar suretiyle. kirat : Dirhemin onaltıda birini ifade eden eski bir ağırlık ölçüsü. kiraz : Rahmin, kabul ettikten sonra yine dışarı döktüğü meni. ◊ Evmek, acele.kirba : (C.: Kıreb-Kırebat) Saka tulumu. Deriden su kabı. * Tıb: Çocuklarda karın şişmesi. * Süt tulumuna da kırba denir. * 13 bin dirhemlik veya 32 okıyyelik bir kab. kirbal : (C.: Kerâbil) Hallaç yayı. * Kalbur. kirban : Yakınlık. * Cimadan kinâye olur. ◊ Dolu kap.kirbas : (C.: Kerâbis) Bez. Kumaş, keten veya pamuk bez. kirbasî : Bez satıcı kimse. kird : Atılmış yünü andıran bulut. * Maymun. kirdar : Bir kimse, tasarruf ettiği yerin bir zirâ veya iki zirâ toprağını almak için başkasına satmak. * Bina. * Ağaç. kirdide : (C.: Kerâdid) Bir miktar toplanmış hurma. * Sepet dibinde geri kalan hurma. kirdikâr : f. Sâni. Yapan Allah (C.C.). kirf : Kabuk. kîrfam : f. Simsiyah, katran renginde. kirfe : Töhmet. * Ağaç kabuğu. * Darçın. kirfî : Bazısı bazısının üstüne yağılmış olan yüksek bulutlar. * Yumurtanın dış kabuğu. kiris : f. Yaltaklanma. * Aldatma, kandırma, hile yapma. kirişek : f. Savaşçı, cengâver, muharib. kirişte : f. Çerçöp. kiritik : (Bak: Kritik) kirkanbar : İçinde çok çeşitli şeyler bulunan yer veya kap. * Çok şeyler bilen kişi. kirkbayir : Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü. kirkire : (C.: Kerâkir) Şecaat. * Deve göğsü. kirkis : Küçük üvez.* Köpeği çağırmak. * Yüzük yapılan özlü balçık. kirla : 'Bir kuş cinsidir ve sulardan balık avlar; derler ki su içine girdiğinde bir gözüyle üstünü gözler, bir gözüyle su içinde avını gözler. Gayet korkak bir kuştur.' kirm : (C.: Kurum) Ulu şerif, şerefli kişi. ◊ f. Böcek kurdu.kirmaz : Beyaz ekmek. kirmeta : Kitapla satırların veya yürürken adımların birbirine yakınlığı. kirmîd : (C.: Karâmid) Pişmiş kiremit. kirmil : (C.: Karâmil) Azgın devenin yavrusu. * İki hörgüçlü deve. kirn : Korkak. kirnak : Halayık, cariye, esir kadın. kirnas : Doğan kuşunun, avının ardınca gitmesi. kirpas : f. Padişah veya vezir konaklarındaki divanhâne. kirpik : Göz kapağının kenarındaki kıllar. * Bir nevi taş. * Hayvan ve nebatların beden yapısında bâzı küçük ve ince uzantılar. kirra : Soğuk, berd. * Çok fazla susuzluk. * Akıllılık. kirrîs : Sazan balığı. kirs : (C.: Ekrâs-Ekâris) Her nesnenin aslı. * Bir araya getirilmiş beytler. * Biri biri üstüne yığılmış kalmış davar tersi. kirş : İşkembe. Geviş getiren hayvanların midesi. * Karın, mide. kirşib : Yaşlı davar. * Arslan. Çok yiyen, obur. * Uzun boylu kimse. * Kötü ahlâklı. kirta'be : Bez parçası. kirtab : Kafası üstüne yıkmak. kirtale : (C.: Kırtâl) Yemiş toplamakta kullanılan sepet. kirtas : (C.: Karâtis) Kâğıt. Kâğıt tabakası, sahife. * Kâğıtçı. kirtasiye : Kâğıt işleri. Kâğıtla alâkalı. Onunla yapılan muâmeleler. kirtibiyy : Bir nevi oyun. kirtît : Zahmet meşakkat. kirvan : Kafile, kervan. * Dünyanın her tarafı. Doğu ve batı. kirzab : (C.: Karâzıbe) Keskin kılıç. * Hırsız. kirzam : Saçma sapan şeyler konuşan. Manâsız sözler söyliyen kimse. kirzim : (C.: Kerâzim) Yüksek burunlu kimse. * Büyük balta. kirzîn (kirzin) : (C.: Kerâzin) Büyük balta. kis : (C.: Ekyâs) Cepte taşınır küçük para kesesi. * Rahimde döl yatağı. * Bedendeki bâzı sıvıların toplandığı kese biçimindeki oyuklar. ◊ Kıyas et, buna benzet, bununla ölç! More…kiş : f. Din, mezheb. * Keten kumaş. * Ok kuburu, sadak. * şimşir. kiş' : (Bak: Kaş') kiş'a : Bulut açılıp dağıldıktan sonra havada geri kalan parça. kiş'ame : Fak dedikleri nesne. * Küçük arı. * Kene. kisa : Halı, seccâde. Yünden yapılan elbise. kisa' : (Kas'a. C.) Tabaklar, çanaklar, çömlekler. kişa' : (C.: Kuşu) Hamam süprüntüsü. * Kuru deri. * Deriden olan ev. kisabe : Kesicilik, kasaplık. kişaf (küşâf) : Bir kaç yıl üstüne yük vurulmayan deve yavrusu. * Dişi deve hâmile iken erkek devenin ona cimâ etmesi. kişah : Davarın böğrüne yapılan işaret. kisal : Bir yerde oturup kalan ve gideceği yere geç giden. kisar : (Kasir. C.) Kısalar. Kasr olanlar. kisas : Cinayette ödeşmek. Bir suç işliyenin aynı şekilde cezalandırılması. Öldürme veya yaralanmada suçlu olana aynı şeyin yapılması. Suçsuz yere adam öldürene veya yaralayana şeriatın aynı cezayı More…kisasen : Kısas yoluyla. Öldüren veya yaralayanı eşit şekilde cezalandırarak. kisb : (Bak: Kesb) kisb ü kâr : Kazanç, iş güç. kişbar : Ağaç parçası. kisbî : Kazanılmış, kesbedilmiş. Kesb ile alâkalı. kisde : (C.: Kusad) Bir şey kırıldığında herbir parçası. kişde : Yağın tortusu. * Maymunun dişisi. kise : (Kis-Kese) f. Küçük-büyük torba kab. * Para kesesi. Kumaştan çanta biçiminde torba kab. * Yoğurt kesesi. * Para. Para hesabı. Öz para. * Kestirme yol. kisebür : f.Yankesici, hırsız. kisedar : f. Parayı toplıyan, para hesabını tutan kimse. Vekilharç. kisef : (Kisf. C.) Kıt'alar, parçalar, kısımlar. kisfe : (C.: Kisef) Kısım, cüz, parça, bölüm. kisim : (Kısm) Bir parça, bölük, takım, kesim. * Kapalı avucunun alabildiği miktar. kisir : Çocuğu olmaz, doğurmaz. * Münbit olmayan ve mahsul alınamayan verimsiz toprak. kiskis : Taşın ve toprağın ufağı. kisl : Zayıf kişi. kişla : Askerlerin barınmalarına mahsus bina veya yer. kişlak : Kışın, otundan ve suyundan istifade edilen arazi. kislam : Isırıcı hayvan. kişm : Et. * İç yağı. kismal : Kesmek. kisme : Kırık parçası. * Misvak parçası. kismen : Bir kısım olarak. Bir parça olarak. kismet : Bölmek ve ayırmak. Bahşetmek. Taksim etmek. * Fık: Hisse-i şâyiayı, yani, taksim olunmamış maldaki hisseleri sahiplerine tahsis etmektir. kismî : Bir kısmı, bir parça, bir bölüm. kişmiş : f. Çekirdeksiz çok küçük tâneli üzüm. kişniş : Güzel kokulu bir tohum olan karakimyon. kisr : Üstünde eti çok olmayan kemik. * Çadır eteği. kişr (kişir) : Kabuk. Dış taraf. * Libâs. kisra : Husrevden muarreb veya galat olan bu isim Sa'sâniler sülâlesinden olan Eski İran padişahlarına ve bilhassa Nevşirvan'den sonrakilere verilmiş olup, Rum imparatorlarına Kayser, Çin More…kisra (kusâre) : Ekincilerin kesmik dedikleri başakta kalan buğday. Buğday çalkandığında kalbur içinde kalan kaba buğday başları. kisre : (C: Kiser) Ekmek parçası. * Parçalanmış olan şeyin bir parçası. kişre : Yüzüne gülmek. kişrî : Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan. kiss : Nasâra tâifesinin ulusu, reisi ve danişmendi. * Bir yerin adı. kissa : Fıkra. Hikâye. İbret verici hikâye. Vak'a. Mâcerâ. Rivâyet. kissagû : f. Hikâye ve kıssa anlatan. kissagüzâr : f. Hikâye anlatan kimse, masal söyliyen kişi. kissahân : f. Hikâye söyliyen, kıssa ve masal anlatan. kissaperdâz : f. Hikâye düzen kişi. Kıssacı, masalcı. kissât : (Kıssa. C.) Kıssalar. Hikâyeler. kişşebe : Dişi maymun eniği. * Cüssesi küçük olan kız. kissis : Keşiş. Papaz. Hristiyan din adamı. kist : Pay. Hisse. Nasib. Kısım. Mizan. Rızık. Kısım kısım verilen bir hediyenin, borcun her defada verilen bir parçası. Tartı ve ölçüde doğruluk. Adalet etmek. ◊ f. Kimdir? (mânâsına More…kişt : f. Ekin. * Tarla. kistas : Mizan, ölçü. Büyük terazi. Kıyamet günündeki büyük terazi. * Mânevi değer ve kıymet ölçüsü. * En doğru tartan. * Taksit. Taksit ile ödenen şey. kisteyn : İki hisse, iki pay. İki ölçü, iki parça. kiştkâr : f. Çiftçi, ekinci. kiştzar : f. Ekinlik, ekin tarlası, tarla. kisve : Elbise. Kılık. Hususi kıyafet. Küsve. Kisbet. kisved : Kuvvetli, boynu kalın olan kişi. kişver : f. Memleket, ülke. * İklim. kişvergir : f. Ülke tutan. Pâdişah, hükümdar. kişvergüşa : f. Ülke açan, cihangir. kişverhüda : f. Hükümdar, pâdişah. kişverküşa : Memleket fetheden. kisvet : Elbise. * Özel kıyâfet. * Yağlı güreş yapan pehlivanların giydikleri, meşinden ve dar paçalı olan pantolon. Kisbet. kit' : (C.: Aktâ-Aktu) Deve palası. * Yük üstüne örttükleri palas. * Gecenin bir miktarı. * Yassı ve büyük olan ok temreni. kit'a : (C.: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri. * Memleket. Ülke. * Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım. * Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası. * Ask: Çok More…kita' : Kesme, parçalama, kat etme. * Haram olan şey. kitaat : (Kıt'a. C.) Bölümler, cüzler, parçalar. * Büyük kara parçaları. * Askeri birlikler. * Ülkeler, memleketler. kitab : Kitab. * Levh-i mahfuz. * Kur'ân. kitab (kutub) : Karıştırmak. * Yüzünü pörtürmek. * Kaşlarını bir yere toplayan. kitab-hane : f. Kitabevi, kütüphane. Kitap okunan veya satılan yer. kitabe : Kabartılarak veya oyularak sert levhalar üzerine yazılan yazı. Levha olarak yazılan manzum olmayan nesir halinde levha yazma ilmi. * Mezartaşı yazısı. kitabet : Yazmak. Kâtiblik. Usulüne göre bir şeyi yazmak. kitabî : Kitaba dair ve müteallik. Kitaba tabi olan. Kitaba uygun. Kur'an, İncil, Tevrat kitablarından birine inanan. Semavî kitaplardan birine inanan. kitade : Geven, dikenli ot. kitaf : Bağdan üzüm kesecek ve ağaçtan yemiş devşirecek vakit. ◊ İp.kital : Muharebe. Kavga. Öldüresiye yapılan karşılıklı harp. kitar : (C.: Kutur-Kuturât) Deve katarı. kitb (kitbe) : (C.: Aktâb) Bağırsak. kitbe : Kitabe yazmak. Zam ve cem'etmek. Artırmak ve biriktirmek. kîte : Bir gün veya bir gece yenecek yemek. kitf : Üzüm salkımı. Salkım. * Toplanmış yemiş. kitfeyn : İki omuz küreği. kitfir : Zeliha'nın kocası olan Mısır azizinin ismi. kiti : (Giti) f. Dünya. Yer. Cihan. Âlem. kitkit : Ufak taneli yağmur. kitl : (C.: Aktâl) Düşman, adüvv. * Misil, benzer, eş. kitle : Kütle. Yığın. Küme. * Mâden, taş gibi şeylerden toplu şey. kitlik : Kahtlık. (Bak: Kaht) kitman : Sır saklama. Kimseye sır açmama hâli. kitmir : Ashab-ı Kehf'in köpeğinin adı. * Hurma ile çekirdeğinin arasındaki ince zar. Çekirdeğin arasındaki ince pürüz. * Hakir ve küçük olan şeylerde mesel olmuştur. kitr : Her nesnenin ortası. * Deve hörgücü. ◊ Nişan oku. * İblisin ismi. ◊ Erimiş bakır.kitt : (C.: Kutut) Nasib, hisse. * Kitab ve kâğıt. * Erkek kedi. kitta : Dişi kedi. kittavş : Kedi. kivam : Olgunluk derecesi. Her şeyin en uygun hali. * Mâyi bir şeyin koyulaşmış hali. * Tav. * Durma. * Çağ. * Bir şeyin nizamı. * Doğrular. Dikler. Dik ve doğru çizgiler. kivare : Petek. kivra' : Horozların birbiriyle döğüşmesi. kiy'a : Düz yer, arz-ı müstevi. kiya' : Erkek dişiye aşmak. * Hurma ve buğday döktükleri düz yer. kiyad (kiyâde) : Çekmek. kiyadet : Kumandanlık, seraskerlik. Kumanda. kiyae : Zayıflık. * Korkaklık. kiyafet : Bir şeyin dış görünüşü, zâhiri. * Bir kimsenin giydiklerinin bütünü. * Heyet, şekil, suret. * Feraset. * Bir kimsenin ardınca olmak. kiyah : f. Ot. kiyahbeste : f. Ot bitmiş, ot yetişmiş. kiyam : Ayakta durmak. Ayağa kalkmak. * Ayaklanmak. İsyan. * Ölümden sonra tekrar dirilmek. * Bir işe başlamak, devam etmek. * Satılan bir mal hakkında müşteri ile anlaşıp kararlaşma. * Canlanmak. * More…kıyamet : Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman. * Mc: Büyük belâ. * Fazla sıkıntı. kiyamet suresi : Kur'an-ı Kerim'in 75. Suresi olup 'Lâ Uksimu' Suresi de denir. Mekkidir. kiyan : f. Merkez. * Yıldız, seyyâre. ◊ Tabiat.kiyane : Kefâlet, kefil olma. kiyas : Benzetmek, karşılaştırmak, mukâyese. İki şeyi birbiri ile karşılaştırmak. Benzeterek hüküm ve muhâkeme etmek. * Man: Doğru kabul edilen iki hükümden bir üçüncü hükmü çıkarmak. * Fık: İki More…kiyasen : Kıyas yoluyla, benzeterek, kaideye tatbik ederek. kiyaset : Zeki. * Uyanıklık. Zekâ. Ferâset. Zeyreklik. kiyasî : (Kıyâsiyye) Benzetme ile olan. * Genel kaideye uygun ve muvafık olan. kiyasiyyat : (Kıyâsi. C.) Benzetme veya tatbik ile olanlar. * Umumi kurallara uygun olanlar. kiyate : Azık vermek. kiyem : (Kıymet. C.) Kıymetler, değerler. kiyemî : (C.: Kıyemiyyât) Az bulunan pahalı şey. kiyemiyyat : (Kıyemî. C.) Değerli nesneler, az bulunan pahalı şeyler. kiyfal : Baş damarı. kiyfe (kife) : Bez parçası. kiymet : Değer, baha, semen, bedel. kiymet-agâh : f. Kıymetten anlar, değer bilir. kiymet-dâr : f. Değerli, kıymetli, pahalı. kiymet-nâ-şinâs : f. Değer takdir edemiyen, kıymet bilemiyen. kiymet-şinas : f. Kıymet bilir. İnsaniyetli, değer bilir. kiyr : Demirciler körüğü. * Dağ, cebel. kiytas : Balina balığı, kadırga balığı. kiyya : Sakız. kiyye : Okka. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Kıyye-i atika da denir. Şimdiki 1282 gram. (Bak: Okıyye) ◊ Sakız.kîz : Küçük kap. kiza : Yemeği çok yemekten dolayı basan ağırlık. ◊ Yumuşak yerlerde biten bir ot cinsi.kizaf : Sür'atle gitmek, hızla gitmek. kizan : Oğlan, erkek çocuk. * Delikanlı, cesur ve silâhlı köylü genç. kizb : Yalan. Yalan söyleme. (Sıdkın zıddı) kizban : (Kadib. C.) İnce düz fidanlar, çubuklar, dallar. kizbere : Baldırıkara adı verilen ot. kizil : t. Kırmızı, alrenk. * Kıldan yapılan ip. * Aşırı, müfrit. kizil tehlike : Dinsizlik, anarşistlik ve komünistlik tehlikesi. kizilbaş : Râfizîlere verilen bir isim. kizilelma : Tar: Osmanlı Türkleri tarafından Roma'ya verilen addır. (O.T.D.S.) kizilhaç : Hristiyan ülkelerde Kızılay karşılığı olan yardım teşkilâtı. kizir : Köy muhtarının yamağı hükmünde olan adam. Köy kâhyası. kizm : Katı, şiddetli, şedit. kizr : Pak olmayan nesne. * Temiz olmayan şey. kizyun : Toprak parçası. kizze : Ufak taş. * Taşlı çukur yer. * Kızlık dedikleri hâlet. klasik : Fr. Çok eskiden yazıldığı hâlde değerini kaybetmeyen eser veya san'at eseri. * Âdet hâline gelmiş usul. klasör : Fr. Tasnif işlerinde kullanılan, gözlere ayrılmış dolap veya çekmece. * Geniş mukavva dosya. klinik : yun. Hastaya bakılan yer. * Ders gösterilen hastahane koğuşu. klişe : Fr. Matbaada tipografik baskıda kullanılan kabartma resim veya yazılar çıkarılmış madeni levha. klüp : ing. Eğlenerek boş olarak vakit geçirmek yahut okumak, konuşmak üzere üyelere mahsus toplantı veya eğlence yeri. koalisyon : ing. Bir maksad için birleşen kuvvetler yahut partiler topluluğu. koç yiğit : Güçlü kuvvetli, bahadır, gözünü budaktan sakınmaz, cengâver. koçkar : Dövüş için terbiye olunmuş iri koç. kodaman : İleri gelen. Servet veya mevki sahibi kimseler hakkında alay yollu söylenir. kodes : Tavuk yeri, kümes. * Hapishane. kof : İçi boş. Kovuk. * Aklı ve ilmi olmayan. Câhil. köftehor : (Bak: Kuftehar) köhne : f. Eski, eskimiş. * Zamanı geçmiş. Demode olmuş. köhnebahar : Sonbahar. kokona : Yaşlı rum kadını. kolağasi : t. Eskiden mevcud olan yüzbaşı ile binbaşı arasındaki rütbe. köle : t. Bütün tarihî devirlerde başka milletlerden, yabancılardan zorla kaçırılıp hürriyetten mahrum hale getirilerek hizmette kullanılan erkek. kolon : Fr. Sütun. * Matbaacılıkta, dizilen yazı sütunu. koloni : Fr. Bir ülkenin, sınırları dışında işgal ettiği ve yönettiği ülkeye sıkı bağlarla bağlı arazi. * Başka bir memlekete yerleşmeğe giden göçmen topluluğu veya bir topluluğun yerleştiği yer. * More…kolordu : t. Ekseriyetle üç tümen ve diğer tamamlayıcı birliklerden kurulan askeri birlik. komando : (Portekizce) Ask: Müstakil olarak çalışan ve baskın, sabotaj v.b. gibi özel vazifeler yapan, az sayıda askerlerden kurulu birlik, çete. kombinezon : Fr. Tertib, düzenlemek. * Çare. * Kadın iç gömleği. komedi : yun. Cemiyetin gülünç ve kusurlu hâllerini ortaya koyan tiyatro eseri. * Uydurma, yapmacık hareket veya söz. * Gülünecek hareketler. komediyen : İki yüzlü, riyakârlık gösteren. * Komedi oynayan tiyatro oyuncusu. Maskara. komiser : Fr. Emniyet teşkilâtının meslek dereceleri içinde yer alan ve en az lise tahsilini yapmış, polis enstitüsünün orta ve yüksek kısmını tamamlamış üniformalı veya sivil memur. komisyon : Fr. Meclis şubesi. Hususi surette teşkil olunan meclis. * Ticarette vasıtalık etme, dellâllık ücreti. komita : (Slavca) Maksadına ulaşmak için ekserî silah kullanan, siyasî, gizli ihtilaki cemiyet. Eşkiya. komitaci : Siyasi bir gayeye ulaşmak için, silâhlı mücadele yapan gizli bir topluluk veya teşkilâtın mensubu olan kimse. komite : Fr. Bir komisyon arasından seçilmiş âzası bulunan, bir iş için toplanan hey'et. Meclis şubesi. Hey'et. kompartiman : Fr. Yolcu trenlerinde vagonların bölümlerle ayrılmış kısımlarından her biri. kompetan : Fr. Bir işi iyi bilen. Bir şey hakkında yerinde kararlar alabilen kimse. kompleks : Fr. Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. * Basit olmayan. Mürekkep. * İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı More…komplo : Fr. Bir kişiye karşı toplu olarak alınan karar. Tuzak. Suikast. komprime : Fr. Toz halinde iken sıkıştırılıp ufak hap haline getirilmiş ilaç. konak : Menzil, yolculukta gece vakti inilen yer. * Yolculukta bir yerde durma, dinlenme. İki menzil arasındaki yol. * Büyük ev, zengin ve mükellef ikâmetgâh. * Resmi dâire. kondüktör : Fr. Kılavuz, memur, müdür. * Trenlerde vagon ve bilet işlerine bakan vazifeli kimse. konferans : Fr. Dinleyicilere herhangi bir mevzu hakkında bilgi vermek gayesiyle yapılan konuşma. kongre : Fr. Çeşitli memleketlerden yöneticilerin, elçilerin ve delegelerin katılmasıyla yapılan toplantı. konsey : Fr. İdare vazifesi yüklenmiş kişilerin topluluğu. * Müzakere hâlinde bulunan kimselerin meydana getirdiği kurul. * Bu tarz bir toplantının yapıldığı yer. konsolit : (Konsolide) Fr. Ana sermayenin ödeme tarihi belli olmayan ve yalnız faizi ödenen devlet tahvili. konsolos : İtl. Yabancı ülkelerde yurttaşlarının haklarını korumak ve bağlı bulunduğu hükümete siyasî ve ticarî bilgileri vermekle vazifeli hariciye memuru. kontenjan : Fr. Alâkalıların her birine düşen miktar veya yer. Pay miktarı. konvoy : ing. Aynı yere giden nakil vasıtaları topluluğu. * Aynı yere nakledilen insan grubu. * Harb gemilerinin himayesinde sefer yapan yük gemileri katarı. kopil : Küçük Rum çocuğu. * Çapkın, külhani. kor : t. Her tarafı iyice yanıp içine kadar ateş hâline gelmiş kömür veya odun parçası. * Askeriyede kolordu. korsan : itl. Deniz haydutu. Deniz eşkiyası. * Başkaların haklarını zor kullanarak yiyen kimse. * Bir hakkı izinsiz olarak kullanan. korsan gemisi : Deniz hırsızlığı ve korsanlık yapan gemiler. Düşman gemilerini basarak mallarını alan bir devletin donanma gemilerine de aynı ad verilirdi. körük : Ateşi havalandırmak için yapılmış bir âlet. * Hava ile çalışan bazı çalgıların hava vermeğe mahsus kısmı. köşe : (Bak: Kuşe) köşeli parantez : t. Cümleden tamamıyla ayrı 'haşiye' gibi bir sözü içine alır. kostantiniyye : İslâm dünyasında İstanbul için kullanılmış isimlerden biri. kotra : ing. Tek direkli, yelkenli, narin küçük gemi. koy : Küçük körfez. Karanın içine girmiş, rüzgârdan saklı deniz parçası. Deniz koyuna benzer, çevresi mahfuz yer. Köşe, bucak. kozmoğrafya : yun. Yıldızların yerlerinden ve hareketlerinden bahseden ilim. Felekiyyat. İlm-i hey'et. kozmopolit : Fr. Her yabancı şeye karşı alâka gösteren, milliyet duygularından mahrum kimse. * Çeşitli milletlerden insanları içine alan. kozmoz : (Kozmos) yun. Kâinat. Bütün gökler. kramp : Fr. Adalenin kasılması. krater : (Bak: Atmiye) kritik : yun. Tenkid. Sıkışık durum, sıkıntılı. * Tıb: Hastalığın en kötü zamanı.KRUVAZÖR : Fr. Daha ziyade toplarla mücehhez açık denizlerde emniyeti te'min etmek ve konvoyları korumakla More…ku'bere : Bileği meydana getiren iki kemiğin küçüğü. ku'ku' : Alaca renkli, uzun gagalı bir büyük kuş. kual : Üzüm çiçeği. kuas : Koyunun burnunda olan bir hastalık. ◊ Bir hastalık (ki göğüsü tutar.) ◊ Boynun içine geçik olması.küayt : (C: Ki'tân) Bülbül. kub : f. 'Vuran, vurucu, döven' mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: (Leked-kub: Tekme vuran) kuba' : Hınzır avazı. * Büyük ölçek. kubaa : Serçe gibi küçük bir alaca kuşun adı. * Avcıların giydiği hırka. kübab : Bir yere toplanmış kum. kübad : Tıb: Karaciğer iltihabı. kubakib : Acele eden kimse, aceleci.* Bir yıldan sonra olan yıl. kubale : Mukabele. * Kapı önü. kuban : (Kub. C.) f. Vurucular, dövücüler. * Vurarak, döverek mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. kübas : Başı büyük olan erkek. kubb : Kürk. kubbe : Yarım küre şeklinde yapılan bina damı. kübbe : (C: Kübb) At sürüsü. * İplik yumağı. kubbe alti : Tar: Topkapı Sarayı'nda başta sadrazam olmak üzere devlet adamlarının ve vezirlerin toplanıp devlet işlerini görüştükleri yer. kubbe-nişin : f. İstanbulda Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denen yerde toplanan kabine üyeleri denebilecek toplantıya katılan vezirlerin herbiri. kübbene : Bahil kişi. kubbere : (C: Kubber-Kabbere) Turgay dedikleri küçük kuş. * Bacaksız, kısa boylu kimse. kubbitî : Beyaz helva satan kimse. kubeb : (Kubbe. C.) Kubbeler, kemerler. Tepesi yuvarlak, yarım küre şeklinde yapılan binâ damları. kübera : (Kebir. C.) Büyükler. Ulular. kubh : Günah ve çirkin hareket. Kabahat. Suç. * Fık: Aklen ve şer'an müstehcen olup dünyada zemme, âhirette azaba ve itaba mahal olan şey. kubhiyyat : (Kubh. C.) Çirkin hareketler ve işler. Günah ve çirkin şeyler. kubkuba : Acele etmek. kübkübe : İnsan topluluğu. * At sürüsü. kuble : Öpme. kübr : Yakınlık. kübra : (Ekber'in müennesi) Büyük, daha büyük, en büyük. * Man: İkinci kaziye (İkinci önerme). Yâni, hadd-i ekberin bulunduğu cümle (Bak: Hadd-i ekber). kubtiyye (kibtiyye) : (C: Kubâti) Mısırda yapılır parlak ince keten bezi. kubu' : Kirpinin büzülüp başını derisine çekmesi. * Bir kimsenin başını yakasına çekmesi. kubub : Kuruluk. kübud : (Kebed. C.) Karaciğerler. kubul : Erlerin ve kadınların önü. * Evvel, önce, ilk. kubun : Gitmek. kubur : (Kabr. C.) Kabirler, mezarlar, türbeler. kubus : Sür'atle yürüdüğünden yere tırnağının ucundan başka yeri değmeyen at. kubza (kabza) : (C: Kubzât) Bir tutam nesne. küca : f. Nereye? Nasıl? kuçe : f. Dar sokak, küçük sokak. * Pazar, çarşı. küda : Mekke-i Mükerreme'de Bâb-ı Umre'nin yolu. küdade : Çömlek dibinde kalan yemek. kudahis : Bahâdır, kahraman, şucâ. kudam : f. Hangisi? Hangileri? (mânasına sorudur) küdame : Her nesnenin bakiyyesi. kudar : Büyük yılan. * Aşçı, tabbah. Deve boğazlayıcı, deve kasabı. kudas : Gümüş boncuk. küdas : Hayvan aksırığı. kudat : (Kadı. C.) Kadılar. Şeriat kanunlarıyla hâkimlik edenler. kuddam : Ön taraf. İleri taraf. kuddamî : Ön. kuddise : Mübarek, kudsi ve mukaddes olsun. anlamına gelen bir kelimedir. kuddus : Kusur ve noksanlıklardan müberrâ olan, en mukaddes. Hiç eksiği olmayan, pâk, temiz. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarındandır. * Mübarekliğin hadsiz derecesini ifâde eder. 'En More…kuddusî : Cenab-ı Hakk'ın Kuddus sıfatına dair ve müteallik. Kusursuz olan Cenab-ı Hakk'a ait. * Kudsi ve temiz olana ait ve ona müteallik. kudegî : f. Çocukluk. kudek : (C.: Kudegân) f. Çocuk, sabi. kudek-meniş : f. Çocuk tabiatlı. Çocuk mizaclı. kudema : (Kadim. C.) Kadimler. Eski büyükler. Eski adamlar. İleri gelen büyükler. Eski zamanda gelmiş olanlar. kudeyh : Küçük kadeh, kadehcik. kudmus : Kadim nesne, eski. kudret : Güç. Takat. * Her yeri kaplayan kudretullah. * Varlık. Ehliyet. Becerebilme. * Zenginlik. * Kabiliyet. kudretyâb : f. Gücü yetebilen, yapabilen, kuvvet ve kudreti olan. kuds : Mübareklik. Kudsilik. Nezafet. Pâk olmak. Noksanlardan uzak olmak. küds : Dövülmemiş harman. kudsî : (Kuds. dan) Mukaddes, kutsal, muazzez. kudsiyan : Kudsiler. * Melekler. Melâike taifesi. kudsiyet : Kudsilik, mukaddeslik, azizlik. * Temizlik, paklık. kudsüman : Erkek örümcek. küdû : Yerin otu geç bitmek. küdu' : Soğuğun bitkilere zarar vermesi.KÜDUR : (Keder. C.) Kederler, hüzünler, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar. kudum : Uzak ve uzun bir yoldan gelmek. * Ayak basmak. * İleri geçmek. İlerilik. kudumiyye : Uzak yoldan gelen bir büyük zâta, oranın halkı tarafından takdim edilen hediye. * Edb: Böyle bir vaziyetten dolayı yazılan kaside. kudur : (Kıdr. C.) Çömlekler, tencereler. Yemek pişirilen kaplar. küduret : (Keder. den) Bulanıklık. * Koyuluk, kesiflik. * Kaygı. Tasa. Kederlilik. kudurî : (Hi: 362 - 428) Bağdadlıdır. Ahmed İbn-i Muhammed Bağdâdi diye de anılır. Hanefi fıkıh âlimlerindendir. Bu zatın, fıkha dâir meşhur kitabının ismi de Kudurî'dir. küdürr : Azâsı çok şişmiş olan yiğit. kudve : Halkın uyup tâbi oldukları kimse. küdye : Kazılması güç olan sert yer. kuf : f. Baykuş denen bir kuş cinsi. küf : Yetiştiği satıhta kimyevî değişikliklere sebep olan küçük boylu mantarlara verilen umumi ad. * Maddelerin oksitlenme neticesinde dış tarafını kaplayan tabaka. Pas. küfae : Davarın bir yıllık dölü, sütü, yoğurdu, yünü ve yapağısı. kufahir (kufâhirî) : Büyük ve iri cüsseli kimse. kufaî : Burnu sıcaktan kavlar kızıl kimse. küfale : Zammetmek, artırmak. * Boynuna almak. kufan : Zahmet, meşakkat. * Kufe dedikleri beldenin adı. kufar : (Kafr. C.) Issız ve susuz yerler. Çöller, sahralar. küfat : (Küfv. C.) Eşitler. * Denkler, müsaviler. kûfe : Kızıl kum. * Kızıl kumlu bir yerin adı ki o sebebten 'Kûfe' diye isim verilmiştir. ◊ f. Küfe. Dayanıklı ve kaba büyükçe sepet.küfe : f. Taze dallardan veya kamıştan örülmüş, derin ve çeşitli boyda kaba sepet. kuff : Yüksek yer. küffar : (Kâfir. C.) Gâvurlar. Hak din olan İslâmiyeti inkâr edenler. Kâfirler. kuffaz : Kadınların ellerine ve ayaklarına taktıkları bir süs eşyası. * Eldiven. kuffe : (C: Kıfâf) Pamuk sepeti. * İçine kumaş konan nesne. * Yüksek yer. * Kurumuş. * Çürük ağaç. küffe : (C: Küfât) Kaftan nigendesi, kaftan zencifi. kufî : Kûfe şehrine mensub. Bu şehirle alâkalı. küfiyyun : Eski arabça âlimlerinin ayrıldığı iki büyük şubeden biri olup diğerine Basriyyun denirdi. kufl : (C.: Akfâl) Kilit, sürgü. küfne : Ağaç, şecer. küfr : Örtmek mânâsınadır. Kalbe âit bir sıfattır. Hak dini inkâr edip, hakkı inkâr edene ve gizleyene 'kâfir' denilir. Kâfirliğin sıfatı küfürdür. * Allaha inanmamak. Hakkı görmemek. More…küfr ü dalal : Kafirlik ve sapıklık. Dinsizlik. küfran : Nankörlük etmek. Allah'ın ihsan ve inayetine mukabil teşekkür etmeyip fiilen veya kavlen inkâr etmek. küfriyyat : Küfre sebep olan işler ve sözler. kûfte : f. Kıyılıp ezilmiş veya dövülmüş et, köfte. kuftehar : f. Köfte yiyen. * Geveze, çenesi düşük. * Şarlatan. Kendini beğenmiş. * Çapkın. kufuf : Kişinin korkudan tüyü ürperip kalkmak. küfuf : (Keff. C.) Avuçlar, el ayaları. kuful : (Kufl. C.) Kilitler. * Seferden veya yolculuktan dönme. küfürbaz : f. Küfür sözü söyleyen. Ahlâksız. Küfrü âdet edinmiş olan. küfüv (küfv) : şerik. Nazir, akran, denk, eş, benzer, misil. Hemtâ. (Bak: Kefâet) küfye : Ancak geçinebilecek kadar olan yiyecek. kûh : f. Dağ. küh : (Bak: Kûh) küh-sar : f. Dağ tepesi. Dağlık. kuhab : At ve deve öksürüğü. kuhamun : f. Tepesi düz olan dağ. kuhan : f. Kambur. * Eyer, at eyeri. * Sığır veya deve hörgücü. kuhariye : Yaşlı kadın. * Yaşlı hayvan. kuhaz : Koyunlara ârız olan bir hastalık. kühbe : Kırmızılığa yakın olan beyaz renk. kuhbeden : f. Dağ gibi iri vücutlu kimse. İri yarı kişi. kuhciğer : f. Dağ yürekli, kahraman, bahâdır, yiğit. kuhe : f. Dağ. * Hücum, saldırma. * Dağ tepesi gibi kubbeli ve sivri olan şey. * Deve hörgücü. * At eyeri. kühen : f. Eski, zamanı geçmiş. Demode olmuş. Yıpranmış. kühenpir : f. Yaşı ilerlemiş. Çok yaşlı, ihtiyar. kühensâl : f. Yaşlanmış, ihtiyarlamış, kocamış. Eskimiş. küheylan : Cins arab atı. (Gözü sürmelidir.) kuhh : Halis, saf, katıksız. kühhan : (Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar. kuhî : f. Dağa mensub. * Dağla alâkalı. * Dağlı. kuhistan : f. Dağlık bölge, dağlık yer. kühistan : f. Dağlık yer, dağı çok olan mevki. kuhken : f. Dağ kazan, dağ deviren. kuhkub : f. Dağ vurucu. Dağı yerinden oynatan. * Kuvvetli at veya katır. * Kale veya sur döven top. kühküm : Oturak yeri kemiği. kuhl : Göz ilâcı. * Göze çekilen sürme. kühl : Sürme. Göz için sürme boyası. kühle : Sığırdili denilen ot. kuhlî : Sürme gibi siyah olan. kuhme : Düşünmeden bir işe girişme. * Şiddet. * Kıtlık senesi. * Zor iş. kuhnümun : f. Heybetli, azametli. Dağ gibi görünen. kuhpare : f. Kuvvetli at. * Dağ parçası. kuhpaye : f. Dağlık arazi. kuhpüşt : f. Kanbur. kuhsar : f. Dağ tepesi. * Dağlık yer. kühuf : (Kehf. C.) Mağaralar. kühul : (Kehl. C.) Orta yaşlı kişiler. Olgun kimseler. kühulet : Orta yaşlılık. (35-40 yaş arası) Olgunluk çağı. Bazılarına göre: Yirmibir ile altmış yaşa kadar olan insanın hayat devresi. Veya otuz ile elli arası. kühure : Yüzünü pörtürmek. kuhut : Kıtlıktan sıkıntı ve eziyet çekme. kuknas : Hindistan'da olan bir cins beyaz kuş. kul : De, söyle, bildir (meâlinde emirdir)('Kul' kelimesi Kur'anın çok yerlerinde mezkûr veya mukadderdir. 'Kul' emri risalet ve nübüvvete işarettir. İ.İ.)Türkçede More…kül'a : Devenin arkasında olur bir hastalık. * Koyun sürüsü. kul'a(t) : (C: Kulu') Ödünç mal. Yurt edinmeye müsait olmayan yer. küla : Kuş kanadının sonunda olan dört telek. kula' : Ağız ağrısı. kulaa : Suyu emip yarılmış ve yerden koparılmış balçık. * Büyük taş. kulab : f. Büyük dalga. * Göl, büyük havuz. ◊ Bir çeşit deve hastalığı.külae : Tehir etmek, sonraya bırakmak. kulafe : Kılıf, kın, kabuk. Zarf. külah : Takke. Kalpak. Baş örtüsü. * Kazıkların toprağa girmesini kolaylaştırmak için uçlarına geçirilen huni şeklindeki demir gömlek. kulakil : İhlâs ve Muavvezeteyn sureleri. kulal : Az, kalil. külale : f. Çiçek demeti. * Kıvrım kıvrım olan saç. Kıvırcık saç. Bukle. külam : Kaba, muhkem ve sağlam yer. kulame : Tırnak kesintisi. Kesinti. kulameteyn : İki tırnak kesintisi. Parantez. ( ) kulb : Bilezik. * Bir yılan cinsi. külbe : f. Kulübe. külbe(t) : Sıkıntı, zorluk, ıztırab. Şiddet. * İki sahtiyan arasına konup dikilen kırmızı kayış. külçe : Eritilip tasfiye olunmamış veya topraktan çıkartıldığı gibi bulunan maden. * Büyük parça şeklinde dökülmüş maden. kule : (C: Kulul-Kılâl) Çocukların oynadıkları bir oyun. külef : (Külfet. C.) Külfetler, zahmetler, sıkıntılar, zorluklar. * Merâsimler. kulel : (Kulle. C.) Kuleler. * Dağ tepeleri. küleng : f. Turna kuşu. kulfe : Zeker ucundaki sünnet edilecek deri. külfet : Zahmet. Sıkıntı. Yorgunluk. Zahmetli iş. Adetten ve lüzumundan çok yorularak çalışmakla iş yapmak. * Merâsim. külhan : f. Hamam ocağı. Hamamda su ısıtmak için ateş yakılan yer. külhani : f. Serseri, çapkın, âvâre. küliçe : f. Külçe. kulis faaliyeti : Toplantı yapılan yerlerde, toplantı haricinde çeşitli grupların yaptığı gizli çalışma. kulkalan : Bir nevi ot. kulkul : Şen, çevik, atik. * Bir şeyin deprenmesiyle çıkan ses. * Büyük, derin deniz. * Hızlı giden at. külkül (külkâl) : Kısa boylu bodur adam. kulkulani : Üveyik kuşuna benzer bir kuş. küll : Hep, tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri. kullab : (C.: Kalalib) Çengel, kanca. Ucu eğri nesne. küllab : (C.: Kelâlib) Çengel, kanca. Ucu eğri demir. kullam : Çöğene benzer bir otun adı. kulle : (C.: Kulel) Doruk, dağ tepesi, zirve. * Kule. * Bazı harp gemilerinin güvertelerinde bulunan ve makine ile hareket eden ağır top. külle : f. Topuk. * Kâhkül. külle yevm : Her gün. küllî : 'Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün. * Çok, ziyade, fazla. * Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın More…külliyat : (Külliyet. C.) Bütün. Hepsi. Hepsi birden. * Bir müellifin bütün eserleri. külliye : (Külliyet) Bütünlük, umumilik, genellik. * Bolluk, çokluk, ziyadelik. * Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Arap vilâyetlerinde bazı medreselere, üniversite karşılığı verilen ad. külliyen : Kâmilen, tamamen. Cüz'î olmamak üzere. Büsbütün. Tamamıyla, toptan, kâffesi. küllü amm : Her sene, bütün sene. küllü dain : Bütün hastalıklar. Bütün dertler. kulmuh : Bir ot. küls : Kireç. külse : (C.: Ekles) Kireç renginde olmak. külsum : Yuvarlak yüzlü. * Yanağı ve yüzü etli olan.KÜLTÜR : Fr. Her türlü fikir, san'at ve âdet varlıklarının hepsi. * Bir kimsenin umumi bilgi seviyesi. * Terbiye. * Ziraat. * Tıb: Tecrübe More…kulub : (Kalb. C.) Kalbler, gönüller. kuluce : Ekin ekmek için yeri ıslah etmek. küluh : Katı yüzlülük. kulunç : Tıb: Şiddetli bağırsak ağrısı. Omuzlarda ve vücutta bir ağrı. külüng : f. Taşçı kazması. külve : (C: Külu-Külliyât) Dağarcık altına çepeçevre diktikleri deri. * Tirşe dedikleri kayış. kulzüm : Deniz, bahr. * Kızıldeniz. kum (kumi) : (Kavm. den) Kalk (mânasına emir). küm' : Ev, beyt. kümahe : f. Nazarlık. kumame : (C: Kumâm) Cemaat, topluluk. * Süprüntü. küman : f. (Bak: Gümân) kumanya : ing. Bir gemi içinde bulunan kimselerin beslenmeleri için gemiye doldurulan erzak. Gemi zahiresi. * Eskiden piyade kayığının arka kısmındaki dolapçık. * Gemi kileri. Geminin erzak koymağa More…kumar : Para vs. karşılığında oynanılan oyun. kumar-hane : f. Devamlı olarak kumar oynanan yer. kumarbaz : Kumar oynayan. Kumarcı. kümaşe : Sürat, hız. kümat : (Kemi. C.) Yiğitler, kahramanlar, savaşçılar. kümdet : Renk değiştirme. kume : Bir yere toplanmış olan şeyler. * Yüksek, yüce yer. kümeyt : Koyu doru at. * Kırmızı şarap. kumistan : f. Kumluk çöl veya arâzi. kumkuma : (C: Kamâkım) İçine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testi. * Bakır şişe, bakır ibrik. kümm : (C: Ekmâm-Ekmime) Gömlek yeni. kumme : Arslanın, ağzı ile aldığı şey. kümme : Kavuk. kummehan : Za'ferân. * Şarap köpüğü. kümmel : (Kâmil. C.) Kâmiller. Olgunlar. İlmen, dinen ve mânen kâmil olan büyük zatlar. Büyük mâneviyat ve fazilet sahibi insanlar. kummele : (C: Kummel) Kene cinsinden bir böcek. kümmelîn : (Kâmil ve kümmel. C.) Kâmiller. kümmî : Konik. Koni biçiminde olan. kumpanya : Fr. şirket. * Mc: Cemaat, zümre. kumrî : (C: Kamâri) Kumru. Dişisine 'kumriye', erkeğine 'sakhar' derler. kümserat : (C.: Kümsereyât) Armut. kümte : Kızıllık, kırmızılık, humret. kümter : (C: Kemâtir) Kısa boylu kaba adam. * Yabani eşek. Vahşi hımar. kumudd : Sağlamak, sert, katı. * Uzun, tavil. kümun : Pusulanıp gizlenmek. * Tıb: Gözde 'gümne' denilen bir dumanlı hastalık görünmesi. kumus : Suya batıp kaybolmak. kumze : Toplanmış hurma. kümze : Bir yere toplanmış hurma. kûn : Kuyruk sokumu bölgesi. Arka, mak'ad, kıç. kün : 'Ol mânasında emirdir. Allah (C.C.) bir şeye Kün dese; o şey olur.' kün feyekûn : (Bak: Emr-i kün) küna : f. Arâzi. Tarla. Etrafı çevrilerek ekilen yer. kunabe : Toplu yapraklar (Buğdayın başı onun içinde olur.) kunah : Çomak. kunais : (C: Kanâıs) Büyük cüsseli, iri vücutlu kişi. künam : f. Kuş yuvası. * Hayvan ini. * İnsanın rahat edip dinleneceği yer. kunan : Koltuk kokusu. * Gömlek yeni. künan : f. 'Ederek, yaparak, eden, yapan' manâlarına gelerek kelimelere eklenir. Meselâ: (Hande-künân: Gülerek) künasat : (Künâse. C.) Künâseler, süprüntüler. künase : Süprüntü, zibil, çöp. künat : (Kâni. C.) Kinâyeciler. Kinâye söyliyenler. künbed : f. Kubbe. kunbua : (C: Kanâbi) Kestikten sonra yine içinde kalan nesne (Ot kökü gibi) künbül : Sağlam, dayanıklı, sert, katı. kunbul(e) : (C.: Kanâbil) Kalın vücudlu kimse. Sinirli ve hiddetli olan. * 30 ilâ 40 yaş arasındaki kimse. * At. * Bomba. kunbura : (C: Kanâbir) Çökük kuşu. kunbuza : (C: Kunbuzât) Kısa boylu kadın. (Müz: Kunbuz) künc : (Günc) f. Köşe. Bucak. Bodrum. küncüd : f. Susam. künd : Biçimsiz, yakışıksız, kısa. * Kesmez, kör. * Yiğit, cesaretli, cesur. * Anlayışsız. Fehim ve idraki kısa. kundak : Küçük çocukları sıkı bağlamaya yarıyan bezler takımı. * Yangın çıkarmak için bir yere sokulan, tutuşturulmuş yağlı bez çıkısı. kundak sokmak : Mc: Ara bozacak bir söz söylemek veya böyle bir harekette bulunmak. * Yangın çıkarmak. künde : f. Suçlu bir kimsenin ayaklarına geçirilen tomruk. * Kalın ve yüksek ağaç. kündekâr : f. Sedefçi. Kıymetli ağaçları işleyen. Marangoz. kündgûş : f. Sağır, işitmez. kündür : (C: Kenadir) 'Günlük' denilen nesne. * Şişman ve kısa boylu kimse. * Vahşi hımar, yabani eşek. * Büyük çuval. kündüs : Saksağan kuşu. kunefhar : Büyük cüsseli, iri vücutlu. künende : f. 'Edici, yapıcı' mânâlarına gelerek kelimelere eklenir. kunfuz(e) : (C: Kanâfiz) Kirpi. * Fare. * Devenin, kulakları ardında terleyen ve teri akan yerleri. * Otları dolaşık yer. küngân : f. Toprak ve çimento gibi şeylerle yapılan su borusu, su yolu. küngüre : f. Kubbenin en yüksek yeri, tepesi. künh : Bir şeyin aslı, cevheri, mikdarı. Dip. Kök. Özü, nihâyeti, vechi. * Vakit, zaman. küniş(t) : f. Mecusi tapınağı. * Yahudi havrası. kunn : Gömlek yeni. künnaşe : (C.: Künnâşât) Kök. künne : Ev kapısı üstüne yapılan sundurma. kunne(t) : (C.: Kanan-Kunen-Kınan) Dağ başı. kunneb : Kendir. Kenevir. kunnebit : (C.: Kannâbit) Lahana cinsinden bir bitki. künnes : (Kânis. C.) Yuvasında ve yatağında olan geyikler. * Gündüzün gizlenen, gece görünen seyyar yıldızlar. (Bak: Hunnes künnes) kunta : Karalık. küntan : Kısa boylu. kunu' : Kanaat etme, kâfi bulma. * Suâl ve tezellül. künu' : Yakın olmak. künübdür : Kaba nesne. künud : Nankörlük. Nimeti inkâr etmeklik. künun : Birşeyi gizleme, saklı tutma. ◊ f. şimdi. El'an.kunut : Ümidsizlik. Ye'se kapılma. künuz : (Kenz. C.) Hazineler. Defineler. künuzât : Kenzler. Hazineler. kunv : (C: Kınân-Kınyân-Aknâ) Üzerinde hurması olan hurma salkımının çöpü. kunyan (kinyân) : Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal. künye : Bir kimsenin nereden ve kimden olduğunu bildiren ve hüviyeti yazılı olan kâğıt. kunye (kinye) : Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal. kunzua : (C: Kanâzı') Çakıl taşı. * Tıraş edilmiş başın üstünde bırakılan bir tutam saç. kûpal : f. Gürz. Demir topuz. küpeşte : Geminin kenarlarındaki tahta siper. * Parmaklığın üzerindeki düz ve kalın tahta. kûr : (C.: Kûrân) f. Kör, âmâ. kur'a : Talih denemek maksadı ile çekilen kapalı pusla veya fal açma. kur'an : Allah (C.C.) tarafından Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtası ile (yâni vahiyle) gönderilen ve beşeriyetin bütün saadet düsturlarını hâvi en mukaddes ve en son More…kûr-boğaz : f. Obur, körboğaz. kura : (Karye. C.) Karyeler, köyler, kasabalar. kura' : İbâdet eden. küra' : '(C: Ekru-Ekâri) İnsanda boyundan aşağısı; hayvanda topuktan aşağısı. * Koyun ve sığır baldırı.' kuraa : Kalem kesintisi. Kalem yongası. kurab : (Kurbet. C.) Yakınlar, akrabalar. kûrabe : f. Kubbeli mezar, türbe. kürabe : Ağaç dibine düşen hurmaları toplamak. kurad : (C: Kırdân-Ekride) Kene adı verilen böcek. küraiyy : Paça satan. kurakir : Güzel sesli kimse. kûrân : (Kur. C.) f. Körler. âmâlar. küran : f. Al renkli at. kûrâne : f. Körcesine. kurare : Çömlek içindeki yemek piştikten sonra yanmasın diye içine konulan su. kurat : Fitil ucundan yanmış yer. kürat : (Küre. C.) Küreler. Yuvarlak olan nesneler. küraz : Ağzı dar bardak. kuraz (kariza) : Isırgan otu. kuraze : Altun ve gümüş kırıntısı. * Kumaş parçaları. kurb : Yakınlık. Yakında oluş. Yakın olmak. Yakınlık kazanmak. (Zamanda, mekânda, nisbette, hatvede ve kuvvette kullanılır.) * Tıb: Böğür. Karnın yumuşaklığına kadar olan yer. kürbak : Dükkân. kurban : Allah'ın rızasını kazanmağa sebep olan şey. * Etleri, fakirlere parasız olarak dağıtılmak niyetiyle farz, vâcib veya sünnet olarak kesilen koyun, keçi, deve, sığır.. gibi hayvan. * Bir More…kürbe : f. Dükkân. kurbet : Yakınlık. * Fık: Allah'a manevî yakınlığa sebeb olan amel-i sâlih. kürbet : (Kerb. den) Sıkıntı. Tasa. Keder. * Belâ. Musibet. kurbiyyet : Yakınlık kazanmak. Yakınlık. Bir şeye kendi gayretiyle yakınlaşmak. kurbuk : Mevzi ismi. * Yardım. * Dükkân. kürdabe : Büyük su içinde olan çürüntü. kurdah : Maymun. kürde : (C: Kürüd) Sürülmüş tarla. kürdevs : (C: Kerâdis) Kemik başı. * At sürüsü. kûrdil : f. Câhil. Gönlü kör. kürdistan : Kürdlerin oturdukları bölge. * İran'ın Ardelân eyaletinin eski adı. kurduh : Maymun. * Küçük karınca. kûre : f. Demirci ocağı. Kuyumcu ocağı. * Küre. küre : (Kürre yanlıştır) Yuvarlak cisim. * Şeklin sathındaki bütün noktalar merkeze aynı uzaklıktadır. Dünya da yuvarlak olduğundan 'Küre-i arz' denilmiştir. 'Küre-i zemin' de More…kürek cezasi : Tanzimattan önce ve yelkencilik devrinde işledikleri ağır cürümden dolayı harp gemilerinden kürek çekmek üzere gemi hizmetine verilen kimseler. Bu gibiler, gemilerde kürek çektikleri için bu More…kürema : (Kerim. C.) Kerimler. kurena : Bir padişâhın yakınında bulunan ve onun sohbetine iştirak edenler. Yakınlar. Arkadaşlar. kürend : (Küreng) f. Al at. kureng : f. Al at. kurevî : (Kurâ. dan) Köylü. Köye âit, köye dâir. kürevî : Yuvarlak. Küre şeklinde. küreviyat : (Küreviyet. C.) Küre gibi oluşlar. Küreler. Yuvarlaklıklar. küreviyet : Yuvarlaklık. Küre gibi oluş. küreyc : Dükkân. kureyş : Kökü Hz. İbrahim'e (A.S.) dayanan, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in de (A.S.M.) mensub olduğu Arab kabilesi. kureyş suresi : Kur'an-ı Kerim'in 106. Suresidir. Liilâfi Suresi de denir. Mekkîdir. kureyşî : Kureyş kabilesinden olan. Kureyş'e mensub. küreyvat : Kandaki küçük yuvarlak cisimler. Küçük küreler. küreyve : (C.: Küreyvât) Küçük yuvarlak. kureyza : Medine-i Münevvere yakınında Yahudi taifesinden bir kavim. kürh : Sıkıntı, meşakkat, zahmet. kurha : (C: Kuruh) Silâh yarası. * Çıban. kurhane : (C: Kurhân) Bir cins mantar. kûrî : f. Körlük, âmâlık. küriz : f. Hizmetkâr, hâdim, hademe. kürizî : f. Beli bükük ve sefil ihtiyar. kürk : Kızıl, kırmızı, ahmer. kürkî : (C: Kürâki) Turna kuşu. kurkube : Et, lahm. kurkul : Çekirge. kurkur : Büyük gemi. kurkus : Geniş, bol, vâsi. kurmay : Ordunun muharebeye hazırlanmasında ve savaş sırasındaki sevk ve idaresi için hususi tarzda yetiştirilmiş subay. * Mc: Becerikli. kurme : İşaret için devenin burnundan bir miktar deri kesip tam ayrılmadan yine burnu üstüne yapıştırmak. kürmih : f. Çivi, mıh. kurmud : Dağ keçisinin erkeği. kurmus : (C: Karâmıs) Avcıların dağda olan kulübesi veya soğuktan sakındıkları küçük çukur yer. kurnas : Dağın burnu. kurne : Sivri veya tümsek şey. * Hamam kurnası. Kurna. kurneve : Boya otu. kürnüb : Kelem dedikleri lahana. kurnuk : Yumuşak bedenli delikanlı. kurr : Karar. * Soğukluk. kürr : (C: Ekrâr) Yediyüz bin kırksekiz dirhem. * Ölçek. kurra : (Kari'. C.) Okuyucular. Kur'ân-ı Kerimi usul ve tecvidine göre okuyanlar. Dindar ve sâlih kimse. kürras : Pırasa. kurrasa : (C: Kırâs) Papatya çiçeği. kürrase : (C: Kerâris) Elyazma kitapların sekiz sahifeden meydana gelen forması. kurre : Parlaklık. Tâzelik. Gözün parlak ve nurlu olması. * Ağlamaktan sonraki serinlik. * Dilşâd olmak. * Bir atımlık şey. * Kurbağa. kürre : Deve ve koyun terslerinin parçası. ◊ f. Hayvan yavrusu. Sıpa. Tay. ◊ (Bak: Küre)kürrec : Top. kürrez : İki yaşına girmiş doğan kuşu. * Kötü ve hâzık kimse. kurs (kursa) : Kelepçe. * Çevrik nesne. * Yuvarlak. Tekerlek şeklinde olan. kürsi : Oturulacak yüksekçe yer. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer. * Taht, serir. Erike. Koltuk. * Kaide. * Merkez. * Vazife. * Saltanat, kudret ve mülk. * Başkent, hükümet More…kürsi-nişin : f. Tahtta oturan hükümdar, pâdişah. * Vâli. * Câmide vaaz eden. kürsu' : Bilek kemiğinin ucunun serçe parmak tarafında olan yumruca kısmı. kürsüb : Kesbetmek, kazanmak, çalışmak. * Sert ve sağlam ağaç. kürsüf : (C: Kerâsif) Pamuk. kurşum (kirşâm) : Büyük kene. kurt(a) : (C.: Kırta-Kırat) Küpe. kürtaj : Dölyatağı (rahim) veya kemik apsesi boşlukları içinde bulunan yabancı cisim veya hasta organları özel bir âletle çıkarıp almak işlemi. Rahmin temizlenmesi ameliyesi. kurtan : At'ın arkasına vurdukları keçe. kurtat : Eyer altına konan bir nesne. * Boyun. kurtubî : Kılıç. Halid bin Velid'in kılıcı. kurtum : (C: Karâtım) Usfur otunun tohumu. ◊ Mestin burnu.kürub : (Kerb. C.) Kederler, tasalar, kaygılar, gamlar. kuruh : (Kurha. C.) Yaralar. kürük : f. Deve yavrusu. kurultay : (Bak: Meclis) kurum : (Karm. C.) Değerli insanlar. Kıymetli ve değeri büyük kişiler. kürum : (Kerm. C.) Üzüm kütükleri. Bağ kütükleri. kurun : (Karn. C.) Asırlar. Devirler. Çağlar. kurune : Nefis. kurur : Gözün parlak olması. kürur : Bir şeyin tekrarlanması. * Geri çekmek. * Menetmek, engel olmak. küruş : (Keriş. C.) İşkembeler. kurut : Küpeler. Kadınların kulaklarına taktıkları mücevherler. ◊ Kuruluk.kuruz : (Karz. C.) Borçlar. Ödünç olarak verilen paralar. küruz : Dühul etmek, girmek, dâhil olmak. * Bir kimseye ilticâ etmek, sığınmak. kürz : (C: Karaze) Çan. * Dağarcık, torba. kurzub : Fakir kimse. kurzül : Kadınların başına örttükleri nesne. * Kayıt. * Kötü kimse. * At ismi. * Bel, sulb. kurzum : Kavafların ve kunduracıların üzerinde gön ve sahtiyan kesip düzelttikleri yuvarlak tahtalar. kûs : f. Kös. Eskiden muharebelerde deve veya araba üstünde taşınarak çalınan büyük davul. küş : f. 'Öldüren, öldürücü' mânalarına gelerek tamlama yapmada kullanılır. Meselâ: Düşman-küş: Düşman öldüren. küs' : Tâbi olmak, ittiba etmek, uymak. kuş'am : (C: Kaşâım) Yaşlı ihtiyar, koca kimse. * Belâ. * Arslan. * Sırtlan. * Örümcek. * Karınca yuvası. kuş'aman : Büyük erkek akbaba. kuş'ar : Hıyar. kus'ul : Yaramaz, leim, lânet edilen kimse. * Kurt eniği. kusa : Zayıflık. * Nâhiye. küşa : f. 'Açan, açıcı' mânâlarına gelerek tamlama yapımında kullanılır. Meselâ: Dil-küşâ : Gönül açan, gönül açıcı, ferahlık veren. kuşa'rire : Titreme. * Tavuk derisi gibi ürperip kabarmış deri. küşad : (Küşât) f. Açış. İlk açılış merasimi. * Açma, fethetme. * Yeni yapılan resmi bir yapının ilk defa olarak açılması. küşade : (Küşude) Açık. Açılmış. Ferahlı. küşadetmek : Açmak. Açış merâsimi. küsaha : Süprüntü. kusakis : Çok acı olan sarmısak. kusale : Buğday ve arpa kesmiği. kuşam (kuşâme) : Sofrada artan yemekler. kusame : Kassamlara verilen taksim ücreti. kusara : İsteğin ve arzunun son derecesi. kusare : Hususi hücre. * Gemilerde güvertelerin en üstündeki yarım güverte. kusas : Saçın önünde ve ardında nihayeti. kusasa : Tırnak kırpıntısı. * Az miktar, az şey. küşayiş : f. Açıklık. Ferahlık. kusb : (C: Aksâb) Göden bağırsak denilen büyük bağırsak. kusbe : (C: Kuseb) Göden bağırsak. küsbe : Bir parça süt ve hurma. * Taamdan veya başka şeyden az iken çoğalıp toplanan nesne. ◊ Yağı veya suyu çıkartılmış her çeşit nebâti artıklar. Yağ posası.küsbüre : Kanbel otu. kuse : f. Köse. kuşe : Köşe. kusec : f. Köse. küşende : f. Öldüren, katil, öldürücü. kuseybe : Bronşcuk. kuseyra : İyeği kemiklerinin altındaki kemik. küseyra : Bir dikenli ağacın zamkı. küseyre : Hurma koruğu. kusfend : f. Koyun. küsfüre : Kanbel otunun tohumu. kuşiş : f. Çalışma, çabalama, gayret sarfetme, uğraşma. küşiş : f. Öldürme, öldürüş. Katletme. küsiste : (Güsiste) f. Gevşek, uyuşuk, tembel. * Kopuk, kopmuş. kuskus (kuskusa) : (C: Kusâs) Kaba, kısa boylu erkek. küşle : Hind vilâyetinde yetişen zehirli bir ot kökü. kuslub : Kuvvetli, dayanıklı, sağlam. küsr : Çok mal. kusre : Yakın, karib. kussa : Alın saçı. küssab : Küçük ok. kussabe : (C: Kısâb) Kamış boğumu. * Düdük. küssar(e) : Kırılan şeyin parçaları. kussas : Bir demir madeninin adı. küsse : Kaba sakal. kust : Topalak dedikleri ot. küştar : f. Kesilmiş veya kurban edilmiş koyun. * Et. kustar (kistâr) : Kesedar. Sarraf. * Tüccar, tâcir. * Mizan, ölçü. * Bir şehre veya bir beldeye vâli olan kimse. kustas : Büyük terazi. küşte : (C.: Küştegân) f. Öldürülmüş, maktul. küştegân : (Küşte. C.) Öldürülmüşler, öldürülmüş olanlar. küşten : f. Öldürmek. küsterde : f. Döşenmiş, yayılmış. küştere : f. Uzun dülger rendesi. küştî : f. Pehlivanlık, güreşme. küstic : (C.: Kesticât) Mecusiler kuşağı. küştîgir : f. Pehlivan, güreşçi. küştîgirî : f. Pehlivanlık. kusu : Uzaklık, ırak olmaklık. * Son olmaklık. küsud : Çekilme, vaz geçme. Ric'at. Gayeye varmadan geri dönme. ◊ Az nesne. ◊ Kesad.küşud : Memesi küçük davar. küsuf : Güneş tutulması. Ay'ın, dünya ile güneş arasına gelerek dünya üzerinde gölge yapması. küsul : Tembel, uyuşuk, gevşek. kusur : Noksanlık. Eksiklik. Noksan ve âcizlik. İhmal. Tedbirsizlik. * Cem' olmalar. * Pahalanmak. *Eksilmek. * Şiddetli olan şeyin yavaşlayıp sâkin olması. * Bereketlenmek. * İmtina', More…kuşur : (Kışr. C.) Kabuklar, kışırlar. küsur : (Kesir. C.) Artan parçalar, geri kalan adetler. Artık. küsurât : (Küsur. C.) Artan kısımlar, küsurlar, artıklar. kusure : Acizlik, güçsüzlük. kusut : Haktan sapmakla cevr ve zulmetmek. * Birşeyi kısımlara ayırmak, tefrik etmek. kuşuta : Burnun çökük ve yassı olması. küsv : Bir yere yığılmış ve toplanmış nesne. * Az, kalil. kusva : Son derecede bulunan. * Son, nihayet. * Son sınır. Erişilecek olan en son nokta. küsve : Az, kalil. kut : Yaşatacak gıda, rızık. * Kuvvetlendirmek. kut'a : Bir hurma cinsi. kuta' : (C: Kutâ-Kutevât) Atın arkalaşacak yeri. * Bağırtlak kuşu. küta' : (C.: Küt'ân) Tilki eniği. * Kötü adam. * Tamamlanmak, toplanmak. kuta' (kutu') : Düş yormak, rüya tâbir etme. * Su kesilmek.* Başka yere gitmek. kutaa : Bir şeyin kesintisi ve kırıntısı. kutafe : Toplarken düşüp dökülen üzüm ve yemiş döküntüsü. kûtah : (Kuteh) Kısa, boysuz. kûtah-âstin : f. Aslında kötü olduğu hâlde iyi gibi görünen kimse. kûtah-bîn : f. Neticeyi göremiyen, basiretsiz, kısa görüşlü. kûtah-terin : f. En çok kısa. kûtahter : f. Pek kısa, çok ufak. kütale : Ağırlık, sıklet. kutar : Kebap kokusu. Ot kokusu. kütar : Kereviz. kutb : (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.) * Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri. * Dini bir meslek veya More…kutbe : Nişan okunun temreni. * Erkek ismi. * Nişanlara atılan ufak ok. kütbe : Dikiş. kutbeyn : İki kutub. Şimal ve cenub kutbu. Kuzey ve güney kutubları. kutbî : (Kutbiye) Dünya kutuplarına ait. Onlarla alâkalı. kutbiye : Deve ve koyun sütünün birbirine karışması. kutbiyet : (Bak: Kutb-ul aktab) kûteh : (Kutâh) f. Kısa, boysuz. küteh : (Kutah) f. Kısa. kûtehbâl : f. Kısa boylu. kûtehbîn : f. Kısa görüşlü. İleriyi göremez. kûtehdest : f. Kısa elli. Elli kısa olan. * Mc: Hasis, cimri, tamahkâr, keremsiz. kûtehendiş : f. Sonunu ve istikbali düşünmeyen. Kısa görüşlü. kutela' : (Katil. C.) Öldürülmüş kimseler, maktuller. kütfane : (C.: Kütfân-Ketâyif) Çekirgenin evvel kanatlanıp uçanı. kûtî : Kısa boylu adam. kutile : (Katil. den) Katledildi, kahroldu veya kahrolası meâlindedir. kütle : (Kitle) Bir cismi terkib ve teşkil eden kısımların bütün hey'etine denir. Toplu şey. Deste. Yığın. Külçe. kutme : Bozluk ve kızıllık olan renk. (O renkte olana 'aktem' derler.) (Müe: Katmâ) kutn : (C: Aktân) Pamuk. kutne : Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü. Şirden. kutniye : Aşure tatlısı. kutr (kutur) : Taraf. Canib. * Nahiye. Mahal. Arzın veya semânın bir ciheti. * Çap. * Bölük. Bölge. * Geo: Dairenin merkezinden geçip onu iki müsavi kısma bölen doğru parçası, çap. kutre : Avcılar kümesi. kutrenî : Kutur itibariyle, çap olarak. kutrub : Bir kuş. kutrutî : Kısa boylu küçük adam. kütt : Malı kazanıp yığan kimse. kutta' : (Katı'. C.) Kesiciler, kat' ediciler, kesenler. küttab : (Kâtib. C.) Kâtipler. * Mektep, okul. * Başı yuvarlak küçük ok. (Oğlancıklar onunla ok atmayı öğrenirler.) kuttal : (Katil. C.) Katiller, öldürücüler, öldürenler. Katledenler. kuttan : (Katın. C.) Yerliler, oturanlar, sâkinler. kutu' : Sudan veya bir yoldan geçme. * (Kuşlar) göç etme. * (Kat'. C.) Kesintiler. ◊ Zelil olmak. Hakarete uğramak.kutub : (Kutb. C.) Kutublar. kütüb : (Kitâb. C.) Kitablar. kütübhane : Kitapların bulunduğu salon veya bina. * Belli bir kaideye göre tasnif edilmiş kitaplardan meydana gelen bütün. * Kitap koymağa yarayan bölmeli dolap. kütüm : 'Bir otun yaprağı. (Mersin yaprağına benzer; kına ile karıştırıp boya yaparlar.)' kutur : Pintiliğinden dolayı ailesini sıkıntı içinde bırakan adam. kûtval : f. Kale muhafızı. Dizdar. * Belediye reisi. Şehir ağası. küub : (Küubet) Kızın memesinin büyümesi. kuud : Cülus. Oturmak. * Namazın oturarak kılınan kısmı. Secdede iken kalkıp oturmak. küul : İspirto. Alkol. kuule : Ayağının arkasıyla yerden toprak saçmak. kuur : (Ka'r. C.) Dipler, derinlikler. Nihâyetler. küus : (Ke's. C.) Kaplar, çanaklar, çömlekler. * kadehler. Bardaklar. küv' : Bileğin başparmak tarafı. kuvâ : (Kuvvet. C.) Güçler. Kuvvetler. * Hisler. Hasseler. Takatler. * Şeriatın birer hükmü. kuva' : Erkek tavşan. kuvam : Koyunun ayaklarını tutan bir hastalık. küvar : (Kivar) f. Petek, bal peteği, kiler. (Bak: Kevare) kuvare : Yuvarlak parça (ki gömlek yakasından veya kavun, karpuz başından keserler.) kuvb : Yavru. küvb : (C.: Ekvâb) Kulpsuz bardak. Küp. küvbe : Tavla oyunu. * Dümbelek. küvet : Fr. Leğen olarak kullanılan kapların umumi adı. küvh : (C.: Ekvâh) Penceresiz ev. küvm : Bir yere toplanmış olan bir miktar deve. * Yükseklik, yücelik. küvr : (C.: Ekvâr-Ekvür-Kirân) Deve palanı. * İz. * Ateş yakacak yer. * Arı kovanı. küvre : (C.: Küvr-Kirân) Ateş yakacak yer. * Düz nâhiye. * şehir. küvs : Göç vakitlerinde çalınan meşhur bir büyük sazın adı. küvsiyy : Küçük yürügen at. kuvvad : Kumandanlar, seraskerler, komutanlar. küvvare : (C: Küvvârât) Arı kovanı. kuvve : Kuvvet. Güç. * Salâhiyyet. İktidar. * Fikir. Niyet. * Hasse. His. Duygu. Meleke. * Kabiliyyet. (Za'fiyyetin zıddı) küvve (kivve) : (C.: Kivâ) Evin duvarına açılan delik. Pencere. kuvve-i azm : f. Azim kuvveti. Emele muvaffak olmak için gösterilen azim, cehd kuvveti. kuvve-i bâsira : f. Görme duygusu, görme kuvveti. kuvve-i hâfiza : f. Zihinde hıfzetme, belleme kuvveti. kuvvet : Sükunette bulunan cisimleri harekete, hareket ettikleri sükunete getirmeğe muktedir olan sebeb. küvviret : (Tekvir. den) Toplandı, dürüldü. küvz : (C: Ekvâz-Kizân-Kize) Bardak. kuy : f. Karye, mahalle, sokak. * Yol. Semt. kuya : Çok kusmak. kuydaş : f. Aynı köyden olanlar. Köyleri aynı olan kimseler. kuyud : (Kayd. C.) Kayıtlar. Resmi muâmelelerin veya her hangi bir şeyin kayıtları, deftere geçirilmeleri, yazılmaları. kuyudat : Kayıtlar. küyy : Pencere. kuz : Bardak, kadeh. * Tas, çanak. ◊ f. Kambur.kuza' : Hırka parçası. ◊ Ağız ağrısı.kuza'mel : Büyük şişman deve. kuza'mele : Kötü huylu, kısa boylu kadın. * Şey. kuzah : Mevzi ismi. * şeytan ismi. (Bak: Kuzeh) kuzakiz : Yırtıcı ve paralayıcı yavuz arslan. kuzat : Şeriat nâmına hükmeden hâkimler. Kadılar. (Bak: Kudât) küzaz : Tıb: Tetanos. Sinir gerilmesi. kuzazat : Ok yeleği kırpıntısı. * Altın parçaları. küzaze : Soğuğun şiddetinden olan bir hastalık. küzb : Küsbe. kuze : f. Su testisi. kuze-ger : f. Çömlekçi, bardakçı. küzebzib : Çok yalancı. kuzeh : Renk renk çizgiler. * Bulutları idâreye me'mur bir melek ismi. kuzehiye : Gözün renkli olan tabakası. İris. kuzfe : (C.: Kuzuf-Kuzefât) Yüksek yer. kuzha : (C: Kuzeh) Yol, tarik. küzinyak : Bez yıkayanların tokmağı. küzr : Yay gezi. kuzu' : Evmek, acele. küzum : Ağzında dişi olmayan yaşlı deve. kuzz : Yeleksiz oklar. kuzze : (C: Kuzze) Ok yeleği. * Pire, bürgus.