Çerezler, içeriği ve reklamları kişiselleştirmek, sosyal medya özellikleri sağlamak ve trafiğimizi analiz etmek için kullanılmaktadır. “Kabul Et” seçeneği ile tüm çerezleri kabul edebilirsiniz veya “Çerez Ayarları” seçeneği ile ayarları düzenleyebilirsiniz.Çerez Politikası

14 Eylül 2024
10 Rebiü'l-Evvel 1446
halveti
MENÜ
SOHBETLER HAZRET-İ MUHAMMED'IN
(S.A.V) HAYATI
SEVGİLİ PEYGAMBERİM KUR'AN-I KERİM İLMİHAL İSLAM VE TOPLUM 40 HADİS HADİS-İ ŞERİFLER OSMANLICA SÖZLÜK RÜYA TABİRLERİ BEBEK İSİMLERİ ABDÜLKADİR BİLGİLİ
(SEBATİ) DİVANI
NİYAZİ MISRİ DİVANI HİKMETLİ SÖZLER KUR'AN-I KERİM ÖĞRENİYORUM KUR'AN-I KERİM (SESLİ ve YAZILI) SESLİ ARŞİV İLAHİLER KVKK ve GİZLİLİK POLİTİKASI
İSLAM ve TASAVVUF
TASAVVUFUN TARİFLERİ TASAVVUFUN DOĞUŞU TASAVVUFUN ANADOLU'YA GİRİŞİ HALVETİLİĞİN TARİHİ HALVETİLİĞİN TARİHİ GELİŞİMİ HALVETİLİĞİN TÜRK TOPLUMUNDAKİ YERİ HALVETİYYE SİLSİLESİ PİRLERİMİZİN HAYATLARI MEHMET ALİ İŞTİP (VAHDETİ) ABDÜLKADİR BİLGİLİ (SEBATİ) İBRAHİM GÜLMEZ(KANÂATÎ)
EHLİ - BEYT
EHL-İ BEYT KİMDİR? EHL-İ BEYTİ SEVMEK
RESÛLULLAH'I SEVMEKTİR
EHL-İ BEYT EMANETİ RESÛLULLAH'TIR EHL-İ BEYTİN HALİ NUH'UN GEMİSİ GİBİDİR EHL-İ BEYT OLMAK HEM NESEBİ HEMDE MEZHEBİDİR
ONİKİ İMAMLAR
HZ. İMAM ALİ K.A.V RA HZ. İMAM HASAN-I (MÜCTEBA) HZ. İMAM HÜSEYİN-İ (KERBELA) HZ. İMAM ZEYNEL ABİDİN HZ. İMAM MUHAMMED BAKIR HZ. İMAM CAFER-İ SADIK HZ. İMAM MUSA-İ KAZIM HZ. İMAM ALİYYUL RIZA HZ. İMAM MUHAMMED CEVAD (TAKİ) HZ. İMAM ALİ HADİ (NAKİ) HZ. İMAM HASAN’UL ASKERİ HZ. İMAM MUHAMMED MEHDİ






OSMANLICA SÖZLÜK


A B C D E F G H I J K L M N O P R S T U V Y Z

  • ha : harfinin ismidir. Ebcede göre beş sayısına delâlet eden ( ) harfi, mehmusedendir. Bazan başka harfe yâni 'yâ' veya 'hemze' veya 'elif'e kalbolur. Bir kelimenin More…
  • ha(y) : f. Çiğneyen mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeker-hâ : Şeker çiğneyen. * Mc: Tatlı sözlü, güzel ve dokunmaz sözler söyleyen.
  • hab : f. Uyku. Rü'yâ.
  • hab (hâbe) : Günah. Suç.
  • hab' : Gizli, saklı, hafi. * Gizlemek, örtmek, setretmek.
  • hab-dide : f. 'Rüya görmüş.' Büluğa ermiş genç.
  • hab-güzar : f. Uyuyan, uyuyucu.
  • hab-nak : f. Uykusu gelmiş kimse, uykulu kişi.
  • habab : (Habâbe) Son derece muhabbet. * Su üzerindeki hava kabarcığı.
  • habaib : (Habibe. C.) Habibeler, sevgili kadınlar.
  • habaik : (Habike. C.) Kehkeşanlar, samanyolları. * Çizgiler.
  • habail : (Hibale. C.) Ağ, tuzak, bağ, kement.
  • habais : (Habise. C.) Kötülükler. Murdar ve pis şeyler.
  • habak : f. Mandıra, ağıl. * Dört yanı bir duvar veya set ile çevrilmiş yer, avlu.
  • habal : Bozulma, düzensizlik. Karma karışıklık. * Sıkıntı, hüzün, keder, üzüntü.
  • habala : (Hublâ. C.) Gebeler.
  • habaleyat : (Habâlâ. C.) Hâmileler, gebeler.
  • habar : (C.: Habârât) İmzâ. Mühür, damga.
  • habarat : (Habâr. C.) İmzâlar. * Damgalar.
  • habarîr : (Hıbrîr. C.) Dağçiçekleri. Dağda yetişen çiçekler.
  • habaset : (Hubs) Murdarlık, pislik, kötülük.
  • habat : Vücuttaki bir yara iyileştikten veya vücuda bir sopa ile vurulduktan sonra bedende kalan iz. * Davarın çok yemekten dolayı karnının şişmesi.
  • habaya : Gizli işler, gizli şeyler. * Defineler.
  • habaz : Hareket. * Bâtıl olmak. * Eksilmek.
  • habb : Tane, çekirdek. * Yuvarlak olarak hazırlanmış ilâç. * Buğday tanesi veya buna benzer tohum. ◊ Aldatıcı, kurnaz, hileci, hilekâr. * Denizin kabarması, denizde dalga olması.
  • habbal : (Habl. dan) Urgan ve ip satan kimse.
  • habbar : Terzi. * Mürekkepçi.
  • habbas : Zindancı, gardiyan, hapseden.
  • habbat : (Habbe. C.) Habbeler, tohumlar, tâneler. * Haplar.
  • habbaz : (Hubz. dan) Ekmekçi. Ekmek yapan veya satan kimse.
  • habbazî : Ekmekçilikle ilgili.
  • habbe : Tane. Tohum. * İhtiyaç. * Parça. * Dirhemin 1/48 kadarı. ◊ Gammazlık yapan kadın. (Müz: Habb)
  • habbe (hubbe) : Yol, tarik.
  • habbeza : Ne güzel, ne sevimli, ne hoş' mânâsında bir takdir edatıdır.
  • habbül büluğ : (Habb-ül büluğ) Erginlik çağındaki erkek ve kız çocukların yüzlerinde ve alınlarında çıkan sivilceler.
  • habc : Devenin ot yemekten dolayı karnının şişmesi. * Vurmak. ◊ Vurmak, darbetmek.
  • habcame : f. Gecelik ve pijama gibi gece uyurken giyilen elbise.
  • habe : f. Sıkılma, bunalma, darlanma, boğulma. ◊ Zarara ziyana uğradı (mânâsına fiil).
  • habeb : Aldatma, kandırma. Hile, kurnazlık.
  • habek : f. Üzülme, sıkıntı yapma. * Sıkılma, bunalma.
  • habel : Ana rahmindeki çocuk, cenin. * Gebelik, gebe olma zamanı. * Fls: Musallat fikir.
  • habele : Üzüm çubuğu.
  • habellak : Küçük olup büyümeyen koyun.
  • haben : Kısaltma, azaltma, kasma. * Edb: Aruzda 'fâilâtün' den 'ât' hecesini atarak, nazmı 'fâilün' veznine sokma. ◊ Siroz denilen ve karında su More…
  • habendat : Şişman kadın.
  • habenneka : (Bak: Hebenneka)
  • habenta' : Kısa boylu, tıknaz kişi.
  • haber : 'Hâriçten insanın fikrine intikal eden ilim. * Yeni havadis. Ağızdan ağıza nakledilen söz. * Peyam. Peygam. Nebe'. İlim ve malumat. Bilgi. * Hadis, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü More…
  • haberdar : Haberli, vâkıf, bir mes'eleden haberi olan.
  • haberî : (Haberiyye) Haberle ilgili. Haberden ibaret olan. * Gr: Yüklemle ilgili.
  • haberkas : Küçük deve. * Küçük adam.
  • haberpijuh : f. Haber almaya çalışan. Haber araştıran, haber toplayan.
  • habeş : Afrika'nın Kızıldeniz sâhili güneyinde müstakil bir memleket. Bu memleket ahalisinden olan. * Beyaz ve siyah arasında koyu esmer adam.
  • habes(e) : (Habis. C.) Kötüler. Alçaklar. Pisler. * Necaset denilen ve maddeten pis şeyler (Necis veya necaset-i hakikiye de denir.)
  • habeşî : Habeş memleketi ahalisinden olan. Habeş'e mensub ve müteallik olan. * Koyu esmer renkli adam. * Hat, tezhib, minyatür gibi güzel san'atlarda kullanılan bir cins kâğıt.
  • habetiktik : Atın tırnağı taşa dokunduğunda çıkan ses.
  • habevkera : Belâ, mihnet.
  • habgah : f. Yatak odası. * Uyunacak yer.
  • habhab : (C: Habâhıb) Kısa boylu adam. ◊ Takunye. * Canbaz ayaklığı. ◊ Karpuz.
  • habhabe : Yumuşaklık, rahavet. * Muzdarip olmak, acı çekmek.
  • habhabî : İşsiz güçsüz boş olarak dolaşan adamlar.
  • habi : Sürünüp emekleyen ufak çocuk.
  • habib : (Hubb. dan) Sevilen. Sevgili. Seven. Dost.
  • habîde : (C.: Hâbidegân) f. Uyuya kalmış, uykuya dalmış, uyumuş.
  • habîe : Görülmemiş, daha henüz keşfedilmemiş. * Göze görülmeyen şey. * Kesilmiş, parça parça olmuş.
  • habih : Ağaçla vurmak. * Bölmek.
  • habîke : (C.: Habâik) Kehkeşan, samanyolu. * Çizgi. * (C.: Hubük) Dikkat ve itina ile, sağlam ve san'atlı dokunmuş, yol yol hâreli güzel kumaş.
  • habil : Sihirbaz, efsuncu, büyücü. * Kement ile yakalanan canavar. ◊ İlk insan Hz. Adem'in (A.S.) oğullarından birinin ismi.
  • habîl : Yiğit, bahadır, genç, delikanlı. * Tuzak, ağ.
  • habile : Gebe, hâmile, yüklü.
  • habîn : Zakkum ağacı.
  • habir : Haberli. Haberdar. Agâh. Âlim. Arif-i billâh. * Herşeyi bilen Allah (C.C.) ◊ Taze ve yeni şey.
  • habirâne : f. Bilgili ve haberdar olana yakışır şekilde.
  • habis : Bağışlanan şey. Mukabilinde bir ücret istenmeyen şey. Parasız olarak verilen nesne. ◊ Hapseden. Tutan. Hapishâneye atan.
  • habîs : (Hubs. dan) Fesadcı. Hilekâr. Alçak tabiatlı. Kötü. Pis.
  • habis(a) : Un helvası.
  • habistan : f. Yatakhane, yatak odası.
  • habit : (Hübut. dan) Yukarıdan aşağıya inen. İnici. Düşen. Hübut eden. ◊ Susturucu. * Batıl kılan. İptal ettiren. * Değersizleşen.
  • habît : Fâsid, yaramaz, bozuk.
  • habiye : (C: Havâbi) Küp. * Küçük havuz. * Kuyu.
  • habk : Bükmek. * Sağlam yapmak. * İyi dokumak.
  • habl : İp. Urgan. Halat. * Tıb: Vücudda ip gibi olan âzalar. ◊ Bir şeyin bozulması. Noksan olmak. * Delirmek.
  • hablullah : Allah'ın ipi. Kur'an-ı Kerim. Allah'a kavuşma vasıtası. İhlâs. İtaat. Cemaat.
  • habn : Eteğini kaldırmak. * Bir şeyi kabzetmek, almak. ◊ Karnın şişmesi.
  • habna' : Çıbanları olan kadın.
  • habnadide : (Hâb-nâdide) f. Büluğa ermemiş çocuk. Erginlik çağına gelmemiş erkek veya kız.
  • habname : f. Rüya kitabı.
  • habr : (C.: Ehbâr) Alim ve sâlih kimse. Bilgili. Ehl-i ilim. * Ferahlık. * Nimet, vüs'at. * Refah, sürur. (Bak: Hibr) * Tıb: Dişlerin beyazına ârız olan sarılık. ◊ (C: Hubur) More…
  • habra' : (C: Habâri-Haberât) Sedir ağacı biten düz yer. Yumuşak yer.
  • habrekî : Kene böceği.
  • habrence : Güzel yemek. * Yumuşak.
  • habrîr : Şey mânâsına gelir bir isim.
  • habs : Hapis, alıkoyma, bir yere kapatıp dışarı çıkarmama. Salıvermeme. * Zaptetme, tutma. ◊ Murdar, pis. Çirkin. * Ayıp, günah. ◊ Bir kaç şeyi birden karıştırmak.
  • habş : Cemetmek, toplamak.
  • habt : Yanlış hareket. * Maktulün kanının heder olması. * Bozma, ibtâl etme, muteberliğini kaybettirme. * Bir bahis veya münazarada karşısındakinin hatasını isbat ile onu ilzam edip susturma. More…
  • habt u hata : Düzensizlik, yanlış, hata.
  • habul : Hurma ağacına çıkarken kullanılan urgan.
  • habus : Galip kimse.
  • haby : (C.: Hıbâyâ) Örtmek. * Gizli olan.
  • habz : Ekmek pişirmek. * Ekmek vermek. * Sözü birbiri ardınca söyleyip yürümek. * Devenin ayağını yere vurması.
  • hac : (Hâcet. C.) İhtiyaçlar. * Devedikenleri. ◊ f. Put, haç.
  • haç : (Ermeniceden) Put. Haç. İstavroz.
  • haca : Haris olmak. * Akıllı.
  • haca' : (C.: Ahcâ) Akıl. * Nahiye.
  • hacac (hicâc) : Kaş kemiği.
  • hacace : (C.: Hıcc) Su üstünde olan yağmur kabarcığı.
  • hacalet : Utanma. Utanç.
  • hacalet-âver : f. Utandırıcı. Utanç veren.
  • hacamet : (Hacamat) Tıb: Vücudun bir tarafından kan aldırmak.
  • hacat : (Hacet. C.) Hâcetler. İhtiyaçlar.
  • hacb : Men'etme. Mahrum etme.
  • hâcc : (C.: Hüccac) Hacca gitmiş kimse. Hacı.
  • hacc : Kasdetmek. Muârazada delil ve bürhan ile galip olmak. * Bir yere çok tereddütle varıp gelme. * Şâyan-ı tâzim bir şeye teveccüh. * Bir şeyden feragat etmek. * Fık: İslâmın şartlarından ve More…
  • hacc suresi : Kur'an-ı Kerim'in 22. suresidir.
  • haccac : Çok eskiden Irakta vâlilik yapan fakat, Hz. Resul-ü Ekremin (A.S.M.) soyundan gelenlere ve onlara taraftar olanlara çok zulmeden, haddini aşmış bir zâlimin ünvânı. Asıl ismi Yusuf bin More…
  • haccal : Şatafatlı, debdebeli, gösterişli.
  • haccam : Hacamat eden, kan alan.
  • haccar : Taş işçisi, taş işinde çalışan, taşçı.
  • hâcce : (C.: Havâcc) Hacca giden, usulüne uygun olarak Kâbe'yi ziyaret ederek hac vazifesini yerine getiren kadın veya kız. * (C.: Hâcc) Bir cins diken.
  • hacce : Cadde.
  • hâce : f. Hoca, efendi, sâhib, muallim, âile reisi.
  • hâce-sera : f. Haremağası, hadımağası.
  • haceb : Gırtlak.
  • hacebe : (Hâcib. C.) Perdeciler, kapıcılar. * İnsanın oturak yeri olan uzvu, kalça. (İkisine 'hacebetan' derler)
  • hâcegân : (Hâce. C.) f. Hocalar. * Eskiden yüzbaşı rütbesi karşılığında sivil rütbe. * Bâb-ı Âli kalemleri efendilerinden hususi bir rütbe taşıyan adam.
  • hacegî : f. Tüccar, ticaretle meşgul olan kimse. * Efendilik, hocalık.
  • hacel : (Hacl) Utanma, sıkılma, hayâlılık. ◊ Keklik kuşu.
  • hacelan : Ayağında köstek olan kişinin yürümesi. * Bir ayak üstüne yürümek.
  • hacele : (C.: Hacel-Hacelân-Haclâ) Dişi keklik. * Çeşitli elbiselerle süslü gelin evi.
  • hacen : Eğrilik.
  • hacer : Taş, kaya. * İsmail Peygamber'in anasının ismi.
  • hacerat : (Hacer. C.) Taşlar, kayalar.
  • hacereyn : İki taş. * Mc: Altun ile gümüş.
  • hâcet : (C.: Hâcât) İhtiyaç, lüzum, muhtaçlık.
  • hâcet-mendâne : f. Muhtaçcasına, ihtiyaçlı olarak.
  • hâcet-mendî : f. Muhtaçlık, ihtiyaçlı olma.
  • hâcetaş : f. Eskiden bir efendinin müteaddit kölelerinden her biri.
  • hâcetmend : f. İhtiyaç sahibi, muhtaç.
  • hâcetreva : İhtiyacı gideren, ihtiyaç olan bir şeyi te'min eden.
  • hacevca' : Uzun ayaklı adam. * Uzun adam.
  • haceze : Zâlimler.
  • hacfe : (C.: Hucuf) Sade demirden olan kalkan.
  • hachace : Korkudan melul olmak. * Sırrını demek isteyip yine dememek. ◊ Gizlenmek.
  • haci : (C.: Hüccâc) Hacc farizasını yerine getirmiş olan müslüman.
  • hacî : (Hicv. den) Hiciv yazan, hicveden, yeren.
  • hâcib : Perde. * Perdeci. Kapıcı. * Eskiden Osmanlı İmparatorluğu zamanında Devlet Reisinin en yakın me'muru. Vezirler veya âmirler. * Kaş.
  • hâcibeyn : İki kaş.
  • hacîc : (Hâcc. C.) Hacılar.
  • hacid : Uyuyucu, uyuyan.
  • hacif : Karın gurultusu.
  • hacil : Utanmış. Utanan. Utanmaktan yüzü kızaran. ◊ Ayaklarından üç tanesi beyaz olan at. ◊ Otu çok olan yer.
  • hacim : Saldıran. Hücum eden. ◊ (Bak: Hacm)
  • hacin : Küçük hayvan. * Büluğdan önce evlenmiş olan kız.
  • hacir : Hicret eden. Bir yerden bire yere göçen. * Sayıklıyan.
  • hacire : (C.: Hâcirât) Terbiye sınırlarına sığmayan kötü söz ve hezeyan. * (C.: Hevâcir) Günün en sıcak anları.
  • hacirî : Yapıcı, kurucu.
  • hacis : Tasa, keder, hüzün, gam. * Hâtıra. Kalb ve hissin en derin ve gizli sesleri.
  • hacise : (C.: Hevâcis) Merak, kalbe gelen endişe.
  • haciyan : (Hâcı. C.) Hacılar, hacc farizasını yerine getirmiş olan müslümanlar.
  • haciyatmaz : Dibindeki ağırlıktan dolayı yere ne şekilde bırakılırsa bırakılsın, dik bir durum alan oyuncak. * Mc: Zor durumlarda kendisini çabucak toparlamayı beceren kişi.
  • haciz : Ayıran. Bölen. * Vücudun içindeki bazı uzuvları ayıran karın zarı gibi zarların adı. * Haczeden. Borcunu ödeyemeyenin diğer mallarına el koyan. * Tıb: Bâdemin içindeki bazı oyukları ayıran More…
  • hacl (hicl) : (C.: Ahcâl-Hucul) Köstek. * Bukağı. * Küçük deve yavruları.
  • hacla' : Ayakları beyaz olan koyun.
  • hacle : (Haclegâh) f. Gelin odası. Gerdek odası.
  • haclet : Şaşırma, acaibine gitme, taaccüb. * Utanma, arlanma.
  • haclet-âver : f. Utanç verici, utandırıcı.
  • haclet-dih : f. Utanç verici, utandırıcı.
  • haclet-engiz : f. Utandırıcı, sıkıltıcı.
  • hacm : (Hacim) Bir cismin kapladığı yer. Cirm. Cüsse. * Emmek. Massetmek.
  • hacmen : Büyüklükçe. Hacim bakımından.
  • hacr : (Hicr) Men'etmek. Birisine bir şeyi yasak etmek. Malını kullanmaktan men'etmek. * Kucak. Ağuş.
  • hacra' : Taş gibi katı ve sert olan şey.
  • hacren : Malını kullanmaktan menetmek suretiyle.
  • hacuc : şiddetli esen rüzgâr.
  • hacun : Eğrilik. * Uzak. * Mekke'de bir dağ.
  • hacur : (C.: Hucerât) Dere kenarı.
  • hacz : Men'etmek. Mâni olmak. * İki şeyin arasını ayırmak. * Alacaklı, borçludan alacağını alabilmesi için borçlunun malına el konulmak.
  • had : f. Çaylak kuşu.HAD' (Hıd') : Aldatmak. * Dühul etmek, girmek. * Kurumak.
  • had' : Baş aşağı eğmek. * Tevâzu etmek.
  • had'a : Kamçıdan çıkan ses.
  • hadaa : (Hâdı'. C.) Hileciler, hilekârlar, aldatıcılar, dalavereciler.
  • hadacir : Sırtlan.
  • hadad : Mürekkep. * Nakış. * Akılsız, ahmak adam. * Kolay. ◊ Küçük, beyaz boncuk.
  • hadade : Hamâkat, ahmaklık.
  • hadae : İki yüzlü balta.
  • hadafil : Eski kaftanlar, eski elbiseler.
  • hadai' : (Hadîa. C.) Hileler, dalavereler, aldatmalar, yalanlar.
  • hadaic : (Hidâce. C.) Deveye yüklenen yükler.
  • hadaid : (Hadîd. C.) Demirden yapılmış şeyler. Sert şeyler.
  • hadaik : (Hadîka. C.) Bahçeler.
  • hadak : Patlıcan.
  • hadaka : Elmas. * Her görüp beğendiğini aldırmak için kocasına teklif eden kadın.
  • hadalet : Baldırı ve kolu etli olma.
  • hadan : Necid'de bir dağ.
  • hadane : Çocuk beslemek.
  • hadar : Mukim olmak, ikâmet etmek, oturmak. ◊ Suyu çok olan süt. ◊ Çabuk yetişen ot.
  • hadaret : Bir şeyin yanında bulunmak. * Huzur. Yakında olmak. * Hazır etmek. Hazır olmak. * Medeniyet.
  • hadaset : Gençlik. Yenilik. Tazelik. Yeniden oluş. Bir şeyin evveli, ibtidası.
  • hadb : Vurmak, darb etmek. * Deriyi etiyle ayırmak. * Isırmak. * Yalan söylemek. * Uzunluk. ◊ şefaat etmek.
  • hadba' : (C.: Hudeb) Kalçaları sıyrılıp çıkan zayıf dişi deve. ◊ Uzun boylu akılsız kadın. * Yumuşak gönüllülük.
  • hadbe : Arka yumruluğu, kamburluk.
  • hadc : Deve palanı.
  • hadd : Hudut. Çizgi. Sınır. * Cürüm. * Salahiyyet. * Şeriatça verilen ceza. * Derece. Son derece. Münteha. * İnsana ârız olan şiddet ve titizlik. * Def etme. Men etmek. * Keskin. Sivri. * Sert. More…
  • hadd-na-şinas : f. Haddini bilmez.
  • hadda : Deve çobanı.
  • hadda' : (Hud'a. dan) Aldatıcı, hilekâr, dalavereci.
  • haddad : Demir işleri yapan usta, demirci, çilingir. * Muhâfız, bekçi, gardiyan. * Kapıcı.
  • haddadî : Demircilik.
  • haddam : Muvaffakiyetli kişi. * İşlerinde başarılı ve becerikli kimse. * Çalışkan ve gayretli olan. * Hademe, hizmetçi.
  • haddan : İki yanak.
  • haddas : (Hads. den) Anlayışlı, zeki, çabuk kavrayan.
  • hadde : Erimiş madeni döküp tel yapmağa mahsus delikli maden levha.
  • hadeb : Uzun boylu, akılsız kimse. ◊ Kambur olma, kamburluk.
  • hadebe : Kambur, yumru. * Vücuttaki kamburluk.
  • hadebiyyet : Yumruluk, kamburluk.
  • haded : Engel, mâni, set.
  • hadeka : Gözün siyahlığı, gözbebeği.
  • hademat : Hademeler. Hizmetçiler.
  • hademe : Hizmetçiler, hâdimler. * (C.: Hıdâm) Halhal. * Devenin ayağını bağladıkları kayış.
  • hadeng : (Hadenk) f. Kayın ağacı. * Kayın ağacından yapılmış ok.
  • hader : Uyuşma.
  • hadernak : Örümcek.
  • hades : Yeni olmak. Eskiden olmayıp sonradan görülmek. * Taze. Yiğit. Genç. * Fık: Abdest almayı icabettiren hal. Bazı ibadetlerin yapılmasına mâni olan ve necaset-i hükmiye sayılan hal. * Pislik. More…
  • hadesan : Şanssızlık, kısmetsizlik, talihsizlik. * Kaza.
  • hadesat : (Hades. C.) Hadesler. Pislikler. (Bak: Hades)
  • hadeyan : Yelmek.
  • hadf : Yürüme hızı.
  • hâdî : Hidayete ermiş. Mürşid. Rehber, delil. Hidayet yolunu gösteren. Hidayete, doğruluğa eriştiren. Önde giden.
  • hadî : Birinci. * Mazluma yardım eden. * Deveyi şarkı söyleyerek süren.
  • hadî aşer : Onbirinci.
  • hadi' : Alçaltıcı. * Gönül alçaklığı ve huzu ile muttasıf. ◊ Hileci, aldatıcı. * Bozuk, fena.
  • hadîa : (C.: Hadâyi') Ustalıklı bir şekilde aldatma, oyun yapma. ◊ Davarın karnından gelen ses.
  • hadiâne : f. Hile ile, hile yaparak.
  • hadîb : Kınalı, kına yapılmış. * Boyalı, boyanmış.
  • hadic(e) : Vaktinden evvel doğan erkek veya kız çocuğu.
  • hadid : Demir, çelik. Sert, kavi olan. * Çabuk kavrayışlı, keskin, öfkeli, hiddetli, titiz. * Hudut ve sınır komşusu.
  • hadîd : Dağ eteği. * İçinde yağmur suyu biriken alçak çukur. * Arz, yer, dünya.
  • hadid suresi : Kur'an-ı Kerim'in 57. suresi.
  • hâdife : Halktan bir kısım.
  • hadîka : Etrafı duvarla çevrilmiş bahçe. Sulu, ağaçlı bahçe.
  • hâdil : (Hadl. den) Aşağıya sarkıtılmış. * Gözlerinde ve ağzında çıban olan deve yavrusu.
  • hadil : Yumuşak taze ot. * Islanmış, nemlenmiş.
  • hadîle : Çayır, çimen.
  • hâdim : (Hidmet. den) (C.: Huddâm) Hademe, hizmetçi, hizmet eden, işe yarayan. * İmân ve İslâmiye'te ve millete faydalı olmağa çalışan. * Erkekliği yok edilmiş olanlar. Bunlardan saraylarla More…
  • hadim ağasi : (Bak: Hâdim ağası)
  • hadime : (Hâdim. den) Kadın hizmetçi.
  • hadîme : Su içinde eriyince pişmiş olan buğday.
  • hadin : Bir kuş cinsidir.
  • hadîn : (C.: Hudenâ) Sâdık dost, vefadar arkadaş.
  • hadine : Süt nine.
  • hadir : Öten güvercin. Kişneyen at. * Üstü koyu, altı sulu olan yoğurt. ◊ (C.: Hadere) Şişen aza, yumrulanan organ. ◊ Tembel, uyuşuk, uyumuş. ◊ Gevşek, tembel, uyuşuk.
  • hadîre : Kalabalık olmayan topluluk. * Yaranın içinde toplanan kan ve irin. ◊ Hurması gök iken dökülen hurma ağacı.
  • hâdis : Yeni. Sonradan olan şey. Değişen. Hudus eden.
  • hadîs : Her söylenişinde yeni haber gibi dinlenmeğe lâyık. Peygamberimizin (A.S.M.) sözü, emri ve hareketi. Sünnet-i Nebeviyye. Hadisten bahseden ilim. (Bak: Tevâtür)
  • hadîs-i mürsel : Peygamberimiz'den (A.S.M.) işitildiği bildirilen hadis-i şerif.
  • hadîs-i şeyheyn : En muteber ve büyük hadis âlimlerinden İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim'den rivayet edilen hadis-i şerif.
  • hâdisat : (Hâdise. C.) Yeni olan şeyler. Hâdiseler.
  • hâdise : (C.: Hâdisat, Havadis) Vâkıa, olay. Yeni bir şey, ilk defa olan. Haber.
  • hâdişe : Derisi parçalandığı halde kan çıkmayan yara.
  • hadiyd : (Hazîz) Oturaklı, mütemekkin, yer. * Dağ eteği. Zir. Alçak yer. * Koz: Ayın veya başka bir seyyarenin mahreki üzerinde dünyaya en yakın bir mesafede bulunan nokta. Dünya ile diğer More…
  • hâdiye : Değnek, asâ, sopa. * Su içinden sivrilerek yükselen kaya.
  • hadl : Meyletmek, yönelmek.
  • hadleka : şiddetle bakmak.
  • hadm : Birşeyi ağzına koyup, bir lokmada çiğneyip yemek.
  • hadma' : Beyaz koyun.
  • hadme : Ateş gürültüsü.
  • hadr : Evmek, acele etmek. * Vücutta bir organın şişip yumrulaşması. * Men etmek, engel olmak. * Saçak bükmek.
  • hadra : (Müennestir) Yeşillik. * Sebze. En yeşil. Pek yeşil.
  • hadravat : (Hadrevât) (Hadrâ. C.) Yeşillikler, yeşillik.
  • hadre : Yüz yüze olmak.
  • hadreban : Feryadı şiddetli olan, çok fazla bağıran.
  • hadrece : Bükmek. * Sağlam yapmak, sağlamlaştırmak.
  • hads : Uzun düşünce ve delile ihtiyaç kalmadan hâsıl olan ilim.
  • hadş : Kaşımak. * Tırmalamak.
  • hadşe : (C.: Hadeşât) Vesvese, kuruntu, merak, ye's, üzüntü, hüzün.
  • hadşe-aver : f. Rahatsızlık veren, insanı sıkıntıya koyan.
  • hadşe-nisar : f. Merak veren, vesvese.
  • hadsen : Sezmekle. Sür'atle intikal ve idrâk etmekle.
  • hadsî : Hadsle. Hadse dâir ve müteallik.
  • hadsiyyat : Mümkün olan şeyler. Olması ihtimali olan nesneler. Mümkinat.
  • hadsiz : Hesapsız, sayısız. Belirli olmayan, çok.
  • hadun : Memesinden biri diğerinden uzun olan koyun.
  • hadur : Yemen diyarında bir şehrin adı. ◊ İniş. * Alçak yer.
  • haduş : Pire. Sinek.
  • hadv : Sürmek.
  • hady : Evmek, acele etmek. * Rüzgârın esmesi.
  • hafa : Berdi denilen otun beyaz ve yaş olan kökü. ◊ Gizlilik. Gizli olmak. Saklılık.
  • hafa (hafâye) : Çok yürümekten adamın ayağının ve davarın tırnağının aşınması.
  • hafa' : Yalın ayak yürümek.
  • hafafîş : (Huffâş. C.) Yarasa kuşları.
  • hafagâh : f. Gizlenilecek yer, gizlenme yeri, siper.
  • hafair : (Hafîr. C.) Oyuklar, delikler, çukurlar.
  • hafak (hafakan) : Muzdarib olmak, acı çekmek. * Deprenmek.
  • hafakan : Sıkıntı. Kalb çarpıntısı. Iztırab.
  • hafat : (Hâfe. C.) Sahiller, deniz kenarları, kıyılar.
  • hafave : Bir kimseyi mübâlâga ile sormak. * Şefaat etmek. * İkramda ve iltifatta mübâlağa etmek.
  • hafaya : (Hafi. C.) Gizli şeyler. Sırlar.
  • hafaza : (Hâfız. C.) Muhafızlar. Muhafız melekler.
  • hafc : Titremek. * Ayağını eğri basan.
  • hafcag : Tatar beyi. (Aslı: Kıpçak)
  • hafd : Evmek, sür'at.
  • hâfe : (C.: Hâfât) Sâhil, kıyı, deniz kenarı. * İki veya daha fazla sathın, bir açı teşkil ederek birleşmesinden meydana gelen uzunlamasına keskinlik.
  • hafe : İçine bal konulan sahtiyan tuluk.
  • hafede : (Hafid. C.) Yardımcılar, hâdimler.
  • hafef : Fakirlik. Darlık. * Şiddet.
  • hafelleh : Ayaklarının uç kısmı birbirine yakın olup, ökçeleri uzak olan.
  • hafender : Malını güzel tedbirlerle çoğaltan mal sahibi.
  • hafer : Çukurdan çıkartılan toprak. * Dişin çürümüş kısmı veya kiri. ◊ Çok fazla utanmak.
  • hafeş : Gözün küçük olması ve görme kuvvetinin zayıf olması. (Öyle kişiye 'ahfeş' derler.) ◊ (C.: Ahfâş) İğne ve iplik koyacak kap. * Sel.
  • hafet : Islıklı yılan.
  • haff : Bir şeyin etrâfını dolanan. Bir nesnenin çevresini dolanan. ◊ Tavaf etmek. * Süslemek. * Hizmet etmek. * Kesmek. ◊ Alaca renkli at.
  • haffaf : Ayakkabı, terlik vb. gibi şeyler yapan ve satan. Kavaf.
  • haffane : (C.: Haffân) Deve kuşu yavrusu. * Hizmet. * Maiyyet.
  • haffar : Çukur kazan, kuyu kazan.
  • haffe : (C.: Hıff) Çulhaların bez sardıkları ağaç.
  • hafhafa : (C.: Hafâhıf) Köpeğin, yemek yerken ses çıkarması. * Sırtlan sesi.
  • hafi : Yalın ayak yürüyen veya koşan. * Çok ikram eden insan. İnsanı güler yüzle karşılayan.
  • hafî : Gizli. Açıkta olmayan. Saklı. * Fık: Sigasından dolayı değil, bir ârızadan dolayı mânası kapalı kalan lafız.
  • hafîd : Evlâd. Oğul. Torun.
  • hafîde : Kız torun.
  • hafif : Ağır olmayan. Hafif. Yeğni.
  • hafîf : Kuş uçarken, at koşarken veya rüzgâr eserken meydana gelen hışırtı, hışlama.
  • hafik : Ufkun nihayeti. Şark veya garb tarafı. * Vuran, çarpan, çırpınan.
  • hafikan : (Hâfıkeyn) Mağrib ile maşrık. Şark ile garb. Doğu ile batı.
  • hâfil : Dolu, mümteli.
  • hâfir : Kazan, kazıcı, hafriyat yapan. Yerde çukur açan.
  • hafir : (C.: Havâfir) Davar tırnağı.
  • hafîr : Kazılmış yer. Çukur. Mezar.
  • hafire : Evvelki hâline ve evvelki yerine dönmek.
  • hafişe : Sel yolu.
  • hafiy : Her şeyi arayıp bilmiş olan âlim. * Bir şeyi mübâlağa ile arayıp bilen kimse.
  • hafiye : Saklı ve gizli şeyleri araştıran. * Casus. * Polis.
  • hafiye (hâfiyye) : (C.: Havâfi) İnsan bedeninde gizli olan can. * Kuş kanadında ebâhirden sonra olan dört kısacık yeleklerin her birisi. * Gizli, mestur.
  • hafiyen : İkram ederek. * Yalınayak olarak.
  • hafiyy ü celî : Gizli ve âşikâr.
  • hafiyyat : Gizli şeyler. Gizlilikler.
  • hafiyyen : Gizlice, saklı olarak, gizliden. Aşikâr olmıyarak.
  • hafiyyeten : Gizlice, gizli ve saklı olarak.
  • hâfiz : Kur'ân-ı Kerim'i tamamen ezbere okuyan. * Kur'an-ı Kerim'in mânası ile beraber her şeyini yaşamaya ve muhafazaya çalışan. * Muhafaza eden. Koruyan. Hıfzeden. More…
  • hafîz : Hodbinliği, kibri, serkeşliği kırılmış kimse. Aşağı basılmış. ◊ Esirgeyen. Koruyan. Muhafaza eden. Muhafız.
  • hâfiza : Muhafaza eden. Ezberleme kuvvesi. Kuvve-i hâfıza.
  • hâfiza-pirâ : f. Hafızayı süsleyen. * Uğur sayılarak ezberlenen şey.
  • hafizallah : Allah korusun. Allah muhafaza etsin, Allah saklasın (anlamındadır).
  • hafk : Naldan çıkan ses.
  • hafl : Kederlenme, hüzünlenme, tasalanma. * Toplantı, toplanma.
  • hafne : (C.: Hafenât) İki avuç dolusu olan şey.
  • hafr : Ahdinde durmamak. * Kiraya vermek. ◊ Kazmak ve çukur etmek.
  • hafriyat : Yeri kazıp derinleştirmeler. Kazılar.
  • hafs : Toplama, cem'etme. Biriktirme. ◊ Her nesnenin boşu. ◊ Hız. Sür'at.
  • hafş : Celbetmek, çekmek. * Yeri kazıp oymak. * Birbiri ardınca tez tez gelmek. ◊ Tıb: 'Tavuk karası' adı verilen bir göz hastalığı.
  • hafsa : Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) zevcelerinden biri ve Hz. Ömer'in (R.A.) kızı.
  • haft : Sâkin olmak. * Sözü gizli söylemek. ◊ Dövmek.
  • hafta : f. Yedi günden ibaret müddet. Yedi günlük müddet.
  • haftan : Eskiden savaşlarda zırh üzerine giyilen bir cins pamuklu elbise. * Kaftan.
  • hafud : Karnındaki yavrusunu âzası belirmeden düşüren deve.
  • hafur : Bir ot cinsi.
  • hafv : Men etmek, mâni olmak, engel olmak.
  • hafy : Gizlemek. * Setretmek, örtmek. * İzhar etmek, görünmek. * Parlamak, yıldıramak.
  • hafz : Aşırı olmama hali. * Refah ve ferahlık. Huzur ve rahat. * Yavaş yavaş mülayim yürüyüş, itidal. Alçak. * Kelimenin son harfini esre, yâni 'i' diye okumak. * Sözü boğaz içinden More…
  • hah : f. (Hasten : 'İstemek' mastarından yapılmıştır.) Kelimenin sonuna getirilerek isteyen, ister mânasında terkib yapılır. Meselâ: Bed-hah : Kötülük isteyen.
  • hah na-hah : f. İster istemez.
  • haham : Mûsevilerin dinî reisi, râhibi, âlimi.
  • hahan : f. İstekli, arzulu, tâlib.
  • hahem : (Hâsten) mastarından, 'İsterim' mânasına fiildir.
  • haher : f. Kızkardeş. Hemşire.
  • haher-zade : f. Hemşirezade, kızkardeş çocuğu. Yeğen.
  • haherî : f. Hemşirelik, kızkardeşlik.
  • hâhiş : f. Fazla arzu, isteyiş.
  • hâhişger (hâhişker) : f. Arzulayan. İsteyen. İstekli.
  • hâhişgeran (hâhişkerân) : f. Hâhişgerler, istekliler, tâlibler.
  • haib : Mahrum. Ümidsiz. Kederli. Me'yus. Bi-behre olan. ◊ (Heybet. den) Kokan, Utanan. Utangaç.
  • haiben : Muvaffakiyetsiz olarak. Mahrum olarak.
  • haibîn : (Hâib. C.) Zarar ve ziyâna uğrayanlar. * Mahrum olanlar. * Me'yus olanlar, üzülenler.
  • haic : (Hâyic) Coşkun, heyecanlı.
  • haid : Pişman, nedamet eden, tövbekâr, nâdim.
  • haif : (Havf. dan) Korkan. Korkmuş olan. ◊ Gadir eden, azarlayan. Zulmeden.
  • haifane : Korkakcasına, ödlekçesine.
  • haifen : Korkarak, korkakçasına.
  • haik : (C.: Hayyak) Çulha.
  • hail : Perde. Mânia. İki şey arasını ayıran. ◊ Korku ve dehşet veren.
  • haile : Neticesi fâcialı tiyatro piyesi. Trajedi. (Bak: Dram)
  • haim : (Hâyim) Hayrette kalan. Mütehayyir. Sersem.
  • hain : Emanete hıyanet eden. İyiliğe karşı kötülük eden.
  • hainane : Hâincesine, hâin bir kişiye yakışır şekil ve surette.
  • hair : Hayrette kalmış, mütehayyir. Şaşırmış, taaccüb etmiş.
  • hait : Bir yeri çevreleyen duvar. Tahta perde. Çit.
  • haiz : Bir şeye sahip olma. Sahip. Mâlik. * Yer tutan. * Akranından mümtaz olan. ◊ (Bak: Hayz)
  • hâk : f. Toprak. Turab.(Hâk ol ki, Hüdâ mertebeni eyleye âli.Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâkk-ı kademdir.) ◊ Vasat. Vasatî. Orta.
  • hak : (Bak: Hakk)
  • hâk ile yeksan : Yerle bir.
  • hak-bîn : f. Hakkı gören. Hak veren. Hakka imân eden. Hakka inanan.
  • hak-endiş : f. Hakkı düşünen. Hakkı arayan, doğruluk için endişe eden.
  • hak-gû : f. Doğru ve hak söyleyen.
  • hâk-nişin : f. Dilenci, sâil, fakir.
  • hâk-nişinî : f. Dilencilik, yoksulluk, fakirlik, sefâlet.HÂK-PA(Y) f. Ayağın tozu, ayağın toprağı. Ayağın batığı toprak.
  • hâk-rah : f. Yol toprağı.
  • hâk-rub : f. Süpürge.
  • hâk-sar : f. Toz toprak içinde kalmış. Perişan hâlli.
  • hakaid : (Hakd. C.) Kinler, garezler, hasedler.
  • hakaik : (Hakayık) (Hakikat. C.) Hakikatler.
  • hakalled : Dar gönüllü, bahil kimse.
  • hakan : Eski Türklerde hükümdar mânasınadır.
  • hakanî : Hâkan ile ilgili, hâkana mensub.
  • hakaret : Küçüklük. İtibarsızlık. Hor ve hakir görmek. Küçümseme. Küçük görme. Tâzimsizlik.
  • hakaret-âmiz : f. Hakaretle karışık. Hakaretle beraber.
  • hakayik : (Bak: Hakaik)
  • hakb : Devenin semerini karnına bağlamakta kullanılan ip. * Tutulmak.
  • hakba' : Yaban eşeğinin dişisi.
  • hakbîz : f. Toprak kalburu.
  • hakd : Kin tutmak. Adâvetini gizlemek. (Bak: İhnet)
  • hakdan : f. Dünya, arz, yer.
  • hakek : Yumuşak beyaz taş.
  • hakem : İki tarafın anlaşmak üzere hükmüne rıza göstermek için seçtikleri kimse. Haklı ve haksızın ayrılmasında aracılık eden.
  • hakeme : (C.: Hakemât) Damak geminin halkası.
  • hakemeyn : İki hakem. * Tar: Sıffîn Vak'asında Hz. Ali (R.A.) ile Hz. Muaviye (R.A.) arasında hakem seçilen Amr İbn-ül As ile Ebu Muse-l Eş'arî.
  • hakesarî : f. Perişanlık, düşkünlük.
  • hakeza : Öylece. Bunun gibi. Böyle.
  • hakhah : Gecenin ilk saatlerinde gitmek.
  • hakhaka : Zahmetli ve meşakkatli yolculuk yapmak.
  • hakî : f. Toprak rengi. Toprakla alâkalı. ◊ Anlatan. Hikâye eden.
  • hakî' : Kırağı.
  • hakî-nihad : f. Mütevazi, kibirsiz, alçak gönüllü.
  • hakib : Karnı guruldayan kişi. * Necaseti şedit kişi.
  • hakîbe : Heybe.
  • hakîk : Haklı, hak sahibi olan. * Müstehak, lâyık, münasib.
  • hakikat : '(C.: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki. * Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve More…
  • hakikat-bîn : f. Hakikatı gören, hakikatı anlayan. Hakikatşinas. Hakikata inanan.
  • hakikat-gu : f. Doğru sözlü. Doğru konuşan.
  • hakikat-i sâbite : f. Sâbit, değişmez hakikat.
  • hakikat-perest : f. Hakkı ve hakikatı seven, hakikata inanan. Dürüst, hakikat âşığı.
  • hakikat-şinas : f. Hakikatı doğru tanıyan, bilen. Hakikata imân eden.
  • hakikat-şinasâne : f. Gerçeği, hakikatı tanıyana yakışacak surette.
  • hakikaten : Doğrusu, gerçekten, hakikat olarak.
  • hakikî : Gerçek. Hakikate mensub. Sâhici, doğru.
  • hakil : Erkek fâre.
  • hakîle : Uzun buğday. * Bağırsak içinde olan su.
  • hâkim : Galib. * Memleketi idare eden. * Mahkeme reisi.
  • hakîm : Hikmetle muttasıf olan ve mevcudatın hakikatına vâkıf olan. Hikmet mütehasssı. İlm-i hikmette mütebahhir ve mütehassıs olan. İş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan. * Tabib, doktor.
  • hâkimane : Hükmederek, hâkim olarak. Hâkime yakışır tarzda.
  • hakîmane : f. Hikmetli olarak. Hakîm olana yakışır surette.
  • hâkime : Kadın hâkim.
  • hâkimiyyet : Hâkim oluş. Hükmediş. Âmirlik. Üstünlük. Müdahale ve rakibi kabul etmemek hali.
  • hakin : Sidik zorluğu olan kimse.
  • hakine : Boğaz altındaki çukurcuk.
  • hakir : Küçük. Ehemmiyetsiz. Kıymetsiz. İtibarsız. Kudretsiz.
  • hakirâne : f. Hakircesine. Hakir bir kimseye yakışacak tarz ve şekilde.
  • hakister : f. Kül, ateş külü.
  • hakiyan : (Hâki. C.) İnsanlar, nev'-i beşer, dünya halkı.
  • hakk : (Bâtılın zıddı) Doğru. Gerçek. Vâcib ve lâzım olan. Her sâbit ve doğru olan şey. Adalet. Herkesin meşru olan salahiyeti, iktidarı, bir şey üzerindeki mâlikiyyeti. * Dâva ve iddia. * Hakikate More…
  • hakk-bînane : f. Hakkı tanıyana göre.
  • hakk-bînî : f. Hakkı görme, hakkı tanıma.
  • hakk-cu : f. Hak arıyan.
  • hakk-güzar : f. Haktan ayrılmayan, hakkı tanıyan.
  • hakk-şinas : f. Hakka riayet eden. Hakkı tanıyan. Hak ile amel eden.
  • hâkka : Kıyamet günü. * Âfet. Devamlı musibet.
  • hakka : (Hakkan) Doğru olarak. Gerçek. Hakikat olarak. Lâzım ve sâbit kılmak.
  • hâkka suresi : Kur'an-ı Kerim'in 69. suresi olup Mekkîdir.
  • hakkak : Hokkacı, kutucu.
  • hakkâk : Hakkeden. Mühür vesair kazıyan.
  • hakkâkî : Mühür ve saire kazıma, hakkâklık.
  • hakkan : Hakikaten, doğrusu.
  • hakkanî : Hak ve adalete uygun. Haklılığa uyar ve yakışır.
  • hakkaniyet : Haktan ve doğruluktan ayrılmamak. Adalet üzere bulunmak. Adalet ve insaf ile lâzım olanı icra etmek.
  • hakke : Arka yükü. * Diş.
  • hakketmek : Oyarak veya kazıyarak işlemek, yazmak.
  • hakkiyet : Haklılık.
  • hakl : Ziraate uygun yer.
  • hakle : (C.: Hıkâl) İçinde binâ ve ağacı olmayan mezrea.
  • hakm : Atın ağzına gem vurmak. ◊ Bir nevi kuş.
  • hakn : Sütü tuluma koyup toplamak ve sağıldıkça üzerine koymak. * Men etmek, engel olmak.
  • hakr : Cem etmek, toplamak. ◊ Hor görmek.
  • hâksarî : Perişanlık, düşkünlük, rezillik.
  • hakud : Çok kin güden, hasetçi.
  • hakv : (C.: Ahkâ-Hukka) Fota. Don. * Böğür.
  • hakve : Yürek ağrısı.
  • hâl : Durum, vaziyet. Görünüş. Tavır. Suret. Keyfiyet. * Cezbe. * Dert, keder, elem. * Mecâl. Kuvvet. * Gr: Fâili, mef'ulü veya her ikisinin durumunu bildiren sözdür. Halin sâhibine zi-l hâl More…
  • hal : Küçük Hindistan cevizi.
  • hal' : Kaldırma. Kal' etme. * Hükümdarı tahttan indirmek. Azletmek. * Mansıb ve mesnetten ihraç etmek. * Elbise gibi şeyleri soymak. * Bir şeyi izâle edip ayırmak ve terketmek. * Karısını More…
  • hal' (hulâe) : Debbâğların dibâgat ettikleri derinin kazıntısı. * Vurmak. * Men etmek, engel olmak. * Hediye vermek, atâ etmek. * Cima etmek.
  • hal' edilme : Hükümdarın tahttan indirilmesi. * Boşanmış olmak. * Kovulmuş olmak.
  • hal-aşina : f. Hâl ve durumdan anlayan.
  • hal-dar : f. Benli, benekli.
  • hâlâ : (Hâlen) şimdi. Henüz. şimdiye kadar. Elân.
  • hala : (C.: Hâlât) Babanın kız kardeşi, hala. Arapçada: Ananın kızkardeşi. Teyze.
  • halâ : (Harf-i cerrdir) İstisnaya delâlet eder. ◊ Yaş ot.
  • hala' : Koparmak. * Pişmiş et.
  • halâ' : Boş, hâli. * Ayak yolu, abdesthane. * Devenin çökmesi.
  • hala'la' : Erkek sırtlan.
  • halâa(t) : Yüzsüzlük, utanmazlık, hayâsızlık. * Kötülüğünden dolayı ailesi ve cemaatı kendisinden ayrılan kimse.
  • halab : f. Çamur, bataklık. Bataklık arâzi.
  • halaca : f. Ayak yolu, abdesthane.
  • halafet : Ahmaklık, hamâkat, budalalık.
  • halahil : (Halhal. C.) Arap kadınlarının süs olarak ayak bileklerine taktıkları halkalar. Bunlar altun veya gümüşten yapılır.
  • halaif : Halifeler.
  • halaik : (Halayık) (Halk. C.) Mahlukat. Yaratılmışlar. * Huylar. Tabiatlar.
  • halail : (Halile. C.) Nikâhlı kadınlar, zevceler, karılar.
  • halak : Eskimiş ve yıpranmış bez. Paçavra. ◊ (Halka. C.) Halkalar. ◊ Nasib, hisse.
  • halaka : (Hâlik. C.) Berberler.
  • halakat : Halukluk, güzel ahlâklılık, iyi huyluluk. * Düzlük, dümdüzlük. ◊ Halkalar.
  • halakî : Paçavracı.
  • halakim : (Hulkum. C.) İnsan ve hayvanlarda boğazlar.
  • halal : Dostluk, ahbaplık. * İki şey arasında açıklık olma.
  • halal(et) : İki şeyin arası açık olmak. * Dostluk. Samimi dostluk.
  • halale : Kadın eş. Halile, zevce.
  • halaluş : f. Kavga, döğüş, şamata, gürültü.
  • halas : 'Üzüm ağacına benzer bir ağaç (yanındaki ağaca sarılır gider; hoş kokusu vardır; akik gibi taneleri olur.)' ◊ Kurtulma, kurtuluş. Selâmete ermek.
  • halaşe : f. Gemi dümeni. * Çörçöp.
  • halat : (Hâle. C.) Halalar. Babanın kız kardeşleri. Arabçada: Ananın kız kardeşleri. Teyzeler. ◊ (Hâlet. C.) Haller. Suretler. Keyfiyetler. ◊ Kalın ip, gemi ipi.
  • halavet : Tatlılık. Şirin olmak.
  • halavetbahş : f. Zevk veren, hâlâvet veren.
  • halavetyab : f. Zevk bulan, halâvet bulan.
  • halayik : Cariye, hizmetçi.
  • halb : Parçalama, pençeleme. * Birinin aklını başından alma. ◊ Süt sağmak.
  • halba : Ahmak. Şaşkın. * Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr.
  • halbe : (C.: Halâbib) Bir yarış yapmak veya bir şeye yardım etmek için toplanan atlılar grubu.
  • halbes : (C.: Halâbis) Bahadır, kahraman. Bir şeye sımsıkı bağlanıp ayrılmayan kişi.
  • halbuki : (Hâl bu ki) Hakikat ve doğrusu şudur ki, öyle iken.
  • halbus : Serçeden küçük bir kuş.
  • halc : Pamuğu temizlemek, havalandırmak ve kabartmak için yay ile atmak. ◊ Çekmek. * Hareket etmek.
  • halce : Uzak, ırak yer, baid.
  • halcem : Uzun, tavil.
  • hald : Devamlılık. Süreklilik. Dâimi. Bâki.
  • hale : Annenin kız kardeşi. Teyze. Türkçede babanın kız kardeşine hala denir. Arabçada dayıya 'Hâl' denir. ◊ Ay ve güneşin etrafında bazen görünen parlak dâire.
  • haleb : Süt sağma. Sağılmış süt.
  • halebe : (Hâlib. C.) Kandıranlar, aldatanlar, hile yapanlar. ◊ (Hâlib. C.) Süt sağanlar.
  • halebî : Halepli, Halep ahalisinden olan.
  • halec : Çalışmaktan, yürümekten veya ibadetten kemiklerin ağrıması.
  • halecan : Titreme. Kalb çarpıntısı. Heyecan.
  • haled : Kalb.
  • haledar : Haleli, halelenmiş. Parlak daireli.
  • halede : Küpe.
  • halef : Birinin yerine sonradan geçen kimse. Babadan sonra kalan oğul.
  • halefen : Arkadan gelerek.
  • halefiyyet : Haleflik, birinin yerine geçmiş olma.
  • halek : Kara, siyah.
  • halel : Bozukluk. Eksiklik. * Başkası tarafından verilen zarar. * İki şeyin aralığı. Boşluk. Açıklık.
  • haleldâr : f. Bozma. Bozulma. Bozulmuş.
  • halelpezîr : f. Bozulan, Halel bulan. Eksik. Fesad kabul eden. Bozuk.
  • halem : Helâk olmak. * Dibâgat yaparken derinin kurtlanması.
  • halemat : (Halme. C.) Meme uçları, meme başları.
  • haleme : (C.: Halem-Halemât) Meme başı. * Büyük kene. * Bir ot cinsi.
  • halen : şu anda, henüz, şimdiki hâlde.
  • halenbus : Serçe renginde, ondan küçük bir kuş.
  • halenc : (C.: Halânic) Ağaç, şecer.
  • halesa : (Hâlis. C.) Hâlis, sâfi.
  • hâlet : Suret. Hâl. Keyfiyet.
  • halevar : f. Ay şeklinde olan, hilâl gibi olan.
  • halevat : (Halâ. C.) Halvetler, boşluklar. * Yalnız bulunulacak yerler.
  • halezon : Sümüklü böcek kabuğu. Kabuklu sümüklü böcek.
  • half : Ardı. Arka. Kendinden sonra gelen. Arka taraf.
  • half(e) : Yemin etmek. Andiçmek. Kasem etmek.
  • halfe : Yerine adam koymak. * Kılavuz. ◊ Andiçme, yemin etme.
  • halfî : Arka, ard ile alâkalı olan.
  • halhal : Eskiden kadınların süs için ayaklarının topuklariyle baldırları arasına yani ayak bileklerine taktıkları altundan veya gümüşten yapılmış halka. Ayak bileziği. ◊ (C.: Halâhil) More…
  • halhale : Esneklik, elâstikiyet.
  • hali : Tenhâ. Boş. Sahipsiz. Issız. İçinde bir şey olmama.
  • halî : Gamsız, kedersiz, gailesiz, dertsiz. * Evlenmemiş erkek, bekâr adam. ◊ Hâl ile, vaziyet ile. Tavra âit. şimdiki. Hâle mensub.
  • hali' : Boşanmış erkek, zevcesini şer'an terketmiş adam. (Müennesi: Hâlia'dır.) * İtaatsız, isyan eden, utanmaz, kayıtsız, hayasız. * Kovulmuş. * Soyulmuş.
  • halî' : Ailesinden ayrılan kimse. * Kurt.
  • halib : (C.: Halebe) Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr. (Müennesi: Hâlibe'dir.) ◊ Sütçü, süt satan kimse. * Sidik borusu.
  • halîb : Taze süt.
  • haliç : (Bak: Halîc)
  • halîc : Liman. Boğaz. Kanal. Körfez. Koy. Denizin kara içine nehir gibi uzanmış kısmı. * Irmak. * Büyük çanak. * İp. * Deve ağzı.
  • halic(e) : Hareket ettirme. Sarsma, oynatma.
  • halice : Pamuk eğiren.
  • haliçe : Küçük halı. Kilim. Seccâde. (Kaliçe de yazılır.)
  • halîce : İçinde hurma ıslanmış süt. * Üzüm sıkıntısı.
  • halid : (Hulud. dan) Sonsuz, ebedi. Daimi.
  • halidat : (Hâlide. C.) Sürüp gidenler, devam edenler.
  • halide : f. Saplanmış, dürterek bastırılmış. ◊ Hâlid'in müennesidir. (Bak: Hâlid)
  • halif : İki dağ arasındaki yol. * Eski elbise. * Arkadan gelen. Sonradan gelen. Birinin yerine geçen. ◊ Yemin ederek sözleşenlerden herbirisi. ◊ (Half. den) Yemin eden. ◊ More…
  • halife : Öncekinin yerine geçen. * Fık: İlâhî, yâni şer'î hükümlerin tatbik ve icrası için Peygamber'e (A.S.M.) vekil olan zât. İmam. İmamet-i kübra. (Namazda imama uyan cemaat gibi, More…
  • halik : (C.: Huluk-Havâlık) Büyük dağ. * Ağaca dolaşmış olan üzüm çubuğu. * Süt ile dolu olan koyun memesi. * Tıraş eden. Berber. ◊ Helâk olan. Mahv olan. Fenaya giden. Fâni. Zâil. More…
  • halika : (C.: Halayık) Tabiat, mahlukât.
  • halike : Çok hırslı, haris olan nefis.
  • halikî : Demirci.
  • halikiyyet : Yaratıcılık. Halk edicilik. İcad ve takdir.
  • halil : Samimi dost. Sâdık dost. * Nahif ve fakir kimse.
  • halil (halile) : Zevc, koca. Nikâhlı karı. Zevce.
  • haliliyye : Samimi dostluk ve kardeşlik.
  • halilullah : Allah'ın dostu, Hz. İbrahim (A.S.).
  • halîm : Yumuşak huylu. Hoş muamele yapan. (Bak: Elhalîm)
  • halîmâne : f. Yumuşak surette. Yumuşak huylulara yakışır bir tarzda.
  • halîme : Yumuşak huylu kadın.
  • halin : Ahmak.
  • hâlis : Hilesiz. Katıksız. Saf. Duru. Saffetli. * Pek beyaz. * Evvelce karışık iken kusuru zâil olan. * Her ameli, yalnız Allah rızası için işleyen. (Bak: İhlâs) (Müennesi: Hâlise'dir)
  • halis : Bahadır ve haris kimse.
  • halîs : Karışmış, muhtelif. * Siyah ile beyazı karışmış saç. * Tel.
  • hâlisane : f. Hâlise yakışır bir surette. Hâlis kimselere mahsus bir niyet ve fiil ile.
  • hâlisen : Halis ve katıksız olduğu halde. Hilesizce, doğru olarak.
  • hâliset : Edb: İbarenin düzgün ve akıcı olması.
  • hâlisiyyet : Doğruluk, hâlislik, hilesizlik.
  • halît : Huk: Yol ve su gibi umumi olan araziler hukukunda ortak olan kimse. * Şerik, ortak. * Karışmış. ◊ Buz. Kırağı. Dolu.
  • halita : Karışık halde olan. Karma. İki veya muhtelif maddelerden yapılmış. * Madenlerin birbirleriyle birleşmelerinden hâsıl olan mürekkep madde.
  • halita-i dimağî : f. Akıldaki muhtelif mes'ele ve fikirler. Dimağdaki karışık, muhtelif bilgiler.
  • haliye : (C.: Havâlî) Kendini süsleyen kadın.
  • haliyen : (Hâli. den) Boş olarak, boş olduğu hâlde. ◊ Şimdiki hâlde, şimdiki zamanda.
  • haliyyat : (Haliye C.) Bekâr kadınlar, evlenmemiş kızlar.
  • haliyye : Bağından boşanmış deve. * Yabancı bir yavru emziren deve. * Büyük gemi. * Arı kovanı. * Ahlâktan kinâyedir. * (C.: Haliyyât) Bekâr kadın, evlenmemiş kız.
  • halk : İnsan topluluğu. İnsanlar. * Yaratmak. İcad. Örneği ve benzeri olmayan bir şeyi yaratmak, ibdâ' eylemek. * Bir şeyi yumuşatıp düzleştirmek. ◊ Boğaz. * Tıraş etmek.
  • halka : Ortası boş yuvarlak şekil. * Dâire şeklinde olan şey.
  • halkabeguş : f. Kulağı küpeli, kulağı halkalı. * Mc: Köle, esir.
  • halkabend : f. Toplanıp yuvarlak meydana gelecek şekilde oturma.
  • halkan : Yaradılışça, hilkatça.
  • halkavî : Halka şeklinde.
  • halkazen : f. Kapı çalan, kapı halkasını vuran.
  • hall : Çözme. Çözülme. Karışık bir mes'elenin içinden çıkma. * Anlayıp karar vermek. Neticelendirmek. * Susam yağı. * Ezmek. * Açmak. * Dühul etmek, girmek. ◊ Sağlamlaştırmak. * More…
  • hall ü akd : Çözme ve düğümleme. İdame etme. Müşkül mes'eleleri ve işleri halledip neticeye bağlama.
  • hall ü fasl : Çözme ve ayırma. Açıklayarak bitirme. Bir mes'eleyi müsbet bir neticeye bağlama.
  • hallac : Pamuk atan. Pamuğu didik didik eden.
  • hallaf : Çok fazla yemin eden kimse.
  • hallak : Yaratan, her şeyi halkeden, Kadir-i Zülcelal, Allah Teala Hazretleri (C.C.) ◊ İyi traş eden. Berber. * Hamal.
  • hallal : Sirkeci, sirke yapan kimse.
  • hallâl : Halleden, çare bulan, çözen.
  • hallas : Yakalıyan, tutan kimse.
  • hallat : Yersiz ve münâsebetsiz sözler konuşan. * Ortalığı karıştıran.
  • halle : Fakirlik. * Hâcet, ihtiyaç.* Kum içindeki yol ve gedik.
  • halledallah : Allah dâim ve bâki eylesin (meâlinde duâ).
  • haller : Bakla.
  • halli : Zengin, gani, malı mülkü çok olan. * Kuvvetli, kavi. ◊ (Halliye) Sirke ile ilgili.
  • hallisnâ : Bizi halâs eyle, bizi kurtar (meâlinde duâ.)
  • hallüsinasyon : Lât. Tıb: Hakikatte olmayan bir şeyi varmış gibi görme ve işitme.
  • halme : Meme başı, meme tepesi.
  • hals : Bir şeyi soymak. Çalmak. Kapmak. * Dibinden taze yetişen çayırla karışık olan kuru çimen.
  • halsan : Kişinin dostu, sevgilisi ve yâri.
  • halt : Karıştırmak. Münasebetsiz söz söylemek. Bir şeyi bir şeye karıştırmak. Hatâ etmek.
  • halta : Köpeklere takılan boyun halkası. Tasma.
  • haltiyyat : Yersiz ve münasebetsiz sözler.
  • halub(e) : Sağılan şey.
  • haluf : Sütün veya yemeğin bozulması.
  • haluk : İyi huylu. Güzel ahlâklı. İslâma yakışır ahlâkta olan. İnsâniyyetli.
  • halum : Yaş peynir gibi olan koyu yoğurt.
  • halvet : Yalnızlık. Tek başına kalmak. Tenhaya çekilme. * Gizlilik.
  • halvetgâh : f. Tek başına oturup ibadetle vakit geçirilen yer. * Halvet yeri. Gizli olarak görüşülecek yer.
  • halvetgüzide : (Halvetgüzin) f. Halveti, tenha bir yeri seçmiş olan kimse.
  • halvethane : f. Gizli ibadet yeri. * Gizli konuşup görüşmeye mahsus yer.
  • halvetî : Halvete müteallik, halvetle alakalı. * İbadet ve zikirlerini tenhada yapan bir tarikat adı. * Halvetiye Tarikatından olan kimse.
  • halvetnişin : Yalnız başına bir yere çekilip ibadetle meşgul olanlar.
  • haly : (C.: Huliy) Altından ve gümüşten olan süs eşyâları. ◊ Ot biçmek.
  • halz : Kabuğunu çıkarmak, derisini soymak.
  • ham : f. Olmamış, pişmemiş, çiğ. * Nâfile, beyhude, boşuboşuna. * İşlenmemiş, üzerinde çalışılmamış. * Acemi kimse, tecrübesiz. Terbiye görmemiş kişi. ◊ f. Bükülmüş, kıvrılmış, More…
  • ham madde : Bir şeyin meydana getirilmesi için işlenilen ana maddelerden her biri.
  • ham' (him') : (C.: Ahmâ') : Kaynata. Zevc tarafından olan kimseler.
  • ham' (humu') : Eğrilik, aksaklık.
  • ham-be-ham : f. Kıvrım kıvrım. Büklüm büklüm.
  • ham-ender-ham : f. Kıvrım kıvrım, büklüm büklüm.
  • hama : Hıfzetmek, korumak. * Kovmak, defetmek.
  • hama' : Kara balçık.
  • hamaid : (Hamîde. C.) Bir kimsenin medhedilmeğe lâyık olan işleri.
  • hamail : (Himâle. C.) Tılsım, muska. * Kılıç kayışı, kılıcı bele bağlamaya yarayan kayış.
  • hamaim : (Hamâme. C.) Güvercinler.
  • hamak : İki ağaç veya direk arasına asılarak içine yatılan ağyatak.
  • hamakat : Ahmaklık. Budalalık. Bönlük. Anlayışsızlık.
  • hamale : Bir mala kefil olma.
  • hamam(e) : (C.: Hamâim) Güvercin kuşu.
  • haman : Peygamber Hz. Musa (A.S.) zamanındaki Mısır Fir'avununun vezirinin ismi.
  • hamarat : Becerikli, elinden iş gelir, cerbezeli.
  • hamas : Verem. * Yumuşaklıkla ve kolaylıkla bir şeyi çıkarmak.
  • hamaset : Yaradılıştan olan cesâret. Bahadırlık. Cesurluk. Kahramanlık. Yiğitlik.
  • hamasî : Hamâsetle alâkalı. Fıtrî cesarete âit ve müteallik.
  • hamasiyyat : Kahramanlık destanları.
  • hamat : Kaynana.
  • hamata : Katılık. * Yanmak. * Boğaz ağrısı. * Darı samanı. * Kalbin ortası.
  • hamd : Medih, övmek.Cenab-ı Hakk'a karşı kulların memnuniyet ve sevinçlerini ve O'na hamd ve şükür ile medihlerini bildirmeleri, senâ etmeleri.
  • hamd ü sena : Cenab-ı Hakk'a hamd ve O'nu isimleriyle medhetmek.
  • hamde : Ateş gürültüsü.
  • hamdele : Elhamdülillah' demenin kısaca ismi. Bu sözün masdar haline getirilip kısaltılması.
  • hâme : f. Yontulmuş kalem.
  • hame : Yaş ot demeti, taze ekin destesi, bir sap üzere bitmiş taze ekin. * Havası bozuk hastalıklı yer. ◊ Kafatası, başın üst kısmı.
  • hâme vü şemşir : Kalem ve kılıç.
  • hame' : Uzun müddet su ile yumuşayıp değişmiş cıvık ve kokar çamur. Balçık.
  • hâme-rân : f. Kalem yürüten, yazan.
  • hame-zen : f. Üzerinde kalem kesilecek âlet.
  • hamec : Zayıflık.
  • hâmegüzar : f. Kalemle yazılmış.
  • hamek : Her şeyin küçükleri. * Siyah bulut.
  • hamel : Kuzu. * Ast: Burçlardan birinin adıdır. Bu burcu teşkil eden yıldızlar kuzuya benzediği için arapça kuzu demek olan hamel denilmiştir. Güneş bu burca 21 Mart'ta girer ve gece ile gündüz More…
  • hamelat : (Hamle. C.) Saldırışlar, saldırmalar. * Atılmalar, atılışlar.
  • hamele : Taşıyanlar, yüklenenler, kaldıranlar.
  • hamer : Davarın arpa yemekten dolayı içinin ve ağzının kokması.
  • hamh : Fahirlenmek, büyüklenmek, kibirlenmek.
  • hamhama : Hımhımlık, sözü genizden söyleyerek konuşma. ◊ Atın yulaf ve su gördüğünde çıkardığı ses.
  • hamî : Himaye edici, himaye eden. Koruyucu, koruyan. Kayıran. ◊ f. Gevşeklik, hamlık.
  • hâmid : Cenab-ı Hakk'a hamd ü sena eden. Allah'a şükreden. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) isimlerindendir.
  • hamid : Alevi sönen ateş. * Ölü, ölmüş. Sönmüş. idrâksiz. Sâkit ve sessiz. Ölü gibi halsiz olan.
  • hamîd : Sena edilmeğe, medhedilmeğe elyak olan. Dünya ve âhirette hamd kendisine mahsus olan Allah (C.C.) * Isparta Vilâyetinin Osmanlılar devrindeki adı.
  • hâmide : Uzun müddet geçmesi sebebi ile rengine tegayyür ve siyahlık gelip eskimiş olan. * Nebatsız kuru yer. * Yanmış kül olmuş.
  • hamide : f. Kambur, eğrilmiş, kemerli.
  • hamidegî : f. Kamburluk, eğri büğrü olmaklık.
  • hâmidîn : (Hâmid. C.) Hamdedenler, hâmidler.
  • hâmidûn : (Hâmid. C.) Hamdedenler, hâmidler.
  • hamie : Hararetli, çamurlu, volkanlı, alevli, dumanlı.
  • hâmil : (Hâmile) Yüklü yüklenmiş. * Gebe. * Taşıyan, götüren. * Hâiz. * Mâlik, sahib. * Uhdesinde bir poliçe bulunan.
  • hamil : Kötü tanınmış olan kimse.
  • hamîl : Kefil. * Başka yerden getirilen oğlan.
  • hamîle : Sıklığından dolayı birbirine girmiş olan ağaçlar. * Ağaç ve ot bitmiş kumlu yer. * Döşek çarşafı.
  • hamilen : Hâmil olarak. Taşıyarak, götürerek. * Hâmil olduğu halde.
  • hamim : Sıcak ve kızgın su. * Yakın hısım, soy sop. * Samimi arkadaş.
  • hamîme : (C.: Hamâyim) Her nesnenin iyisi.
  • haminne : Hanım nine sözünün bozulmuş şekli, büyük anne.
  • hamîr : (Hımâr. C.) Eşekler. Hımarlar. ◊ Hamur.
  • hamîr(e) : Eyer yapmada kullanılan tüysüz beyaz deri.
  • hamîr-gâr : f. Hamurcu, hamur yoğurucu.
  • hamîre : Hamur içine katılan maya.
  • hamiş : Mektubun altına sonradan yazılan sözler. Hâşiye.
  • hamîs : Beşinci. Hamis günü. Perşembe günü.
  • hâmisen : Beşinci olarak, beşinci olmak üzere.
  • hamit : Şiddetli, sağlam. * Üzerinde kıl olmıyan yağ tulumu.
  • hamit (hâmit) : Yanmış ve pörsümüş süt.
  • hamiye : Tırnak kenarı. * Kızmış, kızgın.
  • hamiyet : Gayret. * Nâmustan gelen gayretle utanma veya kızma. * İstinkâf etmek. * Mukaddesatı ve milletin haklarını, mâmus ve haysiyeti korumak hususlarında gösterilen gayret ve ihtimam hasleti. İman More…
  • hamiyet-füruş : f. Kendini beğenip hamiyetli olduğunu iddia eden. Hamiyetli olduğunu göstermeğe çalışan.
  • hamiyet-kâr : f. Hamiyetli. Haysiyet ve şeref sahibi.
  • hamiyet-mend : (C.: Hamiyyet-mendân) f. Hamiyetli.
  • hamiyet-mendâne : f. Hamiyetlicesine. Hamiyetli olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette.
  • hamiyet-mendî : f. Hamiyetlilik, hamiyetli oluş.
  • hâmiz : Sirke gibi ekşi olan. Ekşiliği fazla olan, asit.
  • hâmizat : (Hâmız. C.) Asitler. Sirke gibi ekşi olan şeyler.
  • hâmiziyyet : Ekşilik, kekrelik.
  • hamka : Ahmak ve budala kadın.
  • hamke : (C.: Humuk) Bit.
  • haml : Yük. * Sırtına yük alıp getirmek. * Kadının karnındaki çocuk. * İsnad. Yüklenme. ◊ Saçak. * Büyük saçaklı halı.
  • hamle : Hücum etme. Atılış, saldırış. Savlet.
  • hamlec : Bükmek.
  • hamletmek : Yüklemek, zannetmek.
  • hamm : Kuyuyu temizlemek. * Evi süpürmek. * Etin kokması. ◊ Çok sıcaklık, şiddetli hararet.
  • hammadun : Çok hamdedenler. Çok çok şükür ve duâ edenler.
  • hammal : (Haml. den) Bir ücret karşılığında eliyle veya sırtıyla yük taşıyan adam. * Mc: Kaba, görgüsüz, terbiyesiz.
  • hammaliyye : Hamal ücreti.
  • hammam : Banyo, hamam.
  • hammamî : Hamam idare eden adam veya kadın. Hamamcı.
  • hammamiyye : Edb: Divan Edebiyatında giriş kısmı hamam eğlencesi tasvirine tahsis olunan kaside.
  • hammar : (Hamr. den) Şarap yapan veya satan kimse. Meyhaneci, şarapcı. * Tas: Mc: Mürşid, şeyh, kılavuz. ◊ Eşekçi.
  • hâmme : Bir kişinin akrabası, yakınları. (Hâssa mânâsına da gelir, mukabili âmme'dir.) ◊ (C.: Hevâmm) Haşerât-ı muzırra, zararlı böcekler. * Binek hayvanı.
  • hamme : (C.: Humm) Kaplıcanın sıcak suyu. * Kuyruk yağının kıkırdağı. * Kızdırmak mânasına mastar da olur.
  • hammurabi : (Bak: Nemrud)
  • hamnane : Kene.
  • hamr : Ekşi. Şarap. İçki olup sarhoşluk veren şey. * Birine bâde içirmek. * Bir hususu söylemeyip setreylemek. Ketmeylemek. (L.R.) ◊ Yüzmek.
  • hamra : (Müennes) Çok kırmızı, kızıl renk. * Şiddet ve meşakkatli geçen yıl. * Şiddetle olan ölüm. * Arap olmayan cinsten. * Yüzü kızarmış kadın.
  • hamş : Kaşımak. * Tırmalamak. ◊ Baldırı ince olan.
  • hams(e) : Açlık. * Yaradaki şişin inmesi.
  • hamse : Mesnevi şekliyle yazılmış beş kitabdan ibaret bir takım demektir ki, böyle eser meydana getirmiş olanlara 'Hamsenüvîs', yâhut 'Hamseci' denilir. ◊ Beş More…
  • hamşek : Mestin üstüne vurulan parça.
  • hamsenüvis : f. Hamseci, hamse yazan. Mesnevi tarzıyla beş kitabdan ibâret bir takım yazan kimse.
  • hamsîn : Elli. * Erbaîn denen kırk günlük kara kıştan sonra gelen elli günlük kış.
  • hamşüde : f. Bükülmüş, eğrilmiş.
  • hamsun : Elli sayısı.
  • hamt : Misvak ağacı. * Ekşimiş süt. * Koyunun derisini yüzüp kebap yapmak. * Gadap etmek, kızmak. * Kibirlenmek, tekebbürlenmek. ◊ Şiddetli ve zahmetli olmak. * Çürümek. * Mütegayyer More…
  • hamta : Üzüm çiçeğinin kokusu.
  • hamtar : Dolu kırba. * Yay kirişi.
  • hamul : (Haml. den) Sabırlı, metanetli, tahammüllü, dayanıklı kimse.
  • hamulane : f. Tahammüllü kimseye yakışır şekilde.
  • hamule : f. Yük. Yük taşıyan nakil vasıtalarının yükü.
  • hamulî : Tahammüllülük, sabırlılık, dayanıklılık.
  • hamum : İç yağı.
  • hamun : f. Bozkır. Büyük sahra, düz ova.
  • hamus : Sâkin olmak, susmak.
  • hamuş : f. Susmuş. Sessiz. Sâkit. ◊ Sivrisinek.
  • hamuşan : Mevlevi tâbirlerindendir. Konya'da Mevlâna'nın türbesi haricinde ve kıble cihetindeki büyük kabristana verilen isimdir. * Sessizler, susmuş olanlar, uykuda olanlar.
  • hamuşane : f. Sessizce, ses çıkarmadan. Sessizliği andırır bir şekilde.
  • hamuşî : f. Susma, sükut etme. Sessizlik, sükunet.
  • hamvî : Sıcaklık.
  • hamyaze : f. Esnek, elâstik, esneme. * Kötü hareket, fenâ iş.
  • hamye : İçine yağ ve zeytin konulan kap.
  • hamz : Keskinlik, katılık, şiddet. Metinlik, sağlamlık. ◊ Ekşilik. Kekrelik.
  • hamza : İstemek. Arzu etmek. * Ekşi olan her ota derler.
  • hamze : Baklaya benzer bir bitki.
  • han : f. Okuyan, okuyucu, çağıran manasına gelir. Meselâ: Duâ-hân : (Niyaz ve tazarrukârane bir tezellül ile) duâ okuyan. ◊ f. Yolcuların misafir olduğu bina. Kervansaray. Otel. * More…
  • han u man : (Hanmân) Ev. Bark. Ocak. Ehil ve iyal.
  • han-salar : f. Kilerci, sofracıbaşı.
  • hana : Yaramaz ve boş sözler konuşmak.
  • hanacir : (Hancere. C.) Gırtlaklar, hançereler.
  • hanadik : (Handek. C.) Hendekler. Bir mekânın etrafına kazılan geniş ve derin çukurlar.
  • hanadir : Görme kabiliyeti kuvvetli olan.
  • hanadis : (Hındıs. C.) Musibetler. * Karanlık geceler. * Şiddetli hâller.
  • hanak : (C.: Hınâk) Hiddetlenme, kızma.
  • hanan : (Hân. C.) f. Hânlar, hükümdarlar, pâdişahlar, kağanlar. ◊ Merhamet, şefkat, acıma.
  • hanasîr : Helâk olmak.
  • hanasire : Hıyânet ehli, hâinler.
  • hanat : (Hân. C.) Dükkânlar, meyhaneler.
  • hanazîr : (Hınzır. C.) Hınzırlar, domuzlar.
  • hanbelî : Dört hak mezhepten birisi. İmam-ı Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin mezhebinden olan. (Bak: Mezheb, İmam-ı Hanbelî)
  • hânçe : f. Küçük tepsi, ufak sini.
  • hancer : Ucu sivri, iki tarafı keskin büyük bıçak. Halk dilinde hançer şeklinde kullanılır. Divan edebiyatında şâirler, güzellerin kaşlarını hancere benzetirlerdi.
  • hançere : Gırtlak, boğaz.
  • handa hand : f. Devamlı gülme, sürekli olarak gülme. * Devamlı gülen, sürekli gülen.
  • handan : f. Gülen, gülücü, mesrur.
  • handan-ru(y) : f. Güler yüzlü, güleç, mütebessim.
  • hande : f. Gülme, gülüş.
  • handebahşa : f. Güldürücü, tebessüm ettirici.
  • handebar : f. Güldüren, güldürücü.
  • handeferma : f. Güldürücü, güldüren.
  • handefeşan : f. Gülümsemeler dağıtan, gülmeler saçan.
  • handehariş : f. Bir kimseye alay tarzında gülme.
  • handek : Kale ve tarla gibi yerlerin etrafına kazılan geniş ve derin çukur. Hendek.
  • handekâr : f. Gülen, tebessüm eden, gülücü.
  • handekünan : f. Gülerek, güle güle.
  • handemeşhun : f. Devamlı gülen. Çok gülen.
  • handemu'tad : f. Devamlı gülmeye alışmış olan, her zaman gülme alışkanlığı olan.
  • handen : f. Okumak.
  • handenüma : f. Gülen.
  • handeris : Eski şarap.
  • handeriz : f. Gülüp duran, devamlı gülen.
  • handeruy : f. Mütebessim, güler yüzlü.
  • handezen : f. Gülen.
  • handistan : f. Şaka, lâtife.
  • hane : f. Ev, mesken, beyt. * Mat: Basamak, bölüm, göz. * Bazı kelimelerle birleştirilip mürekkep isim yapılan bir 'ek' tir. 'Hasta-hane, ecza-hane, yazı-hane, kıraat-hane' More…
  • hane-füruş : f. Ev komisyoncusu, ev tellâlı.
  • hane-gî : f. Evcil, evde beslenen. Evde bulunanlardan, evdekilerden.
  • hane-gir : f. Bir yeri mekân sayan kimse.
  • hane-harab : f. Câhil, bilgisiz. * Evi yıkılmış, evsiz barksız kalmış. * Hâli perişan olmuş kimse. * Mc: Müflis, züğürt, sefil.
  • hane-huda : f. Ev sahibi, sahib-ül beyt.
  • hane-küş : f. Mirasyedi, sefih.
  • hane-suz : f. Ev yakıcı. * Mc: Gözü dışarda olan, kendi âilesini düşünmeyen kimse.
  • hane-zad : f. Efendisinin evinde dünyaya gelmiş olan köle veya cariye çocuğu.
  • haneberendaz : (Hâne ber-endaz) f. Ev yıkıcı.
  • hanedan : f. Soyca dindar ve asil âile. * Peygamber (A.S.M.) sülâlesi.
  • hanef : İstikamet, doğruluk. * Ayak eğriliği. * Eğrilik, udûl.
  • hanefî : Dört hak mezhepten birisi. Veya bu mezhepten olan kimse. (Bak: İmam-ı A'zam)
  • hanek : Ağzın tavanı, damak.
  • hanen : şevk. * Nefsin cima arzusu.
  • hânende : f. Okuyan, şarkı söyleyen.
  • hânende-gân : f. (Hânende. C.) Hânendeler, şarkı söyleyenler, şarkıcılar.
  • hânende-gî : f. Şarkıcılık, hânendelik.
  • hanes : Burnun uç tarafının biraz yüksek olup geri kısmının basık olması. * Sığır burnu.
  • haneş : (C.: Ahnâş) Avlanan haşere veya kuş. * Yılan.
  • hanev : Eğmek. * Davar kösnemesi.
  • hanez : Mütegayyer olmak, değişmek. * Kokmak.
  • hanfec : şişman, etli kişi.
  • hanfes : (C.: Hanâfis) Yellengen böceği. * Pislik yuvarlayan böcek.
  • hangah : f. Allah rızası için ve misafirleri minnet altında bırakmamak ihlâsı ile fakir ve dervişlere ve talebe-i uluma yemek verilen ve misafir edilen yer.
  • hangar : Fr. Eşyayı muhafaza etmek için yapılan üstü örtülü, yanları açık yer. * Uçakları barındırmaya mahsus garaj.
  • hanhana : Sözü burun içinden söylemek. Hımhımlık.
  • hani' : Karısını boşamış koca veya kocasından boşanmış kadın.
  • hanif : İslâmiyetten evvel Allah'ın birliğine inanan ve Hz. İbrahim'in (A.S.) dininden olanların vasfı. * İslâmiyete kuvvetle bağlı olan ve ilmiyle âmil olan kimse. * Eğri. * Eski kötü More…
  • hanife : Bir kabile ismi.
  • hanifen müslimen : Müslim ve hanif olarak.
  • hanik : (Hunk. dan) Boğucu, boğan. * Küçük dar yarık ve sokak. ◊ Boğmak.
  • hanim sultan : Tar: Osmanlı hanedanında 'sultan' nâmı verilen İmparatorluk prenseslerinin kızlarına verilen resmi ünvan.
  • hanin : Fazla istekten dolayı inleyiş, şiddetli ağlayış. Sızlanmak. * Şevk ve arzu.
  • hanîn : Burun içinden ağlamak. * Burun içinden gülmek.
  • hanîre : (C.: Hanâyir) Parmak başlarındaki boğum. * Kadınların yün ve pamuk attıkları yay. * Kirişi olmayan yay.
  • hanis : Ettiği yemini yerine getirmeyen. Yeminini bozan. ◊ İki kat olmuş kimse.HANÎS : Zayıflık, gevşeklik. ◊ Sinen, dönen. (Bak: Hannas)
  • hanîs : Yeminini bozan, ahdinde durmayan. Rücu' eden. Te'hir eyleyen. ◊ Kebap olmuş nesne.
  • haniye : Şarap. * Erkeği öldükten sonra evlenmeyip, çocuğuna bakan kadın.
  • hank : Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. * Bir şeyi çiğneyip damağıyla ezmek. * Davarın ağzına gem vurmak veya urgan koymak. ◊ (Hınk) Boğmak. Boğazını sıkıp öldürmek. Boğazı sıkılıp More…
  • hankah : (Bak: Hangâh)
  • hankan : Boğmak suretiyle, boğarak.
  • hânmân : f. Ev-bark, ocak.
  • hânmân-sûz : f. Ocak yakıcı, ev-bark yakan.
  • hann : Yalvarmak. * İnlemek. * Esirgemek.
  • hannak : Boğan, boğucu.
  • hannan : Rahmetlerin en lâtif cilvesini gösteren, Rahman ve Rahîm olan ve çok merhametli olan.
  • hannas : (El-Hannâs) (Hunus. dan) Geri çekilerek veya büzülerek, sinerek fırsat bulunca vesvese vermek için dönüp gelen. Sinsi şeytan. Besmeleyi işitince kaçan, gaflete dalınca musallat olan şeytan. More…
  • hannasî : Şeytanla alâkalı.
  • hansa : Sırtlan.
  • hanşefir : Bela, zahmet.
  • hansir : (C.: Hanâsir) Yaramaz, boş, faydasız. * Bir yerden taşınan veya göçen kimseler, eşya ve elbiselerini yükletip gittiklerinde yerde kalan kıymetsiz şeyler.
  • hanşuş : Bakiyye, artan.
  • hantal : Kaba, büyük ve ağır.
  • hantem : (C.: Hanâtim) Kara bulut. * Desti. * İbrik. * Topraktan yapılan kap.
  • hanun : Gümleyerek esen rüzgâr.
  • hanut : (C.: Havânit) Meyhane, içki içilen yer. * Dükkân. ◊ Ölüyü, bozulup kokmaması için ilaçlama.
  • hanve : Güzel kokulu bir ot.
  • hanya' : Beli bükülmüş kadın.
  • hanz : Kebap yapmak.
  • hanzal(e) : Zakkum. Zakkum ağacı. Ebu Cehil karpuzu denilen portakal büyüklüğünde mevyesi çok acı bir nebat. Karga kabağı diye de adlandırılır.
  • hapis : (Bak: Habs)
  • hâr : f. Diken.
  • har : (Her) f. Merkep, himar, eşek. * Çay ve havuz diplerinde olan balçık. * Mc: İdraksiz kimse. * Kargaşa. ◊ f. Hor, hakir, âdi. Aşağı. ◊ Yıkılmış, hedmolmuş.
  • har' : Yarmak.
  • har'abe : İnce kemikli, genç ve güzel kadın. * Uzun. * Yeşil üzüm çubuğu.
  • har'et : Terslemek.
  • har-ban : f. Eşekçi.
  • har-bende : f. Seyis. Eşek ve katır gibi yük hayvanlarına bakan kimse. * Tar: Saray katırcıları.
  • har-meniş : f. Eşek huylu, eşek tabiatlı.
  • har-püşt : f. Diken sırtlı. * Mc: Kirpi.
  • har-var : f. Eşek yükü.
  • har-zar : f. Çalılık, dikenlik.
  • hara : Deve kuşu yumurtasının yeri. * Ev ortası.
  • hara' : Süstlük, zayıflık.
  • harab : Viran. Issız. Yıkık. Perişan.
  • harab-abad : f. Harabiyetle dolu olan yer. Tam harabe.
  • harabat : Harabeler. Viraneler. Meyhâneler.
  • harabe : Harab yer. Şehir veya ev yıkıntısı. Perişan yerler.
  • harabenişin : f. Viranelerde, harabelerde oturan.
  • harabezar : f. Viranelik. Yıkıntı yeri.
  • harabiyet : (Harabî) Yıkılma. Yıkılış. Parçalanıp dağılış. Zillet ve sefalet içinde
  • harac : Vaktiyle müslüman olmayan vatandaşlardan alınan vergiye denirdi. Arazi hasılatından veya çalışanların emeğinden elde edilirdi. Reşit ve vücudu sağlam olan gayr-ı müslim erkek verirdi. Buna More…
  • harac-güzar : f. Haraç verici.
  • harafe : Aklın bozulması. Delilik.
  • harafet : Hararetiyle dili yakan tad.
  • harahir : (Harhara. C.) Tıb: Akciğerden gelen hırıltılar. * Uykuda iken horlamalar.
  • haraib : (Harîbe. C.) Bir kimsenin geçineceği şeyler.
  • haraid : (Harîde. C.) Kızlar, bâkireler. * Delinmemiş inciler.
  • haraif : (Harife. C.) Ev için yapılan güz hazırlıkları.
  • harait : Haritalar.
  • harak : Korkudan veya utanmaktan dolayı dehşet içinde kalmak. ◊ Ateş, nâr.
  • haram : Helâl olmayan, İslâmiyetçe ve dince nehyedilen şeyler ve ameller. Allah'ın izin vermediği, men'ettiği şeyler. Helâlin zıddı olan şey.
  • harami : Katı-üt tarik, yol kesen. Haydut.
  • haramilik : Tar: Akıncı kumandanının iştirak etmediği ufak kuvvetler tarafından düşman memleketlerine yapılan akınlar. Bu akınlara yüz ve daha fazla akıncı iştirak ederdi. Akıncı kuvvetleri yüzden az More…
  • hararet : Sıcaklık.
  • hararet-bin : f. Termometre. Sıcaklık derecesini gösteren âlet.
  • haras : f. Dilsizlik, dilsiz olma.
  • haraş : f. Hayvan ile döndürülen değirmen.
  • harâs : f. Hayvanla döndürülen değirmen.
  • haraset : Çift sürme. * Sürülen yer. Tarla. * Ekincilik, çiftçilik.
  • haraşif : (Harşef. C.) Balık pulları. Pul pul olan şeyler. * Yaprakları balık puluna benzeyen bitkiler.
  • harat : Davarın memesinde olan bir hastalık. (Sütün parça parça, ufanmış gibi çıkmasına sebep olur)
  • haraz : Tasadan veya aşktan dolayı zayıflayan.
  • harazet : Hastalığın uzaması, derdin müzminleşmesi.
  • harb : İki veya daha çok devletin birbirleriyle siyasi alâkaları keserek silahlı kuvvetlerle çarpışmaları, vuruşmaları. ◊ (C.: Hırbân) Toy kuşunun erkeği. * Yarmak. * More…
  • harb-gâh : f. Harp meydanı, savaş alanı, muharebe yeri.
  • harb-gir : f. Harp yapan. Harpçi.
  • harba' : Kulağı delik koyun.
  • harbak : Yarmak. * Kat'etmek, kesmek. * İfsad etmek, bozmak. * Deva, ilâç.
  • harbat : f. Ahmak, bön, ebleh. * İri yapılı kaz. * Kalıp ve kıyafeti yerinde olduğu halde ahmak olan kimse.
  • harbcu : Kavga çıkarmaya istekli olan, savaş arzu eden.
  • harbe : Tar: Kısa mızrak tarzında bir nevi silâhın adıdır. Eskiden 'Köylü' adı verilen yangın habercisinin taşıdığı ucu demirli değneğe de harbe denilirdi. Eski tüfekleri doldurmağa mahsus More…
  • harbele : f. Kuyulardan su çekmeğe mahsus dolap. Bostan dolabı.
  • harben : Savaşarak, harbederek, döğüşerek. Muharebe etmek suretiyle.
  • harbes : Bir ot cinsi.
  • harbeş : Fesâd vermek, ifsad etmek, bozmak.
  • harbesisa : Şey' mânasına kullanılan bir isimdir.
  • harbî : Dâr-ül harbde bulunan ve müslim olmayan kimse. Arada anlaşma yapılmamış düşman. * Harbe mensub ve müteallik. * Tüfek temizliği için kullanılan demir çubuk.
  • harbiye : Harb işlerine ait. Harb okulunun adı. Harbiye mektebi.
  • harbüş : Yırtıcı bir kuş. * Alaca yılan.
  • harbüz(e) : f. Karpuz, kavun.
  • harbüze-füruş : f. Karpuz kavun satan adam.
  • harc : Gider, sarfiyat, bir iş için kullanılan madde. * Vergi. * Çıkmak. * Yeni çıkan bulut. * Yemâme vilayetinde bir yer. * Ecir. * Buğday.
  • harca' : Ayakları beline varana kadar beyaz olan koyun.
  • harce : (C.: Hurc-Haracât) Deve sürüsü. * Sık bitmiş ağaç.
  • harcef : Soğuk rüzgâr.
  • hardal : Çok küçük tohumları olan ve yaprakları yenen bir nebat ismi. Döğülerek macun haline getirilir ve sofrada iştah açmak için kullanılır.
  • hardale : Hardal tanesi. * Nesneyi ufak edip kesmek.
  • hardan : Kızgın, hiddetli, gadaplı. * Kast ve men'edici, engel olan.
  • hare : f. Kaya, sert taş. * Bir cins dalgalı kumaş. ◊ f. Yiyecek.
  • harec : Darlık, zorluk, sıkıntı. * Dar yer, sık ağaçlı yer. * Günâh.
  • hared : Hışım etmek. * Menetmek, engel olmak.
  • harekât : (Hareket. C.) Hareketler.
  • hareke : Arapça harflerin u, e, i şeklinde okunacağını gösteren işaretler. (Zamme 'ötre' fetha 'üstün' kesre 'esre' (gibi) * Hareket lafzının Arapça terkibde aldığı More…
  • hareket : Kımıldanma. Davranış. Yola çıkmak. Bir cismin sabit bir noktaya göre yerinin veya durumunun değişmesi. Sarsıntı.
  • harem : Herkesin girmesine müsaade edilmeyen yer. Kadınlara mahsus oda. (Misafirlere ve erkeklerin girmesine müsaade edilen yere de'selâmlık' denir.)
  • haremeyn : İki mukaddes harem. Müşrik ve kâfirlere yasak olan mukaddes Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere.
  • hares : (Haris. C.) Bekçiler, muhafızlar. ◊ Dilsizlik, ebkemiyyet.
  • hareşe : Sinek.
  • harez : (C.: Ehrâz) Çocukların oynadıkları ceviz.
  • hareze : (C.: Harez-Harezât) Boncuk.
  • harf : Ağızdan çıkan her bir sese âit verilen işaret. Alfabeyi meydana getiren şekilli çizgilerden herbiri. * Müstakil bir mânâya değil de başka harflerle birleşerek, başka muayyen ve müstakil çok More…
  • harf be harf : Aynen, aslı gibi, olduğu gibi.
  • harf-gir : f. Her işte ayıp ve noksan arayan.
  • harf-i atif : Gr: İki kelime veya cümleyi birbirine bağlayan harf. Vav ve fe gibi. Arabçada on şekilde harf-i atıf şunlardır: Bunlar bir kelimeyi veya cümleyi diğer bir kelime veya cümle üzerine atıf ve More…
  • harf-i cerr : Gr: Kelimenin sonunu esre ile (i diye) okutan harf. Bunlar arabçada şu şekil altında toplanmıştır. (Vav-ı kasem), (Ta-yı kasem)
  • harf-i masdarî : Fiil mânasında olan bir kelimeyi, masdar mânâsına çeviren harf.
  • harf-i nâsib : Muzari fiilinin sonunu üstün (e, a diye) okutan harf. (Bak: Huruf-i nâsibe)
  • harf-i nidâ' : Ya, ey, â gibi harflerle çağırılanın ismine eklenen harf. Ünlem.
  • harf-i zâid : Gr: Kelimenin bazı tasrifinde düşen harf. Fazla, zâid harf. Te'kid için yazılan harf. Sonradan ilâve olan harf.
  • harfece : Güzel gıda.
  • harfî : Harfe âit. * Sahibi tanıtmak için olan. * Başkasının mânası için yazılan. (Bak: Mâna-yı harfî)
  • harfiye : Kendi başına müstakilen bir mânası ve te'siri olmadığı halde, kendi cinsinden bir topluluğun içinde olduğu zaman ancak bir vazife gören şeylere denir.
  • harfiyen (harfiyyen) : Harfi harfine. Hiçbir değişiklik yapmadan.
  • hargâh : f. Otağ. Büyük çadır.
  • hargar(e) : f. Hakaret eden, hakaret edici.
  • hargele : f. Eşek sürüsü. * Terbiyesiz, görgüsüz ve azılı kimseler.
  • harguş : Tavşan.
  • harhar : f. Devamlı arzu, sürekli istek. * Gönül üzüntüsü, iç sıkıntısı. * Devamlı kaşıntı.
  • harhara : Uykuda horlamak. * Kedinin mırıldayışı. * İki dere arasındaki düzlük.
  • harhişe : f. Kavga, gürültü, patırtı.
  • harî : f. Hakirlik, horluk. ◊ Müstehak, lâyık.
  • harî' : Kimseden çekinmeyen, fâcire kadın. * Çok gülen, gülegen.
  • harib : Yıkan, harab eden. * Haydut. ◊ Kaçan, firar eden.
  • harîb : Yağma olunmuş, soyulmuş, talan edilmiş.
  • harîbe : (C.: Harâib) Bir kimsenin geçineceği şey.
  • hâric : Bir şeyin veya mahallin veya memleketin dışında kalan. * Ecnebi.
  • haric : Günahkâr, günah işlemiş. Allahın emrini dinlememiş olan.
  • harîc : Dar, ensiz. * Kuşatılmış.
  • harice temessül : Zihnî olan kelâmın hâricî âlemdeki kanunlara uygun şekilde tanzim edilişi.
  • haricen : Dışardan, dıştan. Hariçten.
  • haricî : Dışarıya âit olan. İçeriye âit olmayan. Dış ile alâkalı. Ecnebiye âit. * Zorba ve âsi olan. * Seyyid olmadığı halde seyyidlik iddia eden. * Vaktiyle Hazret-i Ali Kerremallâhü veche'ye More…
  • hariciyye : Hariçle alâkalı. Dış işleri. * Ameliyatla tedavi edilebilen hastalıklar. * Haricilik. (Bak: Havâric vak'ası)
  • harid : Öfkeli, hidetli, kızgın. ◊ Satın alma.
  • harîd : Tek, ayrı.
  • harid(e) : (C.: Harâid) Kız, evlenmemiş kız. * Delinmemiş inci.
  • haridar : Satın alıcı, satın alan.
  • haride : Satın alınmış.
  • harif : (Hırfet. den) Meslekdaş, san'at arkadaşı. Teklifsiz dost. * Herif, âdi insan. ◊ Güz mevsimi, sonbahar. * Meyve toplama zamanı. ◊ Yemiş toplayan.
  • harifane : f. Esnafça. Herkes kendi masrafını, hissesine düşeni vermek suretiyle, ortaklıkla yapılan.
  • harife : (C.: Harâif) Ev için sonbahar hazırlığı.
  • harifî : Sonbaharla alâkalı.
  • harik : Muhalefet eden, aykırı olan, karşı gelen. * Yırtıcı, yırtan. ◊ Yakan, yakıcı. Yanan, tutuşmuş. Ateş, od. ◊ Omuz küreklerinin arası. ◊ Zeyrek akıllı kimse.
  • harîk : Erkekliği olmayan adam. ◊ Yangın, ateş.
  • harîk-zede : (C.: Harikzedegân) f. Yangından zarar görmüş kişi. Evi ve eşyaları yanmış kimse.
  • hârika : İmkânların üstünde olan şey, hayret uyandıran, hayranlık vren. Büyük ve görülmedik eser. Görülmedik derecede kıymetli. ◊ Ateş, nâr, od.
  • harîka : Acı, sızı. * Bulâmaç. Yulaf lâpası.
  • hârika-pişe : f. Hârikalı. Hârika işler yapan.
  • hârikat : (Hârika. C.) Şaşılacak şeyler, hârikalar. İnsanda hayret uyandıran şeyler.
  • hârikavî : Harika cinsinden, harika gibi.
  • hârikulâde : Fevkalâde, âdetin hâricinde bulunan şey, eser. Görülmedik derecede. Son derece kıymet ve ehemmiyeti hâiz olan şey.
  • hârim : Fakir.
  • harîm : Herkesin giremiyeceği, dokunmıyacağı şey. Haram dairesi. * Şerik. * Bir kişinin olup, başkasının duhul ve taarruzundan masun yer. * Hacıların Mekke-i Mükerreme'de giydikleri libas. More…
  • harîme : Bir kimsenin, istediği gibi kulanabilecek hakka sahib olduğu malı.
  • harir : İpek. İpekten yapılmış. * Harâretli. Sıcak.
  • harîr : Su akarken çağlamak. * Yel eserken fışıldamak. * Horuldamak.
  • harirî : (Kasım bin Ali) (Mi: 1054-1122) Irak'ta doğdu. İnhitat (çöküş) devrinin ediblerindendir. 'Makamat' adlı eseriyle şöhret bulmuştur. Bediüzzaman-ı Hemedanî'nin Makamları More…
  • haririye : Un ve süt ile yapılan bulamaç.
  • hâris : Muhafız. Bekçi. * Gözcü. Himaye eden. Bekleyen. ◊ Eken, ekici. Çiftçi.
  • haris : Süngü demiri. * Soğuk olan şey. ◊ Son derece hırslı olan. ◊ Hırslı olan, haris.
  • hariş : f. Kaşınma, kaşıma.
  • harîs : Bir şeye fazlası ile düşkün. Hırslı.
  • harîş : Bir cins yılan.
  • harisa : İnsanın başında veya yüzünde kan çıkmaksızın yalnız deri yırtılmış olarak peyda olan yara.
  • harîsa (hârisa) : Yağmuruyla yer yüzünü süpürüp gideren bulut. * Kan çıkmayan azıcık baş yarığı.
  • harîsane : f. Hırslıcasına. Çok haris olarak. Hırslılara mahsus bir tavırla.
  • harîset : (C.: Harâyis) Zayıf deve.
  • haristan : f. Çalılık, dikenlik.
  • harîsun aleyküm : Tevbe Suresi'nin bir âyetinde geçen bu ifade, birinci derecede Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında olup ümmetini ve bütün insanları doğru yola irşadda yılmadan, büyük bir sebat ve azim ve More…
  • harita : yun. Yeryüzünün veya bir parçasının belli bir ölçüye göre küçültülerek muvafık bir yere çizilen taslağı. * Dağarcık, kulplu kese.
  • hariye : Yavuz bir yılan.
  • harîz : Tâkatsiz kimse, güçsüz ve kuvvetsiz insan. ◊ Mahfuz, hıfzolunmuş, saklanılmış.
  • harizme : Azgın hayvanların ağzına ve ayının dudağının üstüne geçirilen demir halka.
  • hark : Yarma. Yırtma. * Su akacak yarık yer. ◊ Yakmak. Yanmak. Yangın.
  • hark ve iltiyam : Yarmak ve yapıştırmak. Yırtılmak ve iyileşmek.
  • harka' : Kulağı delik koyun. * Çeşitli yönlerden esen rüzgâr.
  • harkafa : (C.: Harâkıf) Kalça kemiği. Uyluk kemiğinin baş tarafı.
  • harkahe : Koyuncuların kara evi.
  • harkeket : (C.: Harâkîk) Uyluk başı.
  • harkürre : f. Eşek yavrusu, sıpa.
  • harm : Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. * Davara yük vurmak. * İşinde çabuk çabuk olmak. * Udul etmek. * Kat'etmek.
  • harmed : Kokusu ve rengi değişen. * Kara balçık.
  • harmel : Üzerlik otu.
  • harmeş : İfsad etmek, bozmak.
  • harnub : Keçiboynuzu adı verilen bir cins yemiş.
  • harp : (Bak: Harb)
  • harpüşte : f. Balıksırtı şeklinde olan, harpuşta.
  • harr : Hararet, sıcaklık. Sıcak. ◊ Yarmak.
  • harr(e) : Hararetli. Kızgın. Çok sıcak. Yakıcı.
  • harra : (Hurur) Yüksekten aşağı düşmek.
  • harraka : Eskiden düşman gemilerini veya düşman şehirlerini ateşlemek için, yakıcı âletlerle donatılmış olan harp gemisi.
  • harran : Susuz.
  • harrare : Gürleyerek, çağlayarak akan su.
  • harras : (Harâset. den) Çiftçi, ekinci. Toprağı işleyip ekin eken. ◊ Küp yapan. ◊ Yalancı.
  • harrat : Doğramacı, çıkrıkçı. Tornacı.
  • harraz : Terzi.
  • harre : (C.: Hurer) Değirmenin buğday konulan deliği. ◊ (C.: Hırâr-Hırârât-Harrun) Kara taşlı yer.
  • harrub : Keçiboynuzu' adı verilen bir yemiş cinsi.
  • hars : Tarla sürmek. * Maarif. * Mal toplamak, kazanmak. * Teftiş ve tedbir eylemek. ◊ Tahmin etmek. * Yalan söylemek. * Acıkmak. ◊ Koruma. Muhafaza etmek. Hırz mânasınadır. More…
  • harş : Kesbetmek, almak. * Tırmalamak. ◊ Avlamak. * Kaşımak.
  • harşa : Bir cins ot.
  • harsa' : Dilsiz kadın. * Gürlemeyen bulut. * Belâ. (Müz: Ahrâs)
  • harşef : (C.: Harâşif) Kalkan balığı. * Balık pulu. * Enginar bitkisi.
  • harsek : Küçük cisim.
  • harsinî : Tunç.
  • harşuf : Enginar bitkisi.
  • hart : El ile ağacın yaprağını sağmak. * Ağaç kabuğu soymak, yaprak toplamak. * Nikâh. ◊ Katı katı ovmak. * Davarın yulaf yerken çıkardığı ses.
  • hartavî : Tar: Sipahilerin yeniçeri keçesine mümasil olarak giydikleri toparlak keçe külâh.
  • hartuc : f. Topa merminin ardından sürülen barut kesesi.
  • haruf : Küçük kuzu, hamel. * Tâze et.
  • harun : Musa Peygamber'in (A.S.) yardımcısı ve büyük kardeşi. * Bağdad Abbasî Halifelerinden Harun-ür Reşid. ◊ İlerleyeceği yerde duran veya geri giden hayvan.
  • harunî : Hayvanın ilerlemeyip durması veya gerilemesi. Hayvanın huysuzluğu.
  • harur : Sıcaklık. Güneşin kızgınlığı. * Gece esen sıcak rüzgâr. ◊ Yüksekten düşmek. * Akla gelmedik cihetten hücum etmek.
  • harus : Sütü az olan kadın. * Evlenip hâmile olan kız.
  • harut : Mukaddes kimse. * İpini sahibi elinden çekip kaçan davar.
  • harut ve marut : Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen iki meleğin ismidir.
  • harva : Büyük kumlu tepe. * Yüce, yüksek. * Bir dağın adı.
  • hary : Noksan etmek, noksanlaştırmak, eksiltmek.
  • harz : Dikmek.
  • harze : Yaban şalgamı.
  • harzem (harezm) : Türkistan'da Aral gölünün güneyindeki delta ve çevresindeki ülke.
  • haş : f. Süprüntü, kırıntı, döküntü. * Kızgınlık, hiddet. ◊ Kalb.
  • has ahur : Tar: Hükümdarın hayvanlarına mahsus ahır.
  • has lafizlar : Bir mânaya mahsus olan lafızdır. Hasan, Mehmed, insan, erkek lafızları gibi.
  • has' : Reddetme. * Uzak olmak. Uzaklaştırmak.
  • has'am : Yemen diyarında bir kabilenin adı.
  • hâşâ : Aslâ. Kat'iyyen. Öyle değil. Allah korusun...(mânasına söylenir.)
  • hasa : Saymak. * Taş atıp vurmak. ◊ Sığır terslemek. ◊ Toprak saçmak.
  • hasa' : Suya kanmak ve kandırmak. * Dolmak. * Doymak. * Ufak taş. ◊ Saman parçası. * Hurma kabı. ◊ Bulamaç aşı. * Kavun.
  • haşâ' : (C.: Ehşâ) Nefes tutukluğu. * Nefesin tutulması. * Nâhiye. * Kalb.
  • hasab : Odun.
  • hasad : Ekin biçmek. Ekin biçme mevsimi.
  • hasadet : Hasedcilik, kıskançlık. Çekememezlik.
  • hasafe : (C.: Hasif) Hurma yaprağından örülen kap. * Hurma yaprağı.
  • hasafet : Rey sağlamlığı. Hükümde kuvvet ve olgunluk.
  • haşafet : Kin ve düşmanlık, haset ve adavet.
  • haşahiş : (Haşhâş. C.) Haşhaşlar.
  • hasail : (Haslet. C.) Hasletler. (Bak: Haslet)
  • hasais : (Hasîse. C.) Kötü huylar, fena tabiatlar.
  • hasâis : Bir şeye, birine has olan keyfiyetler.
  • haşaiş : (Haşiş. C.) Kuru otlar.
  • hasak : Büyük bir kuşun adı. (Çin'de, Babil'de ve Türk vilâyetlerinde olur.)
  • haşak : f. Süprüntü, çöp. Yonga.
  • hasal : Ağacın, zeminde yanlara sarkmış uçları. * Bir işte ortaya konulan ödül. ◊ Yüreğin ağrıması.
  • hasan : Nâmahremden korunur üzere olmak, korunmak. ◊ İyilik. Güzel muamelede bulunmak. ◊ Güzel. (Bak: Hasen)
  • haşan : Kokmuş tuluk.
  • hasanet : Bir yerin çok sağlam ve korunulacak tarzda olması. * Kadının kendisini haramdan koruması.
  • hasar : (C.: Hasâret) Ziyan, zarar. ◊ Soğuk, berd.
  • hasar-dide : f. Zarara uğramış, hasar görmüş.
  • hasarat : (Hasâret. C.) Ziyan ve zararlar. Hasaretler.
  • hasaret : Hasar. Alış-verişte zarar, ziyan. Yoldan sapmak. Sapıtmak. Dalâlete düşmek. ◊ Cıvık ve sulu şeyin koyulaşıp katılaşması. * Dahâmet peyda etme, irileşme.
  • haşari : Yaramaz, rahat durmaz, hırçın.
  • hasas : Başta saçın az olması.
  • haşas : Arz haşereleri.
  • hasasa : (C.: Hasâs) Fakirlik. * Hali yaramaz olmak. * Küçük delik. * İki kişinin arasındaki açıklık.
  • hasase(t) : Tamahkârlık. Cimrilik. Alçaklık. Hasislik.
  • hasaset : İhtiyaç. Yoksulluk. Züğürtlük. * Rahne. * Kalbur ve elek gibi şeylerdeki küçük delik, gedik.
  • hasât : Küçük taş parçası. Çakıl. * Tıb: Sidik yolunda taş peyda olmak.
  • hasb : (Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik. Mal, din, millet. Kerem, fiil ve amelde yüksek şeref, iyi iş, sâlih amel. Şeref, asalet, şan, kadr ve haysiyet. * More…
  • haşb : Hayırsızlık. * Haşinlik.
  • hasba : Hafif tahkir yerinde kullanılan bir tabirdir. Halk dilinde 'haspa' şeklinde kullanılır.
  • hasba' : (C.: Hasubâ) Ufak taş.
  • haşba' : Kuru, yâbis.
  • hasbe : Kızamık hastalığı. Tane tane gövdede çıkan bir hastalıktır. (Hasta kişiye 'mahsub' derler.) ◊ Re'y. Tedbir. (Aslı: Ecir ve sevab mânasına gelen 'hisbe' More…
  • hasbel hamiyye : (Hasb-el hamiyye) Hamiyet icabı, hamiyet için.
  • hasbel icab : (Hasb-el icâb) Durum icabı olarak, hâl ve durum iktiza ettiği için, durum dolayısıyla.
  • hasbel iktiza : (Hasb-el iktizâ) İktiza ettiği için, gerektiğinden dolayı.
  • hasbel kader : (Hasb-el kader) Kader cihetiyle.
  • hasbel mevsim : (Hasb-el mevsim) Mevsime göre.
  • hasbeten lillah : Allah rızası için. Allah yoluna. Karşılık istemeksizin.
  • hasbî : Karşılıksız. Allah rızası için.
  • hasbiye : âyetinin kısaca ismidir.
  • hasbüna : Bize yeter. Bize kâfidir (meâlinde).
  • hasda' : Yaprağı çok olan ağaç.
  • haseb : (Bak: Hasb)
  • haşeb : Kereste imâlinde kullanılan kalın ve kuru ağaç.
  • haşeb-pare : f. Tahta parçası. Yonga.
  • hasebe : Hurması çok olan hurma ağacı.
  • haşebe : (C.: Haşebât) Odun, ağaç. Yonga.
  • haşebiyet : Odunluk, odun niteliği.
  • hased : Başkasının iyi hallerini veya zenginliğini istemeyip, kendisinin o hallere veya zenginliğe kavuşmasını istemek. Çekememezlik. Kıskançlık. Kıskanmak.
  • haşed : İnsan topluluğu, cemaat.
  • hasede : (Hâsid. C.) Kıskananlar, hased edenler, çekememezlik edenler.
  • haşef : Hurmanın yaramazı. * Eski elbise diken. * Devenin sütünün çok olması.
  • haşefe : (C.: Haşef-Haşefât) Sünnet mevziine varana kadar olan zeker başı. * Yaşlanmış kuru kadın. * Kuru hamur. * Yumuşak taş. ◊ Hiss. * Harekete ve yürüyüş sesine derler.
  • hasek : Kin, adavet, hased. * Savaş âletlerinden, üç köşeli diken şeklinde bir silâh.
  • haseke : (C.: Husek) Kin tutmak, adavet etmek. * Demir dikeni denilen üç köşeli diken. * Demirden yapılan üç köşeli 'bıtırak' denilen harp âletleri.
  • haseki : Tar: Vaktiyle sarayda görevli bazı subaylara verilen isim.
  • haşel : Bayağılaşma, rezil olma. Bayağılık, rezillik, âdilik. * Her nesnenin kötüsü.
  • hasele : Tıb: Karnın göbek ile kasık arasındaki kısmı.
  • hasem : Burnun yassı ve geniş olması.
  • haşem : Burun içinde olan bir illettir ve kokuyu değiştirir. * Genzin tıkanıp burnun koku almaması.* Etin kokması. ◊ Taraftarlar ve hizmetçiler. Düşmanlarına karşı koruyanlar. Aile.
  • haşem-nişin : f. Göçebe.
  • haşeme : (C.: Haşem) Kol. Kollukçu. Hizmetkâr.
  • hasen : Güzel. Hüsünlü. Güzellik. * Güzel olmak.
  • hasenat : Güzellikler. İyi ameller. İyilikler.
  • hasene : İyilik. Güzellik. Hayırlı amel. Allah rızasına çok uygun iş. * Eski altun paralardan biri.
  • haşene : (Haşin. C.) Sert, katı ve kalb kırıcı olanlar.
  • haser : Gözün tam görmemesi, göz nurunun zayıf olması.
  • haşerat : (Haşere. C.) Küçük zararlı böcek, akrep ve yılan gibi hayvanlar. * Mc: Zararlı ve kıymetsiz kimseler.
  • haşere : Yabani arı, böcek, akrep ve yılan gibi zararlı mahluk.
  • hasf : Ayakkabı dikmek. * Birbirine yapıştırmak. * Tasmalı nâlin. * Ağacın yaprağının dökülmesi. ◊ Ay tutulması. * Işığı sönmek.
  • hasfolmak : Parlaklığı gitmek.
  • hashas : Zâhir olma, açık ve âşikâr olma, görünme. ◊ Toprak. * Ufak taş. ◊ Seri, çabuk, hızlı. ◊ Koparılmış olmak. ◊ Cömert kimse.
  • haşhaş : 'Kapsüllerinden uyuşturucu bir madde olan afyon; tohumlarından da yağı çıkarılan bir bitki. * Hazırlıklı. * Silâhlı ve zırhlı topluluk.'
  • hashasa : Açık ve âşikâr olma. * Bir şeyi diğer bir şey içinde 'iyice birleşmesi için' karıştırıp sallama.
  • haşhaşa : Silah sesi, yüksek ses. * Silâh. * Kuru ot. * Yeni kaftan.
  • hashase : Ateş üzerinde eti pişirip kebap yapmak. * Bir şeyi döndürmek. ◊ Kandırmak. * Koparmak. * Çok fazla deprenmek. ◊ Anlaşılmayan ses. * Hınzır avazı.
  • hasî : (Has'. den) Herkes tarafından kovulan. Sürülüp tardedilen. ◊ Kuru.
  • haşi : Kuru, yâbis.
  • haşi' : Huşu içinde olan, alçak gönüllülük eden. * Kusurlarını düşünerek, ürpererek Cenâb-ı Hakka niyâz edip yalvaran.
  • hâşian : Tevazu ve mahviyetle. Alçakgönüllülük göstererek.
  • hâşiane : f. Hâşi' olarak.
  • hasib : Tipi. Ortalığı toza toprağa boğan şiddetli rüzgâr. ◊ Hesab eden, hesab edici.
  • hasîb : Muhterem, itibarlı, değerli ve soyu temiz kimse. şahsi meziyet sâhibi insan. * Muhâsebeci. ◊ Cömert kimse. Hayır sahibi ve eli açık adam. * Bolluk yer, ucuzluk.
  • haşib : Yoğun, kalın. * Tam düzelmemiş olan kılıç. * Süslü, zinetli.
  • haşibe : Tabiat, mizaç, huy.
  • hâsid : Hased eden, kıskanan.
  • hasid : Ekin biçen.
  • hasîd : (C.: Hasâyıd) Tarlada kalan ekin.
  • hâsidane : f. Kıskanarak, kıskançlıkla. Hased edercesine.
  • hâsif : (Husuf. dan) Sararmış. Rengi, parlaklığı kalmamış. Husufa uğramış.
  • hasif : Zayıf.
  • hasîf : (C.: Husef) Suyu hiç kesilmeyen su kuyusu. * Yağmuru çok olan bulut. ◊ Ak ile kara, alaca renkli urgan. * İki çeşit renkten meydana gelen. ◊ Aklı başında, kâmil ve olgun More…
  • haşif : Keskin kılıç. * Damdan aşağı asılmış olan karpuz. ◊ Eskimiş ve yıpranmış elbise.
  • hasîfane : Aklı başında ve olgun olan bir adama yakışacak suretde.
  • hasîfe : Gizlenen kin, hased ve düşmanlık.
  • haşife : Adâvet, düşmanlık, kin.
  • haşiîn : Huşu' içinde olanlar.
  • hasik : Süngü demiri.
  • hâsil : Peyda olan. Husule gelen. Çıkan, meydana gelen.
  • hasîl : Ot.
  • hasîl(e) : Sığır buzağısı.
  • hâsilat : Gelirler. Kazançlar. Elde edilenler. Kâr. Mahsul. Îrad.
  • hasîle : (C.: Hasâyil) Bakiyye, artan, geri kalan. ◊ İyeği arasında olan et.
  • hâsili kelâm : (Hâsıl-ı kelâm) Sözün kısacası, sözün kısası.
  • hâsim : Kat'eden, hasmeden, kesip atan.
  • hasim : (Bak: Hasm)
  • hasîm : Hasım olan, husumet eden, düşmanlık eden.
  • haşim : Kuru ekmek kırıntısı doğruyan. Ezen, yaran, kıran, parçalayan. ◊ Haşmetli, gösterişli, muhteşem.
  • haşime : Kemiği kırılmış olan baş yarığı.
  • haşimî : Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) kabilesinden, O'nun sülâlesinden gelen. * Bir tarikat şubesinde olan.
  • hasîn : Sağlam. Metin. Mustahkem. * Sağlam muhafaza eden. ◊ Küçük balta.
  • haşin : Kırıcı, kalb kırıcı. Sert, katı. ◊ Korkak, korkan. ◊ Kokmuş tuluk.
  • hasin(e) : (C.: Hâsınât) İffetli, namuslu ve şerefli kadın.
  • hâsir : Hasarete uğrayan. Zarara, ziyana uğrayan.
  • hâşir : Haşreden, toplayan. Cem'eden. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi. Haşir meydanında bütün insanlar mübarek izlerinde haşr olup toplanacaklarından Delâil-i Hayrat'ta bu isimle More…
  • hasir : (Hasr. dan) Muhâsara eden, etrafını çeviren, hasreden.
  • hasîr : Feri gitmiş, donuklaşmış göz. * Hasret çeken. Meramına nail olamayan. * Yorulmuş. * Açılmış. * Zayıf. ◊ Hüsranda olan. Sapıtan, dalâlete giden. Azgın. * Eli boş. Müdafaasız. More…
  • haşir : Toplayan, cem'eden, haşreden.
  • hasiralti etmek : Ist: Unutmak, saklamak, gizlemek, terviç etmemek manasında kulanılan bir tâbirdir. Hasır, eskiden halı ve kilim yerinde kullanıldığı ve onun altında kalan şeyler unutulup gittiği için bu More…
  • hâsiren : Ziyana uğrayarak, zarar gördüğü halde.
  • hâsirîn : (Hâsir. C.) Zarar görmüş olanlar, ziyana uğramış kimseler.
  • hâsirun : Zarar ve ziyana uğrayanlar. Eli boş kalanlar.
  • hasis : Çabuk. Çok aceleci. * Ayartılan, tergib ve teşvik edilen. ◊ Gizli ses. Ateş gürültüsü. * Fitil.
  • haşiş : Esrar adı verilen 'Hint keneviri'nin yaprağı. * Kuru ot.
  • hasis(e) : (Hisset. den) Kötü huy, fena tabiat. * Ufak, değersiz. * Tamahkâr, cimri.
  • hasisa : Bir şeye mahsus hal. Kendine mahsus olup başkasında bulunmayan keyfiyet, karakter.
  • haşişe : Ot.
  • haşiv : (Bak: Haşv)
  • haşiye : Sahife kenarına veya altına yazılan izah. Bir kitabın izah ve şerhini yapan yazı. Kenar, pervaz.
  • hasiyy : Hayası çıkarılmış, hadım edilmiş, burulmuş (insan veya hayvan).
  • haşiyy : Kuru, yâbis.
  • haşiyye : (C.: Haşâyâ) İçi dolmuş döşek. * Nihalî adı verilen sofra altı.
  • hasiyyet : (Hassiyet) Hususi fayda, kuvvet ve menfaat, tesir, keyfiyet.
  • hasl : Fena huylu olma. Kötü haslet sahibi olma. ◊ Zayıflık.
  • haşl : Herşeyin âdisi, bayağısı.
  • hasle : (C.: Husul) Hurma koruğu. ◊ Göbekle kasık arası.
  • haslet : Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat.
  • hasm : (Hasım) Muhâlif. Karşı taraf. Düşman. ◊ Kesip atma, kesme, kat'etme. * Kat'i olarak bir mes'eleyi hâlledip neticeye varma. ◊ Atâ etmek, hediye vermek. * More…
  • haşm : İncitmek. * Gadaplandırmak, hiddetlendirmek.
  • hasmane : f. Düşmancasına. Düşman gibi. Hasma mahsus halde.
  • hasme : Kırmızı meşe.
  • hasmen : Bir mes'eleyi kesin bir karar ile halledip bitirmek suretiyle.
  • haşmet : (Hışmet) Kendisine tabi olanlardan dolayı, 'haşem' den olan, büyüklük ve heybet. Tantana-i azamet. Hürmetten gelen çekinme. * Hiddet, kızgınlık. * Alçak gönüllülük.
  • haşmetli : (Haşmetlü) Tar: Haşmet sâhibi mânâsına gelir ve ecnebi hükümdarlarına verilen bir ünvandır.
  • haşmetmeab : Haşmetli, haşmet sahibi mânâlarına gelir ve eskiden padişahlara karşı hürmet bildirmek için kullanılırdı.
  • hasmî : Düşmanlık, husumet, adavet.
  • hasna : Güzel kadın. Hüsün ve cemal sâhibesi.
  • hasnâ : Çok fazlasıyla kendini haramdan saklayan kadın. Çok iffetli, çok nâmuslu kadın.
  • haşna' : Saliha kadın.
  • haspuş : f. Hilekâr, hileci, iki yüzlü, mürai.
  • haspuşî : Hile, riyâ.
  • hasr : Bir şeyin içine alma. Yalnız bir şeye mahsus kılma. * Bir çember içine almak. Askerle etrafını kuşatmak. * Sıkıştırma. Kısaltma. * Okurken tutulup kalmak. * Vakfetmek. * Zaman ayırmak. More…
  • haşr : (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek. * Toplama, cem'etmek. * Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları.
  • haşr suresi : Kur'an-ı Kerim'in 59. suresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
  • haşr u neşr : Toplanıp dağılmak, yayılmak.
  • haşrece : Ölüm anında can çekişmekte olan bir kimsenin çıkardığı hırıltı.
  • haşrem : Kireç taşı. * Alçak dağ. * Arı.
  • hasreme : Üst dudağın alt dudak üzerine taşması.
  • hasret : Özleyiş. İç çekme. Bir şeyi çok isteyip, arzulayıp ona kavuşamamaktan gelen üzüntü. (Bak: Husr)
  • hasret-fiken : f. Hasret düşüren, hasret döken.
  • hasret-keş : f. Özlemiş, özleyen, hasret çeken.
  • hasret-keşane : f. Hasret çekene yakışır surette. Özleyenler gibi.
  • hasret-zede : (C.: Hasret-zedegân) f. Hasrete düşmüş, hasrete uğramış.
  • hasretmek : Kısaltmak. Sadece bir şeye mahsus kılmak. Bir şey için vakfetmek.
  • haşrî : Haşre âit. Öldükten sonraki dirilişe ve toplanmaya dair.
  • hâss : (C.: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu. * Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan. * Tam ayar olan, yabancı maddelerle More…
  • hass : Zannetmek. * Silkmek. * Davarı kaşağılamak. * Közün üstünde birşey pişirmek. * Katletmek, öldürmek. ◊ Tergib. Teşvik. Bir kimseyi bir şey için iknâ etmek. ◊ Duyan. More…
  • haşş : Kat'etmek, kesmek. * Toplamak, cem'etmek. * Davara ot vermek. * Ateş yakmak. ◊ Girmek, dühul etmek.
  • hâss ü âmm : Herkes, bütün herkes.
  • hassa : (C.: Havass) İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan şey. Bir şeye mahsus kuvvet. Te'sir. Menfaat. * Adet ve alâmet. Ekâbir, kavmin ileri geleni. More…
  • hassa' : Hayırsız kadın.
  • haşşab : Ağaçtan anlayan. * Ağaç satan.
  • hassad : Orakçı, ekin biçen.
  • haşşak : Bir nehir ismi.
  • hassas : Duygulu, içli. * Alıngan. Çok ve çabuk hisseden. Hissi galib olan kimse.
  • haşşaş : Esrar, eroin gibi uyuşturucu maddeler kullanan. Esrarcı, esrar içen.
  • hassasane : f. Hassas ve duygulu olana yakışacak şekil ve surette.
  • hassase : Hissedici kuvve. Hisseden, duyan.
  • hassasiyet : Hassaslık. Duygulu olmak. İhtimamlılık. Dikkatlilik.
  • hâsse : Duygu uzvu. Bir şeye mahsus kuvvet. Hâl. (Bak: Kuvve)
  • hasseten : Hususi olarak, özellikle. Yalnız, ayrıca.
  • hassiyet : (Bak: Hâsiyyet)
  • hâst-gâr : f. İsteyen, talep eden, isteyici.
  • hâst-gârî : f. Tâliplik, isteyicilik.
  • haste : f. İstenilen, matlub, taleb edilmiş, istenilmiş. ◊ (C.: Hastegân) f. Rahatsız, hasta. ◊ f. Uzanmış. * Ayağa kalkmış.
  • haste-gân : (Haste. C.) f. Hastalar, rahatsızlar, marizlar.
  • haste-gî : f. Rahatsızlık, hastalık, maraz, illet.
  • hasub : Kirişini atan yay.
  • hasud : Çok hased eden.
  • hasudane : f. Kıskançlıkla, hasetçilikle, hasud olan kimseye benzer surette.
  • hasudî : Kıskançlık, çekememezlik, hasetçilik.
  • hasun : Serçe gibi küçük ve alaca renkli bir kuş.
  • hasur : Mânevi mücahededen dolayı kadınlara yaklaşmaya rağbet etmeyen. * Sır saklayan. Keder ve üzüntüden gönlü daralan, tasadan içi sıkılan. * Çok bahil kimse. (Halkla yer ve içer, birşey vermez) * More…
  • haşur : Her malın değerini bilip aldanmayan tâcir.
  • hasus : Katı, şedid, şiddetli.
  • haşuş : Abdesthane, helâ, tuvalet.
  • hasv : Toprak saçmak. * Az birşey vermek. ◊ Men etmek, engel olmak.
  • haşv : (Haşiv) (C.: Ahşâ) Tıb: Vücudun içindeki uzuvlardan her birisi. * Minder, yastık gibi şeylerin içini dolduran pamuk, kuru ot. * Kırılması ihtimali olan eşyanın arasına konan yumuşak, ot gibi More…
  • hasva' : Toprak parçası.
  • hasve : (C.: Husvât) Yudum yudum, azar azar içme.
  • haşvî : Mânâsız sözler söyleyen, saçma sapan konuşan. * Haşve benziyen.
  • haşviyyat : Söz arasında, lüzumsuz, fazladan olan sözler.
  • haşyet : Korku ve dehşet.
  • haşyeten : Ürkerek, korku ile.
  • haşyeten lillah : Allah için korku.
  • haşyetullah : Allah korkusu.
  • hat : f. Çaylak kuşu.
  • hat'are : Bir hâl üzerine karar etmeyip devamlı değişmek.
  • hat'et : Vurmak, darb. * Düşürmek. * Cima etmek.
  • hata : Yanlışlık. Yanılma. * Suç. Günah. ◊ Yarış atlarının sekizincisi. ◊ Kuzey Çin.
  • hata ender hata : Kusur içinde kusur. Hatâ içinde hata.
  • hata' : Saçak bükmek.
  • hata-puş : f. Kabahatleri örtbas eden, suçları örten, hataları göstermeyen.
  • hata-yi adlî : f. Adalet dairesine âit hata, yanlışlık.
  • hatab : (Hatb) Odun. * Kinaye olarak 'Dedikodu, nemime' ye de odun denilir.
  • hatabahş : f. Kabahatleri affeden, kusurları bağışlayan.
  • hataen : Hatâ olarak, yanlışlıkla.
  • hatai : Tezhib ıstılahlarındandır. Resim gibi tabiatı taklid ederek yapılmayıp, san'atkârlar arasında kabul edilen çeşitli gül şekli gibi irili ufaklı yapılan şekiller. * Türkistan'da More…
  • hatair : (Hatire. C.) Mühim işler, ehemmiyetli ve önemli ameller.
  • hataiyyat : Yanlışlıklar, yanlışlar.
  • hatakâr : f. Yanlışlık yapan, hatâ eden, yanılan.
  • hatal : Boş ve yaramaz söz.
  • hatar : Bir şeyin etrafını çevreleyen çember nev'inden şeyler. * Çadırın eteklerine bağlanan parça. ◊ Tehlike. Uçurum, Emniyetsizlik. Korku.
  • hatarat : Tehlikeler. Akla gelen fikirler.
  • hatare : Hürmetli ve izzetli olmak.
  • hatargâh : f. Tehlikeli yer, tehlikeli saha, tehlike yeri.
  • hatariş : Deprenmek.
  • hatarkâr : f. Hatarlı, korkulu.
  • hatarnâk : f. Korkunç, korkulu, tehlikeli.
  • hatat : Sütün kaymağı. * Tıb: Cilt iltihabından meydana gelen kabukların soyularak iyi olanları. ◊ Bağırma, çağırma, feryâd etme.
  • hatatif : (Huttâf. C.) Kırlangıçlar.
  • hatavat : (Hatvât - Hatuvât - Hutuvât olarak da yazılır) (Hatve. C.) Adımlar, hatveler. (Bak: Hutuvât)
  • hataya : (Hatâ. C.) Hatâlar. Yanılmalar.
  • hatayi : (Bak: Hatâi)
  • hatb : (C.: Hatub) Mühim iş. * İstemek. * Konuşmak. * Nidâ. ◊ Odun toplamak.
  • hatba' : Arkasında siyah çizgiler olan dişi eşek. (Müz: Ahtab)
  • hatd : Durdurmak. İkâmet.
  • hateb : (C.: Ahtâb) Odun. * Koğuculuk.
  • hatel : Kahretmek. * Ahdini bozmak. * Aldatmak.
  • hâtem : Mühür. Üzerinde yazı olan ve mühür yerine kullanılan yüzük. * Son. En son.
  • hatem : Kırılmış olan şey.* Hayvanın çok yaşamaktan dolayı zayıf olması. ◊ Çok cömert ve eli açık adam.
  • hatemane : f. Hâtem'e yakışacak şekil ve surette. Cömertçesine.
  • hatemat : (Hatme. C.) Hatim etmeler. Sona erdirmeler.
  • hateme : Allah, sona erdirsin.' meâlinde bir dua.
  • hatemi : Mühür kazıyan, mühür yapan. Mühürle alâkalı.
  • hatemkârî : Bir sathın 'yüzeyin' üzerine süs şekilleri oyarak meydana getirilen boşlukları, o satha benzeyen başka bir madde veya mâdenle doldurmak suretiyle yapılan tezyinât.
  • haten : (C.: Ahtân) Kadın tarafından olan kimseler. (Baba, kardeş ve emmi gibi) * Araplar, damat mânasına kullanırlar.
  • hatenat : (Hatene. C.) Kaynanalar.
  • hatene : (C.: Hatenât) Kaynana.
  • hatf : Kapmak. * Şimşek gibi göz kamaştırmak. * Sür'atli olmak. ◊ Ölüm. Ölmek. Vefat etmek.
  • hatî : Şaşırtan, yanıltan, hatâya düşüren. ◊ Fakir kavutu.
  • hatî' : Yaramaz kimse.
  • hatîa : Ok atan kimselerin, baş parmaklarına geçirdikleri deri.
  • hatib : Hitâbeden. Söz söyleyen. Cemaate, topluluğa karşı güzel söz söyleyen kimse. * Câmi'de müslümanlara dini nasihatlar ve güzel sözlerle hitâbeden vazifeli zat. ◊ (Hatab. dan) More…
  • hatîb : Mânalı ve fâideli, güzel söz söyleyen. Güzel, düzgün konuşan. ◊ Odunu çok olan kimse.
  • hatibane : f. Hatibcesine. Güzel ve akıcı söz söyleyenlere yakışırcasına. Nutuk atarcasına.
  • hatîbe : Ormanlık, ağaçlık yer. * Odunluk.
  • hatîce : (Hadîce) Vakitsiz ve erken doğan kız çocuğu.
  • hatîe : Hatâ. Günah. Kabahat. Suç.
  • hatif : Gayıptan haber veren cinnî. * Sesi işitilen ve kendisi görülmeyen, seslenici. Ses verici, çağırıcı. ◊ Süratli kapıp götürücü. * Göz kamaştırıcı şimşek.
  • hatîfe : Unu süt ile yoğurup pişirerek yapılan yemek.
  • hatil : Taş duvarı takviye etmek için her bir-iki metrede çekilen tuğla veya kereste tabakası. ◊ Yorgun. * Devamlı yağan yağmur.
  • hatim : Hitâma erdiren. Bitiren. * Mühür basan. ◊ Kadı, hâkim. * Sağlamlaştıran. ◊ (C.: Havâtim) Yüzük. ◊ Kırıcı, ufalayıcı.
  • hatîm : Kâbe-i Muazzama'nın şimal tarafındaki taş. Duvar gibi olan sur.
  • hatime : Son. Nihayet. Son söz.
  • hatime-keş : f. Son veren, hâtime çeken, bitiren, sona erdiren.
  • hatin : Sünnet eden.
  • hatir : Muhâtaralı, tehlikeli, korkulacak durum. Büyük ve şerefli kimse. ◊ Zihin. Fikir. Gönül. Kalb. Hal. Tedbir. Vesvese.
  • hatir-aşüfte : f. Gönlü perişan olan.
  • hatir-azar : f. Hatır kıran.
  • hatir-azürde : f. Hatırı kırılmış.
  • hatir-güşa : f. Gönle ferahlık veren. İç açan.
  • hatir-mande : f. Gücenmiş, kalbi incinmiş, hatırı kırılmış.
  • hatir-nevaz : f. Gönüle okşayan, hatırnaz.
  • hatir-nişan : f. Hatırda kalan, akılda duran.
  • hatir-nişin : f. Akılda kalan, hatırda kalan.
  • hatir-şiken : f. Gönül inciten, kalb kıran, hatır kıran.
  • hatir-şinas : f. Gönül alıcı, hatır alıcı.
  • hatir-zad : f. Akla gelen, hatıra doğan.
  • hatira : Hatıra gelen. Hatırda kalan şey. * Bir kimseyi veya bir hâdiseyi hatırlatması için yazılan veya saklanan veya birisine verilen şey.
  • hatirat : (Hâtıra. C.) Hâtıralar. Hatırda kalan şeyler. * Edb: Bir adamın yaşadığı zamana, bulunduğu işlere, görüştüğü kimselere dair düşüncelerini ve duygularını hâvi olmak üzere yazdığı eser.
  • hatît : Hasis kimse.
  • hatita : (C.: Hatâyit) İki tarafındaki yerlere yağdığı hâlde kendisine yağmur yağmayan yer. ◊ Bir malın değerinden indirilen tenzilât, iskonto.
  • hatk (hatkân) : Yürürken adımların birbirine yakın olması. * Yönelmek, teveccüh etmek.
  • hatla' : Kulakları sarkık olan kadın. (Müz: Ahtal)
  • hatm : Hitâma erdirmek, bitirmek. Kur'an-ı Kerim'i veya herhangi bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. * Mühürleme. Mühürlenme. ◊ Hâlis, saf. * Sağlamlaştırma, More…
  • hatme : Baştan aşağı (bütün Kur'ân-ı Kerimi) okuyup bitirmek. * Bir arada muayyen bir şeyi okuyup bitirmek.
  • hatme-i hâcegân : f. Nakşi tarikatı mensublarının fikri ve nazarı mâsivadan tecerrüd ederek, topluca muayyen dua ve zikirlerini sonuna kadar okumaları.
  • hatn : Damat. * Sünnet etme.
  • hatn (hitn) : Beraberlik, misil, denk olma, eşitlik.
  • hatne : Kaynana.
  • hatr : Devenin kuyruğunu kâh yukarı kaldırıp ve kâh aşağı vurması. ◊ Atâ etmek, hediye vermek. * Sağlamlaştırmak. ◊ Ahdini bozmak, sözünde durmamak.
  • hatra : Nehirlerde işleyen vapurların iskandil direği.
  • hatre : Bir kere emmek.
  • hatrebe : (Hatribe) Dar gelirli olmak. * Maaş sıkıntısı. * Gevezelik etmek.
  • hatreme : Sütlü bulamaç.
  • hatreşe : Çekirgenin bir şeyi yerken çıkardığı ses.
  • hatrib : Daima beyhude ve mânasız konuşan.
  • hatt : Sınır. Çizgi. Hudud. * Yazı. El yazısı. * Nâme. Mektup. * Gençlerde yeni çıkan bıyık veya sakal. * Çizgi gibi uzanan belirsiz hafif yol. * Deniz yalısı. * Gemilerin hareketteki istikameti. * More…
  • hatt-i bâlâ : f. Tepelerin en yüksek noktalarından geçtiği itibar edilen çizgi. Zirvelerden geçen hat.
  • hatt-i dest : f. El yazısı.
  • hatt-i hümayun : f. Padişanın el yazısı. Padişahın emri.
  • hatt-i istivâ : f. Dünyanın kuzey ve güney kutuplarına aynı uzaklıkta olduğu ve dünyayı iki müsavi parçaya böldüğü farzedilen dâire çizgisi. * Ekvator. * Mevlevi semahânesinde, şeyhin oturduğu post ile More…
  • hatt-i münhanî : f. Eğri çizgi. Eğilen hat.
  • hatt-i müstakim : f. Doğru çizgi. * Doğru yol. Doğruluk üzere olan şey.
  • hatt-i muvâsala : f. Erişme ve vâsıl olma yolu. Birbirine kavuşup buluşma ve birleşme yeri. Birbirine münasebet kurabilme yolu.
  • hatt-i ufkî : f. Düz hat. Ufki hat.
  • hatt-şinas : f. Yazı uzmanı, yazıdan anlayan.
  • hatta : Harf-i atıftır, gaye bildirir. Ve (fazla olarak, kadar, bile, dahi, hem de...) mânalarına gelir.
  • hattab : Oduncu. Odun satan.
  • hattaf : Kırlangıç kuşu. * Kapıp kaçıran, kapıp aşıran.
  • hattan : Sünnetçi.
  • hattar : (Hatur) Gaddar. * Hud'akâr. Hilekâr. ◊ Süngü vuran.
  • hattat : Çok güzel yazı yazan san'atkâr.
  • hattiyye : (C.: Hatyât) Canı, kıymeti yüce olmak. * Küçük ok.
  • hatun : (C.: Havâtın) Kadın. Hanım. * Tar: Yüksek şahsiyetli kadınlara veya hakan eşlerine verilen ünvan.
  • hatut : Yeri tırnağıyla kazıyıp çizgiler çizen vahşi sığır. ◊ Tez yürüyüşlü yedek atı.
  • hatv : Rengin değişmesi.* Engel olmak, menetmek. * İplik bükmek. ◊ Adım adım yürümek, adım atmak. ◊ Saçak bükmek.
  • hatve : (Hutve) Adım. Bir adım atışta iki ayak arasındaki mesafe. Bir adım atmak.
  • hatve-endaz : f. Adım atan.
  • hatve-endazî : f. Adım atıcılık.
  • hatve-şümar : f. Adım sayan. * Çekinerek ve ihtiyatla yürüyen.
  • hav : Çuha ve buna benzer kumaşların ters yüzlerinde bulunan tüy. * Şeftâli gibi bazı meyvelerin üzerlerinde bulunan ince tüy.
  • hav'eb : Basra yakınında bir mevkinin adı. * Çeşme. * Geniş dere. * Pek büyük kova.
  • hava : (Hevâ) Hava. Dünyayı çeviren atmosfer. Cevv. Yer ile gök arası. * Hafif yel. * Bir binanın üzerine kat çıkma hakkı. * Bir yerin hâli ve sıhhat bakımından durumu. * Müzikte ezgili ses, sadâ. More…
  • hava' : Hâli olmak, boş olmak. * Düşmek, sâkıt olmak.
  • havabat : (Bak: Havbâvât)
  • havacib : Hicablar, perdeler, örtüler.
  • havadis : (Hâdise. C.) Yeni hâdiseler, yeni sözler. * Alâka ile karşılanan haberler.
  • havafi : Kuş kanadında ebâhir yeleklerinden sonra olan dört kısacık yelekler.
  • havafir : (Hâfir. C.) Kazanlar, yeri kazıcılar. * Hayvan, dâbbe tırnakları.
  • havagazi : t. Isı veya ışık temin etmek maksadıyla yakılarak kullanılan bir gaz.
  • havaî : (C.: Havâiyât) Havaya âit ve müteallik. Hava ile alâkalı. * Heves ve nefis hesabına olan, boşuna veya çirkin. Günahlı iş. Nefsâni hâl ve hareketler.
  • havaic : (Havâyic) İhtiyaçlar. Hâcetler. Gerekli ve lüzumlu şeyler.
  • havaiyyat : Havâi şeyler ve sözler.
  • havak (havka') : Geniş yer, vâsi.
  • havakîn : (Hâkan. C.) Hükümdarlar, hakanlar, padişahlar, başbuğlar.
  • havale : Bir işi veya bir şeyi başka birine bırakma. Ismarlama. * Görmeyi önleyen duvar gibi perde. * Tıb: Küçük çocuklarda veya gebe kadınlarda bazan meydana gelen, baygınlık veren bir hastalık. * More…
  • havalename : f. Posta gibi vasıtalarla para göndermek üzere yazılan havale mektubu.
  • havaleten : Havale suretiyle, havale olarak.
  • havali : Çevre, civar, etraf, yöre.
  • havan : İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap. * Tütün kesmekte kullanılan makine. * Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık More…
  • havanik : (Hânkah. C.) Tekkeler.
  • havanit : (Hânut. C.) Dükkânlar. * Meyhaneler, işrethâneler.
  • havare : f. Yiyecek, azık.
  • havari : Yardımcı. * Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 zâttan her biri.
  • havaric : (Hâric ve Hârice. C.) Asiler, zorbalar, isyankârlar. * Hâricîler. Hâriçte kalanlar. (Bak: Hâricî)
  • havarik : (Hârika. C.) Acib ve garip olan hâdise. İnsanda hayret ve hayranlık uyandıran şeyler. * Okun nişanı delerek öbür tarafından çıkıp gitmesi.
  • havas : (C.: Ahvâs) Çukur ve kısık gözlü olmak.
  • havaşi : (Hâşiye. C.) Bir yazının kenarına eklenen not veya açıklamalar. Hâşiyeler, derkenarlar. * Maiyet adamları.
  • havasib : (Hâsıb. C.) Şiddetli rüzgârlar, fırtınalar.
  • havasin : (Hâsına. C.) Namuslu kadınlar.
  • havass : (Hasse. C.) Hasseler. Duygular.
  • havâss : (Hâss - Hâssa. C.) Hâslar. Hâssalar. Keyfiyetler. Hususlar. * Dindarlık ve doğruluğu ile, ilmiyle âmil olup mâneviyat mertebelerinde yükselmekle makbul ve muteber olan zatlar. * Zenginler More…
  • havâss u avâm : İleri gelen kimseler ve halk.
  • havat : Tavşancıl kanadının fısıltısı. * Ses, sadâ.
  • havatif : Göz kamaştırıcı şeyler. (Bak: Hâtıf)
  • havatim : (Hâtem. C.) Mühürler, hâtemler.
  • havatîm : (Hatime. C.) Sonlar, nihayetler.
  • havatin : (Hâtun. C.) Şerefli kadınlar, hâtunlar.
  • havatir : Hâtıralar. Fikirler. Düşünceler.
  • havayic : (Bak: Havâic)
  • havaz : Kalbde olan gam ve tasa.
  • havaze : (C.: Havâzât) Ziyafet.
  • havb : (Hub - Havbet) Günah, ma'siyet. * Fakirlik. * Meşakkat. * Maraz, ağrı, dert. * Ana, baba. ◊ Fakir ve muhtaç olmak.
  • havba' : Zât, nefs.
  • havbavat : Nefsler. Zâtlar.
  • havbet : (Havb) Açlık, hâcet, meskenet. * Çayırı, otlağı olmayan kır yer.
  • havc : (Havcâ') Hâcet, ihtiyaç.
  • havceb : (C.: Havâcib) Kırmızı gül.
  • havcele : Ağzı büyük, kendisi küçük şişe.
  • havceme : (C.: Havâcim) Kırmızı gül.
  • havd : Güzel ahlâk. * Güzel ve yumuşak vücutlu câriye.
  • havebe : Zayıf adam.
  • havel : Eğrilik. * Şaşılık. Bir şeyin yerinden ayrılması. ◊ Mülk. * Haşmet.
  • havelân : Dönme, dolaşma. * Değişme.
  • haveme : Büyük, ulu, yüce.
  • havene : (Hâin. C.) Hâinler, hıyânet edenler.
  • haver : Zayıf olmak. * Yumuşak, çukur yer. * Denize suyun akıp döküldüğü yer. ◊ Gözün beyazının çok beyaz ve karasının da çok kara olması. ◊ f. Doğu, şark.
  • haveran : f. Doğu ile batı. Şark ile garp.
  • havernak : Irak'ta bulunan Numân-ı Ekber denen biri tarafından binâ edilmiş olan bir köşk.
  • haverver : Şey mânasına gelir bir isim.
  • havf : Korku, korkutmak. ◊ Kavim, kabile.
  • havf ve reca : Korku ve ümid. (Hem yaşama ümidi, hem de ölüm korkusu. Yahut, affedilmesi ümidi veya cehenneme gitmek korkusu.) (Bak: Celâl)
  • havfen : Çekinerek, korkarak, havf ederek, korku ile.
  • havfezan : Tarhun otu.
  • havfnak : f. Korkulu, korkutan, korkunç.
  • havi : İçine alan, ihtiva eden, kaplayan. Câmi'. * Biriktirici. * Kuşatan.
  • havî : Çekirge.
  • havil : (C.: Huvel) Hizmetkâr.
  • havit : Deve semeri. Devenin hörgücüne takılan küçük semer.
  • haviye : Şenliksiz olan yer. Harabe. Issız, boş yer. * Sâkıt. Göçük, çökük. ◊ (Sukut mânasından) Cehennem'in 7. tabakası. En korkunç yer.
  • haviyye : Çocuk doğuran kadına loğusa yemeği yedirmek. * Namaz kılan kimsenin, secde halinde iken, karnını uyluğundan yukarı tutması. ◊ (C.: Havâyâ) Yağlı bağırsak. * Bağırsak. * Deve More…
  • havk : Ev süpürmek. * İhâta etmek, kaplamak. ◊ Bâdruç otu. * Bez dokumak. ◊ Halka' denilen yuvarlak.
  • havkale : (C.: Havâkıl) İhtiyar, zayıf, kuvvetsiz ve çelimsiz adam. * Hızlı yürüme.
  • havl : Güç. Kuvvet. * Muhit, etraf. * Yıl, sene. * Tahavvül, inkılâb. * Geçmek. * Bir hâlden bir hâle dönmek. * Rücu etmek. * Sıçramak. * Hile.
  • havla' : Gözü şaşı olan kadın. (Müz: Ahvel)
  • havle (havâl) : Çok fazla döndürmek veya dönmek.
  • havleka : La havle velâ kuvvete illâ billah' demek.
  • havlî : Bir yıllık.
  • havm : Deve sürüsü. * Devretmek.
  • havmane : (C.: Havâmin) Çok sağlam yer.
  • havme : Tasarruf dâiresi.
  • havn : Hıyanet etmek, hâinlik yapmak.
  • havr : Rücu etmek, dönmek. * Eksiltmek, noksan etmek.
  • havra : (Ahver'in müennesidir.) Çok beyaz veya çok beyaz gözlü. Ahu gözlü kadın. ◊ Yahudi mâbedi, sinagog. * Mc: Pek gürültülü yer.
  • havran : Şam diyarından bir yerin adı. * Balıkesir'in bir ilçesi.
  • havrem : Ayak ovup kir gidermekte kullanılan, kırmızı renkli delikli taş.
  • havreme : Burun ucu.
  • havs : Ayrılmak. * 'Haysü' mânâsına zarf-ı mekân için lügattır. ◊ Geceleyin istemek.
  • havsa : Bağır. * Bağırın yanındakiler.
  • havsa' : Bir gözü beyaz, bir gözü siyah olan koyun. ◊ Karnı sarkık olan kadın. (Müz: Ahves)
  • havsal : Havuzun kenarında suyun durulduğu yer.
  • havsala : Zihnin bir şeyi kavrama derecesi. Anlayış. Akıl. * Tıb: Kuş kursağı. Karın boşluğu. Cevf. * Mide.
  • havsala-suz : f. Takati kaldıran, tahammülü mahveden.
  • havşeb : Köstek yeri.
  • havsere : Araptan bir kabile.
  • havta' : Tavşan yavrusu. * Bir nevi sinek. * Delil.
  • havtek(î) : (C.: Havâtik) Kısa boylu.
  • havtel : Büluğa eren oğlan. * Bağırtlak yavrusu.
  • havv (huvv) : Bal, asel.
  • havva : Hz. Adem'in (A.S.) muhterem zevcesi, eşi. * Rengi esmere mâil kadın. * Yalancı, kezzab.
  • havvas : Hurma yaprağı satan kişi. * Hurma yaprağından zenbil yapıp satan kişi.
  • havvat : Bahadır, çeri, kahraman, öncü.
  • havya : Madenlerle yapılan kaynak işlerinde, lehimin eritilmesinde kullanılan âlet. Lehimi eritebilmesi için sıcak olarak kullanılması gereken bu havyaların çoğu elektrikle ısıtılır.
  • havyar : Balık yumurtası. Mersin balığı yumurtasından yapılan siyah, mugaddi ve leziz bir madde.
  • havye : Tıb: Yaranın etrafındaki kabarık etler.
  • havz : Suya girme. * Sakınılacak işe girişmek. * Başlamak. ◊ Seri sevk, yeynilik, sür'atli oluş, hızlılık. ◊ (C.: Hıyâz) Hususi suretle yapılan su havuzu. ◊ Cem' More…
  • havza : Coğ: Açık ve düz deniz kıyısı. Kenar. * Memleket. * Taraf. * Sınır için: Bir şeyin çevresi içinde olan. ◊ Bir hükümetin idaresi altında bulunan bütün ülkeler.
  • havzaa : Kumluktan alınmış bir miktar kum.
  • havzan : Sarı çiçekli, güzel kokulu bir çiçek. Nilüfer çiçeği. * Tarhun otu.
  • havze : Nâhiye. * Cemaat, topluluk.
  • havzerî : Birbirinden ayrılmayı istemek.
  • hay : f. Eyvah! Vay!
  • hay'al : Yakasız gömlek.
  • hay'ame : Yaramaz huylu, kötü mizaçlı.
  • haya : Hicab, utanma, edeb, ar, namus. Allah korkusu ile günahtan kaçınmak. ◊ Yağmur. * Ucuzluk.
  • haya-huy : f. Çığlık, vâveyla. * Çalıp eğlenmeden çıkan gürültü, ses.
  • hayadar : f. Utangaç, çekingen, mahcub.
  • hayadid : (Haydud. C.) Haydutlar, eşkiyalar.
  • hayal : (C.: Hayâlât) Zihnen tasarlanan şey. Hakikatı bilinmeyip akılla tasarlanan veya gölgeli görünen şey. * Asıl olmayan ve akıldan geçen fikir.
  • hayal-i sefid : f. Beyaz hayal.
  • hayal-perest : f. Hayalî şeylerle çok uğraşan. Çok hayal kuran. Dalgın. Olmayacak şeylerle avunan.
  • hayal-perver : f. Hayale düşkün.
  • hayalât : (Hayal. C.) Hayaller, hülyalar.
  • hayalen : Hayal olarak. Zihinde tasarlayıp canlandırarak.
  • hayalet : Göze görünen hayal, karaltı.
  • hayalî : Hayale âit. Hayale mensub ve müteallik. * Hayal, yahut halk dili ile 'Karagöz' oynatanlar.
  • hayaliyyun : (Hayalî. C.) Romantik şâirler, hayalî yazarlar.
  • hayat : Dirilik. Canlılık. Yaşama. Sağlık. ◊ Kasaba ve köy evlerinde üstü kapalı, bir, iki veya üç tarafı açık sofa. * Avlu.
  • hayat-bahş : f. Hayat bağışlayan, hayat veren, zindelik veren.
  • hayat-engiz : f. Yaşamaya zorlayan, yaşatan.
  • hayat-feza (efza) : f. Hayat artırıcı, hayat bahşedici. (Bak: Fezâ)
  • hayatî : Hayata ve yaşamağa ait. Hayatla alâkalı. Hayat için mecburi olan. * Mc: Çok önemli bir şeyin bağlı bulunduğu başka bir şey. Temel.
  • hayatiyet : Canlılık. Hayat işaretinin, alâmetinin görünür olması.
  • hayatiyyun : Biyoloji âlimleri.
  • hayaviye : Hayatla alâkalı âza. (Hayeviye diye de okunur)
  • haybet : Mahrumiyyet. İsteğine erememek. Me'yus ve mahrum olmak.
  • haybet-zede : f. Sıkıntıya uğrayan, kedere düşen, kederli olan.
  • hayd : (C.: Hayud-Ahyâd) Uzanmış büyük dağ burnu.
  • hayda' : Sıcak günlerde uzaktan görenin su sandığı serap.
  • haydar : Yiğit, cesur, kahraman. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir nâmı, * Arslan, gazanfer.
  • haydarane : f. Hz. Ali gibi. Kahramanca, yiğitçe, cesurca.
  • haydarî : Kahramanlık, cesurluk, yiğitlik. Arslanlık. * Eskiden bazı esnaf ve köylülerin giydikleri kolsuz aba, hırka.
  • haydariyye : Hırkanın altına giyilen kısa ve kolsuz elbise.
  • hayde : Meyletmek, yönelmek, eğilmek. * Hakdan ve doğru yoldan ayrılmak.
  • haydeb : Ulu ve yüce yol.
  • haydo : (Kürdçede ism-i tasgirdir) Haydar demektir. (Ali'ye Alo denmesi gibi)
  • haydud : (Haydut) Yol kesici. Dağ hırsızı. Eşkiya.
  • haye : f. Yumurta. * Haya, husye.
  • hayed : Gölgesinden ürken eşek.
  • hayende : f. Ağızda çiğneyen.
  • hayesan : Doğru yoldan dönmek, udul etmek. * Nefret etmek.
  • hayevan : (Bak: Hayvan)
  • hayevî : Canlı. (Bak: Hayaviye)
  • hayf : (Hayfâ) Emansızlık. Haksızlık. Zulüm. Cevr. (Vah vah, yazık, eyvah, yazıklar olsun meâlinde söylenir.) ◊ Gözün birisi birine muhalif olmak.
  • hayfane : (C: Hayfân) Alacalı çekirge. * Ayakları uzun olan at.
  • hayfes : Kısa adam.
  • hayhay : t. Baş üstüne, seve seve yaparım, öyle ya!, şüphesiz, elbette (gibi mânâlara gelir.)
  • hayia : Şiddetli ses.
  • hayic : Âşık, hayran. * Mest olmuş deve.
  • hayide : f. Çiğnenmiş. * Ağızdan ağıza dolaşmış, bayat söz.
  • hayide-gû : f. Değersiz sözler söyleyen kimse. * Değersiz şiirler yazan kimse.
  • hayiflanmak : Acınmak, üzülmek. Esef etmek.
  • hayih : Lâzım olduğu halde mevcud olmayan nesne.
  • hayil : Kısır olan hayvan. * Engel, mâni. * Hicâb.
  • hayim : Suyu, tahmin ettiği yerlerde arayıp bulamamak. * Susuz, atşân.
  • hayir : Hayrette kalan, mütehayyir. Şaşıran. * Birikmiş su. ◊ Mütehayyir kimse. * Toplanmış su.
  • hayirsever : İyilik ve yardım etmesini seven.
  • hayiş : Sık bitmiş olan hurma ağaçları.
  • hayize : Aybaşısı olan kadın. (Bak: Hayz)
  • hayk : Sallanmak. * Dokumak. * Tesir etmek, etkilemek. ◊ Kaplamak.
  • haykan : Büyük ve kalın olan. * Kısa boylu bir kimsenin yürümesi. * Omuzunu oynatmak.
  • haykatan : Türraç kuşunun erkeği.
  • hayl : At. At sürüsü. * Atlı sürüsü. * Zümre, güruh. * Düşünmek, hıfzetmek. ◊ Kuvvet. Havl.
  • hayla' : Cin taifesinden bir nesne. * Sırtlan. * Korku.
  • hayle : Zannetmek, sanmak. ◊ Keçi sürüsü.
  • hayli : f. Oldukça. Epeyce. Çok. Bir takım. Kesir. Bol.
  • haylulet : Kibir. * Taazzum. Gurur. * Su-i zan. * Korkmak. Tevehhüm etmek. ◊ Yolu kapamak. * Araya girme. İki şey arasına girip hicab olmak.
  • haym : Yaramazlık yapmak.
  • haymana : Başıboş hayvanları haylayıp salıverdikleri çayırlık yer. * Ankara'nın bir kazası.
  • hayme : Çadır.
  • hayme-gâh : (Haymegeh) f. Çadır kurulan yer.
  • haymî : Çadır biçiminde olan.
  • haymume : Korkaklık, cübün.
  • hayn : Helâk olmak.
  • haynunet : Yakın olmak, yaklaşmak.
  • hayr : Meşru iş. Faydalı, nurlu ve sevablı amel. Halkın rağbet ettiği akıl, ilim. İbadet, adalet, ihsan, mal gibi nimet. (Bak: Hayrat) ◊ Sakınmak. * Büyük avlu.
  • hayr-endiş : f. İyilik düşünen, hayırlı iş düşünen.
  • hayr-hah : f. Hayır sâhibi. Herkesin manevî ve maddî iyiliğini isteyen. Allah rızası için ilm-i Kur'an ve imanla, manen ve maddeten hayırlı hizmetler etmeyi ve hayırlı işler işlemeyi seven.
  • hayr-hahî : f. İyilikseverlik, hayırhahlık.
  • hayran : Takdirkârlığından dolayı şaşa kalmış. Çok takdir etmiş. Çok beğenmiş.
  • hayrat : '(Hayr. C.) Sevap için Allah rızâsı yolunda yapılan iyilikler. Haseneler.Hayır iki çeşittir. Birincisi: Mutlak hayırdır; her halde, herkes için rağbet edilir ve sevilir, herkes için More…
  • hayre : (C.: Hayrât) İyilik, kerem. * Her nesnenin iyisi.
  • hayret : Hiçbir cihete teveccüh edemeyip kalmak. Şaşkınlık. Ne yapacağını bilememek.
  • hayret-bahş : f. Hayret veren, şaşırtan.
  • hayret-bahşâ : f. Hayret veren, şaşkınlık veren, hayrete düşüren.
  • hayret-engiz : f. Hayret veren. Hayret içinde bırakan.
  • hayret-fezâ : f. Hayret veren, hayreti artıran.
  • hayret-nümâ : f. Hayret gösteren, hayret veren.
  • hayret-zede : f. Hayrete düşmüş ve şaşırmış olan.
  • hayri : (Hayriye) Hayra âit. Hayırla alâkadar.
  • hayriyet : Hayırlılık. Hayırlı olmak.
  • hays : Hayvan leşinin kokması. * Bir kimseyi aldatmak. * Sözde durmamak, ahid bozmak. * Fâsid olmak. ◊ Saygı, hürmet, itibar. * Alâka, ilgi. Cihet, itibar. ◊ Darlık. * Udûl More…
  • hayş : Nefret etmek.
  • haysal : Patlıcan.
  • hayse : Hurmayı yağla ve keşle karıştırmak.
  • hayşe : (C.: Huyuş) Yaramaz keten ipliğinden dokunmuş bez.
  • haysefuce : Gemi dümeni.
  • haysiyet : İtibar. Şeref. Değer. Kıymet. Derece. Câh. Mesned. Mertebe.
  • haysiyet-şiken : f. Haysiyet kıran.
  • haysü : İtibariyle, bakımından. * Hangi yerde? Hangi?
  • haysü lâyeş'ur : Hissedilmeksizin. Bilinmedik, duyulmadık cihetten.
  • hayşum : Geniz (burun) kovuğu. Nunlu sesler, gunne buradan çıkar. (Tecvidde bahsedilmiştir.)
  • hayşumî : Genizden gelen.
  • hayt : İp. Kalın ip. * İplik. Bağ. * İki şeyi birbirine bağlayan. * Dikiş dikmek. * Tanyeri ağarması.
  • hayta : 'Serseri, serkeş kimse. * Ask: Osmanlılarda görevli bir sınıf askere verilen ad. Hayta birlikleri, üstün savaş kabiliyeti olan askerlerden kurulur, lüzumunda düşman topraklarına akın More…
  • hayta' : Deve kuşlarının uzun boyunlu olanı.
  • haytel : Kedi.
  • hayteur : Bir vaziyette durmayan. * Arslan. * Kurt. * Belâ. * Cin tâifesinden bir nesne. * Bir su böceği.
  • haytî : Tel şeklinde olan.
  • hayu : f. Salya, tükrük.
  • hayunet : Vakit yaklaşma.
  • hayvan : Canlı şey, insanla beraber her canlı. * İnsan olmayan idraksiz canlı yaratık. * Yük kaldıran, araba çeken ve binilen hayvan, beygir, katır v.s. * Mc: Akılsız ve idraksız insan, ahmak. (Aslı More…
  • hayvanat : (Hayvan. C.) Hayvanlar.
  • hayvanî : Hayvana, diriye âit ve ona müteallik.
  • hayvaniyyet : Hayvanlık, canlılık, zihayat olmak. Akıl ve idrakten mahrumiyet.
  • hayy : Diri, canlı, sağ. * Bir şeyi cem' ve ihraz eylemek.
  • hayyâkallah : Allah seni yaşatsın. Allah ömrünü uzun etsin, meâlinde ve dua makamında söylenen bir tâbirdir.
  • hayyal : (Hayl. den) At terbiyecisi, at yetiştiren. ◊ Dalavereci, hileci, hilekâr.
  • hayyale : Fikir sahipleri.
  • hayyam : Çadırcı.
  • hayyat : Terzi. Dikiş diken sanatkâr. ◊ (Hayye. C.) Yılanlar.
  • hayyatîn : (Hayyat. C.) Terziler, dikiciler.
  • hayye : (C.: Hayyât) Yılan. ◊ Gel... Haydi...
  • hayyehele : Acele et (mânasınadır).
  • hayyen : Diri olarak. Diri, canlı olarak canlı olduğu halde.
  • hayyen meyyiten : Ölü ve diri olarak.
  • hayyir : (C.: Ahyâr) Çok hayırlı. * Her zaman iyilik yapan kimse. Hayırsever, iyiliksever.
  • hayyiz : Yer. * Cihet, yön. * Mekân. Vüs'at. (Cismin kapladığı hacim)
  • hayyut : Erkek yılan.
  • hayz : (C.: Hiyaz) Kadınlara mahsus aybaşı. Kadının âdet hâli. Böyle bir kadına hayize denir.
  • hayza : Tıb: Kolera denilen hastalık.
  • hayzeran : Halk dilinde hezâren denilen bir cins sıcak iklim kamışı ki, sandalye vs. yapımında kullanılır.
  • hayzerane : Gemi durak yeri, iskele, liman.
  • hayzerî (hayzelî) : Dura dura yürümek.
  • hayzeyun : Yaşlı, acûz, ihtiyar.
  • hayzum : (C.: Hayazim) Göğüs tahtası.
  • haz' : Muhalefet etmek. * Taksim etmek, bölmek, paylaştırmak.
  • haza : Bu. Şu. O. * Gr: İşaret zamiri.
  • haza' : Asmacık denilen otun tohumu. (Sara hastalarına iyi gelir.) ◊ Kesme, yarma, ameliyat.
  • hazab : Odun. * Yakacak nesne.
  • hazabî : (Hizbâ. C.) Arızalı topraklar, engebeli yerler.
  • hazad : Yaş ağaçtan kesilmiş budak ve diken.
  • hazafir : (Hizfâr - Hazfur. C.) Cânibler. * Bir kavmin meşhurları, ileri gelenleri, şereflileri. * Hepsi. Tümü. Mecmu'u.
  • hazain : (Hazine. C.) Hazineler.
  • hazair : (Hazire. C.) Duvar veya çitle çevrilmiş ağıl. * Etrafı duvarla çevrili olan mezarlıklar.
  • hazakat : İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak.
  • hazal : Selem ağacının kökünden çıkan bir nesne ki, suda ıslatıp yerler.
  • hazalan : (Bak: Hizlân)
  • hazam : Sür'atle yürümek, hızla yürümek.
  • hazama' : Kulağı enine yarılmış keçi.
  • hazami : Güzel kokulu bir ot.
  • hazan : Güz. Sonbahar. * Solgun.
  • hazandide : f. Güz mevsimini görmüş, yaprakları sararmış solmuş.
  • hazane : Mc: Gönül, kalb, yürek.
  • hazangâh : f. Hazan yeri. * Dünya. Göçecek âlem.
  • hazanî : f. Sonbahar ile alâkalı, güz mevsimine ait.
  • hazanistan : f. Sonbahar görmüş, sararıp solmuş yer.
  • hazanlika : f. Soluk yüzlü, sararmış, solmuş. Hazân yüzlü.
  • hazannüma : f. Sonbahar görünüşlü. * Mc: Hüzün ve keder verici.
  • hazanreside : f. Sonbahara erişmiş, solup sararmış.
  • hazar : Sulh zamanı. Barış zamanı. * Bir kimsenin huzuru, yakını. * Mukim olmak. Yolcu olmamak. ◊ Tahta ve kereste kesmeğe mahsus su ile işler büyük bıçkı. ◊ Bir şeyi bir kimseye More…
  • hazar ve sefer : Barış ve muharebe zamanı. * Evde mukim olma ve yolculuk.
  • hazaret : (Bak: Hadâret)
  • hazarî : Köyde ve kasabalarda yaşayanların yaşayış şekli ve tarzlarına ait. Şehirli. * Sulh ve asâyiş, sükun ve istirahat zamanlarına mensub ve müteallik. Barış ve güvenle alâkalı.
  • hazaz : Yosun.
  • hazaze : Tıb: Bulaşıcı, müzmin bir cilt hastalığı olup sonradan bağırsaklara geçerse öldürücü olur.
  • hazb : Hayvanın memesi şişip emziğinin deliklerinin dar olması. * Ucuz olmak. ◊ Yetişmek. ◊ Boyamak.
  • hazbaz : Sinek. * Bir ot adı.
  • hazd : Ağaçtan diken koparmak. * Ağacın kabuğunu soymak. * Çok hızlı ve şiddetle yemek yemek.
  • hazef : Eski yazıda hepsi noktasız harflerden müteşekkil olarak yazılan şiirler ve nesirler. Hüner göstermek için bu şekilde yüz beyitlik kasideler yazan şairler vardı. ◊ Çamurdan More…
  • hazef-pare : f. Çanak çömlek parçası, kırığı.
  • hazef-rîze : f. Çanak çömlek parçası.
  • hazefe : (C.: Huzef) Hicaz vilayetinde olan siyah renkli bir cins küçük koyun.
  • hazefî : Çanak çömlek ile alâkalı.
  • hazefiyye : Çanak çömlek gibi topraktan yapılan şeyler ve bunları yapma san'atı.
  • hazel : Göz kapaklarında olan kabarcıklar. ◊ Gayret. * Men etmek, engel olmak.
  • hazelan : Kızgın kimsenin yürümesi.
  • hazelat : (Hazele. C.) Alçaklar, âdiler, kalleşler.
  • hazele : (Hâzil. C.) Alçaklar, kalleşler, yüzsüzler.
  • hazem : Dizme, sıralama. * Edb: İlk beytin ortasına birden dörde kadar harf ilâve etme. ◊ Göğüs kemiği. * Davarın karnının ve böğrünün dolu olması.
  • hazeme : (C.: Huzem) Kabuğundan ip ve urgan yapılan bir ağaç cinsi. ◊ Kısa boylu kadın.
  • hazen : (C: Hızân) Etin kokması. * Toplamak, cem'edip yığmak. * Gizlemek, saklamak. ◊ (Hüzn) Keder. Tasa. Gam. ◊ f. Baldız.
  • hazer : Çekinme. Zarar verebilecek şeyden kaçınma. Korunma. ◊ Gözün dar ve küçük olması. * Kabile. * Cemaat. ◊ Vahşi hayvanların yediği et.
  • hazerat : (Hazret. C.) (Bak: Hazret)
  • hazevan : Eti birbiri üstüne yığılıp cem'olmuş olan etli nesne.
  • hazevver : Kısa boylu kimse.
  • hazf : Aradan çıkarma, çıkarılma. Yok etme, silme, ortadan kaldırma, giderme, düşürme. * Selâm ve tahiyyatı uzatmayıp kısa kesmek. * Mahvetmek. * Vurmak. * Atmak. ◊ Parmağıyla taş More…
  • hazhaz : Sütü çoğaltır nesne. * Bir nevi katran. ◊ Seri, sür'atli, hızlı. ◊ Kavi, sağlam.
  • hazhaza : Sallama, el ile harekete getirme.
  • hazî : Kâhin, keşiş, papaz. ◊ Ateş yakmak. ◊ Sarkıklık.
  • hâzi' : (Huzu. dan) Alçak gönüllü, mütevâzi olan.
  • hâziâne : Mütevâzi olarak, alçak gönüllülükle.
  • hâzik : Mehâretli, işinin ehli, mütehassıs. (Bak: Hazâkat)
  • hazik : (C: Havâzik) Mesti dar olan. * Cânip, taraf. ◊ Süngü demiri.
  • hazîk : Kesilmiş olan.
  • hazikane : Mâhirâne, mâhir ve usta olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette.
  • hazikiyyet : Mâhirlik, ehillik, ustalık, hâzıklık.
  • hazil : Yüzsüz, alçak, âdi, dönek, kalleş.
  • hazile : Kenarlarında kirpik bulunmayan kırmızımsı gözkapağı.
  • hâzim : İhtiyatlı, akıllı, işinde gözü açık olan.
  • hazim : Sür'atle kesen. * Çok çabuk yeyip bitiren. * Düşmanı hezimete uğratan. ◊ Basiretli, tedbirli.* Göğüs. Göğüs ortası. ◊ Hazmettirici, sindirici. ◊ Kesici, kesen.
  • hazîm : Sarhoş. İçki içip akli müvazenesini kaybetmiş olan. ◊ Keskin kılıç.
  • hâzimâne : İhtiyatlı davranan adama yakışır şekilde.
  • hazimane : f. Tedbirli ve basiretli hareket eden.
  • hazimli : Mc: Tahammüllü, müsamahalı, tolerans sahibi.
  • hazin : (Hızane. den) Hazine nâzırı. Bekçi.
  • hazîn : Hüzünlü. Keder meydana getiren. Acı uyandıran.
  • hazina : Emzirici, emziren. Dadı.
  • hazine : Define. * Kıymetli şeyleri saklayacak sağlam yer.
  • hazine-mânde : f. Şahıs üzerinden kaydı silinerek devlet hazinesine kalan mal veya para.
  • hazinedar : f. Malı muhafazaya me'mur olan.
  • hazinedarî : f. Hazinedarlık.
  • hazir : Huzurda olan, göz önünde olan. Amade ve müheyya olan. Gaib olmayan. * Müstaid olan. ◊ Hazer eden. Korkup çekinen. ◊ Takdir eden. * Ekşimiş süt. ◊ Korkan, korkak,
  • hazîr : Su sesi, su şırıltısı.
  • hazira : şehirli, medeni. * Bir yerde mukim olmuş, bir yere yerleşmiş.
  • hazirbahş : f. Hazırlanmış, hazır olmuş. * Hazır ol! emri.
  • hazircevap : Her söze derhal ve düşünmeden münasib cevap veren kimse.
  • hazîre : Eti ufak ufak doğrayıp, çok su ile çömlek içinde pişirip erimeye yakın olduğu anda üzerine un koyup karıştırarak yapılan yemek. (İçinde et olmayınca 'aside' derler.) ◊ More…
  • hazirîn : (Hâzır. C.) Meydanda, gözönünde olanlar, huzurda bulunanlar.
  • hazirlöp : Kabuğu içinde suda pişip katılaşmış yumurta. * Mc: Emek sarfetmeden elde edilen kazanç.
  • hazirûn : Meydanda olanlar, gözönünde olanlar. Mevcut ve hazır olanlar.
  • haziyy : Mertebeli, değerli kişi. * Yarış atlarının sekizincisi.
  • haziz : (Bak: Hadıyd)
  • hazîz : Bahtiyar. Mes'ud. Saâdetli. Nasibi olan.
  • hazk : Nişan vurmak. * Kuşun terslemesi. ◊ Hapsetme. * Darlık. * Men'etme. ◊ Bağlamak.
  • hazka : Mahâret, ustalık, mâhirlik.
  • hazl : Terk etmek. * Rezil, rüsvay etmek. ◊ Badruç adı verilen ot. ◊ Kat'etmek, kesmek.
  • hazm : Midedeki yenen şeyleri eritmek, sindirmek. Vücuda yarayacak hale getirmek. * Birisine ansızın hücum etmek. * Ansızın bir şey üzerine inmek. * Birisinin hakkını, malını gasb ile alıp More…
  • hazm-i nefs : f. Tahammül etmek. Nefsini kırmak. Meydana gelen kendi ile alâkalı gördüğü bir kusuru kendi üzerine almak. Sabreylemek. Sindirmek.
  • hazn : Sağlam yer. * Kabile ismi. * Arap beldeleri.
  • hazne : Hazine. * Depo.
  • hazr : Bir şeyi takdir ve tahmin etmek, nazar ile tahmin etmek. * Çehresini ekşitip çirkin olmak.
  • hazra' : Küçük ve dar gözlü kadın. (Müz: Ahzer)
  • hazrec : Sert rüzgâr. * Güney rüzgârı.
  • hazreka : Darlık.
  • hazret : '(Huzur. dan) Ön. Kurb. Pişgâh. * Hürmet maksadı ile büyüklere verilen ünvan; 'Hazret-i Kur'an, Hazret-i Peygamber, Hazret-i Üstad, Paşa Hazretleri' gibi.'
  • hazrevat : (Hadravat, Hadrâ) Yeşillik. * Gökyüzü, felek. Asuman.
  • hazuf : Sür'atle yürüdüğünden ayağı altından taşlar atılan eşek.
  • hazul : Kimsesiz. Yardımsız olarak her şeyden mahrum sürünmek.
  • hazume : Sığır, bakar.
  • hazun : Yaramaz huylu kimse.
  • hazur : (Hazer. den) Çok dikkatli, çok çekingen.
  • hazv : Kat'etmek, kesmek. * Takdir etmek. ◊ Sarkık olmak.
  • hazva' : Sarkık kulaklı eşek.
  • hazve : (C: Hazavât-Hızâ) Küçük ok.
  • hazy : Birbiri üzerine yığılıp toplanmak. ◊ Kat'etmek, kesmek.
  • hazz : (C.: Huzuz) Deniz koyunu. (denizde olur) * 'Vurmak' mânâsına masdar. * Duvar üstüne direk koymak. ◊ Sevinç duyma. Hoşlanma. Zevklenme. Saadet. Tali'. Nasib. Nimet More…
  • hazza' : Nâlin yapıcı, nalcı.
  • hazzaf : Çanak çömlek yapan veya satan.
  • hazzal : Ehline ve ailesine sarfedecek birşey bulamayan fakir.
  • hazzetmek : Hoşlanmak, zevk ve lezzet almak.
  • he'he' : Deveyi yulafa çağırmak. * Gülegen adam.
  • he'hee : Deveyi yulafına çağırıp hey hey demek.
  • he'le (hâle) : (C.: Hâlât) Ay ağılı, dâire-i kamer.
  • heb : (Vehb. den) Bağışla, lutfet (mânasına emir, duâ)
  • heba : İnce toz. * Boş. Beyhude. Nâfile. Faydasız. İsraf. Ziyan. * Aklı az olan.
  • hebaen mensura : Boşuna olarak. Faydasız yere dağılmış.
  • hebal : Avcı, sayyad.
  • hebb : Uykudan uyanmak. * Gâib olmak.
  • hebbar : Çok fazla kılı olan sırtlan veya maymun.
  • hebbe : Vak'a. * Zamandan bir asır.
  • hebbihî : Sallana sallana yürüyen kişi.
  • hebbur : Ufak inci.
  • hebc : Vurmak. * Ağırlık.
  • hebec : Devenin memesinde olan verem.
  • hebenka : Ayak parmaklarını dikip ökçesi üzerine oturmak.
  • hebenneka : Ahmaklığı darb-ı mesel olmuş bir kimsedir. * Mc: Zeki ve becerikli olmadığı halde kendini öyle sanan.
  • hebeta : Çukur yer.
  • hebh : Sallanmak.
  • hebhab : Serap.
  • hebhebe : Dâvet.
  • hebhebî : Çoban. * Hizmete koşan yiğit.
  • hebîb : Rüzgâr, yel.
  • hebid : Hanzal otu tohumu.
  • hebiha : Yürürken sallanan kadın.
  • hebir : Çukur yer.
  • hebit : Zayıf, ince deve. ◊ Korkak kimse.
  • hebl : Ölüm, mevt. * Taaccüb makamında kullanılır.
  • hebr : (C.: Hübur) Çukur yer. * Kesmek. * İki dağ arasında olan düz yer. * Etli, semiz olmak.
  • hebra : Şişman kadın.
  • hebrakî : Demirci. * Yabani öküz.
  • hebre : (C.: Heberât) Et parçası.
  • hebreme : Obur. Yemeğe düşkün. * Geveze.
  • hebs : Şâdlık, sürür, neşe, neşat. * Döşemek. ◊ Hareket.
  • hebş : Cem'etmek, toplamak. * Kazanmak, kesbetmek.
  • hebt : (Hübut) İniş. Aşağı inme. * Aşağı indirme. Bir yere inip konmak. * Nüzul, illet, maraz. * Zayıflama. * Bir memlekete birisini dâhil ettirmek. * Eksiltmek. * Kötü bir hale uğratmak. More…
  • hebul : Yavrusu kalmayan deve.
  • hebut : İniş yer.
  • hebv : Ateşin sönmesi.
  • hebve : Toz. * Tozlu yol.
  • heby (hebye) : Küçük câriye.
  • hebz : Sür'at yapmak, hız yapmak.
  • heca : (Hece) Dilin ve ağzın bir hareketi ile çıkan bir veya birkaç harf. Harflerin sesi. Harflerin seslendirilmesi. * Elif-bâ sırasına göre dizili harfler. Bir sözü harfleri ile söylemek. * Şekil. More…
  • hecace : (C.: Hecâcât) Kurbağa.
  • hecagû : f. Nazım veya nesir yoluyla birinin aleyhinde bulunan. Birini zemmeden, bir kimseyi hicveden.
  • heccav : Çok hicveden. Hiciv söyleyen. (Bak: Hicv)
  • hece : (Hecâ) Bir defada söylenebilen, bir veya birkaç harfden meydana gelen sözcük. * Harfleri birer birer söyleyerek okuma.
  • hecef : Yaşlı devekuşu. * Ağır ve boş kimse.
  • hecemat : Hamleler, taarruzlar, hücumlar.
  • hecenna' : Uzun ve şişman gövdeli kimse. * Başı dazlak, yaşlı kimse. * Başı dazlak olan devekuşu.
  • heces : Gönüle düşen hatıralar.
  • hechece : Çağırmak.
  • heci' : Yer yarığı. * Derin dere.
  • hecil : İki dağ arasındaki çukurca kısım. Vâdi.
  • hecime : Tulukta biriktirilip ekşitildikten sonra içilen ve köremez denilen süt. * Yoğurt.
  • hecin : Pek hızlı yürüyen bir cins deve. * Arap atı ile diğer cins attan doğmuş melez at.
  • hecir : Yaz mevsiminde öğle vaktindeki sıcaklık. * Otun kuruması. * Büyük havuz.
  • hecl : İki dağ arasındaki çukur ve düz yer. * Atmak.
  • hecm : Hamle etmek. Saldırmak. * Büyük kadeh.
  • hecme : şiddet, sertlik.
  • hecmec : Koç.
  • hecr : Ayrılık, firak. * Tıb: Sayıklamak. Hezeyan. (Bak: Hicr) * Çok sıcak günlerde öğle vakti.
  • hecs : Gönüle düşen hâtıralar.
  • hecv : (Hicv) Medh ü senânın zıddı. Kötüleme. Birisi hakkında kötülemek için söylenen söz veya manzume. (Bak: Heccâv)
  • heda : Sakin olmak.
  • hedad : Yemen'de bir kabile.
  • hedahîd : (Hüdhüd. C.) Hüdhüdler, çavuş kuşları, ibibikler.
  • hedaya : (Hediye. C.) Hediyeler. Lütuf ve ihsanlar. Bağışlar.
  • hedb : Meyve toplamak. * Davar sağmak.
  • hedbe : Ufak tesbih böceği.
  • hedcan : Yavaş yürüyüş.
  • hedd : Binayı gürültüyle yıkıp göçürmek. Çok ihtiyarlayıp düşkün hâle gelmek. * Zayıf ve korkak.
  • heddam : Çok keskin kılıç.
  • hedde : Duvarın yıkılmasından çıkan gürültü.
  • hedeb : Ensiz, uzun ve ince yaprak. * Servi yaprağı.
  • hedef : Nişan noktası. * Emel. Varılmak istenen gaye. * Yüksek, bülend. * İri vücudlu adam. * Bir işe yaramayan, tembel ve uykucu olan.
  • hedef-i âmâl : Gaye-i hayâl. Ulaşmak istenilen hedef.
  • hedel : Devenin dudağının sarkık olması. * Bir şeyi aşağı indirmek.
  • hedem : Binadan yıkılan taş ve kerpiç.
  • heder : Boşa gitme. Yok yere faydasız giden. * Ölüme giden.
  • hedhed : Suâl etmek, sormak. * Ötmek. * Çocuk sallamak.
  • hedhede : Bağırma, ötme. * Devenin bağırması, kuşun ötmesi.
  • hedî : (C.: Hevâdî) Mürşid. * Boyun.
  • hedîl : Erkek güvercin. Güvercin sesi.
  • hedîr : Güvercin kuşlarının ötmesi. * Aygırın kişnemesi.
  • hediye : Parasız verilen, bağışlanan şey. Armağan.
  • hediyeten : Armağan olarak, hediye olarak.
  • hediyy : (Hediye. C.) Atiyyeler, hediyeler.
  • hedk : Kırmak.
  • hedlak : Dudakları sarkık olan.
  • hedm : Yıkmak, harab etmek. Parçalamak, mahvetmek. * Birisine vurup belini kırmak. (Râgibâ, düşmanın aldanma tevazularına.Seyl, divârın ayağın öperek hedmeyler.)(Râgıp Paşa)
  • hedm (hidm) : (C.: Ehdâm) Eski elbiseler.
  • hedmele : (C.: Hedmelât) Ağacı çok olan kumlu yer.
  • hedn : Vakar, ciddiyet.
  • hedne : Sükun, sessizlik, durgunluk.
  • hedr : Galeyan etmek. * Ot büyümek. * Güvercin ötmek.
  • heds : Sürmek. * Reddetmek. * Haykırıp bağırmak.
  • heduc : Eserken gümleyen rüzgâr.
  • hedy : Cenab-ı Hakk'ın rızası için veya ihramda iken yapılması yasak olan herhangi bir fiili işlemekten dolayı kusurunu affettirmek ricasiyle, keffaret olarak Harem-i Şerif'e götürülen More…
  • hefaf : Hafif berrak nesne.
  • hefafe : Parlamak.
  • hefevat : (Hefve. C) Yanlışlıklar, yanılmalar. * Ayak kayması. Sürçmeler, kaymalar.
  • heffat : Ahmak.
  • hefhaf : Yeynicek, hafif mizaçlı kimse.
  • hefhefe : İnce belli olmak.
  • hefîf : Sür'atli seyir.
  • heft : Hafiflik sebebiyle uçup dağılmak. * Hafif mizaçlı olup, her dile geleni söylemek. * Vurmak. ◊ f. Yedi sayısı.
  • heft-ahter : f. Yedi gezegen. Yedi seyyâre.
  • heft-gâne : f. Yedi türlü olan. Yedi tane.
  • heft-hun : f. Cehennemin yedi tabakası.
  • heft-kâr : f. Yedi türlü iplikle dokunmuş kumaş.
  • heft-merd : f. Yedi büyükler. (Kutub, gavs, ebdâl, ahyâr, evtâd, nücebâ, nukabâ)
  • heft-reng : f. Yedi renk.
  • heftâd : f. Yetmiş. 70
  • heftan : Zırhın altına giyilen pamuklu elbise. * Üstten giyilen kürk biçiminde süslü elbise. Kaftan. (Eskiden ekseriyetle taltif için, büyük kimseler tarafından liyâkat sahiplerine giydirilir veya More…
  • hefte : Yedi günlük müddet olan hafta.
  • heftüm : f. Yedinci.
  • hefv : Açlık.
  • hefvan : Yanılma, yanlışlık. * Süratle gitme, hızla gitme. * Ayak kayıp sürçme.
  • hefve : (C.: Hefevât) Sürçme, ayak kayması. * Mc: Hata, yanılma. Zelle.
  • hegemonya : yun. Kuvvetle ve kıymetli vasıflarla olan üstünlük. * Bir devletin başka bir devlet üzerindeki siyasi üstünlüğü ve baskısı.
  • hehca' : Kerim, cömert kimse.
  • hejdeh : f. Onsekiz sayısı.
  • hek'a : Menazil-i Kamer'den bir yıldız. * Atın göğsü üstündeki dâire.
  • hekheka : Az birşey verme. * şiddetli seyir.
  • hekim : (Bak: Hakîm)
  • hekir : Taaccüp eden, şaşıran.
  • hekk : şiddetli yağmur. * Kılıçla vurmak.
  • hekm : Halka şerle taarruz etmek.
  • hekr : Taaccüp etmek, şaşırmak.
  • hektar : Fr. Yüz ar değerinde ölçü birimi.
  • hektometre : Fr. Yüz metrelik uzunluk ölçü birimi.
  • hekur : Uzun, tavil.
  • hel : 'Arapçada soru cümlesinin başına gelen bir harf olup; em bel kad edatları yerinde ve ceza mânasına emri ve bazan isbat, bazan da nehiy için kullanılır.'
  • hel min mezid : Daha yok mu? Daha olmayacak mı? mânâlarında kullanılır.
  • hel' (hil') : Oğlak. (Müe: Hel'a)
  • hela' : Korku. * Feryad. * Hırs.
  • helahil : (Hülhül. C.) Tesiri pek kuvvetli ve öldürücü zehir. Panzehiri olmayan ağu.
  • helahil-riz : f. Öldürücü zehir saçan.
  • helak : Yıkılma, bitme, mahvolma. * Harislik ve pek düşkünlük. * Azab. Korku, havf. * Fakr.
  • helaket : Yıkılma. mahvolma. Felâket.
  • helal : Allah'ın müsaade ettiği şey. Haram olmayan. Dinî bakımdan kullanılmasında, yenilip içilmesinde, dinlenmesi veya bakılmasında yahut dokunulmasında nehiy olmayan. * İhramdan çıkan hacı. More…
  • helalî : Bürüncük ve pamuk karışımından yapılan bir cins yeli bez. * Yaldızlı bakırdan vaya tahtadan mahfazası olan eski sistem saat. * Helâl ile alâkalı olan.
  • helalli : Zevce, karı, menkuha. Nikâhlı kadın.
  • helc : İtimat etmeyecek söz söylemek.
  • helecan : (Bak: Halecan)
  • helek : İki dağın arası.
  • heleke : Helâk. * Düşen.
  • helel : Örümcek ağı. * Korku. * Yağmur evveli.
  • helesaya çikmak : Eskiden ramazanlarda iftardan sonra para toplamak için çocuklar tarafından teşkil edilen çalgılı heyetlere katılanlar tarafından nakarat makamında söylenen bir tabirdir. Dilenciliğin More…
  • helezon : Saat zenbereği gibi gittikçe daralan daire şekli. Sümüklü böcek kabuğu şeklinde olan.
  • helezonî : Helezon şeklinde olan. Sümüklü böcek kabuğu şeklinde olan, gittikçe darlaşır daire biçiminde olan.
  • helhel : Seyrek, ince, dakik şey. * Öldürücü zehir.
  • helhele : Okuyucunun tesirli nağmeyi tekrar etmesi. * Unu seyrek elekten elemek. * Teenni ile encamını beklemek. * Bir şeye pek yaklaşıp çatmak.
  • helîce : Saçaklı seccade.
  • helikopter : Fr. Pervanesi tepesinde bulunan ve olduğu yerde durabilen, dikine kalkış ve iniş yapabilen bir uçak.
  • helîle : Tıb: Tohumları tıbda müshil olarak kullanılan bir bitki.
  • helîme : Buğday ve pirinç gibi bazı hububatın kaynamasıyla hâsıl olan koyu ve yapışkanlı su.
  • helkam : Yaşlı kadın, acuze.
  • helkes : Alçak adam.
  • hellab (hellâbe) : Yağmurlu soğuk rüzgâr.
  • helle : (C.: Hilâl) Azıcık sesi yükseltmek.
  • hellüm : Beri gel (mânasına gelir.)
  • hels : Çok hayır. * Gizlemek, saklamak. ◊ Cemaat, topluluk.
  • helsas : Cemaat, topluluk.
  • heltat : Cemaat, topluluk.
  • heltî : Bir ot cinsi.
  • helu' : Sabrı az, hırsı çok olan. Sabırsız olup her halini halka şikâyet eden insan.
  • heluk : Helâk olucu, helâk olan. * Fâcire kadın. Kötü hayata alışmış kadın.
  • helümm : Tez getir' mânasına gelir.
  • helümme cerra : (Helümme cerren) 'Var kıyas eyle... Çek beri getir.' gibi kinâye için söylenen bir tabirdir.
  • helva' : Hızlı yürüyüşlü davar.
  • helva-ger : f. Helvacı.
  • helva-hane : f. İçinde helva pişirilen genişçe ve derinliği az tencere. * Tar: Saray için her türlü tatlı yiyeceklerin yapılmasına yarayan saray mutfağının bir bölümü.
  • helvayî : Helva satan. Helvacı.
  • helyostat : Yansıyan güneş ışınlarını, belli bir doğrultuya yöneltmeğe ve bu doğrultuda tutmaya yarayan bir ayna ile bir ayar sisteminden meydana gelen tertibat.
  • helyoterapi : Fr. Güneşle tedavi.
  • hem : f. Birlikte, beraber olmak mânasını ifade eder.
  • hem (hemm) : Gaile, müşkül iş. * Tasa, gam, keder, hüzün.
  • hem-aheng : f. Uygun, münasib, denk.
  • hem-an-dem : f. Hemen, derakab, derhal, o anda, çarçabuk.
  • hem-an-gâh : f. Hemen, o anda.
  • hem-aramiş : f. Birlikte dinlenen, beraber istirahat eden.
  • hem-asil : f. Aynı asıldan.
  • hem-aşiyan : f. Bir yerde beraber bulunan, bir yuvada birlikte olan.
  • hem-aver : f. Efendileri aynı olan köleler. * Arkadaş, refik.
  • hem-averd : f. Savaşan iki kişiden herbiri.
  • hem-aviz : f. Harpte karşılaşan iki kişiden biri.
  • hem-ayar : f. Eşit, denk, müsavi.
  • hem-bar : f. Aynı yükü yüklenmiş olan, aynı yükü taşıyan.
  • hem-ber : f. Beraber olan, birlikte oturan.
  • hem-bu : f. Kokusu bir, aynı kokuda. * Mc: Âdet ve tarzları aynı.
  • hem-ca(y) : f. Aynı yerde oturan. Hemşehri.
  • hem-cenah : f. Denk, eşit, müsâvi.
  • hem-cenb : f. Akran.
  • hem-çü : f. Onun gibi.
  • hem-çünan : f. Böylece.
  • hem-daman : f. Bacanak.
  • hem-dem : f. Canciğer arkadaş.
  • hem-derd : f. Dert yoldaşı, dert arkadaşı. Aynı dert ve kedere düçar olanların beheri.
  • hem-dest : (C.: Hemdestân) f. Birlikte çalışan, müttefik, arkadaş. * Ortak, şerik.
  • hem-destî : f. Berâberlik, birlik. * Ortaklık, şeriklik.
  • hem-dih : f. Köyleri aynı olan. Aynı köyden olan.
  • hem-dil : f. Fikirleri, düşünceleri aynı olanların her biri. Bir maksad ve istekte bulunanları beheri.
  • hem-duş : f. Omuz omuza gelen, eşit olan, müsavi olan.
  • hem-fikr : f. Aynı düşüncede ve aynı fikirde olan. Kafadar.
  • hem-firaş : f. Zevce. Karı.
  • hem-ginan : f. Bütün insanlar, bütün nev'-i beşer.
  • hem-guşe : f. Komşu.
  • hem-hah : f. Arzu ve talebleri aynı olan, aynı istekleri olan.
  • hem-hal : f. Aynı halde olan. İkisi beraber.
  • hem-hane : f. Bir evde oturanların beheri. Arkadaş, refik.
  • hem-hudud : f. Hudutları bir olan, sınırları birbirine bitişik olan memleket veya arazi.
  • hem-huy : f. Bir ahlâk ve tabiatda bulunan. Huyları bir olan.
  • hem-kadd : f. Boyları birbirine eşit olan, uzunlukları aynı olan.
  • hem-kâr : f. Aynı işi yapan, aynı işte olan.
  • hem-kiran : f. Aynı yaşta olan, yaşıt. * Kuvvette müsavi olan.
  • hem-kitab : f. Aynı dersi gören, talebe, öğrenci. * Aynı dinde olan, din kardeşi.
  • hem-kiymet : f. Aynı kıymette olan, kıymetleri eşit olan.
  • hem-kün : f. Aynı cins işte çalışan, işleri ve meslekleri aynı olan. Meslekdâş.
  • hem-nam : f. İsimleri aynı olan, adaş.
  • hem-neberd : f. Savaş arkadaşı, muharebe arkadaşı. * Rakib.
  • hem-nefes : f. Arkadaş, musâhib.
  • hem-nesl : f. Aynı sülâle ve soydan, aynı nesilden, soydaş.
  • hem-pa : f. Ayakdaş. Arkadaş. Yoldaş.
  • hem-paye : (C.: Hempâyegân) f. Bir pâye ve rütbede olanların beheri.
  • hem-rad : f. Kahramanlık ve cömertlikte müsavi olan kimseler.
  • hem-rah : (C.: Hem-râhân) f. Yol arkadaşı, yoldaş.
  • hem-raz : f. Sırdaş. En yakın arkadaş.
  • hem-reng : f. Rengi bir olan, aynı renkte olan. * Mc: Huyları bir olan.
  • hem-rev : f. Yol arkadaşı, beraber giden, yoldaş.
  • hem-riş : f. Bacanak. İki kızkardeşle evlenen erkekler.
  • hem-sabak : f. Ders arkadaşı. Aynı dersi okuyanların beheri.
  • hem-saz : f. Uyan, uygun, muvafık, münâsib. * Arkadaş, refik, arkadaşlık.
  • hem-ser : f. Arkadaş, Karı kocadan her biri.
  • hem-şerr : f. Kötülükte beraber olan, kötülüğü birlikte yapan.
  • hem-şikem : f. İkiz çocuk.
  • hem-sohbet : f. Birbiriyle konuşan, sohbet eden, arkadaş.
  • hem-sufre : f. Aynı sofraya oturan, sofra arkadaşı.
  • hem-vare : f. Her zaman, dâima.
  • hem-varî : f. Düzlük, düzolma.
  • hem-zanu : f. Diz dize oturup konuşan, yan yana oturan.
  • hem-zeman : f. Aynı zamanda işleyen. * Çağdaş, muâsır. Aynı çağda yaşayan insan veya geçen hâdiselerin her biri.
  • hem-zen : f. Beraber vuran. Birlikte olan.
  • hemahim : (Hemheme. C.) Üzüntüler, kederler, dertler, tasalar.
  • hemal : f. şerik, ortak, eş, benzer, nazir.
  • hemaluş : Kara balçık.
  • heman : f. Derhâl, hemen, acele olarak, çarçabuk, o anda.
  • heman (humân) : İnce zayıf süngü. * Huysuz ve kötü insan.
  • hemana : f. Sanki, güya. * Aynen, tıpkı, tamamen.
  • hemanend : f. Benzer, gibi.
  • hemare : Her zaman, her an, dâima.
  • hemazî : Sür'at, hız.
  • hemde : Ölümle haşir arası.
  • heme : f. Cümle. Hep. Bütün.
  • heme ez ost : Herşey ondandır.
  • heme ost : Hepsi odur.
  • hemec : Kıymetsiz, değersiz. * Şaşkın. * Övez (denen at sineği).
  • hemece : Zayıf koyun.
  • hemegan : f. Cümlesi, tamamı, bütünü, hepsi.
  • hemel : Çobanı olmayan deve.
  • hemercel : Yorga at.
  • hemeyan : Akmak, seyelân etmek.
  • hemezat : (Hemeze. C.) Kuruntular, vesveseler, şüpheler, tereddütler.
  • hemeze : Vesvese. Şeytanın desisesi. Kuruntu.
  • hemger : f. Çulha dokuyucu.
  • hemheme : Rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan sesler. * Aslan bağırması. * Deve sesi.
  • hemî : f. Tıpkı bu, bu bile.
  • hemî' : Ölüm, mevt.
  • hemicek : Şehre köyden yeni gelip bir şey bilmez şaşkın ve kaba adam.
  • hemîm : Ağır ağır gitmek. * Otun tazeliğinden dolayı parlaması.
  • hemîme : Yumuşak rüzgâr. * Ufak taneli yağmur.
  • hemîsa' : Kuvvetli adam.
  • hemîşe : f. Dâima. Her zaman.
  • hemk : Bir kimseyi bir işle meşgul etme. Birini bir işe daldırma. * İnat etmek. * Sa'y etmek, çalışmak. * Cür'et etmek. ◊ Yumuşak. Kof.
  • heml (hemelân) : Gözden yaş akmak.
  • hemla' : Seri. * Kurt (canavar.)
  • hemlece (himlâc) : Atın yorga olması.
  • hemm : Gam, keder, tasa, hüzün.
  • hemmame : Zehirli hayvan. Akrep.
  • hemmas : Yavuz arslan.
  • hemmaz : Koğucu.
  • hemr : Su dökmek. * Göz yaşı akıtmak. * Süt sağmak. * Atâ etmek, hediye vermek.
  • hemrace : Karıştırmak.
  • hems : Gizli ses. Çok gizli. Sesi gizlemek. * Ağzı açmadan lokma çiğnemek. * Fütursuz olarak geceleyin yola gitmek. * Peçe. * Sıkmak. * Kırmak.
  • hemş : Ameli seri olan, hızlı, hareketleri çabuk olan.
  • hemşehri : f. Aynı şehirden. Aynı memleketli olan.
  • hemsen : Gizli sesle. Gizli ses. Savt-ı hafi.
  • hemşime : Kuru odun. Kurumağa yüz tutmuş ağaç. Ağaçları kurumuş yer.
  • hemşire : f. Aynı sütü emen kızkardeş. Abla, bacı. * Hastabakıcı kadın veya kız.
  • hemşire-zâde : f. Kızkardeş çocuğu.
  • hemt : Karıştırmak. Değerini anlamadan almak.
  • hemta : f. Eş denk. Benzer.
  • hemu' : Göz yaşı akmak.
  • hemyan : f. Kese, torba, çanta, dağarcık.
  • hemz : Dürtme, kakma. * Parmaklarla sıkma. * Yere çalma, vurma. * Isırma, dişleme.
  • hemze : ( ) Elif veya elif yerine kullanılan işaret. Elif, vav, ya, he üzerine konulan ve 'e' diye okutan işaret. * Parmakla sıkma, dürtme, sıkıştırma.
  • hemzend : f. Beraber olanlar. Beraber çalışanlar.
  • hen'a : Devenin boynunun altına konan işaret. * Menazil-i Kamer'den bir menzil.
  • henabik : Halka nasihat edip, dediğini kendi yapmayan kimse.
  • henae : Yemeğin sindirilip hazmolması.
  • henazîr : Hınzırlar, domuzlar.
  • henb : Vehamet. * Ağırlık.
  • henbele : Topal sırtlanın yürümesi.
  • henber : Kısa boylu kimse.
  • henberît : Sırf yalan.
  • hencam : f. Elinden iş gelmeyen, beceriksiz kimse.
  • hencar : f. Kaide, kural, yol, usul.
  • hend : İmsak etmek.
  • hendek : (Bak: Handek)
  • hendelîn : Sözü çok olan kimse.
  • hendeme : Bir şeyi yerli yerince yapmak.
  • hendese : Geo: şekil bilgisi. * Mat: Çizgi, yüzey ve hacim olarak bu üç şeklin özelliklerini ve ölçülerini inceleyen matematik kolu.
  • hendesehane : f. Eskiden mühendis mektebi, teknik üniversitesi. * Bayındırlık ve belediye gibi dairelerin mühendislere mahsus şubesi.
  • hendesî : Muntazam şekli ile alâkalı ve hendeseye dâir. Geometrik şekle dâir. * Geometri ile alâkalı ve müteallik.
  • henene : Bir cins kirpi.
  • henf : Sür'at yapmak, hız yapmak.
  • hengâm : f. Zaman, devir, çağ,sıra, vakit, mevsim.
  • hengâme : f. Seslerin birbirine karışmasından çıkan gürültü. Kavga, gürültü. Şamata.
  • hengâme-gir : f. Meddah, oyuncu. Hikâye söyleyici, hokkabaz. * Diş macunu, leke tozu gibi şeyler satan çığırtkanlar. * Kavgacı, gürültücü.
  • henî : Hazmı kolay olan, faydalı ve sıhhate uygun.
  • henîe : şiddetli emir.
  • henîen : Sıhhat ve afiyet olsun.
  • henîen leküm : Size âfiyet olsun, şifa olsun. Helâl olsun. * Tebrik ederiz.
  • henîn : Ağlamak.
  • heniyye : Kolaylık, sühulet.
  • henk : Darlık. Güçlük zorluk. ◊ Katı yağmur.
  • henme : Gizli ses.
  • henn : Ağlamak. * Ayıptan kinayedir.
  • henne : Kişinin kendi karısı.
  • hent : Bir nevi kirpi. * Göz içinde olan yağ.
  • henüz : f. Daha, yeni, şimdiye kadar, ancak.
  • hepten : Bütünüyle, tamamıyla.
  • her : f. Bütün, hep, tamamen.
  • her dem : f. Her zaman, her dakika. Dâimâ.
  • her dem taze : Parlaklık ve tazeliğini dâima muhafaza eden. * Mc: Daima genç görülen, gençliğe heveskâr.
  • her' : şiddet. * Etin iyi pişmesi.
  • her'a : Küçük bir canavar. * Erkeğiyle muhalata ettiğinde şevkinin şiddetinden hemen inzal eden kadın.
  • her-ayine : f. Mutlaka, elbette. Behemehal, zaruri, herhalde.
  • her-bar : f. Her defa, her kere.
  • her-ca : f. Her yer.
  • her-çend : f. Her ne kadar. Her ne zaman.
  • herab : Kaçmak, firar etmek.
  • heras : Dikenli ağaç.
  • herave (hirave) : Ağır, yoğun asâ (baston).
  • herc : İnsanların arasında meydana gelen fitne, fesad. * Söze dalıp çoğaltmak. Haltetmek. Sözü karıştırmak. * Kapıyı açık bırakmak. * İnsanların işlerinin karışması. * Seğirtmek. * Katletmek. More…
  • herç : Karışıklık, gürültü. Nizamsızlık.
  • herc ü merc : f. Darmadağınık. Karmakarışık. Allak bullak.
  • hercaî : (Hercâyî) Her yerde bulunur, kendine mahsus belirli bir yeri bulunmayan. Serseri, derbeder. * Kararsız, sebatsız, vefasız, dönek, mütelevvin.
  • hercan : Uzun ve kalın olan şey. * Hayvanın yab yab yürümesi.
  • hercâyî menekşe : Bir cins menekşe.
  • hercele : Karışık yürümek.
  • herçi bad abad : f. Her ne olursa olsun. İster istemez.
  • herd : Deve kuşunun dişisi. * Yarmak. * Kat'etmek, kesmek.
  • hereb : Kaçma, firar. * şiddetli üzüntü, keder.
  • herec : Sıcaklığın fazlalığından devenin gözünün kararması.
  • herek : Asmaları, fidanları, fasulye gibi tırmanıcı nebatları bağlamak için yanlarına dikilen sırık, değnek.
  • herem : Kocamak, yaşlanmak, ihtiyar olmak. * Mısır'da firavunlar zamanından kalmış piramit şeklindeki mezarların beheri. * Geo: Mahrutî şekil, piramit.
  • heremdîde : f. Yaşlanmış, kocamış, ihtiyarlamış.
  • herf : Acele. Sür'at, hız Hezeyan.
  • hergâh : f. Her vakit, her an, her zaman.
  • hergele : Binilmek ve yük taşımak için alıştırılmamış at, kısrak, beygir veya merkep sürüsü. * Böyle bir sürüye dahil olan hayvan. * Mc: Terbiye ve görgüden büsbütün mahrum adam. * Bir işe yaramaz More…
  • hergiz : f. Aslâ, kat'iyyen. Hiçbir suretle.
  • herhere : Su çağıltısı. * Koyunu çağırmak. * Aktığında sesi ve çağıltısı işitilecek kadar çok olan su.
  • herhîr : Bir nevi yılan.
  • heri' : Acele, sür'at. * Akıcı kan. * Korkak kimse. * Zayıf kimse.
  • herif : (Bak: Harif)
  • herifçioğlu : Kızılan kimse hakkında zamir gibi kullanılan argo bir tabirdir.
  • herim : Çok ihtiyarlamış ve kocamış kimse.
  • herime : Dişi arslan.
  • herîr : Köpek uluması. * Köpek hırlaması.
  • herise : Keşkek yemeği.
  • herît : Ağzı büyük kişi. * Ferciyle dübürü bir olan kadın.
  • herkele : İncelik, nezafet, hoşluk, letâfet. * İnce, zarif, lâtif, hoş.
  • herkül : yun. Cesaretiyle meşhur olup, efsaneleşmiş bir Yunanlının adı. (Onlarda kuvvet sembolüdür)
  • herm : Bir ot cinsi.
  • hermele : Yolmak.
  • herna' : Ufak bit.
  • herr : Köpek uluması, köpek hırlaması.
  • herru : Ne olursa olsun. Ya batar ya çıkar.' mânâsındaki 'ya herrû ya merrû tâbirinde geçer.
  • hers : Tokmak ile dövmek. * Mersin ağacı. * Arslan. * Kedi. ◊ Ufak kurt.
  • herş (herâş) : Yırtmak. * Çekişmek.
  • herşebe : Yaşlı kuru kadın.
  • herşefe : Bez veya aba parçası. (Su az olduğu zamanda yerden onunla yağmur suyunu alıp bir kabın içine sıkarlar.) * Çok yaşamış, ihtiyar, kuru kadın. * Çok eski olan kova.
  • herseme : Arslan, gazanfer, esed, haydar. * Burun.
  • hert : Dokunaklı söyleme, iğneleyici bir şekilde konuşma. * Yırtma. * Dürtme.
  • herus : Eski elbise.
  • herv : Dövme, sopalama. * Pişirme. * Afganistan'da bir şehrin adı.
  • hervele : Yürüyüş. * Koşma.
  • herya' : Ağaç hışırtısı.
  • herz : Yırtmak.
  • herze : f. Boş söz. Saçmasapan söz. Boş lâkırdı.
  • herzederay : f. Mânâsız ve saçmasapan sözler konuşan.
  • herzegû : f. Saçma sapan konuşan. Lüzumsuz ve mânasız söz söyleyen.
  • herzehayî : f. Mânâsız konuşma, saçmasapan söyleme.
  • herzeka : Çirkin gülmek.
  • herzekâr : f. Saçma sapan konuşan, mânasız sözler söyleyen.
  • herzekârane : f. Saçma sapan konuşarak. Boş ve lüzumsuzca uydurmalarla, abuk sabukça.
  • herzevat : (Herze. C.) Herzeler, mânâsız ve boş sözler.
  • herzevekil : f. Kendine vazife olmayan şeylere karışan. Fodul, boşboğaz. Her şeye burnunu sokan.
  • hesar (hesur) : Arslan.
  • heşaş (heşuş) : Açık yüzlü şen yeynicek kişi. * Sağan kimseye sevip sütünü veren koyun.
  • heşaşe(t) : Şâdlık, hafiflik, irtiyah. * Gevreklik.
  • hesb : şeref. * Kifayet.
  • heşeme : (C.: Heşemât) Dağ keçisinin oğlağı.
  • heshese : Karışıp görüşme.
  • heşheşe : Şâdlık etmek, neşeli olmak.
  • heşîle : Sahibinin izni olmayarak bir adamın bindiği deve.
  • heşîm : Ufalanmak. Kırılmış, ufalanmış olmak. * Kırılmış, ufalanmış kuru ot.
  • hesis : Gizli ses, gizli kelâm. * Ezilmiş, ufalanmış nesne.
  • hesm : Kaba yemek. Bütün bütün yutmak. * Kesmek. * Toplamak, cem'etmek. ◊ Kırmak. * Kesmek.
  • heşm : Kırmak veya kesmek.
  • hesmele : Gizli söz.
  • hesr : İki kat edip eğmek. * Kırmak.
  • hess : Dövmek. * Kırmak, ufalamak. ◊ Öldürmek, katl. ◊ Sıkmak.
  • heşş : Gevrek, kolayca kırılabilir olan. * Keyifli, şen.
  • heşt : f. Sekiz.
  • heştad : f. Seksen.
  • hestî : f. Varlık. Var olma. Mevcudiyet.
  • heştüm : f. Sekizinci.
  • het' : Dikkatle bakmak. Acele etmek.
  • hetalan : Akmak. * Göz yaşı ve yağmur pespeşe gelmek.
  • hetalla' : Uzun ve iri vücutlu erkek.
  • hetepete : Kekeleme. Konuşurken şaşırıp tereddüd etme.
  • heterojen : yun. Kim: Cinsi ayrı olan. Türlü özellikteki taneciklerden yapılan maddelerdir.
  • hetf : Bir şeyi gizlice hatırlatmak. Seslenmek. Fısıldamak.
  • hetil : Akıcı, akan.
  • hetît : Birbiri ardınca tez tez gitmek.
  • hetk : Yırtma Yarma. Perdeyi yırtmak. Rezil olmak. Rezil etmek.
  • hetl : Ulaştırmak. * (Yağmur) çok yağmak.
  • hetlan : Sürekli yağan hafif yağmur.
  • hetm : Ön dişleri kökünden kırmak.
  • hetma' : Dişsiz olup kurban edilemeyen hayvan.
  • hetme : Çok kelâm, çok söz.
  • hetmele : Gizli kelâm, gizli söz.
  • hetn (hütun) : Yağmur yağmak.
  • hetr : Bunama, alıklaşma. Ateh getirme, ihtiyarlıktan çocuk gibi olma. * Sersemleşme, aptallaşma. * Birisini kötüleme. * Acib emir. * Zahmet, meşakkat. * Enine yarmak. ◊ Ağaçla vurmak. More…
  • hett : Yırtmak. * İkiye büküp kırmak. * Dökmek.
  • hettak : Yırtıp parçalayan, paramparça eden.
  • hettal : Dağ ismi.
  • hettan : Hafif kimse.
  • hetul : Çok miktar akmak.
  • hev' : Kötü hırs. ◊ Himmet.
  • heva : (C.: Ehviye) İki şeyin arasının uzaklığı. * Yer ile gök arası. * Yukarıdan aşağıya inmek. * Her bir boş, ıssız yer. ◊ İstek. Nefsin isteği. Düşkünlük. Gelip geçici olan heves. More…
  • heva vü heves : Zevk ve şehvetler. Boş ve geçici şeyler.
  • heva-i nesim : f. Güzel, lâtif, hoş hava. Lâtif mânevi gıda. * Hava (Atmosfer.)
  • hevaci' : Geyik.
  • hevacir : (Hâcire. C.) Günlerin en sıcak olan anları. * Göçenler, göç yapanlar, hicret edenler. * (Hücr. C.) Hezeler, hezeyanlar, boş ve mânasız sözler.
  • hevacis : (Hâcise. C.) Vesveseler, kuruntular. Akla gelen kötü düşünceler.
  • hevadar : f. Hevalı. Nefsine uymuş. Küstah. * Etrafı açık, havalı yer.
  • hevade : Yavaşlık. * Yumuşaklık. * Kavmin içinde salah ve muvâfakata sebep olması mümkün olan kimse.
  • hevadî : (Hâdî. C.) Rehberler, deliller, kılavuzlar. * Hidayet edenler, istikametli ve selâmetli yolu gösterenler.
  • hevadic : (Hevdec. C.) Kadınların binip oturmaları için devenin üzerine konulan küçük mahfeler.
  • hevahah : f. Sevilen, muhib, dost.
  • hevahat : Ahmak adam.
  • hevahî : Bâtıl nesne.
  • hevaî : f. Ciddi şeylerle alâkasız. Nefsine düşkün. Nefsine ve şehvetine mağlub. Hevâ ve hevese âit ve müteallik.
  • hevaiye : Hava gibi hafif ve lâtif karakterde olan şeyler.
  • hevakâr : f. Günahlı işlere hevesli. Hevâ ve hevesine bağlı.
  • hevamm : Böcekler, haşereler. Pire, tahta kurusu, bit, örümcek, yılan gibi, kışın gizlenip yazın meydana çıkan, insan ve hayvanın vücudundan beslenerek yaşayan, insana zararı dokunan (parazit More…
  • hevan : Hakaret, zillet, alçaklık, zelillik, aşağılık, horluk.
  • hevaperest : f. Sadece gayr-ı meşru lezzet ve hevesinin peşinde. Cenab-ı Hakk'ı, dinin emirlerini unutmuş, nefsine şiddetle muhabbet eden. Nefsine tapınır derecede Haktan gafil.
  • hevas : Çok yiyen kişi.
  • hevatif : (Hâtif. C.) Hâtifler. Gayıptan işitilen sesler. * Nidâ eden melekler.
  • hevaya : Zayıflık.
  • hevb : Yol, tarik. * Ateş alevi. * Karışık sözlü kimse.
  • hevber : Kırmızı gül.
  • hevc : (C.: Hüvüc) Uzun boylu ve akılsız olmak. * Rüzgârın sert esmesi.
  • hevcele : Hiçbir işaret ve alâmet olmayan ev veya sahrâ. * Yürügen deve. * Uzun boylu, ahmak erkek.
  • hevd : Tevbe etmek.
  • hevda' : Deve kuşunun erkeği.
  • hevde : Bağırtlak kuşu.
  • hevdec : (C.: Hevâdic) Kadınların binmesi için devenin sırtına konulan ufak mahfel.
  • hevek : Ahmaklık.
  • heves : Gelip geçici istek. Nefsin hoşuna gitmek. Devran edip gezmek. Akıl ile olmayıp nefis ile olan istek.
  • heveş : (Karın) Göçük olmak.
  • hevesat : f. Arzu ve nefsâni emeller. Boş, bâtıl ve günahlı şeylere dâir olan istekler. Hevesler.
  • hevesdar : f. Hevesli.
  • heveskâr : f. Hevesli istekli, arzulu. Meyli ve arzusu olan, heves eden.
  • heveskârân : (Heveskâr. C.) İstekliler, hevesliler.
  • heveskârî : f. Heveskârlık, heveslilik.
  • hevesnâk : f. Hevesli, heves edici, istekli.
  • hevesnâkân : (Hevesnâk. C.) Hevesliler, heves edenler.
  • hevesperver : f. Hevesli, heveskâr.
  • hevheve : f. Ağacın yapraklarının rüzgâr esmesi ile çıkardığı sesler.
  • hevl : Korku. Korku verici. * Ürkmek. Dehşet. Yılgınlık. İhtilâl-ı dimağ (beyindeki bozukluk) sebebi ile bâzı hayâli suretler tevehhüm ederek ondan korkmak.
  • hevl-âver : f. Korkunç, korku getiren, korku veren.
  • hevl-engiz : f. Korkunç korkulu.
  • hevl-nâk : f. Korkulu, korkunç.
  • hevlul : Hafif adam.
  • hevm : Uyuklayıp başını her tarafa eğmek.
  • hevn : Kolaylık, sühulet. * Vakar. Teenni. * Sükunet. Sekine. Rıfk. * Ufak şey. Hor ve zelil olmak.
  • hevr : Birisini itham etmek, töhmet. Zan. Takdir ve tahmin etmek. * Binayı yıkmak, yıkılmak. * Sulu, ağaçlı yer. * Koyun sürüsü.
  • hevre : Dövmek. * Çok fazla yemek.
  • hevs : Bir şeyi vurarak kırmak. * İfsad etmek. * Dolaşmak. * Davarı yavaşça ileri sürmek.
  • hevş : Çok miktar.
  • hevte : Suya gidecek yol.
  • hevzeb : Yaşlı deve.
  • hevzele : Depretmek, hareket.
  • hey' : Gönül dönmek. * Yaramaz gönüllü olmak. * Korkak olmak.
  • hey'a : Yere dökülen birşeyin akması. * Korkutucu ses.
  • hey'are : Bir yerde karar etmeyen kadın.
  • hey'at : Hey'etler. Ayrı ayrı mânalar. Kısımlar.
  • hey'et : Şekil. Suret. Görünüş. * Birlik teşkil eden şahısların mecmuu. * Gök ve yıldız ilmi. Astronomi. * Duruş, vaziyet, keyfiyet. Tabiat ve cibilliyet. Bir şeyin cibilli vaziyeti.
  • hey'etşinas : f. Astronomi bilgini. Sema ve ecramın ahvâline vâkıf olan.
  • hey'urur : Meşakkat, zahmet.
  • heyakil : Heykeller.
  • heyam : Hayranlık hâli. * Çok yumuşak kum.
  • heyamola : Eskiden ramazanlarda para toplamak gayesiyle mahalle çocukları tarafından teşkil edilen bir nevi dilenci alaylarında söylenen bir tâbirdir. * Eskiden gemiciler gemi demirini çekerken veyahut More…
  • heyatile : Hind taifesinden bir kavim.
  • heyban : Korkunç, korku getiren. * Çok utangaç çekingen. * Korkak. * Çoban.
  • heybe : Eşya koymaya mahsus iki taraflı küçük torba.
  • heybet : Hürmetle beraber koruk hissini veren hal. Sakınıp korkulacak hal. Azamet.
  • heybub : Korkak.
  • heyc : Heyecan, telaş. * Galeyan, tahrik. * Kavga, harp, savaş, cenk.
  • heyca : Cenk, cidal, vuruşma, birbirini öldürme, kıtal.
  • heycagâh : f. Muharebe meydanı, savaş yeri.
  • heycemane : Büyük inci.
  • heyd : Depretmek. * Zahmetli olmak. ◊ f. Ekinci yabası.
  • heydeb : Yere yakın olan bulut.
  • heydebî : Atın bir çeşit yürümesi.
  • heyecan : Birden bire şiddetle hislenme. Ürperme. * Coşkunluk. Coşmak.
  • heyef : İnce belli olmak.
  • heyelan : Toprak kayması.
  • heyeman : (Heym) Şaşkınlık. Tutkun olmak, âşıklık.
  • heyf : Sıcak rüzgâr.
  • heyg : Çoğaltmak.
  • heyha : Deveyi yulafa çağırmak.
  • heyhat : 'Teneffür ve tehassür ifâde eder; 'sakın, savul, yazıklar olsun, uzak ol' mânalarına geldiği gibi, daha ziyade; Eyvah, yazık, ne yazık, ne kadar uzak... gibi mânalar için More…
  • heyî : f. Varlık, madde.
  • heykel : Taş, tunç, kil ve alçı gibi maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğurulup, pişirilerek yapılan insan, hayvan vs. şekli. * Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, âbide. * Mc: Soğuk More…
  • heykeltraş : Heykel yapan kimse.
  • heyl : Dökmek. * Bir şeyi ölçüsüz def'etmek.
  • heylele : Lâ ilâhe illâllah' demek.
  • heyleman : Çok, kesir.
  • heylulet : (Bak: Haylulet)
  • heym : (Heyemân) Şaşkınlık. * Âşık olma, tutkun olma. * Yüzü yere koymak.
  • heymere : Koca avret. İhtiyar kadın.
  • heyn : (Heyyin) Kolay. Rahat. * Vakar. Sükunet.
  • heyne : Tıb: Kolera hastalığı.
  • heyneme : (C.: Heynem) Gizli ses.
  • heyr : Rüzgâr adı. * Sağlam ve sert taş.
  • heyra' : Korkak, ahmak kimse.
  • heyrea : Çoban düdüğü. * Meyyitin kabrine toprak dökmek.
  • heyrun : Bir nevi hurma.
  • heys : Atâ etmek, vermek, bağışlamak. * Hareket. ◊ Yürümek.
  • heyş : Hareket. * Davar sağmak. * Fitne. * Iztırab, acı.
  • heysam : Arslan. * Kısa boylu kişi.
  • heysar : Arslan.
  • heyşe : (C.: Heyşât) Husumet, hasımlık. * Çekişmek, nizâ etmek.
  • heysem : Toy kuşunun yavrusu. * Tavşancıl yavrusu. * Akbaba yavrusu. * Kurt eniği.
  • heyşer : Ot. * Ağaç.
  • heyşur : Ot. * Ağaç.
  • heytal : Tilki.
  • heytale : (C.: Heyâtıl) Helva kazanı.
  • heytelek : Gel' mânasınadır.
  • heyub : Azametli, heybetli, gösterişli.
  • heyula : Zihinde tasarlanan korkunç hayal. * Gösteriş ve iriliği olduğu halde hiçbir te'siri ve değeri olmayan şey. * Eski felsefede: Eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı. Madde. (Bak: Esir)
  • heyulâniyyun : Maddeciler.
  • heyyin : Kolay, sühuletli.
  • heyz : Kırık kemik sarılıp ovulduktan sonra tekrar kırmak.
  • heyza : Fazlaca kusma, istifra etme. * Tıb: Kolera hastalığı.
  • heyzale : İnsan sesleri. * Cemaat, topluluk. * Çok asker. * Büyük deve. * Belinden aşağısı şişman olan kadın.
  • heyzam : Bahâdır, kahraman.
  • heyzüm : f. Kuru odun.
  • heyzüm-pâre : f. Odun parçası.
  • hez : Eğlence. Ciddi olmayan söz.
  • hez' : Kırmak.
  • hezabir : (Hizebr. C.) Arslanlar, esedler. * Yiğitler, kahramanlar.
  • hezar : f. Bin. (1000) * Pek çok. * Bülbül.
  • hezaran : f. Binler. Binlerce. Pek çok. * Bülbüller.
  • hezardasten : (Hezârdestân) f. Bülbül.
  • hezaren : 'Sıcak memleketlerde yetişen; ve baston, sandalye gibi şeyler yapmakta kullanılan bir cins kamış.'
  • hezarfenn : f. Çok bilen, bir çok san'atı birden çok yüksek derecede yapabilen. * Minâre ustası.
  • hezarmîh : f. Bin yerinden yamalı derviş hırkası. * Çok süslü. * Gök yüzlü.
  • hezarpa : f. Çok ayaklı, bin ayaklı. * Kırkayak.
  • hezarpare : f. Bin parça, çok ufak.
  • hezartabe : f. Güneş, şems.
  • hezaryar : f. Bin defa. Bin kerre.
  • hezazîk : Süratle kat'etmek, çok çabuk kesmek.
  • hezb : (C.: Hizâb-Ehazıb) Yağmur damlası birbiri ardınca damlamak.
  • hezbe : (C.: Hüzub-Hizâb Hizabât) İri katreli yağmur. * Otu az olan yüksek tepe.
  • hezec : Gök gürültüsü. * Güzel sesle şarkı söylemek.
  • hezecat : (Hezec. C.) Yağmur çisiltisi. Yağmur sesi.
  • hezeliyat : (Hezl. C.) Ciddi olmayan sözler. Saçma sapan konuşmalar. Deli saçması.
  • hezeyan : Kötü sözler. Soğuk şakalar. * Sayıklama. Saçma sapan konuşma.
  • hezeyanat : (Hezeyan. C.) Sayıklamalar. * Saçma sapan ve mânâsız konuşmalar.
  • hezf : Yaşlı devekuşu.
  • hezhaz : Aygırları boyunlarından sıkıp zebun eden yavuz aygır. ◊ Keskin kılıç.
  • hezheze : Cisimlerin, hava yahut başka bir şey dokunmasiyle titremesi.
  • hezî : Ahmak. * Vakit, saat.
  • hezîc : Ahmak kimse. * Süratle yürüyen kimse.
  • hezîl : Zayıf, arık. Bitkin.
  • hezîm : Sağanaklı yağmur. * Gök gürültüsü. * Koşarken kişneyen at.
  • hezîmet : Bozgunluk, mağlubiyet.
  • hezîz : Deprenmek.
  • hezk : şiddetli gök gürültüsü. * Uçurmak. * Yuvarlamak.
  • hezl : Ciddi olmayan söz. Saçma, uydurma, yalan konuşmak. * Edb: Meşhur bir manzumeye lâtife tarzından nazım yapmak. Bu tarzda yapılan nazım.
  • hezlâmiz : Şaka ile karışık söz. Mizahlı kelâm.
  • hezliyât : (Hezl. C.) Mizah ve şakayla ilgili söz veya şiirler.
  • hezm : Bozma, mağlub etme, hezimete uğratma. * Sıkıştırma, sıkma, bir şeyi sıkıp ezme. ◊ Çok çabuk kesmek. * Sür'atle yemek. ◊ Seğirtmek. * Taze olmak. * Kırmak.
  • hezme : Elle basıldığında veya sıkıldığında oluşan çukur.
  • hezmele : Bir cins yürüyüş.
  • hezr : Saçmasapan, boş ve mânâsız söz.
  • hezra : (C.: Hezrât) Vurmak.
  • hezreme : Sür'atle okumak. Sür'atli kelâm.
  • hezz : Hareket ettirmek. Depretmek. Tahrik. ◊ Hızlı okumak. * Süratli kesmek. ◊ Vurmak, dövmek. * Isırmak.
  • hezza : İnsan topluluğu, hayvan sürüsü.
  • hezzam : Keskin.
  • hezzar : Devamlı saçmalayan adam.
  • hezzuz : Keskin.
  • hi : Arabça alfabede dokuzuncu harftir. Ebced hesabına göre 600 sayısına işaret eder.
  • hi'ha' : Bir sapı kara ot.
  • hiba : (C.: Ahbiye) Abadan veya keçeden yapılmış göçebe çadırı, oba. ◊ Bahşiş. * Kadına kocasından kalan hisse. * Vergi. ◊ Yağmurdan korunmak için kurulan çadır. Tente.
  • hiba' : Atâ, bahşiş, hediye.
  • hibab : Dostluk, sevmek. (Bak: Hubb) * (Habb. C.) Tohumlar, taneler. * Haplar. ◊ (C.: Havâbibe) Hısımlık, yakınlık, akrabalık, karâbet. ◊ Neşat, sevinç, sürur. ◊ Sevişmek, More…
  • hibak : Yarpuz otu. * Yelmek.
  • hibal : (Habl. C.) Urganlar. İpler, halatlar.
  • hibale : (C.: Habâil) Maddi ve manevi şeylerde tuzak, ağ. * Kement, bağ. ◊ Kement.
  • hibas : Su bendi.
  • hibat : Yüzde olan dağ ve nişân. * Davarın ayağında ve uyluğunda yapılan işâret. ◊ (Hibe. C.) Bağışlar, hibeler.
  • hibazet : Ekmek yapma mesleği, ekmekçilik.
  • hibb : Bahadırlık, kahramanlık. * Gammazlık. ◊ Seven. Dost. Muhabbet eden, arkadaş. ◊ Kurnaz, aldatıcı, hileci kimse. ◊ Muhabbet. * Habib. Yoldaş.
  • hibban : (Hibb. C.) Mahbublar, sevgililer.
  • hibbe : (C.: Hibeb) Yırtık ve eski kumaş parçası. Paçavra. ◊ Hımhım otunun tohumu.
  • hibe : Bağışlamak. Parasız ve karşılıksız vermek. Bağışlanan şey. * Hal ve şân. ◊ (C.: Hıbeb-Hıbâb) Yaban otlarının tohumu.
  • hibe-name : f. Bir kimseye birşey hibe edip bağışlamak üzere yazılan kâğıt.
  • hibeb : (Hibbe. C.) Paçavralar. Kesilmiş bez veya kumaş parçaları. ◊ Habbler. Taneler, tohumlar. (Hubub da denir)
  • hibek : '(C.: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan More…
  • hibher : Galiz, kaba.
  • hibik : Uzun, tavil. * Hızlı yürüyüşlü at.
  • hibk : Yellenmek.
  • hibl : Yaşlı, ihtiyar. * Uzun boylu kimse. * Büyük deve.
  • hibla' : Yeyici, yiyen. * İt, köpek, kelb.
  • hibne : (C.: Hıben) Büyük çıban.
  • hibr : (C.: Ahbâr - Hubur) Yahudi âlimi. * Salih âlim. * Sürur. * Ni'met. * Mürekkeb. * Eser, nişâne.
  • hibrak : Yellenme.
  • hibre : (Hibret) Bir şeyin iç yüzünü hakkı ile bilmek. ◊ Tecrübe etmek, denemek, sınamak.
  • hibre (habre) : (C.: Hıber-Hıberât) Yemeni, alaca renkli bez.
  • hibrir : (C.: Habârîr) Dağ çiçeği.
  • hibriyye : Kepek.
  • hibriziyy : Acem askerlerinden şanlı bir süvârinin adı.
  • hibs : Suyun aktığı yöne konan ve içinde su biriken ağaç veya taş.
  • hibse : Yaramaz, habis nesne.
  • hibt : (Bak: Hebt)
  • hibte : Azıcık süt. * Bir içim su.
  • hibve (hubve) : (C.: Hubâ) Gökyüzüne yayılmış büyük bulut. * Dizlerini büküp, mak'adı üzerine oturup, elleri dizleri altından bağlamak. * Bele takılan şey.
  • hîc : Deveyi azarlama ve zecir sesi.
  • hiç : f.Değersiz, kıymetsiz. Yok olan, yok denecek kadar az olan.
  • hîca : (Bak: Heycâ)
  • hica : Akıllı. * Münasib, lâyık. ◊ Bulmaca, bilmece.
  • hica' : Hicvetme, yerme. Birisi hakkında alay eder tarzda yazılar yazma.
  • hicab : Perde. Örtü. Hâil. * Utanma. Kendini kusurlu bilip insanlar arasından çekilmek. * Men'etmek. * Allah ile kul arasındaki perde. * Setretmek. Gizlemek.
  • hicab-aver : f. Hicab verici, utandırıcı.
  • hicabat : (Hicab. C.) Perdeler. * Tılsımlar.
  • hicabet : Kapıcılık. Perdecilik. * Teşrifatçılık, mabeyncilerin mesleği. Saray memurluğu. * Ortaçağ islâm devletlerinde vezirlik. * Kâbe perdeciliği.
  • hicabî : Zar ve perde ile alâkalı ve ona müteallik. Perde ve örtüye âit. * Mahcub. Utangaç.
  • hicac : Hüccet, delil, senet göstererek muaraza ve mübahase eylemek. * Tıb: Göz çukuru ve kaş kemiği.
  • hiçahiç : f. Hiç. Yok. Bomboş.
  • hical : (Hacle. C.) Gerdekler, gelin odaları. * Çadır kapısına asılan kalın perde. ◊ (Hecl. C.) Uçurumlar, derinlikler, yarlar, çukurlar.
  • hicam : Hayvanlara takılan ağızlık.
  • hicame : Deve ağzına ısırmasın diye takılan ağızlık.
  • hican : İyi, kerim kimse. * Güzel ve beyaz deve.
  • hicar : Aygır atın ön ayağını arka ayağının birisine sağlamak. * Devenin ayağını bileğinden semer ağacına bağladıkları ip. ◊ (Hacer. C.) Taşlar.
  • hicare : (C.: Hıcer) Su üstünde olan kabarcık. * Taş.
  • hicaz : Arabistan'da Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere'nin bulunduğu mıntıka.
  • hicazî : (Hicaziyye) Hicaza mensub. Hicazla alâkalı. * Hicazlı Arap.
  • hicce : (C.: Hıcec) Bir kere haccetmek. * Sünnet. ◊ Bir defa hacca gitmek.
  • hiccîra : Âdet, usul, kaide.
  • hiccira' : Şân. * Zât. * Âdet.
  • hiccire : Âdet. * Halk.
  • hicer : Her nesnenin kenarı.
  • hichic : Tatlı su. * Erkek koyun.
  • hiçî : f. Hiçlik. Yokluk.
  • hicir : Başkalarından üstün ve faziletli olan. Bir kimsenin sireti ve mesleği. Huy, âdet, tabiat.
  • hiciv : (Bak: Hicv)
  • hiçkâre : f. İşi rast gitmeyen.
  • hiçkes : f. Hiç kimse.
  • hiçkirik : t. Fazla yemekten ve asabi sebeplerden diyaframın kasılması ve akciğerlerdeki havanın şiddetli ve gürültülü bir şekilde dışarı atılması. * Boğaz tıkanacak surette ve derinden iç çekerek More…
  • hicr : (Hicir) Men'etmek, bırakmak. * Şer'an haram olan şey. * Semud Kavmi'nin bulundukları vadinin ismi. (Bak: Hacr) ◊ Ayrılık. * Başkalarından ayrı fâzıl ve üstün More…
  • hicr suresi : Kur'an-ı Kerim'in 15. suresidir.
  • hicran : Uzaklaşma. Ayrılık. Ayrılıktan gelen keder, sızı, acı. Dostluğu ve ülfeti kesmek.
  • hicret : Bir yerden bir yere göç etmek. Kendi memleketini bırakıp başka memlekete taşınmak. * Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Mekke'den Medine'ye hicret etmesi. İslâmiyetin ilk More…
  • hicrî : Hicrete ait ve müteallik.
  • hicrî tarih : Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mekkeden Medine'ye hicret ettiği günü başlangıç olarak alan tarih. Milâdi ve Rumi tarihler gibi oniki ay esasına dayanan hicri sene, Muharrem More…
  • hicri' : Uzun boylu ahmak erkek. * Tazı, köpek, kelp.
  • hicris : Tilki eniği.
  • hicv : (Hiciv) Birini şiir ile zemmetmek, onu gülünç hale koymak. Bu şekilde yazılan şiir veya manzume. * Alay etmek. (Bak: Hecv)
  • hicvî : Hicivle alâkalı. Hiciv denilen tarz-ı zemme ait ve müteallik olan şeyler.
  • hicviyyât : (Hicviyye. C.) Edb: Hicivle ilgili manzume ve şiirler.
  • hicviyye : (C.: Hicviyyât) Hiciv tarzında yazılmış manzume.
  • hid' : Koyunlar ürküp dağıldıklarında, onları durdurmak için söylenen bir kelimedir.
  • hida' : Hile. Düzen kurmak. Aldatmak için yapılan oyun. ◊ Hile.
  • hidab : (Hadeb. c.) Kamburluklar, tümsekler, yumruluklar.
  • hidac : Yapılan ibadette kusur, noksan, eksiklik. ◊ Eksik, noksan.
  • hidace : (C.: Hadâic) Devenin sırtına yüklenen yük.
  • hidad : Dul olan bir kadının mâtem tutup süsten vazgeçmesi.
  • hidadet : Demircilik.
  • hidae : (C.: Hıdâ') Dölengeç kuşu. * Sarfetmek, harcamak.
  • hidafe : Etlilik, şişmanlık.
  • hidak : (Hadeka. C.) Göz bebekleri, hadekalar.
  • hidam : (Hizmet. C.) Hizmetler. Vazifeler. * (Hademe. C.) Devenin ayaklarına bağlanan halkalar, kayışlar. Ayak bilezikleri, ayak köstekleri.
  • hidan : Ahmak, salak.
  • hidane : (Bak: Hızane)
  • hidare : Oturma, ikamet.
  • hidas : Nihayet, son, netice, bitim.
  • hidaş : Tırmalama.
  • hidase : Pâk etmek, temizlemek. * Kahramanlık, yiğitlik. * Abdest bozmak.
  • hidat : (Hâdî. C.) Hidayeti ve doğru yolu gösterenler.
  • hidaye : Çaylak kuşu.
  • hidayet : Doğruluk. İslâmlık. Hakkı hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmek. Dalâletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak.
  • hidayet-edâ : f. Hidayete sebeb olan. Hidayet verici.
  • hidb : Arkası yumru kimse, kambur.
  • hidbar (hidbîr) : (C.: Hadâbir) Zayıflığından arkasında eti kurumuş deve.
  • hidc : (C.: Ahdac-Huduc) Yük. * Deveye konulan mahfel.
  • hiddet : Öfke. Kızgınlık. Gadab. Dargınlık. Hışım. * Keskinlik.
  • hiddîs : Çok sözlü, çok konuşan.
  • hideb : şişman gövdeli kimse.
  • hidemat : (Hizmet. C.) Hizmetler. Vazifeler. Hizmetliler. ◊ (Bak: Hidemat)
  • hidemm : Bahşişi çok olan kimse.
  • hidfe : İnsan cemaati, insan topluluğu.
  • hidîv : f. Vezir, âsaf. * Kral nâibi. * Osmanlı Padişahı Abdülaziz zamanında (1861 - 1876) Mısır valilerine verilen ünvan. Sultan Abdülaziz, hıdîv ünvanını Büyük Fuad Paşa'nın arzusu üzerine More…
  • hidîvâne : f. Bir vezire veya Mısır hıdîvine yakışır şekil ve surette.
  • hidk : Kesmek. * İhâta etmek, kaplamak, içine almak.
  • hidmel : Eski kaftan, eski elbise.
  • hidmet : (Bak: Hizmet)
  • hidn : Koltuk altından yan başına varana kadar, kucak. * Nahiye. * Canip, taraf.
  • hidr : Mâni, engel. * Perde, hâil.
  • hidrellez : (Hıdırellez) Rumi Nisan ayının 23. gününe verilen addır. Bu tarih 6 Mayıs'a tekabül eder. Doğrusu Hızır ve İlyas'tır.
  • hidroelektrik : Fr. Su gücünü kullanarak elde edilen elektrik.
  • hidrofil : Fr. Suyu kolayca emen madde.
  • hidrojen : Fr. (Bak: Müvellid-ül ma')
  • hidsan : Sonradan olmuş nesne.
  • hifa' : Her şeyin örtüsü ve perdesi. * Kırba örtüsü.
  • hifaf : Tavaf etmek. * Ziynet vermek. * Yan, taraf. ◊ Yeyni, hafif.
  • hifaz : Gayret. * Vefalılık. ◊ Gelin düğünü.
  • hiff : Yağmurunu döküp hafiflemiş bulut. * Biçilmediğinden tanesi dağılmış ekin. * Bir nevi balık. ◊ Hafif, zayıf nesne.
  • hiffe : Yeynilik.Hafiflik, zayıflık.
  • hiffet : Hafiflik. * Mc: Onurlu ve vakarlı olmamak. Temkinsizlik. Akılsızlık. Hoppalık.
  • hifrî : Bir otun adı.
  • hifş : Küçük ev.
  • hify(e) : Yalın ayak yürümek.
  • hifz : Saklama. Koruma. Siyanet. Muhafaza. * Ezber etmek. Hatırda tutmak. Kur'an'ı ezberde tutmak.
  • hifze : (C.: Hafâyiz) Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Gayret etmek.
  • hifzissihha : (Hıfz-üs sıhha) Sağlıklı yaşamak için doğrudan doğruya kişi ve içinde bulunan çevrenin sağlıkla alâkalı şartlarını tetkik edip inceleyen, gerekli tedbirleri olan ve bu çeşit çalışmalardan More…
  • hîk : Tulum.HİK (Heykal-Heykam) : Devekuşunun erkeği. * İnce uzun.
  • hikab : Arap kadınlarına mahsus bir nevi kumaştır, onu bellerine kuşanıp süslerini ve zinetlerini ona takarlar.
  • hikal : Zayıflık, süstlük.
  • hikayat : Hikâyeler.
  • hikâye : (Hikâyet) Bir hâdiseyi anlatmak. Anlatma. * Olmuş bir hâdise.
  • hikâye-nüvis : f. Hikâye ve roman yazarı. Hikâyeci, romancı.
  • hikâye-perdâz : f. Hikâye anlatan, hikâye ve roman söyleyen.
  • hikb : (C.: Ahkâb) Uzun zaman, dehr.
  • hikbe : (C.: Hıkeb) Yıl, sene. * Seksen yıl.
  • hîkçe : f. Küçük tulum.
  • hikd : Kin, buğz, adâvet. * İntikam almak için fırsat beklemek.
  • hikem : (Hikmet. C.) Hikmetler.
  • hikemî : Hikmet ve düşünceye ait.
  • hikemiyyat : Hikmet ve felsefeye âit söz ve düşünceler. Yeni yeni bilgiler veren kıssalar, ibret verici hâdiseler bildiren yazılar, sözler.
  • hikf : Kumun bir yere toplanıp yığılarak tepe gibi olması.
  • hikk(a) : (C.: Hukuk - Hıkâk) Üç yaşını tamamlayıp dördüne girmiş deve.
  • hikka : Dört yaşına basan dişi deve.
  • hikkab : Uzun boylu, büyük karınlı kişi.
  • hikke : (C.: Hikek) Kaşıntı.
  • hikmet : İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı. Hakîmlik. Eşyanın ahvâlinden, hârici ve bâtini keyfiyetlerinden bahseden ilim. (Buna İlm-i Hikmet deniyor) * Herkesin More…
  • hikmet-amiz : f. Hikmetli, hikmetle karışık, hikmeti içine alan.
  • hikmet-amuz : f. Hikmetli. * Hikmet öğreten.
  • hikmet-eda : f. Hikmetli.
  • hikmet-feşan : f. Hikmet neşreden, hikmet yayan.
  • hikmet-füruş : f. Hikmet bildiğini iddia eden, hikmet satan.
  • hikmet-i bedayi' : f. Güzel sanat bilgisi. Güzel san'at sevme (estetik).
  • hikmet-i efgan : f. Ağlayıp sızlamanın hikmeti. Feryadın, inleyişin gizli sebebi.
  • hikmet-nüma : f. Hikmet gösteren.
  • hikmet-şinas : f. Hikmet bilen.
  • hikmik etmek : t. Bir işten veyahut bir suale cevap vermekten kaçınmak için esassız bahaneler ileri sürmeye çalışmak. Tereddütlü davranmak.
  • hil'at : Yüksek makamdaki zatların beğendiği kimseye ve takdir edilen zevata giydirdiği kıymetli, süslü elbise. Kaftan.
  • hil'at-duz : f. Kaftan diken, terzi.
  • hila' : (Hil'at. C.) Hükümdar veya vezirler tarafından bir kimseye mükâfat olarak giydirilen kaftanlar, hil'atlar. ◊ Göze çekilen sürme.
  • hilab : Yırtıcı hayvan veya yırtıcı kuş pençesi. ◊ İçine süt sağılan kab.
  • hilabe : Aldatmak, hud'a.
  • hilace : Hallaçlık.
  • hilaf : (C.: Ahlâf) Söğüt ağacı. * Muhalefet etmek, karşı gelmek. ◊ Ters, karşı, zıd. Karşı koymak. Muhalefet etmek.
  • hilaf-girî : f. Muhalif taraftan olma, karşı tarafı tutma. Hilafgirlik.
  • hilaf-i hakikat : Hakikata muhalif. Gerçeğe ve hakikata zıt.
  • hilafen : Zıd olarak. Hilaf olarak.
  • hilafet : Bir kimseye halef olmak ve onun yerine geçmek. * Din ve dünya işlerinde umumi reislik.
  • hilafetname : Tarikata intisab ile usulü dairesinde belirli mevkilere çıkarak irşad mertebesine yükselenlerden isteklilerin irşad ve terbiyesine ruhsat ve izni mutazammın şeyhi tarafından verilen mühürlü More…
  • hilafetpenah : f. Hilafetin dayanak yeri. Halifeliği haiz bulunan, hilafeti koruyan kimse. Halife, padişah.
  • hilafgir : (C: Hilâfgirân) f. Zıt düşüncede olan, karşı fikirde bulunan, aleyhinde olan.
  • hilafî : Hilafa, ihtilafa sebeb olana dair.
  • hilafina : Zıddına, tersine, aksine.
  • hilal : Sâfi ve halis. * Sıdk ile dostluk etmek. * Ara. Aralık. * Zaman ve vakit. * İki şey arasına sokulmuş olan. * Buluttan yağmurun çıktığı yer. * Gr: Bir kelimenin aslını ve ondan türeyenleri More…
  • hilâl : Yeni ay şekli. Yeni ay. * Fık: Yay şeklinde görülen her yeni aya ve her ayın üçüncü gecesine kadar aya hilâl denir. 26 ve 27 nci gecelerdeki aya da hilâl, onda sonrakileri kamer denir. * More…
  • hilâl-ebru : f. Kaşı ay gibi olan. Hilâl kaşlı. Yeni ay gibi kaşı olan.
  • hilâle : Ay ağılı, hâle.
  • hilalet : Samimi dostluk.
  • hilalî : Yeni ay şeklinde olan. * Bir yazı stili.
  • hilalî saat : Kalıbı gümüş olmayıp bakır veya tombak olan eski saatlere verilen addır.
  • hilas : Her nesnenin dibine çöken ağırlığı. ◊ Kara ile ak arasında olan çocuk.
  • hilaş : f. Gürültü, kavga, patırtı, şamata.
  • hilasî : (Hilâsiyye) Zenci ile beyaz melezi.
  • hilb : Asma yaprağı. * Ciğer. * Tırnak. * Tarp bitkisi * Zampara genç. ◊ Kalble karın arasında olan perde.
  • hilbace : Ahmak.
  • hilbid : Küçük deve.
  • hilbilab : Sarmaşık.
  • hilbise : Şey.
  • hilbus : Ahmak.
  • hilcab : Büyük çömlek.
  • hile : Sed. Hâil. * Çare. * Maslahat ve hayırlı işlerde tedbirli ve tecrübeli olmak. * Aldatacak tarz ve tedbir. Fend. Mekir. Dabara. * Zeval ve intikal. * Sahtekârlık, yalancılık, düzenbazlık. More…
  • hilebaz : f. Hileci, yalancı, düzenbaz, oyuncu.
  • hilekâr : f. Hileci, hilebâz.
  • hilekârane : f. Hilekârcasına, hile yapanlar gibi.
  • hilekârî : f. Hilekârlık.
  • hileperdaz : f. Hile yapan, hileci.
  • hilesaz : f. Oyuncu, düzenbaz, hileci.
  • hilf : (C.: Ahlâf) Sözleşme, söz verme. * Yardımlaşma, dayanışma. Birlik maksadıyla ittifak. ◊ Birbirine yardım etmek. * Ahdetmek. ◊ Meme başı.
  • hilfe : Muhalefet etmek, karşı gelmek. * Biri gidip diğeri geriye gelmek. * Biçildikten veya yandıktan sonra biten ot. * Sonra biten yemiş.
  • hilhal : (C.: Helâhil) Hallacın bezi iyi dokuması. * Seyrek kalbur.
  • hilîtec : Hindistan eriği.
  • hilk : Hükümdar mührü. * Çok mal. ◊ Boğaz balgamı.
  • hilkam : Arslan, esed. *İri yapılı, cüsseli, şişman.
  • hilkat : Doğuştan gelen vasıf. Yaratma. Yaratılış.
  • hilkaten : Yaratılıştan. Doğuştan.
  • hilkî : Hilkate âit, yaratılıştan. Yaratılışa dâir. Yaratılışta. * Zâti. ◊ (Bak: Hilkî)
  • hilkid : Kötü ahlâklı ve ağır ruhlu kimse.
  • hilkiyyat : Yaratılışla alâkalı, hilkatte olan evsaf.
  • hilkiyyet : Yaratılışta olma, hilkî olma.
  • hill : Helâl. Yapılması günah olmayan. * Harem-i Kâbe ile mikat arası, hac zamanında Mekke-i Mükerreme dışında ihrama girilen yerin haricinde bulunan saha. ◊ Helâl. * Kâbe ile mikat More…
  • hille : Mekân ismi. 'Büluğ' mânâsına mastar. ◊ İstasyon, durak. ◊ Kılıç gediği.
  • hillet : (C.: Hillel - Hilâl) Samimi ve cân-ı gönülden olan dostluk. En güzel takdir edici ve samimi arkadaşlık. * Kılınç gediği. * Nakışlı deri. * Ağızda bâki kalan dişler. * Dişler arasında kalan More…
  • hillevf : Kocamış, ihtiyarlamış. * Yalancı, hilekâr.
  • hillîfî : Bir kimseyi yerine bırakmak.
  • hilm : Doğuştan olan huy yumuşaklığı. Şiddete tahammül. Nefsini heyecandan korumak. * Vakar. Sükûn. ◊ Dost.
  • hilman : Çok, kesir.
  • hilmî : Hilm'e ait ve hilm'e bağlı.
  • hilmiyyet : Yumuşaklık, yavaşlık, yumuşak huyluluk.
  • hils : (C.: Ahlâs) Yünden veya kıldan yapılan ve palas denilen döşek. * Büyük ve kuvvetli olan dişi deve.
  • hilt : Bir şeye karışık, karışmış bulunan. * Eski tıbda: Ahlât-ı erbaa (Kan, salya, safra, dalak) dan birisi. * Soyu, nesebi karışık kimse.
  • hilta : İşret. * Muaşeret.
  • hilv : Boş oluş. Boşluk. (Bak: Hulüv)
  • hilya' : Yırtıcı hayvanların küçüğü.
  • hilye : Güzel sıfatlar, iyi hasletler. * Süs, zinet. * Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (A.S.M.) evsafı ve bundan bahseden kitab. ◊ Güzel sıfatlar. Süs. Zinet. Cevher. Güzel yüz. * More…
  • hilyun : Marçopa denilen ot.
  • him : Deveye ârız olan susuzluk hastalığı. * Kürtçede: Temel, esas. ◊ Huy, mizac, tabiat.
  • him' : Kurt. * Hırsız.
  • hima : Kimsenin giremediği mahfuz otlak. * Sultan için korunup hıfz edilen çayır.
  • himal : Yük getirmek, yük taşımak.
  • himale : (C.: Hamayil). Kılıç kayışı.
  • himam : Ölüm, mevt.
  • himan : Susuz, susamış.
  • himar : (C.: Humr-Humur) Kadınların başlarına sardıkları bez. ◊ (C.: Hamir - Humur) Eşek. ◊ Merkep. Eşek.
  • himare : (C.: Hamâyir) Ayak üstü. * Havuzun etrafına koydukları taş. * Avcıların av vurmak için çevrelerine ev gibi dizdikleri taşlar.
  • himarî : Himarla alâkalı. * Eşek gibi.
  • himas : Karnı aç kimseler.
  • himasa : İnce bellilik.
  • himaye : Koruma. Korunma. Muzır şeylerden muhafaza etme.
  • himaze : Katılık, şiddet.
  • himbil : Budala ve miskin.
  • himdid : Havuz dibinde olan döşeme.
  • hîme : f. Kütük, odun, kereste.
  • himem : (Himmet. C.) Himmetler.
  • himhim : Burundan konuşan. Sesleri burnundan çıkararak konuşan kimse. * Burnundan çıkan ses gibi boğuk. * Arap diyarında biten bir ot. * Çok siyah.
  • himl : Yük. Taşınan ağırlık.
  • himlac : Kuyumcular körüğü.
  • himlak : (C.: Hamâlik) Gözün etrafı.
  • himm : Suyu çok olan kuyu.
  • himmet : Kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk'a ve sâir mukaddesata yönelmesi. Kalb isteği ile gösterilen ciddi gayret. * Allah indinde makbul ve mübârek bir kimsenin mânevi yardımı ile More…
  • himre : Bir şeyin bozulup şekil değiştirmesi.
  • hims : Üç gün deveyi susuz bırakıp, dördüncü günü su vermek. * Alaca yemeni bez.
  • himtat : Ot arasında olur bir nakışlı böcek.
  • himve : Hastanın yemek yememesi.
  • himyan : Dirhem koydukları kap ve kemer.
  • himyata : (Süryanicedir ve Tevrat'ta geçer.) Resul-ü Ekrem Hz. Muhammed'in (A.S.M.) İbranice bir ismidir.
  • himye : Tıb: Hastanın, hekim tarafından verilen ilaçlarla kanaat edip ve tavsiyelerine uyup o hududun dışına çıkmaması. ◊ Perhiz. Yiyecek ve içecekte sıhhat için gösterilen ihtimam ve More…
  • himyet : Yemek yememek. Perhiz yapmak.
  • himyevî : Perhiz ile alâkalı.
  • hîn : An, zaman, vakit. Sıra. Çağ. * Kıyamet.
  • hîna : f. Şarkı söyleme.
  • hina : Hurma salkımı. * Bir çeşit katran.
  • hina (hinnâ) : Kına.
  • hîna ki : Vakta ki, ne zaman ki.
  • hina' : Hayvanın kösneyip erkek istemesi.
  • hinâ-ger : f. Şarkıcı, şarkı söyleyen.
  • hinaf : Devenin yulardan burnunu çözmesi. * Deve bileğinde olan yumuşaklık.
  • hinaî : Kına satan, kınacı.
  • hinak : (Hanak. C.) Kızmalar, darılmalar, kin tutmalar, haset etmeler. ◊ İdam ederken boyna geçirilen ip.
  • hinas : (Hünsâ. C.) Kendilerinde hem erkeklik, hem de kadınlık alâmetleri bulunan kimseler. ◊ (Hünsâ. C.) Kendisinde hem erkeklik ve hem de dişilik özelliği taşıyanlar.
  • hinat : (Hınta. C.) Buğdaylar.
  • hinata : Buğday satmak.
  • hinaye : Burun ucu.
  • hinber : (C.: Henâbir) Eşek sıpası.
  • hinc : Her nesnenin aslı. * Meyl ettirmek, eğmek, yöneltmek.
  • hincahinç : Ağzına kadar ve tıka basa dolu. Dopdolu. (Bu tabir bir yer veya taşıt için kullanılır.)
  • hincer : (C.: Hanâcir) Hançer.
  • hind : Hindistan'ın kısa adı. * Bir kadın adı. (Asr-ı saadette Hazret-i Hamza'nın ciğerlerini yiyen kadın, Ebu Süfyan'ın karısı.) * Fetva metinlerinde kadını temsil etmek üzere More…
  • hindeb : (Hindebâ-Hindebâe) Hindibâ, gündöndü çiçeği.
  • hindelis : Ağır yürüyüşlü deve.
  • hindî : Hind'e ait. * Hind ahalisinden olan, Hindli. * Bugün konuşulan Hind dillerinin en yaygın ve tanınmış olanı. * Güzel sanatlarda kullanılan ve Hind'de yapıldığı için de bu ismi alan More…
  • hindis : (C.: Hanâdis) Katı karanlık.
  • hindu : f. Satürn (Zühal) gezegeni. * Benek, ben. * Hind'in Brahman ahalisinden olan. * Hindliler gibi pek esmer adam.
  • hindubar : f. Yazı hokkası.
  • hinduvane : f. Kavun, karpuz.
  • hinduvanî : Hindî kılıç.
  • hîne : Bir vakit.
  • hine : Onurlu olma hâli, gururluluk.
  • hîneizin : (Zaman zarfı) o zaman, o sıra.
  • hînen : Zamanca, vakta, vakitçe, zaman olarak.
  • hinezkar : Kısa boylu kişi.
  • hink : Kır at.
  • hinme : Boncuk adı.
  • hinn : Cinden bir tâife.
  • hinna : Kına. Saça, sakala veya kadınların, parmaklarının uçlarına sürdükleri sarımtırak pembe boya ve bunun esası olan toz.
  • hinna' : Kanat.
  • hinnab : Uzun boylu.
  • hinne : Cinnet, cünun, delilik.
  • hinnus : (C.: Hanânis) Hınzır eniği.
  • hinoğlu : Zamanın adamı, açıkgöz, hilekâr kimse. İblis, şeytan, zamane, cin fikirli.
  • hins : Bâtıldan hakka veya haktan bâtıla meyletmek. Yeminini bozmak. Günah. ◊ (C: Ahnâs) Günah. * Yemin. * Ahdi bozmak. * Ağır yük.
  • hinsare : Küçük ve kısa.
  • hinsir : Küçük parmak. Serçe parmak.
  • hinsîr : Alçak, soysuz, âdi.
  • hinta : Buğday.
  • hintar : Çok acıkmak.
  • hinv : Eyer ağacı. * İyeği kemiğinin eğrice ucu.
  • hinye : Yay.
  • hinzab : Kısa boylu. * Yaban havucu.
  • hinzib (hunzeb) : Kokmuş et parçası. Bir lâkap.
  • hinziman : Cemaat, topluluk. * Taife.
  • hinzir : (C.: Hanâzır) Domuz. (Beğenilmeyen birisine hakaret için mecazen söylenir.) * Pis ve katı kalbli kimse.
  • hinzîre : (C.: Hınzırât) Hileci ve fitnekâr kadın. * Dişi domuz.
  • hinziyan : Faydasız ve mânasız sözler konuşan.
  • hinzîz : (C.: Hanâzız) Enenmemiş veya enenmiş erkek davar.
  • hipnotizma : (Bak: İpnotizma)
  • hipodrom : Fr. At yarışlarının yapıldığı alan.
  • hipotez : (Bak: Faraziye)
  • hir : Hırıltı. * Kavga, dövüş. ◊ Bir çeşit çiçek.
  • hira : Mekke-i Mükerreme'nin civarında bulunan ve Hz. Peygamber'e (A.S.M.) ilk vahyin geldiği mağaranın ismidir. Bu mağaranın bulunduğu dağa Hırâ dağı denildiği gibi, Harrâ veya Cebel-i More…
  • hirabe : Şehir dışındaki yerlerde yapılan eşkiyalıklara katılma. Dağlarda yapılan haydutluklarda bulunma. ◊ Deve hırsızlığı yapmak.
  • hirafe : Acılık. * Tezlik.
  • hirak : Hareket.
  • hiraka : Su dökmek.
  • hirakl : Bir Rum padişahı.
  • hiram : f. Sallanma, salına salına naz ve edâ ile yürüme. ◊ f. Salınarak eda ve naz ile yürüme. ◊ (Herem. C.) Piramitler, ehramlar.
  • hiraman : f. Salınarak naz ve edâ yaparak yürüyen.
  • hiramis (hirmis) : İnsanın üstüne sıçrayıp hamle eden arslan ve kaplan eniği.
  • hiran : Yavuzluk etmek. * Muti olmamak, itaat etmemek.
  • hiras : f. Korku. Şaşırıp bozulmak, ürküp çekinmek.
  • hiraş : f. 'Tırmalayan, kazıyan' anlamıyla bileşik sıfatlar yapar. Meselâ: Dil-hıraş : Gönlü tırmalayan, inciten. Samia-hırâş : Kulak tırmalayıcı.
  • hirasan : f. Korkak, ürkek, korkan, çekinen.
  • hirase : f. Bostan korkuluğu. Korkutacak şey.
  • hiraset : Koruma. * Bekleme, bekçilik etme, muhafaza etme. ◊ (Bak: Harâset)
  • hirave : Değnek, asâ.
  • hirba : Bukalemun adı verilen keler cinsi. * Güneşin bulutlara aksetmesinden hasıl olan renkler. ◊ Bukalemun denen bir hayvan. * Mc: Devamlı fikir değiştiren kimse.
  • hirbak : Sahabeden bir kimsenin adı ki, ona 'Zülyedeyn' de derlerdi. * Def'etmek, kovmak. * Yellenmek.
  • hirbaş : Fesâd vermek. * Acı bir ot.
  • hirbiz : (C.: Harâbize) Mecusilerin ateşinin hizmetkârı.
  • hirbüre : Kavun.
  • hirc : (C.: Ahrâc) Yılan başı dedikleri ufak beyaz boncuk. * Günah. * Göz kamaşmak.
  • hircab : Uzun. * Büyük çömlek.
  • hircas : Gövdeli, iri vücutlu, cesim.
  • hirçin : Pek inatçı, titiz.
  • hirdavat : Ehemmiyetsiz şeyler, öteberi. * Demirden mâmul eski âlet. (Bak: Hurdevat)
  • hirdebe : Korkak, ihtiyar, yaşlı kimse.
  • hîre : (Bak: Hıyre)
  • hired : f. Akıl, fikir, zihin. İnsandaki düşünce ve anlayış kuvvesi.
  • hired-amuz : f. Öğretmen, muallim.
  • hired-âşub : f. Akıl dağıtan.
  • hired-fersa : f. Akıl yorucu.
  • hired-mend : (C.: Hıredmendân) f. Akıllı, anlayışlı.
  • hired-suz : f. Şaşırtıcı, akıl yakıcı.
  • hiref : (Hirfet. C.) Meslekler, san'atlar.
  • hirek : Karaman koyunundan daha küçük yapıda, yassı ve geniş kuyruklu bir koyun cinsi.
  • hirfet : Geçinmeğe medar (sebeb) olan iş, san'at. Devamlı meşgul olunan iş. ◊ (C.: Hiref) Meslek, san'at.
  • hirfu' : Pamuk.
  • hirîd : f. Satın alma.
  • hirîdar : f. Alıcı, müşteri, tâlib.
  • hirîde : f. Satın alınan, satın alınmış.
  • hiristiyanlik : (Bak: İsevî)
  • hirizma : Azgın hayvanların ağzına veya ayının burnuna takılan demir halka.
  • hirk : Törpülemek. * Kızgınlıktan dolayı dişini gıcırdatmak. * Bir şeyi dürtmek.
  • hirk (hirrîk) : Cömert, kerim.
  • hirka : Bez parçası. Bezden mâmul elbise. * Tas: Mânen dünya zevk u safâsından çekilip kendini ibadete verenlerin elbisesine hırka-i tecrîd denir.
  • hirkapuş : f. Hırka giyen, derviş.
  • hirkapuşane : f. Fakircesine, dervişçesine.
  • hirkapuşî : f. Fakirlik, dervişlik.
  • hirkat : Hararet, sıcaklık, yanma.
  • hirman : Mahrum olmak, mahrum kalmak. (Aslı, mahrum etmektir) ◊ Mahrumluk, mahrumiyet. * Ümitsizlik, ye's. ◊ Yalan, kizb.
  • hirmas : Arslan, esed.
  • hirmele : Akılsız kadın.
  • hirmen : f. Harman.
  • hirmet : Cima şehveti.
  • hirnik : (C.: Harânik) Tavşan yavrusu. * Bir şâire kadın.
  • hirpadak : Birdenbire, hemencecik. * Uygun bir şekilde, münâsib bir tarzda. Tıpatıp.
  • hirpanî : f. Derbeder, perişan kılıklı, pejmürde.
  • hirr : Kedi.
  • hirran : Boyun eğen, itaat eden, muti.
  • hirre : Dişi kedi. ◊ Susuzluk.
  • hirrîc : Bir kimsenin çıkardığı nesne.
  • hirrîf : Acılığından dili acıtan nesne.
  • hirrik : (C.: Ehrak - Hurrak - Huruk) Cömerd, kerim. Zarif.
  • hirrit : (C.: Harârit) Delil. * Hâzık. * Mâhir, maharetli.
  • hirs : (Hurs) Takdir, kıyas. * Altın veya gümüşten halka. ◊ Saklamak. ◊ Ayı.
  • hırs : Aç gözlülük. Tamahkârlık. * Kızgınlık. * Şiddetli istek, arzu. * Azgınlık.
  • hirsa : Azıcık derisi yarılan baş yarığı.
  • hirşa' : Yılan derisi. * Yumurtanın üst kabuğu.
  • hirsek : f. Ayı yavrusu.
  • hirseme : Ayakkabının başı.
  • hirşemm : Yumuşak taş.
  • hirsiyan : Karın derisinin içi. * Fil derisinin içi.
  • hirsiye : Geceleyin çalınan koyun.
  • hirt : Erkek keklik. * Hastalıktan dolayı, kesilmiş gibi parça parça olan bulaşık süt.
  • hirta : (C.: Hırâ) Zayıf dişi koyun.
  • hirtal : Uzun, tavil.
  • hirtit : Kereviz.
  • hirtopoz : (Argo) Anlayışsız, kaba, ahmak kimse.
  • hirval : (Hervele) Yürümek ile koşmak arasında bir nevi yürüyüştür.
  • hirvanî : Tar: Düz yakalı önü ilikli bir çeşit elbisedir. Şehzade Abdülmecid'in okumağa başlamasından dolayı yapılan törende, yakınlarının bu elbiseyi giymeleri istenmiş ve bu husus, devletin More…
  • hirvat : Hırvatistan halkından veya bu halkın neslinden olan kişi.
  • hirvatî : Tar: Sipahilerin başlarına giydikleri külâh tarzındaki başlık.
  • hirz : Melce'. Sığınılacak yer. * Tılsım. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza etmesine dair yazılı duâ. * Fık: Bir malın âdet üzere muhafazasına mahsus yer. * Muhafaza etmek.
  • hirzun : Bir küçük canavar.
  • hîs : Meşelik. * Arslan yatağı. ◊ Ürkmek. * Kaçmak, firar.
  • hîş : (C.: Hişân) f. Akraba. Aynı soydan olan.
  • hiş'a : Doğum anında ölen annenin karnı yarılarak çıkarılan çocuk.
  • hisa : (C.: Ahsâ) Kumlu yerde olan dibi yakın kuyu. ◊ (C.: Ahsâ) Sığır tersi.
  • hisa' : Hayvanın hayalarını çıkarma, eneme, burma. * İnsanı hadım etme.
  • hisab : (C.: Hisâbât) Hesap, aritmetik.
  • hisaba çekmek : Hesap sormak, hesap aramak.
  • hisabî : Hesabını iyi bilen. * Mc: Tamahkâr, cimri, hasis, eli sıkı.
  • hisal : (Haslet. C.) Hasletler, huylar, tabiatlar. Ahlâk. ◊ (Bak: Hısal)
  • hisam : Düşmanlık, çekişmek, kavga, mücâdele.
  • hişam : Kırmak. * Kesmek.
  • hîşan : (Hîş. C.) f. Akrabalar. Aynı sülâleden olanlar.
  • hisan : (Hasna. C.) Güzel kadınlar veya kızlar. ◊ Mümtaz kimseler, seçkin kişiler. ◊ Aygır, damızlık erkek at. ◊ Aygır, at.
  • hisane : Berklik, sağlamlık, sertlik, muhkemlik.
  • hisar : (Hasr. dan) Etrafını alma, kuşatma. * Kale. Etrafı istihkâmlı yer.
  • hisar eri : Kale muhafızı.
  • hisas : Hisseler. Paylar. Nasipler. * Kıssadan alınan dersler.
  • hişaş : Başı küçük adam. * Küçük başlı yılan. * Devenin burnuna geçirdikleri burunduruk. * Kuşlardan, dimağı olmayan. * Çuval. * Cânip, taraf. * Sinir. ◊ İçinde ot olan çuval.
  • hisase (hisse) : Kabahat. * Alçaklık, denâet.
  • hîşavend : f. Akraba, soysop.
  • hîşavendân : (Hîşâvend. C.) f. Akrabalar, soysoplar.
  • hisb : Yay avazı. Ok atma sırasında yaydan çıkan ses. ◊ Ucuzluk, bolluk.
  • hisban : Zan. * İtikat.
  • hisbe : Ecir, sevap. * İslâm hukukunda, devlet muhasebesi. Muhasebe dairesi. * Huk: Hisbe, daha sonraki çağlarda zabıta, çarşı zabıtası, ahlâk zabıtası gibi değişik müesseselerin adı oldu.
  • hişdar : f. Temizlik kurallarına çok sadık olan ve riayet eden adam.
  • hişf : Geyik yavrusu.
  • hisîl : Dağ ağaçlarından bir cins. * Kısa boylu adam.
  • hisim : Soyca ve evlenme neticesinde aralarında bağ bulunanların beheri. Akraba.
  • hişin : Kokmuş tuluk.
  • hişir : Kavun ve karpuzun kabuk kısmı. * Olgunlaşmamış kavun. * Kötü bir tabaklama neticesinde, bazı kısımları sert kalan deri. * Mc: Kaba, görgüsüz ve salak kimse.
  • hiskil : (C.: Hasâkil) Her canavarın yavruları içinde küçük olanı.
  • hisl : (C.: Husul) Yumurtasından yeni çıkmış olan kertenkele yavrusu.
  • hişm : f. Öfke, hiddet, gazap, kızgınlık.
  • hişm-gîn : f. Dargın, öfkeli, kızgın, darılmış, gücenmiş.
  • hişm-nâk : f. Kızgın, öfkeli, hiddetli, hışımlı.
  • hişmet : Hürmet. Heybet ve utanmak, istihyâ. Bozulup kalmak. * Gadap ve şiddet. Hiddet.
  • hisn : Kale. Hisar. Sığınmağa, korunmağa mahsus sağlam yer.
  • hişne : Kin tutmak. * Çirkin ve pis kokmak.
  • hisrem : Koruk. * Bahil kimse.
  • hisreme : Üst dudağın derisinin sarkık olması. ◊ Üst dudağın ortasında olan daire.
  • hiss : Duymak. Farkına varmak. Duygu. * Bir kimsenin haline acıyıp rikkat ve şefkat eylemek. * Bir şeyi idrak edip şuur hâsıl eylemek. Bedendeki his uzuvlarından birisini müteessir eden bir şeyin More…
  • hissa : (Bak: Hisse)
  • hissan : Mümtaz ve belirli kimseler. Tanınmış iyi kimseler. Ekâbirler.
  • hisse : Pay. Nasip. Kısmete düşen kısım. Vârise intikal eden kısım.
  • hisse senedi : Sermayesi paylara bölünebilen ticaret şirketlerinde, ortalıkdan doğan hakları ve sermaye payını temsil eden değerli evrak.
  • hisseçin : f. Hisse alma, pay alma.
  • hissedar : Hisse sâhibi, hissesi olan.
  • hissemend : f. Hisseli olan. Pay alan, nasipli. * Ders alan.
  • hissen : His itibariyle, duygulanarak, hislenerek.
  • hisset : Cimrilik. Bahillik. Tamahkârlık. * Alçaklık. ◊ (Bak: Hisset)
  • hisseyab : f. Hisselenen. Faydalanan. Hisse alan.
  • hissî : Duyguya ait, hisse müteallik. Ruhen ve kalben anlaşılan. Aklı muhakeme ile olmayıp his ile olan.
  • hissîs : Hâslık.
  • hissîsa : Bir kimseye, bir şeye mahsus olan hâl.
  • hissiyat : Duygular. Hisler.
  • hissiyet : Duygululuk, hissîlik.
  • hişt : Eskiden kullanılan, kısa el mızrağına benzer bir savaş âleti. Daha ziyade Osmanlı ordularında bulunan bu silâh, özellikle hassa birliklerine verilirdi. ◊ Küçük mızrak şeklinde, More…
  • hişt-tabe : f. Tuğla ocağı.
  • hişt-zen : f. Kerpiç veya tuğla yapan kimse.
  • hiştek : f. Küçük kerpiç.
  • hîşten : f. Kendi.
  • hîştendar : f. Kendine iyi bakan, sağlığını koruyan.
  • hişv : Geyik buzağısı.
  • hişve : Yaramaz kimse. * Çok rezil kimse.
  • hisve (hisye) : (C.: Haseyât) İki avuç dolusu. * Azeryun otu.
  • hît : Devekuşu sürüsü.
  • hit' : Suç, günah. Günah işlemek.
  • hitab : Söz söyleme. Topluluğa veya birisine karşı konuşma. (Bak: Fasl-ı hitab) ◊ Sözü âşikâre ve yüzüne söylemek. * Seninle gayrin arasında olan kelâm.
  • hitabe(t) : Cemaate, topluluğa veya birisine karşı söz söylemek. Güzel ve faideli söz konuşmakla halka dinletmek. Güzel söz söyleme san'atı. Hutbe okuma. Nutuk irâdetmek. * Man: Makbul ve zannî More…
  • hitaben : Birinin yüzüne söyleyerek, ona hitab ederek. Tevcih-i kelâm eyleyerek. Birine doğru hitab ederek.
  • hitabet : Hatiplik etmek.
  • hitabiyyat : Hitabolunarak söylenen sözler.
  • hitabiyye : Rafizî taifesinden bir bölük cemaat.
  • hitafe : Çağırmak.
  • hitam : Son, nihayet. * Bir şeye mühür basmak. Yazının veya istidanın sonunu mühürlemek. ◊ (C.: Hutum) Dizgin, yular.
  • hitampezir : f. Biten, hitâm bulun, sona eren, nihayet eren.
  • hîtan : (Hâit. C.) Duvarlar. Mânialar, hâiller, engeller. * Avlular.
  • hitan : Erkek çocuğun sünnet edilmesi. * Tenasül uzvunun sünnet yeri.
  • hitan(e) : Sünnet etmek.
  • hitanet : Sünnetçilik.
  • hitar : Misli, benzer, denk, eş. * Bir çevreyi ihâta edip çevresini dolaşan nesne. ◊ (Hatar. C.) Tehlikeler, hatalar. ◊ Saçma söz, mânâsız kelâm.
  • hitat : (Hıtta. C.) Ülkeler, memleketler, diyarlar.
  • hitban : Ebucehil karpuzu.
  • hitbe : Huk: Bir kadının nikâhına talib olmaktır. Evlenmeyi taleb eden erkeğe: 'hâtıb', evlenmesi taleb edilen kadına da 'mahtube' denir.
  • hitl (hetl) : Yorgun deve. * Yağmurun aralıksız olarak yağması. * Sürekli olarak gözyaşı akmak.
  • hitr : (C.: Ahtâr) Boya otu. * Çok miktar deve. * Suyu çok olan süt. ◊ Faydasız ve mânâsız söz, boş lâf, yalan. ◊ Az miktar vermek.
  • hitrafî : Demirci. * Kuyumcu.
  • hitre : Azıcık vergi.
  • hitta : Günahlardan istiğfar etmek. * Başkasının üzerinden suçluluğu kaldırmak. * (C.: Hıtat) Diyar, ülke, memleket.
  • hiva' : (C.: Ahviye) Suya yakın toplanmış evler. * Kaplayıp, toplayıcı olan.
  • hivan : (C.: Huvn) Sofra.
  • hivar : Cevap vermek.
  • hivel : Zeval. * Bir yerden başka yere intikal, tahavvül etmek.
  • hivkal : Zayıf olmak, zayıflamak.
  • hiyab : (Hiyâbet) Kabahat, suç, günah. * Kötü bir durumun başlangıcı. * Yokluk.
  • hiyaban : f. Cadde. İki tarafı ağaç dikili yol. Bahçe yolu. İki tarafı ağaçlı muntazam yol. * Ortasından su akan ağaçlık yer. * Tahrân'da büyük bir caddenin adı.
  • hiyabe : Ümitsiz ve mahrum olmak.
  • hiyac : Vuruşma, kıtal. * Müteheyyiç olmak. Muztarib olmak. * Otun kuruması.
  • hiyade : Evmek. * Tevbe etmek.
  • hiyake : Dokumak.
  • hiyaket : Dokumacılık.
  • hiyal : Taraf, yan, cânib. Hizâ. * Bir hayvanın kısır olma hâli. ◊ Hayvanın kısır olması.
  • hiyam : (Himân. C.) Susayanlar, suya ihtiyacı olanlar. ◊ (Hayme. C.) Çadırlar, haymeler. ◊ (Hayme. C.) Çadırlar.
  • hiyan : Zaman, devre.
  • hiyanat : (Hıyanet. C.) Hıyanetler, hâinlikler, kahpelikler.
  • hiyanet : Hâinlik. Vefasızlık. İtimadı kötüye kullanmak. Sözünde durmayıp oyun etmek. ◊ (Bak: Hıyânet)
  • hiyaneten : Kötülükte bulunarak, hıyanet ederek.
  • hiyanetkâr : Hıyanet eden. Hâin.
  • hiyar : Hayırlılar. * (C.: Hıyârât) Huk: Bir işi yapıp yapmamada serbestlik. Genel olarak bir anlaşmadan vaz geçme. Hususi bir sözleşmenin fesh veya tasdiki. Muhayyerlik. Kendisinde böyle More…
  • hiyarat : (Hıyâr. C.) İslâm hukukunda alışveriş meselelerine ait muhayyerlik hususları.
  • hiyare : Otsuz, otu olmayan yer.
  • hiyasa : Kulak halkası. * Dar etmek, darlaştırmak. * Dikmek.
  • hiyaset : Dikmek.
  • hiyat : (Hiyâtet) Bir şeyin etrafını çevirme. ◊ (Hâit. C.) Perdeler. Mânialar. ◊ İplik. İbrişim. * İğne. ◊ Çağırmak.
  • hiyata : Hıfzetmek, korumak, muhafaza etmek. ◊ (Hiyatet) Terzilik. Dikiş yapmak.
  • hiyata (hiyatet) : Terzilik, dikiş dikme işi. * Tıb: Ameliyat esnasında kesilip yarılan yerin tekrar kaynaması için dikilmesi. * Ameliyatta dikiş için kullanılan bağırsak ve benzeri şeylerden yapılan iplik. More…
  • hiyatet-hane : f. Dikimevi, dikişevi, terzihane.
  • hiyaz : (El-hıyaz) Havuzlar. * Kadınlarda aybaşları, hayız kanları. ◊ (Hayz. C.) Kadınlarda meydana gelen aybaşı halleri.
  • hiyaz(a) : Suya dalmak.
  • hiyazet : Toplama, bir araya getirme. * Bir şeyi kendine mal etme. ◊ İlâve etmek, toplamak.
  • hiyel : (Hile. C.) Aldatmacalar, hileler, sahtekârlıklar.
  • hiyela : Kibir, gurur, enaniyet, kendini beğenmişlik.
  • hiyem : (Hayme. C.) Çadırlar.
  • hiyerarşi : Fr. Mevkilerin, salâhiyeterin ve rütbelerin önem sırası. * Sıra gözetilerek yapılan herhangi bir tasnif. * Huk: Aynı teşkilâta bağlı kişiler arasında yukarıdan aşağıya bir kontrol imkânı More…
  • hiyere : Beğenme, seçme. Benzerlerinden ayırma. * Seçkin, seçilmiş, beğenilmiş, ayrılmış. ◊ Küfe yakınında bir şehrin adı.
  • hiyeroglif : Fr. Eski Mısırlılar'ın yazısı.
  • hiyfet : Korku. Gizlilik ve havf.
  • hiyman : Susuz.
  • hiyne : Vakar, ciddiyet.
  • hiyre : f. Fersiz ve donuk göz.
  • hiyre-bahş : f. Göz kamaştıran, aklı durduran.
  • hiyre-çeşm : f. Kamaşık ve donuk gözlü. * Cesur, atılgan. * İnatçı, muannid. * Utanmaz, hayâsız, arsız.
  • hiyre-dest : f. Aldığı işi bozar olan (kimse.). Eli sakar kişi.
  • hiyre-gî : f. Kamaşıklık, donukluk (göz hakkında). Şaşkınlık.
  • hiyre-küş : f. Sevilen, mahbub, sevgili. * Haksız yere adam öldüren.
  • hiyre-re'y : f. Reyi zararlı olan, kötü reyli.
  • hiyre-ser : f. Sersem, alık.
  • hiyre-serane : f. Alıkçasına, sersemcesine.
  • hiyre-serî : f. Alıklık, sersemlik.
  • hîz : f. Yükselme. * Hislenerek coşma. * Dalga. ◊ f. Atılan, kalkan, sıçrayan.
  • hiz : Sür'at, çabukluk.* Gayret, şevk. * Fiz: Alınan yolun zamana oranı.
  • hiza : Bir şeyin karşısı, mukabili. Bir doğru çizginin devamı ile hâsıl olan cihet, düzlük, sıra. * Devenin ve atın ayakları altında yere bastığı yerler. * Nalin. * Taraf.
  • hizab : f. Rüzgârın etkisiyle deniz suyunda meydana gelen hareket, dalga. ◊ Birşeyi boyamak için hazırlanmış terkib. ◊ Boya, levn. * Kına.
  • hizab(î) : Kısa boylu bodur kimse.
  • hîzab-engiz : f. Dalga kaldıran.
  • hizac : Büyük tuluk.
  • hizad : Dikensiz ağaç.
  • hizak : (Hızka. C.) Yığınlar, kalabalıklar.
  • hizam : Kolan ve bağırdak denilen nesne. (Beşikte çocuklara bağlarlar.)
  • hizame : (C.: Hazâyim) Yular burunluğu.
  • hîzan : f. Kalkan, sıçrayan. * Bitlis vilâyetine bağlı bir kaza ismi.
  • hizane : Bir şeyi bir şeye ilâve etmek. * Fık: Hak ve salâhiyeti haiz olan kimsenin belirli müddet zarfında çocuğunu besleyip büyütmek ve terbiye etmek üzere yanında bulundurması. * Bir şeyi kucağına More…
  • hizar : Bahçe çevresine yapılan duvar veya çit.
  • hizaya gelmek : Yola gelmek, düzelmek.
  • hizb : Cemaat. * Takın, kısım, fırka. Parti. * Âlim ve sâlih bir zâtın re'yine tâbi olup onunla bir gaye uğrunda beraber çalışanlar. ◊ (C. Ehzâb) Erkek yılan. * Ok atarken yaydan More…
  • hizba : (C.: Hazâbî) Engebeli arazi, ârızalı toprak.
  • hizber : (Hizebr) (C.: Hezâbir) f. Aslan, gazanfer. * Mc: Cesur, yiğit, kahraman, yürekli adam.
  • hizc : (C.: Ehzâc) Devenin içtiği havuzun dibinde kalan su. * Ateş yakmak.
  • hizebr : (Bak: Hizber)
  • hizebran : (Hizebr. C.) f. Aslanlar.
  • hizecr : (C.: Hazâcir) Karnı büyük kişi.
  • hîzem : f. Yakacak odun. Yakıt olarak kullanılan odun.
  • hîzemkeş : f. Odun yaran veya taşıyan köylü.
  • hîzende : f. Sıçrayıcı, fırlayıcı.
  • hizf : (Bak: Hazf)
  • hizfer (hizfâr) : (C.: Hazâfır) Taraf. Nâhiye.
  • hizip gülü : Tezhib ıstılahlarındandır. Yazma mushaflarda hizblerin başına konulan işaretlere verilen addır.
  • hizir (a.s.) : İkinci tabaka-i hayat mertebesine mazhar olan ve Kur'an-ı Kerim tefsirlerinde ismi zikredilen bir zât-ı kerim. (Bak: Meratib-i hayat)
  • hizk : Kuşun terslemesi.
  • hizk (hizak) : Zeyreklik, akıllılık. * Ustalık, mahâret.
  • hizka : Yığın, kalabalık.
  • hizlan : (Hezlan) Yalnız başına kalıp zelil olmak, yardımcısız kalmak. * Muhafaza ve rahmet-i İlâhiyeden mahrumiyet. ◊ Rezil olma. Rüsvaylık. * Aşağı düşmek. * Muâvenetini, yardımını More…
  • hizmet : Birinin işini görme. Bir kimsenin hesabına veya menfaatına iş görme, bu suretle yapılan iş, vazife. Memuriyet. * Bir insan, hayvan veya nebatın muhtaç olduğu işler ve takayyüdat.
  • hizmetgüzar : f. Komisyoncu. * Şunun bunun işini görüveren.
  • hizmetkâr : Hizmet yapan kimse. Hizmetçi.
  • hizriyye : (C.: Hızari) Sağlam, sert yer.
  • hizve : Kadının, kocası yanında hürmetli, izzetli ve mertebeli olması. ◊ Ganimet malını vermek. * Yan.
  • hizy : Horluk, hakirlik. Züll. Sırrı fâş olmuş, rüsvay olmuş kimse. ◊ Hor ve zelil olmak. * Rüsvay olmak.
  • hizye : Uzun kesilmiş et parçası.
  • hizze : Sürur, sevinç, neşe, neşat.
  • hizzeb : Soylu at.
  • hizzet : Mertebe, menzile, derece.
  • hobi : ing. Her zamanki çalışmaların haricinde yer alan dinlendirici bir merak veya işlem. Severek yapılan iş, vakit geçirme yolu.
  • hoca : f. Muallim. Efendi. Muteber ve büyük zât.
  • hod : f. Kendi. * Miğfer, baş zırhı.
  • hod-be-hod : f. Kendi başına, kendi kendine.
  • hodara : (Hod-ârâ) f. Kendini süsleyen, kendini medheden, öven.
  • hodbin : f. Başkasına hak tanımayıp, kendi lezzet ve menfaatını tâkib eden. Bencil. Enaniyetli. Kibirli.
  • hodbinî : f. Hodbinlik. Kendi menfaat ve lezzetini düşünmek.
  • hodendiş : (Hod-endiş) f. Kendini düşünen. Kendi için endişe eden. Başkasının işine yaramayan.
  • hodfuruş : f. Kendini beğendirmeğe çalışan. Övünen.
  • hodgâm : (Hodkâm) f. Kendi keyfini düşünen. Kendini beğenmiş.
  • hodgeşte : f. Kendine dikkat etmeyen.
  • hodküş : f. Kendini öldüren, intihar eden.
  • hodnüma : f. Gösteriş meraklısı. Gösterişe meraklı olan kimse.
  • hodperest : f. Mağrur. Kendini çok beğenen. Kibirli.
  • hodpesend : f. Kendini beğenen. Mağrur.
  • hodrey : f. Kendi bildiğine giden. Kendi rey ve fikriyle iş gören.
  • hodri meydan : Kendine güvenen meydana çıksın!' mânâsında meydan okuma, kafa tutma.
  • hodru : f. Kendiliğinden.
  • hodser : f. Dikbaşlı, âsi, serkeş. * Kendi kendine giden, müstakil.
  • hodserâne : f. Dik başlılıkla, serkeşcesine. Kimseyi dinlemeden.
  • hodsita(y) : f. Kendini öven, medheden.
  • hödük : Kaba, nezaketsiz. Gabi, acemi, vurdumduymaz.
  • hokeç : Burulmuş erkek kuzu.
  • hokka : Cam, seramik veya metalden yapılmış küçük kutu biçimindeki kap. (Bilhassa içine mürekkep konulur.)
  • hokkabaz : Elçabukluğu ile birtakım şaşırtıcı oyunlar göstermeyi kendine meslek edinmiş kişi. * Mc: Başkalarını aldatarak yalan ve hile ile iş çeviren kimse.
  • hol : ing. Sofa.
  • höl : Yaşlık, nem, rutubet.
  • holding : ing. Bir şirketin diğer bir şirkete, onun idaresine hâkim olacak oranda iştirak etmesini ifade eden hukuki alâka.
  • homogen : Fr. Bütün elemanları aynı yapıda veya aynı keyfiyette olan. * Kim: Aynı cinsten olan. Çeşitli elementlerin birleşmesiyle meydana gelmelerine rağmen, bütün kütlelerinde aynı özellikleri More…
  • hona : Erkek geyik.
  • hoppa : Herşeye girişen hafif mizaçlı çocuk tabiatında olan kimse. Yersiz davranışlarda bulunan, dilediğince davranan kişi. Delişmen, şımarık.
  • hor : f. Kıymetsiz, ehemmiyetsiz. Adi. * Güneş, ışık, aydınlık. * Yiyen, yiyici anlamında olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Miras-hor : Miras yiyen.
  • horanta : f. Aynı çatı altında yaşayan kişiler, ev halkı.
  • horasan : f. İran'ın doğusunda bir memleket adı. * Erzurum vilâyetine bağlı bir kasaba adı. * Tuğla tozu ile kireçten yapılan bir nevi sağlam harç ismi. * Kelime mânası: Doğan güneş.
  • horasanî : f. Horasana ait. Horasanlı. * Sarıktan daha büyük görünen hoca kavuğu.
  • horata : (Rumca) Şaka, eğlence, lâtife, mizah.
  • horda : Fr. Göçebe ve ilkel olarak yaşayan, yağmacılık eden insan topluluğu.
  • hörgüç : Devenin sırtındaki tümsek.
  • horluk : Hakaret, zillet.
  • hormon : yun. Salgı bezlerinden çıkıp kana katılan maddelerin genel adı.
  • hornito : İsp. Küçük fırın. * Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık.
  • horos : Tar: Eskiden İstanbul'da ekmekçi, francalacı ve uncu değirmenlerinde mevcut üst ve alt taşlarının bulunduğu ve etrafından hayvanın döndüğü yere, esnaf arasında verilen addır.
  • horst : Alm. Jeo: Bir çukur veya hendeğin, tersine, faylar arasında yükselmiş kesimi.
  • hortlak : Bazıların hakikatsız ve batıl inanışına göre mezarda dirilip geceleri çıkarak dolaştığı tevehhüm edilen ölü. Cadı, vampir.
  • hoş : f. İyi, güzel. * Tatlı. * Tuhaf, garip.
  • hoş-alef : f. Çok fazla yiyen hayvan. * Mc: Helâl haram demeden her şeyi yiyen kimse.
  • hoşa : f. Ne güzel, ne iyi, ne hoş.
  • hoşab : f. Suyu, havası iyi olan yer. Parlak, berrak. Elmas, inci gibi şeylerin parlaklığı. * Hoşaf.
  • hoşâmed : f. Hoş geldi.
  • hoşâmed gû : f. Hoş geldin, diye söyleyen.
  • hoşâmedî : Hoş geldin demek, hoş geldine gitmek.
  • hoşane : f. Güzel, iyi, lâtif.
  • hoşavaz : f. Sesi güzel olan. Güzel sesli.
  • hoşayende : (C.: Hoşâyendegân) f. Hoşa giden, hoşlanılan, beğenilen.
  • hoşbeş : Selâmsabah, hatır sorma, birbirine rastlayan iki ahbab arasında söylenilen ilk sözler.
  • hoşbu : f. Güzel kokulu, hoş kokan.
  • hoşbude : f. İyi oldu, iyi olurdu.
  • hoşbuyî : f. İyi kokulu olmak, güzel kokmak.
  • hoşdil : f. Memnun, neşeli. Gönlü hoş.
  • hoşeda : f. Hareket ve davranışı hoş ve güzel olan.
  • hoşelhan : f. Güzel ve hoş makale okuyan.
  • hoşendam : f. Boyu bosu güzel ve düzgün olan.
  • hoşgû : f. Hoş konuşan, tatlı dilli. Konuşmaları kırıcı olmayan.
  • hoşgüvar : f. Hazmı kolay, tatlı, hoş, sindirici.
  • hoşgüzeşte : f. Hoş geçmiş tatlı zaman.
  • hoşhal : f. Hali vakti iyi, bahtiyar, mes'ud.
  • hoşhan : f. Okuyuşu güzel
  • hoşhiram : f. Güzel yürüyüşlü, güzel gidişli.
  • hoşkadem : f. Uğurlu ayağı olan, ayağı uğurlu.
  • hoşkalem : f. Kâtip. İyi yazı yazan. * Hilekâr, hileci.
  • hoşkâm : f. Memnun, rahat, arzu ve isteklerine ulaşmış.
  • hoşmanzar : f. Manzarası güzel. Güzel görünen. * Mc: Güzel yüzlü. Siması güzel olan.
  • hoşmeniş : f. Huyu, tabiatı iyi. Güzel huyları olan.
  • hoşmeşreb : f. Sevimli, güzel huylu.
  • hoşneva : f. Sesi güzel olan. Güzel sesli.
  • hoşnigâh : f. Güzel bakışlı.
  • hoşnihad : f. İyi yaradılışlı, güzel huylu.
  • hoşnişin : (C.: Hoş-nişinân) f. Göçebe. * Rahat yerleşmiş.
  • hoşnud : f. Memnun, râzı, gönlü hoş edilmiş.
  • hoşnudluk : Memnuniyet, râzılık.
  • hoşnüma : f. Güzel görünen.
  • hospodar : Osmanlı İmparatorluğunca XV. yy.dan 1866-1881'e kadar Boğdan ve Eflak'ı yönetmekle vazifelendirilen Romen prenslerinin ünvanı.
  • hoşreftar : f. Gidişi, yürüyüşü güzel. Güzel gidişli.
  • hoşru(y) : f. Tatlı yüzlü, sevimli.
  • hoşsohbet : f. Konuşması tatlı, sohbeti güzel.
  • hoşter : f. Daha lâtif, daha hoş.
  • hostes : ing. Umumi taşıtlarda, daha ziyade uçaklarda yolcuları ağırlayan kız veya kadın.
  • hotoz : Eski zamanda kadınların başlarına giydikleri süslü serpuş. * Hayvan, kuş ve tavuk tepesi. * Yapıların ve eşyaların üzerine konulan tepelik.
  • hov : Av kuşuyla yapılan av. * Av kuşunu, yanına celbetmeye mahsus bir kelime-i beynelmileldir.
  • hovarda : Sefih, çapkın. Malını mülkünü zevk u safa yolunda harcayan, sefâhette sarfeden.
  • höyük : Kazıldığında içinden eski eserler çıkan alçakça toprak tepe.
  • hu : O' mânasına zamir olup, Kur'an-ı Kerim'de, bir Allah'tan başka ilâh olmadığını ifade eden ve kelime-i tevhid olan bu lâfzında şeklinde 26 defa zikredilmiştir. Müstakil More…
  • hub : f. Hoş, güzel, iyi. ◊ (Hâbb) Günah.
  • hub-avaz : f. Güzel sesli, sesi güzel olan.
  • huba'sen : (C.: Huba'senât) Yoğun ve katı nesne.
  • hubab : Muhabbet. * Mahbub, sevgili olan. * Su üzerinde olan kabarcık ki, habab-ül mâ' derler.
  • hubahib : Yıldız böceği. * Bahil bir kimsenin adı.
  • hubak : (C.: Hubek) Suya ve kuma rüzgârın etkisiyle yol yol görünen yerler.
  • huban : f. Güzeller, iyiler.
  • hubanname : Edb: Güzel ve yakışıklı gençler hakkında yazılan kitap. (Güzel kadınlar hakkında yazılanlara ise 'zenanname' denilir.)
  • hubar : Taşlı, yumuşak yer.
  • hubara : (C.: Hubârât) Toy kuşu.
  • hubas : Değirmen unluğu.
  • hubase : Selin derede kazıp yıktığı yerler. ◊ Ganimet malı.
  • hübaşe : (C.: Hübâşât) Kesbetmek, kazanmak, çalışmak.
  • hubat : Cinnete benzer bir sefahet.
  • hubb : (Hibâb - Hibb - Mehabbet) Sevgi, muhabbet, bağlılık, dostluk. Bir şeyi birisine sevdirmek. * Hulus, lüzum ve sübut. * Muhafaza ve imsâk. ◊ Hilekâr, dolandırıcı, aldatıcı, More…
  • hubban : Habbeler, tâneler, tohumlar. (Hibeb de aynı meâldedir).
  • hubbazî : Ebegümeci.
  • hubbe : Dostluk.
  • hubeb : (Habbe. C.) Buğday, mısır, arpa gibi ufak ve yuvarlak nebatatın taneleri.
  • hübel : Cahiliyet devrinde Kureyşlilerin en büyük putu.
  • hubesa : (Habis. C.) Habisler, pis şeyler. * Abdestsiz, gusülsüz gezen pis kâfirler.
  • hubeyb : (Hubeybe) (C.: Hubeybât) Küçük tane, ufak tane, tanecik.
  • hubeybat : (Hubeybe. C.) Küçük tanecikler.
  • hubî : f. Güzellik.
  • hubla : Gebe, hâmile.
  • huble : Boyuna takılan süs eşyası.
  • hubne : Koltuk altına koyup getirilen şey. * Kaftan eteği. * Don.
  • hubr : Bilme, ilim. * Sınamak, tecrübe.
  • hubre : Etten ve balıktan aldıkları hisse.
  • hubru(y) : (C.: Hubruyân) Yüzü güzel olan. Güzel yüz.
  • hubs : Kötülük, fenalık, yaramazlık. ◊ Vakfolan nesne.
  • hubş : Sesi güzel olan bir kuş.
  • hubse : Tutuk mânâsına bir isim.
  • hubter : (Hub-terin) f. En güzel, pek güzel.
  • hubu' : Çocuğun ağlamaktan dolayı sesinin kesilmesi.
  • hübu' : (C.: Hebât) Doğum vaktinin sonunda doğmuş deve yavrusu. * Devenin boynunu uzatarak yürümesi. ◊ Uyumak. * Eşek gibi yürümek. * Boynunu uzatmak.
  • hubub : (Hubüb) (Habâb. C.) Su üzerinde kabarcıklar. ◊ Tohumlar, tâneler.
  • hübub : Esme. Üfürme. Rüzgârın hafif hafif esmesi.
  • hububât : Habbeler, tâneli nebatlar, taneler.
  • hubük : (Habîke ve Hibak. C.) Habîkeler ve hibaklar. (Bak: Habîke)
  • hübük : (Habike. C.) Samanyolları. * Çizgiler.
  • hubul : (Habl. C.) Urganlar, ipler, halatlar. ◊ El ve ayak kesmek.
  • hubur : Sevinç, sürur, gönül ferahlığı. Şadüman olmak. * Âlimler. ◊ Haberler. Havadisler.
  • hübur : Çukur. * Büyük tas.
  • hubüs : Necaset, çirkinlik.
  • hubut : Bâtıl olmak. Beyhude, işe yaramaz olmak. ◊ Aşağıya inme, düşme.
  • hübut : Aşağı inme. İnmek. (Suudun zıddı) * Uyuşma, anlaşma.
  • hübüvv : Ateşin sönmesi.
  • hubz : Ekmek.
  • hubze : Ekmek parçası. Bir parça ekmek. * Kül pidesi.
  • huc : f. Horoz ibiği. * Kuş tacı, ibik. * Koç. * Horoz ibiği adlı bir çiçek.
  • hüccab : (Hâcib. C.) Perdeciler. * Kapıcılar.
  • hüccet : Senet. Vesika. Delil. Bir iddiânın doğruluğunu isbat için gösterilen resmi vesika. * Şâhid.
  • hüccet-i katia : f. Kat'i delil. Bir şeyin doğruluğunu şeksiz, şüphesiz isbata vesile olan.
  • hücciyet : İhticaca salih olma. Delil sayılabilme, sağlam delil kabul edilir olma.
  • hücec : (Hüccet. C.) Deliller, senedler, vesikalar.
  • hucee : Çok nikâh ve çok cima eden erkek. * Şişman ve ağır kimse.
  • hücerat : (Hücürat-Hücrât) Hücreler. Hüceyreler. Gözler, odacıklar.
  • huceste : f. Saâdetli, mutlu. Hayırlı, uğurlu, meymenetli.
  • hüceste : f. Uğurlu, mübârek, mes'ud.
  • huceste-hisal : f. Güzel huylu, tabiatı uğurlu.
  • hüceyrat : Hüceyreler. Hücrecikler. Küçük odacıklar.
  • hüceyre : Hücrecik. Canlı varlıkların veya nebâtatın vücudunu teşkil eden küçük küçük odacık halinde ve içi vücuda lüzumlu madde ile dolu hücrecik. En küçük canlı parça. * Küçük delik ve oyuk.
  • hucne : Kuşak.
  • hücnet : Kusur, noksan, ayıp. * Bayağılık, karışıklık, soysuzluk. * Sözdeki ayıp.
  • hücr : (C.: Hevacir) Fuhş, hezeyan, kötü sözler. ◊ Kucak, âğuş.
  • hücrat : (Hücre. C.) Hücreler, gözler, odacıklar.
  • hucre : (Bak: Hücre)
  • hücre : Oda. Odacık. * Hüceyre. En küçük canlı varlık. Canlı varlıkların en küçük yapısı. ◊ (C.: Hucer-Hucerât) Deve ağılı. * Duvar çevrilmiş yer. ◊ Medine-i Münevvere'nin More…
  • hücrevî : Hücre gibi, hücre ile alâkalı, hücreye dâir.
  • hücu : Zemmetmek, çekiştirmek, kötülemek.
  • hücu' : Az uyku. Gece uykusu.
  • hucub : (Hicab. C.) Perdeler, hicablar, hâiller.
  • hücüb : (Hicâb. C.) Perdeler, hicablar.
  • hücud : Uykusuz kalma. Geceleyin az uyuma.
  • hücul : (Hecl. C.) Uçurumlar, çukurlar, derinlikler, yaralar.
  • hücum : Saldırma. Hamle ile ileri atılmak. * Sert sözle birine çatmak, karşı çıkmak.
  • hucurat : (Hücre. C.) Hücreler, odacıklar.
  • hücürat : (Hücre. C.) Hücreler, odacıklar, gözler.
  • hucurat suresi : Kur'an-ı Kerim'de 49. suredir. Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
  • hucze : (C.: Hucez) Kuşak yeri. * Ateşli odun parçası.
  • hud : (Hâid. C.) Büyüklük. * Çok hürmet. * Bir Peygamber ismi. Rıfk, sükun ve vakar ile muttasıf olduğu için bu Peygambere Hud ismi verilmiştir. (A.S.) Yahudilere de bu isim söylenilmiştir. Nuh More…
  • hud suresi : Kur'an-ı Kerim'de 11. sure olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
  • hüd' : Sâkin olmak.
  • hud'a : Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir. * Bir kere aldanmak. * Herkese aldanan. Safdil.
  • hud'akâr : f. Oyuncu, düzenbaz, hilekâr.
  • hud'akârî : f. Düzenbazlık, hilekârlık, oyunculuk.
  • huda : f. Rabb. Sâhib. Cenab-ı Hak. Hâlık.
  • hüda : Doğru yol göstermek. * Doğruluk. Hidâyet. * Kur'ân-ı Kerimin bir ismi.
  • hudabin : Hakkı ve hakikatı gören. Cenâb-ı Hakk'ı tanıyan.
  • hudadad : f. Allah vergisi. Mevhibe-i İlâhî.
  • hüdafet : Semizlik, besililik, etlilik.
  • hudahan : f. Şehâdet parmağı.
  • hüdam : Deniz tutması.
  • hudanegerde : f. Allah göstermesin.
  • hudaperest : Allah'a ibadet eden. Dindar.
  • hudapesend : f. Allah'ın beğeneceği şey.
  • hudara : Karanlık gece. * Siyah bulut. ◊ f. Allah için, Allah aşkına.
  • hudare : Deniz.
  • hudaret : Yeşillik. Sebze.
  • hudarî : Arı kuşu.
  • hudari' : Bahil kimse.
  • hudariyye : Tavşancıl kuşu. * Karanlık gece.
  • hudaşinas : f. Allah'ı tanıyan, Allah'a iman eden.
  • hüdat : (Hâdi. C.) Hidâyet edenler.
  • hudavend : f. Allah, Hâlık, Rabb. * Sâhib, malik, efendi. * Hükümdar, hâkim.
  • hudavendî : f. Hudavendilik, sâhiplik, hükümdarlık.
  • hudavendigâr : f. Hükümdar, âmir, efendi, sahib. * Osmanlı padişahlarından 1. Murad Han Gazi'nin (1362 - 1389) lâkabıdır ve bu sebeple, şehzadeliğinde valilik yaptığı Bursa vilâyetine de Cumhuriyete More…
  • hudaver : Sahip, mâlik. * Bey, hâkim, efendi.
  • huday : f. Allah, Rabb.
  • hudaygân : f. Büyük hükümdar, yüce sultan, ulu pâdişah.
  • hudayî : f. Hudâlık, uluhiyyet. Allah'lık. * Allah'a mensub.
  • hudayinabit : Ekilmeden biten ot veya ağaç. * Hiç bir talim ve terbiye görmemiş adam.
  • hüdb : (C.: Ehdâb) Kirpik. * Mendil. * Testere çevresinde olan saçak.
  • hüdbe : (C.: Hüdeb) Hamle yapmak.
  • hüdbüd : Sütün koyu ve yoğurt olması.
  • hüddab : Ensiz, ince, uzun yaprak.
  • huddam : Hizmette bulunanlar. Hizmetçiler. * Cin taifesinden olan hizmetçi.
  • hudde : Çukur.
  • hudena : (Hadîn. C.) Sâdık dostlar, vefakâr arkadaşlar.
  • huder : Kökü derin olan ot.
  • hüdhüd : Bir kuş ismi. Çavuş Kuşu veya ibibik denilir.
  • hudir : Yumuşak taze ot.
  • hudiy : Dağ eteğinde olan taş.
  • hüdlul : Kurt. (Canavar)
  • hudm : Her nesnenin kökü.
  • hudme : Çabuk kaynayan çömlek.
  • hüdn : Barış, sulh, musalaha.
  • hudr : Sıçramak. Seğirtmek. ◊ Yeşillik.
  • hudra : (Bak: Hadrâ)
  • hudre : Göz kapağının içinde çıkan çıban.
  • hudret : Yeşillik. * Yeşil renklilik.
  • hudrî : Kara eşek.
  • hudu' : Eğilip tevâzu etmek. ◊ Alçaklık etmek.
  • hüdu' : Kamburluk.
  • hüdüb : (C.: Ehdâb) Sarık. * Kirpik, müjgân. * Havlu, el silmeye mahsus pamuklu bez. * Minder kenarında olan püskül.
  • hudud : (Hadd. C.) Yanaklar. * Cemâatler. * Yeri kazmalar. Yeri yarık etmeler. * Çiçek yaprakları. ◊ (Hadd. C.) Sınırlar, hudutlar. * Uçlar. Bucaklar. * Şeriatın cezâ hükümlerinin More…
  • hüdüd : Çok yaşlı ihtiyar. İhtiyar ve zayıf olmak. * Bir binayı gürültüyle yıkıp göçürmek. (Bak: Tehdid)
  • hududname : f. Memleket sınırını belirleyen vesika. Harp veya diğer bir ihtilaf sonunda iki taraf murahhaslarınca yerinde tetkik edilerek tanzim olunan harita ve rapor. * Memleket dahilindeki bir More…
  • hudumme : Kolları kalın olan. * Büyük emir.
  • hudur : Aşağı indirmek. * Bir yeri şişmek. ◊ Hazırlık.
  • hudus : Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme.
  • huduş : Kaşımaktan ve tırmalamaktan dolayı olan yara.
  • hufal : Çok.
  • hufale : Arpa, buğday ve pirinç kabuğundan saçılan. * Her kabuklunun arınıp pâk olanı. * Her nesnenin kemi ve yaramazı. * Yağ tortusu. * Şıra sıkıntısı ve kepeği.
  • hufare : Ahd. * Ücret. * Hayâ şiddeti.
  • hufas : Isırdığı yer acımayıp zarar vermeyen yılan.
  • hüfat : Nazar etmek, bakmak.
  • hufdud : Bir kuş ismi.
  • huff : Abdest alınırken üzerine meshedilebilen mest vs. gibi ayakkabı. * Deve tabanı isimli bir nebat.
  • huffaş : Yarasa. Gece kuşu.
  • huffaz : (Hâfız. C.) Hâfızlar.
  • hüffel : Memesi süt ile dolu olan koyun.
  • hufne : (C.: Hufün) Çukur.
  • hufre : Kazılmış çukur. Oyuk. ◊ Ahd, söz.
  • hufreteyn : İki çukur. İki delik.
  • hufte : (C.: Huftegân) Yatmış, uyumuş.
  • hufte-gân : (Hufte. C.) f. Yatmış olanlar, yatıp uyumuş olan kişiler.
  • hufte-gî : f. Yatıp uyuma.
  • hufuf : Maişet şiddeti, geçim zorluğu. * Darlık.
  • hufuk : Dolanmak.
  • hufut : Sâkin olmak. Ateşin sönmesi. * Sesin kesilmesi.
  • hufve : Yalın ayak olmak.
  • hufye : Saklanma, gizlenme. * Etrafı herhangi bir şeyle ihata edilen şey.
  • huh : (C.: Huvhât) Şeftali. * Duvardaki ışık girecek delik.
  • huk : f. Domuz, hınzır.
  • huk-ban : f. Domuz çobanı.
  • hükâ' : Öksürük.
  • hükake : Kazılan şeyin kazıntısı, talaşı veya yongası.
  • hukb : (C.: Ahkâb) Seksen yıl.
  • hükea : Ahmak kimse.
  • hükemâ : (Hakîm. C.) Âlimler. Çok bilgili kimseler.
  • hukerde : f. Terlemiş.
  • hukeşan : f. Tar: Hacı Bektaş şeyhinin Yeniçeri Ocağı nezdindeki vekiline mahsus doksandokuzuncu ortaya 1591 senesinde tâyin olunan Bektaşi müritleri hakkında kullanılır bir tâbirdi. Yeniçeri More…
  • hukk : (C.: Hukuk-Hıkâk) Hokka.
  • hukka : (C.: Hukuk) Küçük kutu. Hokka.
  • hükkâm : (Hâkim. C.) Hâkimler.
  • hükl : Karınca gibi sesi işitilmeyen hayvan.
  • hükle : Dil tutukluğu, kekemelik.
  • hükm : (Hüküm) Karar. Emir. Kuvvet. Hâkimlik. Amirlik. * İrade. Kumanda. Nüfuz. * Kadılık etmek. * Tesir. Cari olmak. * Makam. * Bir dâvanın veya bir meselenin tedkik edilmesinden sonra varılan More…
  • hükmberdar : f. Hükme muti olan, itaat eden, boyun eğen.
  • hükmen : Hüküm yoluyla, hükmünde ve değerinde olarak.
  • hükmî : Hükme dair. Hükme âit ve müteallik. Bir karara dayanan, itibâri olan.
  • hükmî şahis : Şahıs gibi muamele gören cemiyet, şirket gibi birlik teşkil eden müessese.
  • hükmkeş : Emre itaat eden, hükme boyun eğen.
  • hukne : Tıb: Şırınga. * Şırınga edilen ilâç.
  • hükre : Cem'olmak, toplanmak, birikmek. * Yiyecek maddelerini, pahalanacak diye saklamak. * Azlığından bir yerde toplanan su.
  • hüku' : Sâkin olmak.
  • hukuk : '(Hakk. C.) Haklar. * İnsanın cemiyet hayatında riâyet etmesi lâzım gelen kaideler, esaslar, yâni; şer'i ve adli hükümler. Haklıyı haksızdan ayıran kaideler. * Şeriat kitablarında More…
  • hukukçu : Hukuk mütehassısı. Hukuku meslek edinen kimse. Avukat, müdde-i umumi 'savcı' ve hâkim.
  • hukukî : (Hukukiyye) Hukuka ait, hukuk işleriyle alâkalı.
  • hukukiyyat : Hukuk bilgisi.
  • hukukperver : f. Geçmişi unutmayan, haklara hürmetkâr kimse. Vefalı ve sâdık dost.
  • hukukşinas : Hukukçu, hukuk ilmini bilen. * Vefâlı kimse. Sâdık dost.
  • hükûmat : (Hükûmet. C.) Hükûmetler.
  • hükümdar : f. Padişah, hüküm sâhibi. En yüksek reis. İmparator.
  • hükümdaran : (Hükümdâr. C.) Hükümdarlar, Padişahlar.
  • hükümdarane : Hükümdar gibi, hükümdara yakışır bir surette.
  • hükümdarî : f. Hükümdarlık, padişahlık, şahlık.
  • hükûmet : Bir memleketi idare edenler. Vekiller hey'eti. Devlet.
  • hükûmet konaği : Devlet memurlarının bulunduğu bina. Bunun yerine: 'Bab-ı hükûmet, daire-i hükûmet' tabirleri de kullanılırdı.
  • hükümferma : f. Hükümrân, hüküm süren. Hâkimiyetle idâre eden.
  • hükümlü : Bir hüküm ve emri bildiren. * Mahkemece hüküm giymiş kimse.
  • hükümname : f. Bir mahkeme veya hey'etin hüküm ve kararını hâvi vesika. Hükmü ihtiva eden kâğıt.
  • hükümran : Hâkim, hükümdar. Hüküm ve saltanat süren. Hükümfermâ.
  • hul : (Hâyil. C.) Bela. Zahmet. * Mukabele etmek, karşılık vermek.
  • hula' : Büyük emir (iş).
  • hulabis : İnce ses.
  • hülâgu : Mi: 1258' de Bağdadı zaptederek halkını kılıçtan geçirmiş, Abbasi Halifesi Musta'sımı ve bütün âile efradını öldürtmüştür. Cengiz Hanın torunu, Tülay Hanın oğludur. Tarihde en çok More…
  • hulak : Boğaz ağrısı.
  • hulalet : Samimi dostluk arkadaşlık.
  • hülam : Sirke ile pişen sığır eti.
  • hulam (hullân) : Kurban olmayan küçük oğlak.
  • hülas : Zayıf davar.
  • hulasa : Bir şeyin, bir bahsin özü. Kısaca esası.
  • hülasa : (Bak: Hulâsa)
  • hulasaten : Kısaca, özet olarak, hülâsa olarak, muhtasaran.
  • hulave : (C.: Halâvi) Kafanın ortası.
  • hulb : Kuyu dibinde olan balçık. * Ağaç dibinden çıkan budağın yaprağı. * Lif. ◊ Domuz kılı. Kalın kıl. Yele kılı. * Kıldan yapılmış kalem, kıl fırça.
  • hülb : Kıl fırça, kıl kalem. * Kalın kıl kuyruk, yele kılı.
  • hulbe : (C.: Huleb) Liften yapılan urgan. ◊ Hububattan olan böy.
  • hülbe : şiddet.
  • hulc : Küçük gemi.
  • huld : Ebedilik. Sonu olmayan. Sonu olmamak.
  • hulde : Köstebek.
  • huldzar : f. Cennet.
  • huleb : 'Bozrak bir ot ki, yer üzerine yayılır, sapı olmaz; yaprağını koparsalar sütü akar ve ekseriyâ geyik yer.'
  • hulefâ : (Halife. C.) Halifeler. (Bak: Halife)
  • hülefâ : (Halife. C.) Halifeler.
  • huleke : Kum içinde olan küçük bir hayvan.
  • hulel : (Hulle. C.) Elbiseler.
  • huleyfe : Medine ehlinin ihramlandığı yer.
  • huleyka' : At burnu.
  • huleyme : (C.: Huleymât) Memecik. * Ciltte, bilhassa dil üzerinde bulunan küçük kabarcıkların beheri.
  • hulf : Ahdinde durmamak. Ahdini bozmak. Sözde durmamak. * Nakz.
  • hulfetmek : Sözünde durmamak.HULİYY : (C.: Huliyyât) Altun, gümüş, elmas, zümrüt, vs. gibi süs eşyası. Mücevher.
  • hülhal : Saf su.
  • hülhül : (C.: Helâhil) Öldürücü zehir.
  • hulk : Huy. Ahlâk. Tabiat. Yaratılıştan olan haslet. Seciyye. Cibilliyet. * İnsanın doğuştan veya sonradan kazandığı ruhî ve zihnî hâller.
  • hülk (hülke) : Yok olmak. Fâsid olmak. * Düşmek.
  • hulkan : Huy ve tabiatça. Ahlâk cihetiyle.
  • hulkî : Huy ile, hulk ile alâkalı ve hulka müteallik.
  • hulkum : İnsan veya hayvan boğazı. Ağızdan mideye giden yol.
  • hull (hill) : Dost.
  • hullan : (Halil. C.) Sâdık dostlar, arkadaşlar.
  • hüllas : İnsana ârız olan gevşeklik.
  • hulle : Ağır, pahalı. * Belden aşağı ve belden yukarı olan iki parçadan ibâret olan elbise. * Cennet elbisesi. * Fık: Üç defa kocasının boşadığı bir kadının dördüncü defa eski kocasına nikâh More…
  • hulleb : Yağmursuz bulut.
  • hullebaf : f. Terzi.
  • hulledallah : Allah dâim ve bâki etsin.
  • hullet : (C.: Hulel) İçten, samimi sevgi. Dostluk. Muhabbet. Haslet.
  • hulliyyat : (Hulliyy. C.) Pırlanta, altun, gümüş gibi süs eşyaları.
  • hulm : Rüya, hülya. * İhtilâm olmak. Açık saçık rüya. * Akıl. ◊ Geyiğin yataklandığı yer.
  • hulse : Kapmak. * Karışmak. * Fırsat.
  • hulta : Ortaklık, şirket.
  • hulu : Hali olmak.
  • huluc : Ayrılmak. * Çekilmek. * Yavrusu ayrıldığında sütü az olan deve.
  • hulüc : Çok yeyici, fazla yiyen.
  • hulud : Ebedilik. Devam üzere olmak. Bir şey aslî hâleti üzere dâim olmak.
  • huluk : Huy. Tabiat. Ahlâk.
  • huluka : (C.: Ahlâk-Halkân) Eski olmak.
  • hulul : Girme. Dâhil olma. İçine gizlice giriş. * Birinin veya birkaç kimsenin sevgi veya itimadını kazanmak, içlerine onlardan görünüp girmek. * Halletmek. * Vuku' bulmak. Zuhur etmek. * Gelip More…
  • hulule : Dostluk.
  • hulüm : '(C.: Ahlâm) Düş, rüyâ. (Rüyâ tâbiri iyilerinde; hülm tâbiri kötülerinde kullanılır.) * İhtilam olmak. * Akıl.'
  • hulus : Hâlislik. Saflık. * Samimiyet. Hâlis dostluk. İçden davranmak. Her hayırlı işi ve ameli Allah rızâsını niyet ederek yapmak.
  • hulusi : Samimi, candan. Hâlis ve içi temiz olan.
  • hulusiyyet : Hâlislik. Samimi dostluk.
  • huluskâr : f. Bir insana karşı samimi muhabbeti olan. * Dalkavuk. Menfaati için sevgi ve iyi muamele gösteren.
  • huluskârâne : f. Samimi muhabbet ve sevgi ile. * İkiyüzlülükle, dalkavuklukla.
  • hulusname : f. Yalnız muhabbet, alâka ve bağlılığı göstermek üzere sunulan mektub.
  • huluvv : Boş olmak, hâlî oluş. Boşluk. Boşta olmak. * Huk: Tarafların anlaşarak evlilik hayatlarına son vermeleri. * Huk: Bir gayr-i menkulün, muayyen bir bedel ile kiralanmış olmasından doğan More…
  • hulv : Tatlı. * Hoş ve güzel. İyi.
  • hulvan : Bir kimsenin hizmeti karşılığında, ücretinin haricinde verilen şey. * Kızın mihrinden, kişinin kendisi için aldığı miktar. * Vermek, bahşetmek. * Bir belde ismi.
  • hulviyyat : Tatlı yemekler. Şekerlemeler. Tatlı şeyler.
  • hulya : f. Kuruntu. Hayal. Vehim. Olmıyan bir şeyi düşünerek yaşamak. Akıldan geçen ve matmah-ı nazar olan husus.
  • hülya : (Bak: Hulya)
  • hum : f. Küp. * Şarap küpü. İçine şarap doldurulan küp.
  • hüm : Onlar. (Bak: Şahıs zamiri)
  • hüma : (İki kişiye işaret olan zamir) O ikisi. ◊ Bir çeşit diken.
  • hümâ : f. Devlet kuşu. * Saadet. Mutluluk.
  • hümâ kuşu : Devlet kuşu. (Hikâyede: Gölgesi kimin başına düşerse o padişah olurmuş, derler. Hümâyun da buradan gelmiştir. Tayr-ı hümâyun, tâlih kuşu, uğur kuşu gibi isimlerle söylenir.)
  • humahin : Yüzük yapılan bir cins siyah taş.
  • humak : Kabarcık gibi bir şeydir ve insana ârız olur.
  • humaka : Akıl azlığı, ahmaklık.
  • humakî : (Ahmak. C.) Ahmaklar, salaklar.
  • humal : Aksaklık.
  • hümam : Himmetli. Bir işe sıkı sıkıya sarılıp o işi bitiren. Sahi ve civanmerd. * Aslan. * Büyük ve sağlam.
  • humame : Süprüntü.
  • humanizm : (Bak: Hümanizm)
  • hümapaye : f. Çok yüksek dereceli.
  • hümapervaz : f. Hümâ gibi yükseklerde uçan. * Mc: Yüksek himmetli.
  • humar : Sarhoşluk veren ve haram olan içkiden sonra gelen baş ağrısı. * Sersemlik. * Bir şeyin acısı burnundan gelmesi.
  • humar-âlud : f. Süzgün ve baygın göz. * Kendinden geçmiş, şaşkın.
  • humaris : Sağlam, şiddetli, katı.
  • humaşe : Diyeti bilinmeyen cinayet.
  • humasî : Arabçada: Aslî harfleri, yani kök harfleri beş adet olan kelime. * Beşe mensub. * Beşli.
  • humat : (Hâmî. C.) Himaye edenler, koruyanlar.
  • hümat : (Bak: Humat)
  • humayun : (Bak: Hümâyun)
  • hümayun : f. Padişaha ait. * Mübarek. Kutlu. Uğurlu. Âlî. * Kuvvetli. (Bak: Hümâ kuşu)
  • hümayunname : f. Padişah tarafından bir hükümdara gönderilen mektub.
  • humaz : Kırmızı çiçeği olan bir bitki çeşidi. * Kuzu kulağı.
  • humbara : f. Küçük küp. * Ask: Demir veya tunçtan dökülmüş, içi boş ve yuvarlak olarak yapılan ve içine patlayıcı maddeler doldurularak havan topu veya elle atılan harp aleti. Havan topu ile atılana More…
  • humbaraci : Ask: Yeniçeri teşkilâtı zamanındaki topçu eri. Bu teşkilâtın mensubları havan toplarıyla humbara attıkları için bu adı almışlardı.
  • humbarahane : Humbara yapılan beylik fabrika. * Tar: Humbaracılar kışlası.
  • humçe : f. Küçük küp.
  • humeka : (Hamik. C.) Ahmak, sersem.
  • humeme : (C.: Humem) Kömür. * Kara kül. * Her ateşte yanan nesne.
  • humevî : Tıb : Sıtmaya ait.
  • hümeyra : Pembecik.
  • humeyya : şiddet.
  • hümeze : (Hemz. den) Dürtüştürücü, kırıcı, ısırıcı, sıkıcı. * El ve kaş işâretleri ile ayıplama. * Bir kişinin ardından ayıplarını söyleyen. Gammaz.
  • hümeze suresi : Kur'an-ı Kerim'in 104. suresi olup Mekkîdir.
  • humhane : f. Meyhane. * Şarap küplerinin konulduğu yer. * Tas: Âşığın kalbi.
  • humk : Ahmaklık. Bön olmak. Aklı az olmak.
  • huml : Kaçmak. * Korkmak.
  • hümluc : Demirciler körüğü.
  • humma : Ateşli hastalık. Sıtma.
  • hümma : (C.: Hümmeyât) Hastalıktan dolayı vücudda meydana gelen harâret. * Nöbetli hastalık. * Sıtma.
  • hummali : Ateşli, kızgın. * Çok faaliyetli. Hararetli.
  • hummaz : Kuzu kulağı.
  • humme : Tamam oldu (meâlinde fiil).
  • hümme : Kara. * Diş eti kararmak.
  • hummere : (C.: Hummer) Kaya kuşu denilen başı kızılca serçe gibi bir kuş.
  • hümmeyat : (Hümmâ. C.) Hastalıktan dolayı vücutta meydana gelen şiddetli hararetler, ateşler. * Sıtmalar. * Nöbetli hastalıklar.
  • hummisa : (C.: Hummis) Nohut.
  • hummus : Nohut.
  • humran : (Ahmer. C.) Kırmızılar.
  • humre : (C.: Humur) Küçük seccade. * Namaz kılacak yer. * Küçük hasır parçası. * Güzelleşmek için kadınların yüzlerine sürdükleri şey.
  • humret : Kırmızılık. Kızıllık. Masumane şefkat.
  • hums : Beş bölükten birisi. Beşte bir.
  • humsa : Boş böğürlü ve ince karınlı olmak.
  • humse : Hürmet.
  • humtane : Kadının kaynanası.
  • humud : Düşme. Zayıflama. * Sâkin olmak. Soğumak. Ateş sönmiyerek alevi azalmak. * Bayılmak ve kendini kaybetmek. * Ne helâle, ne de harama iştihası olmamak.
  • hümud : Elbisenin eskimesi. * Ateşin sönmesi. ◊ (Bak: Humud)
  • humul : Bir kimsenin adı sanı batma, ünü ünvanı kaybolma. ◊ Mahfe taşıyan deve. * (Haml. C.) Yükler.
  • hümum : Tasalar, kaygılar, kederler, gamlar, gussalar.
  • hümumet : Pek fazla ihtiyarlık, çok yaşlılık.
  • humuza : Ekşilik.
  • humuzat : Ekşi şeyler.
  • humuzet : Ekşilik. Kekrelik.
  • humuziyet : Ekşilik. Kekrelik.
  • humve : şiddet. * Suret.
  • hun : f. Kan, dem. * Öç, intikam, öldürme. ◊ Hor ve zelil olmak.
  • hun'a : şekk, şüphe, zan. * Töhmet.
  • hun-ab(e) : f. Sulu kan, kanlı su, su ile karışık kan. * Mc: Kanlı gözyaşı.
  • hun-alud(e) : f. Kana bulanmış.
  • hun-aşam : f. Kan içici, kan içen.
  • hunabis(e) : Arslan. * Zâlim ve kötü kimse.
  • hunak : (C.: Havânik) Boğazda olan şiş.
  • hunan : Kuşların boğazında olan bir hastalık.
  • hünane : İç yağı.
  • hunat'e : Kalın, yassı nesne.
  • hunayis : Çirkin.
  • hünba' : Ağır ve çirkin kadın.
  • hunbaha : f. Kan bahası, diyet.
  • hunbar : f. Kan yağdıran, kan yağdırıcı.
  • hünbül : Kısa boylu. Kürk.
  • hunçegân : f. Kendisinden kan akan.
  • huncur : (C.: Hanâcir) Sütlü deve. ◊ Boğazın başı.
  • hundure : Göz bebeği.
  • hunefa : (Hanîf. C.) Allahın birliğine inananlar. (Bak: Hanîf.)
  • hunefşan : f. Kan saçan, kan serpen.
  • hüner : f. Mârifet. Bilgililik. Ustalık, mahâret.
  • hünermend : f. Hüner sahibi, hünerli, marifetli.
  • hünermendî : f. Hünerlilik, mârifetlilik.
  • hünerpişe : f. Mahâretli, mârifetli, hünerli.
  • hünerver : f. Çok ustalıklı. Becerikli. Usta. Mahâret sahibi.
  • hünerverân : (Hünerver. C.) Mârifetli, hünerli kimseler.
  • hüneyhe : Saat. * Kıyâmet.
  • huneyn : Mekke-i Mükerremeye üç mil mesafede ve Mekke ile Taif arasında bir vâdinin adı.
  • hunfeşan : f. Kan saçan, kan serpen.
  • hunhah : f. İntikam alıcı, öç alıcı, kan isteyen.
  • hunhar : f. Kan içici. Zâlim. Kan akıtan. Öldüren, öldürücü.
  • hunharane : f. Kan içercesine. Çok zâlimce. Öldürerek.
  • huni : 'yun. Dar ağızlı kaplara sıvı dökmeye yarayan; ve yukarı kısmı genişçe, aşağı kısmı dar olan âlet.'
  • hunî : f. Kanlı, kan dökmeye meyilli.
  • hunîn : f. Kana bulanmış, kanlı.
  • hunkâr : f. (Bak: Hünkâr)
  • hünkâr : f. Hükümdar. Padişah. Sultan.
  • hünkâr mahfili : Eskiden camilerde padişahlar için yapılmış olan yerler. Bu mahfiller camilerin zemininden yüksek olarak yapılır ve caminin iç kısmını görmek için kafes konulurdu. Bunun haricinde kafesin More…
  • hunke : Tecrübe etmek, denemek, sınamak.
  • hunnak : Tıb: Boğaz hastalıkları.
  • hunne : Sözü burun içinden söylemek.
  • hunpaş : f. Kan döken, kan saçan.
  • hunrîz : f. Kan dökücü, kan döken, kan akıtan.
  • hunsa : Hem erkek, hem de dişi olan. * Erkeklik ve dişilik alâmetlerini birlikte taşıyan bitki.
  • hünsa : Erkek veya kadın olduğu belirsiz olan. * Aynı çiçekte dişi veya erkeklik uzvunun bulunması.
  • hünsaiyyet : Aynı kimsede ve aynı zamanda hem erkeklik hem dişilik.
  • huntuf : Sakalını yolan.
  • hunu' : Horluk, zelillik, alçaklık.
  • hünu' : Sindirip hazmetmek.
  • hünud : Hindliler.
  • hunük : f. Ne güzel! Ne hoş! Ne mutlu!
  • hunus : Rücu etmek, vazgeçmek, geri dönmek. * Örtülü olmak. * Tehir etmek, sonraya bırakmak.
  • hunut : Mumyalama. * Bir ölünün uzun zaman çürüyüp kokmaması için kullanılan eczalar.
  • hunuz : Kokup fenâ olmak.
  • hunyâ : f. Şarkı söyleme.
  • hunyâger : f. Şarkı söyleyen, şarkıcı.
  • hunzub : Şişman gövdeli, boş konuşan kadın.
  • hunzüb : (C.: Hanâzıb) Erkek çekirge.
  • hunzüba' : Kuru. * Yellengen böceği.
  • hunzul : Uzun boynuz. * Uzun zeker.
  • hunzuvane : Kin tutmak. * Büyüklenmek, kibirlenmek.
  • hur : '(Ahver. C.) Ahu gözlüler. Gözleri iri ve siyah kısmı pek siyah; beyaz kısmı pek beyaz olan kızlar. * Cennet kızları, huriler.' ◊ f. Güneş. * Yiyecek şey. ◊ f. More…
  • hur' : (C.: Hurü') Kuş tersi, necis.
  • hür' : Fâsid kelâm, çirkin söz.
  • hura' : Devenin delirmesi.
  • hurac : Tıb: Bedenin çeşitli yerlerinde çıkan çıbanlar.
  • hurace : Çıban. * İrinlenme.
  • hurafat : (Hurafe. C.) Aslı esası olmayan, bâtıl rivayetler. Bâtıl inanışlar. Hurafeler.
  • hurafe : Uydurma, bâtıl inanış. Masal. Efsane. Yalan hikâye.
  • hurafe-varî : f. Hurafeye benzer. Hurafe gibi uydurulmuş.
  • hurak(a) : Kav dedikleri nesne. * Tuzluk.
  • huran : (Hur. C.) f. İri gözlü. * Cennet kızları.
  • hürar : Devede olan bir zahmet.
  • huraşe : Ufak parça, küçük şey.
  • hurbe : (C.: Hureb) Kalça kemiğinin deliği. * Her yuvarlak delik.
  • hurc : Meşinden veya çadır bezi gibi şeylerden yapılmış büyük heybe ve sandık. ◊ Uzun dişi deve.
  • hurcül : Uzun.
  • hurd : f. Küçük. Ufak. İnce. * Kırık. * Ehemmiyetsiz, önemsiz. ◊ (Hurdenî) f. Yiyecek, azık.
  • hurd u hâb : Yiyecek ve uyku.
  • hurd ü mürd : f. Parça parça. Ufak tefek kimse.
  • hurda : (Bak: Hurde)
  • hurde : f. Bir şeyin küçüğü, ufağı. * Ufak şey, ufak parça. Ufak ve kırıntıdan ibaret olan. * Pek ince ve küçük. ◊ f. Yenilmiş.
  • hurde tezyinat : Tezhibde küçük süsleme motiflerine verilen genel isim.
  • hurde-hâş : f. Param parça, kırık dökük.
  • hurdebîn : (Hurde-bîn) Mikroskop. Çok küçük, ufak şeyleri, mikropları gösteren âlet.
  • hurdedan : f. Nükteleri ve incelikleri anlayan, bilen.
  • hurdedanî : f. Nükte ve inceliği anlıyan, dikkatli kimse.
  • hurdefuruş : f. Ufak tefek şeyler satan kimse.
  • hurdegir : f. Sözün içinde tenkid edilecek noksan arayan.
  • hurdengâh : f. Yemek odası.
  • hurdenî : f. Yiyecek şey.
  • hurdeşinas : f. Dikkatli. İncelikleri ve nükteleri anlayan.
  • hurdevat : f. Kırık dökük, eski püskü şeyler, öteberi. Hırdavat.
  • hurdsal : f. Genç. Yaşı küçük.
  • hürer : (Hirre. C.) Dişi kediler.
  • hüreyre : Kedi yavrusu.
  • hurf : Üzerlik tohumu.
  • hurfe : Bir yere toplanmış yemiş. * Baklet-ül hamkâ otu. ◊ Mahrumiyet, mahrumluk. Bedbaht oluş.
  • huri : (Ahver ve Havrâ kelimelerinin C.) Ahu gözlüler. Gözlerinin akı karasından çok olan, pek güzel ve güzellikleri tarif ve tavsif edilemeyecek derecede güzel olan Cennet kızları.
  • hüri' : Bit.
  • huriye : Huri gibi.
  • hurk : Akılsız, bilmezlik. * Dehşet, şiddet.
  • hurka : Yanmak. * Hararet. * Yanık çıban.
  • hurkat : Yangın. Yanma. Yanıklık. * Bir nevi çıban. ◊ Cehalet, câhillik, akılsızlık, bilmezlik.
  • hurkuf : Zayıf davar.
  • hurkus : Pire gibi bir böcek (Az olarak kanatlanır uçar).
  • hurlika : f. Çok güzel, huri yüzlü.
  • hurma : f. Bir sıcak iklim meyvesi. * Hurma şeklinde yapılan hamur tatlısı.
  • hürman : Akıl.
  • hurmat : (Huremât - Hurumât) Haramlar. Dinin, yapılmasını menettiği şeyler. İşlenmesi günah olan işler.
  • hurmet : (Bak: Hürmet)
  • hürmet : Riâyet. İhtiram. * Haysiyet. Şeref. * Haram olma. Haramlık. * Irz, nâmus gibi başkasına helâl olmayan husus.
  • hürmeten : 'Hürmet olsun diye; hürmet, saygı ve ikram maksadıyla.'
  • hürmetkâr : f. Hürmet eden, saygılı.
  • hürmüz : (Hürmüzd) Eski İran takviminde, güneş yılının ilk günü. * Zerdüştlerin bâtıl bir inanışları olan hayır tanrısı. * Jüpiter (Müşteri) yıldızı.
  • hürnu' : Küçük canavar.
  • hurnub : Keçiboynuzu dedikleri yemiş.
  • hurpeyker : f. Huri yüzlü.
  • hürr : Kimsenin baskısı, zorlaması olmadan meşru' dairede istediği gibi yaşayabilen. * Esir veya köle olmayan. Serbest. ◊ Arslan.
  • hurras : (Hâris. C.) Muhafızlar, bekçiler, nöbetçiler.
  • hurre : (C.: Harâyir) İyi. * Câriye olmayan kadın.
  • hürre : Esir veya câriye olmayan hür kadın.
  • hurrem : f. Sevinçli. Mesrur. Şen. Ferahlık veren. Taze ve hoş. Güler yüzlü.
  • hurremgâh : f. Kalbi ferahlandıran yer.
  • hurremî : f. Mesruriyet, sevinç, sürurlu ve sevinçli olma.
  • hürriyet : Serbestlik, hür oluş. * Adalet kanununda ve te'dibte, başka hiç kimse, kimseye taarruz ve tahakküm etmemesi ve herkesin hukukunun meşru' olarak korunması, herkesin meşru' More…
  • hurs (hirs) : (C.: Hursân) Altından ve gümüşten olan halka. * Kulağa taktıkları küçük halka.
  • hurs(a) : Hurma budağı. * Şey.
  • hurs(e) : Çocuk doğuşunda yapılan yemek.
  • hursend : f. Kısmetine râzı olan, kanaatkâr, tokgözlü.
  • hursendane : f. Kanaatkârâne, tokgözlülükle.
  • hursendî : f. Tokgözlülük, kanaat edicilik. Göz tokluğu.
  • hursî : Ev eşyası. * Her nesnenin fenâsı.
  • hurşîd : f. Güneş. Afitab. Hur. Mihr. şems.
  • hursîs : Metâ, mal. Kumaş.
  • hurşun : (C.: Harâşın) Ufacık bıtırak. (Davarların tüyüne yapışır.)
  • hurt : (C.: Hurut-Ahrât) Balta. İğne deliği, balta deliği, kulak deliği.
  • hurtum : (C.: Harâtim) Burun. * şarap.
  • huru' : Tanelerinden hintyağı çıkartılan ağaç. * Sütleğen otu. * Yumuşak ot.
  • hurub : (Harb. C.) Harpler, savaşlar, muharebeler. ◊ Keçiboynuzu adı verilen yemiş.
  • huruc : Çıkma. Dışarı çıkma, çıkış. * Ayaklanma, isyan etmek.
  • huruc alessultan : Meşru hükümete karşı kıyam ve isyan etme.
  • huruf : (Harf. C.) Harfler. İsim ve fiil olmayan kelimeler. (Bak: Harf)
  • hurufat : (Harf. C.) Harfler. Matbaada kullanılan dökme harfler.
  • hurufiye : Fazlullah-ı Hurufi adında birinin kurduğu bâtıl bir meslektir. Harflerden kendilerince manalar çıkarıp, dine aykırı iddiaları olan bir dalâlet fırkasıdır.
  • hurum : İhram.
  • hurur : Düşmek, sukut.
  • hurus : f. Horoz.
  • huruş : f. Coşma. Gürültü. şamata. Telâş.
  • huruşan : f. Çağlıyarak, coşarak, * Coşan, çağlayan.
  • hury : Değirmen deliği.
  • hurz : Oranlamak, yâni tahminle bir şeyin miktarını söylemek.
  • hurze : (C.: Hurez) Dikiş.
  • hus : Dikmek. * Darlık vermek. * İki şeyi bir araya getirmek. ◊ Bir kavim üzerine nâzil olan umur.
  • huş : f. Akıl, fikir, zekâ, iyi ile kötüyü ayırma hissi. * Ruh, can. * Ölüm, * Zehir. ◊ Vahşi hayvanlar.
  • huş'a : Alçak küçük tepe.
  • husa : (Husye. C.) Erkeklik bezleri, hayalar. ◊ Hurma yaprağı.
  • hüşad : Suyu emmeyen sert arâzi.
  • husaf : Hasad, hasad mevsimi. * Ekin biçme.
  • husafe : Düşmanlık, adavet. Gizli kin, hased.
  • husake : Düşmanlık, adavet. Hased, gizli kin.
  • husale : Harman yerinde arta kalan tane. ◊ Kırıntı, ufalanmış şey.
  • husam : Keskin kılıç.
  • huşam : Kalın burunlu. * Uzun dağ burnu.
  • hüsam : Keskin kılıç.
  • husame : Keskinlik.
  • hüsameddin : Dinin keskin kılıcı.
  • huşar : Avaz, ses.
  • husare : Arpa, buğday ve pirinç gibi hububâtın kabuğundan düşen parçalar. * Her kabuklu nesnenin, kabuğundan ayrılıp temizlenmesi. * Şirâ sıkıntısı. * Her nesnenin fenâsı.
  • huşare : Bir yere giderken bırakılan faydasız şeyler. * Her şeyin kötüsü.
  • husas : Sür'atle gitmek, seğirtmek, koşmak.
  • husban : Hesab. * Azab. * Sıkıntı. * Şer. * Koltuk yastığı.
  • hüsban : Azap. * Yıldırım. * Çekirge. * Saymak.
  • hüsbane : Küçük ok. * Küçük yastık.
  • huşdar : f. Akıllı, uslu.
  • hüşdar : (Bak: Huşdar)
  • huşe : f. Salkım. * Başak, sümbül.
  • huşe çîn : f. Başak toplayan. Salkım toplayan.
  • huşef : Yeşil sinek.
  • husema' : (Hasım. C.) Muhalifler, karşı taraflar, hasımlar. * Adüvler, düşmanlar.
  • huşenk : f. İdrak, akıl, iz'an.
  • hüseyin : Küçük güzel. * Hazret-i Ali Radıyallahü Anhu'nun oğlu, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sevgili torunudur.
  • hüseyn : (Bak: Hüseyin)
  • husf : Her bir şeyin içi.
  • hushus : Mübâlağa ile kandırmak.
  • huşk : f. Kuru, yâbis. * Kaba, soğuk.
  • huşk u ter : Kuru ve yaş.
  • huşkar : İri öğütülmüş un. O undan olan ekmek.
  • huşkcan : f. Kalın kafalı, câhil kimse.
  • huşkî : f. Kuruluk, yubuset.
  • huşkleb : f. Dudağı kurumuş, susamış.
  • huşkmağz : f. Boşkafalı, câhil.
  • huşksal : f. Kuraklık ve kıtlık yılı.
  • huşkser : f. Ahmak, salak.
  • huslet : Kıldan bükülmüş nesne.
  • husm : (C.: Ahsam) Çuval ve heybe bucağı.
  • huşmend : (C: Huşmendân) f. Akıllı, aklı başında.
  • huşmendân : (Huş-mend. C.) Aklı başında olanlar, akıl sâhipleri.
  • huşmendâne : f. Akıllıca, aklı başında olarak.
  • husn : Perhizkârlık, iffet.
  • hüsn : (Hüsün) Güzellik. İyilik. Eksiksizlik. Cemal ile kemal.
  • hüsn ü aşk : Güzellik ve muhabbet: * şeyh Galib'in manzum hikâyesi.
  • hüsn ü kubh : Güzellik ve çirkinlik.
  • hüsn-aver : f. Güzelliği çoğaltan. Güzellik veren.
  • hüsna : (Ahsen'in müennesidir) İyi zan. En güzel. Amel-i sâlih. Pek güzel. * Cennet. * İyi amel ve haslet. Cenab-ı Hakk'ı görmek ve Ona iman ve ubudiyetle şereflenmek. * Düşman üzerine More…
  • huşne : Haşinlik.
  • hüsnî : Güzelliğe dâir. Güzelliğe âit ve müteallik.
  • hüsniyyat : Güzel olan hususlar.
  • husr : Zarar. * Ele avuca girmemek. * Dalâlete gitmek. * Noksan. * Sapıtmak. ◊ Tıb: Peklik, kabızlık, inkıbaz. * İdrar tutulması.
  • hüsr : Ziyan, kayıp, zarar.
  • husran : Mahrumiyet. Kayıp. Çok büyük ziyan.
  • hüsran : Ümit edilenin elde edilememesinden duyulan elem. Mahrumiyet acısı. * Zarar, ziyan, kayıp.
  • husrev : f. Hükümdar, şah.
  • hüsrev : (Bak: Husrev)
  • huşrüba : f. Akıl kapan, aklı baştan alan.
  • huşrübude : f. Aklı kapılmış, aklı başından gitmiş.
  • huss : Za'feran. * Hurma yaprağı. * Eğrelti otu. ◊ Karışmadık, sâfi olan. * Ayrı bir kavim. ◊ (C.: Husas) Kamıştan yapılmış ev.
  • huşş : '(C.: Huşuş) Hâcet mevzii; helâ, tuvâlet. * Necâset mahreci.'
  • huşşa' : (Haşi') Huşu içinde olanlar. Gözleri korku ve saygı ile düşkün bir hâlde olanlar. ◊ Kulak ardındaki yumruca kemik.
  • hussad : Hased edenler. Kıskananlar.
  • huşşaf : Yarasa kuşu.
  • husser : Cübbesi ve zırhı olmayanlar. Çıplak kimseler.
  • huşu' : Alçak gönüllülük. Hayâ etmek ve mütevazi olmak. Korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir hâl. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük. Sükun ve tezellül.
  • husuf : Ay tutulması. Perdelenmek. Dünya gölgesinin ay üzerine gelmesi. * Bir şeyin nuru ve ışığı gitmesi.
  • huşuf : (C.: Huşef) Seri, eli çabuk, hızlı. * Geceleyin yola giden deve.
  • husul : Peydâ olma. Hasıl olma. Meydana gelmek. Üremek, türemek.
  • husul-yâfte : f. Husule gelmiş, meydana çıkmış, hâsıl olmuş.
  • husum : (Hasim. C.) Uğursuzluk. * İdman. Birbiri ardınca devam üzere olmak. * Bir şeyi kökünden kesip dağlayanlar. * Fırtına. ◊ (Hasım. C.) Hasımlar, düşmanlar.
  • husumet : Düşmanlık. Hasımlık. Kincilik. Zıddiyet. Çekişmek. Dâvacı olmak.
  • husun : (Hısn. C.) Kaleler. Korunacak sağlam yerler.
  • huşunet : Kabalık, sertlik, inatçılık.
  • husur : Yorulmak. * İncinmek.
  • husure : Yoğunluk, kalınlık. Sütün yoğurt olması.
  • husus : İş. Mevzu. Yol. Usul. Keyfiyet. Madde. Şey. Bir şeyin sairlerinden ayrıldığını ve temyizini bildiren cihet ve keyfiyet.
  • hususa : Ayrıca, hususen, başkaca.
  • hususat : (Husus. C.) Hususlar, bakımlar, işler. Tarzlar, şekiller. Mes'eleler. Maddeler.
  • hususen : Bilhassa. Ayrıca. Başkaca. Buna mahsus olarak.
  • hususî : Bir şeye aid olan. Herkese âid olmayan.
  • hususiyat : Hususi olan şeyler. Hususiyyetler.
  • hususiyet : Ahbaplık, tanışıklık, yakınlık. * Hususilik.
  • husve : Kap içinde bir içim su. ◊ Topraklı yer. ◊ Haya, husye.
  • huşyar : (Bak: Hüşyar)
  • hüşyar : Uyanık, akıllı, zeki. Ayık. Uslu.
  • hüşyarane : f. Akıllıcasına.
  • hüşyarî : f. Hüşyarlık, akıllılık.
  • husye : Erkeklik bezi. Haya. Erkeğin yumurtalığı.
  • husyetan : f. Hayalar, çift haya. Erkeklik bezlerinin her ikisi.
  • hut : Balık. Büyük balık. * Şubat ayı içinde güneşin girdiği ve semanın cenub yarısındaki burcun ismi.
  • hutab : (Hutbe. C.) Hutbeler.HUTAE : (C.: Hatâit) Kısa boylu kimse.
  • hutaf : (C.: Hatâtif) Demir çengel. * Makaranın iki tarafında olan eğri demir.
  • hütaf : Çağırma, seslenme.
  • hutâm : Kuru cisim kırıntısı. * Yumurta kabuğu. * Çerçöp.
  • hutame : Cehennemin beşinci tabakası. İnatçı münkirlerin yeri olup, Gayya Kuyusunun bulunduğu kısım. ◊ Sofrada kalan yemek artığı.
  • hütame : Kesinti, kırpıntı. Parça.
  • hutat : Dökülmüş ve saçılmış olan şey.
  • hutbe : İlâhi emir ve nehiyleri cemaate beyan ve ihtar etmek.
  • hutbehan : f. Hutbe okuyan, hatib.
  • hutebâ : Hutbe okuyanlar. Hatibler.
  • hutebâ-i umumî : f. Herkese hitâbeden, umuma ders verenler.
  • hütke : Perde yırtılıp rezil olmak.
  • hutm : Her kuşun gagasına, her davarın burnunun ucuna ve ağızının önüne derler.
  • hütr : Ahmaklık, hamâkat, budalalık.
  • hutre : Bina için verilen yemek. * Tatmak.
  • hutruş : Kısa.
  • hutt : Emir. * Kıssa.
  • hutta : Darp, vurmak. * Zor iş. * Başın önünde olan saç örgüsü. ◊ Haslet, huy.
  • huttaf : (C.: Hatâtîf) Kırlangıç kuşu.
  • hüttak : (Hâtik. C.) Bozanlar. * Yırtanlar.
  • hutu' : Gitmek.
  • hütu' : Boyun uzatmak. * Çok nazar etmek, çok bakmak.
  • hutub : Zorluk, güçlük. * (Hatb. C.) İşler, maslahatlar. Mes'eleler. ◊ Erkek çekirge.
  • hutuf : (Hatf. C.) Ölümler, vefatlar.
  • hütul : Sürekli yağmur yağma.
  • hutun : (Hutunet) Evlenme, tezevvüc, teehhül. * Damatlık, damat olma.
  • hütun : Sürekli yağmur yağma.
  • hutur : Akla gelmek. Hatırlamak.
  • hutur etmek : Hatıra gelmek.
  • hutut : (Hatt. C.) Yazılar. Çizgiler * Yollar.
  • hutuvat : (Hutvât-Hutevat) (Hutve. C.) Adımlar. İzler. Yollar. Eserler. * Şeytanın aldatmaları.
  • hutve : Adım atıldığı zaman iki ayak arasındaki mesafe. * İz. (Bak: Hatve)
  • huule : Dayılık.
  • hüv' : Kusmak.
  • huva : Tembel olmak.
  • huvaka : Süprüntü.
  • hüval : Kundura kalıbının yukarı kısmını genişletmek için kullanılan takoz.
  • hüvam : Hayranlık hâli.
  • huvar : (C.: Ahvire-Hırân-Hurân) Anasından ayrılmayan deve yavrusu. (Anasından ayrılsa 'fasil' derler.) ◊ Bağırış, çığlık, sayha, avaz.
  • huvase : (C.: Huvâsât) Karışık cemaat.
  • hüve : Arabçada: O (mânasına işâret zamiri)
  • hüve ahsen : O daha güzeldir, en güzeldir.
  • hüve hakk(un) : O da haktır. O da bir haktır. (Bak: Ehakk)
  • hüve hasen(ün) : O bir güzeldir, hasendir.
  • hüve hüvesine : (Türkçe bir tabirdir) Noktası noktasına, hiç değişiklik yapmadan, aynen.
  • huvela' : Çocuk anasından doğduğunda beraber çıkan ince nâzik deri. (Onda yeşil ve kızıl hatlar olur.)
  • hüveyda : f. Aşikâr. Zâhir. Belli. Apaçık.
  • huveyn : Hayvancık. Çok küçük canlı.
  • hüveyna : Kolaylık, sühulet.
  • huveynat : Çok küçük hayvancıklar. Mikroplar.
  • huveysal : (C.: Huveysalat) Tıb: Ciltte peyda olan bir takım kabarcık.
  • huveyza : İshal, iç sürgünü.
  • hüvf : Soğuk rüzgâr.
  • hüviyyet : Asıl. Mâhiyyet. Birisinin kimliği, kim olduğu, kökü, esası ve ne olduğu. * Cenab-ı Hakkın varlık sıfatı. * Hamiyyet ve istikametten, ulüvv-ü cenâbdan ibâret olan sıfât-ı hamide.
  • huvta : Arpa, buğday gibi hububat için yapılan avlu veya anbar.
  • huvvan : (Hâin. C.) Hıyanet edenler, hâinler.
  • huvvara : Ağartılmış yemek.
  • huvve : Karalık. Siyahlık.
  • hüvve : (C.: Hevvât) Derinliği genişliğinden çok olan çukur yer.
  • huy : f. Mizac, tabiat, ahlâk, âdet. * Ter. ◊ Boş ve hâli olmak.
  • hüyam : Azgınlık.
  • huyela' : Kibir, ucub.
  • huygerde : f. Terlemiş. * Adet edinmiş, huy hâline getirmiş, alışmış.
  • hüyu' : Korkaklık.
  • huyul : (Hayl. C.) Atlı alaylar. * Atlar. * Kötülerin meydana getirdiği kalabalık.
  • huyut : (Hayt. C.) İpler. İplikler. Lifler. Teller.
  • hüyyam : (Hâim. C.) Sevgiden dolayı şaşırmış olanlar.
  • huz : Tuz ağacı dedikleri nesnedir ve denize yakın yerlerde posası denize düşüp rüzgârla dalga döve döve kehribar olur. ◊ Al. (Ahz: Almak mastarından) Al emri.
  • huz' : Alçaklık yapmak.
  • huza'bîl : (C.: Huz'a) Batıl şeyler. Halkı güldürecek boş şeyler, nesneler.
  • huzafe : Sahtiyan kırpıntısı. * Bez kırpıntıları.
  • huzahiz : Suyu ve ağacı çok olan yer. * Şişman kimse.
  • hüzahiz : Bağırgan deve. * Keskin kılıç. * Çok su. * Fitne.
  • huzaka : Kıymetsiz ve rağbetsiz olan şey.
  • huzakiyy : Lisanı fasih, konuşması açık olan kimse. * Eşek sıpası.
  • hüzal : Zayıflık, bitkinlik.
  • huzale : Saman ufağı.
  • huzamî : Lavanta çiçeği.
  • huzane : Kendileri sebebinden gam ve tasa çekilen çoluk çocuk.
  • huze : Miğfer.
  • huzem : (Huzme. C.) Demetler, desteler, huzmeler.
  • huzene : Kulak.
  • hüzhüz : Hafif ve zarif kimse.
  • hüzî : Kedi yavrusu.
  • hüzlul : (C.: Hezâlil) Küçük dağ veya tepe. * Hafif adam.
  • huzme : Demet. Deste. Bir kucak şey. * Fiz: Bir ışık kaynağından çıkan sütun halindeki şua.
  • hüzn : (Hüzün) Gamlı olmak. Keder Sıkıntı.
  • hüzn-alud : f. Kederli. Hüzünlü. Gamlı.
  • hüzn-amiz : f. Gam, keder ve hüzünle karışık.
  • hüzn-aver : f. Keder veren. Gam veren. Hüzün verici.
  • hüzn-efza : f. Keder ve hüzün arttıran.
  • hüzn-engiz : f. Hüzün veren. Keder verici.
  • huzne : (C.: Huzen) Sağlam ve sert olan.
  • huzre : Arka zahmeti.
  • huzret : Yeşillik. Ter ü tazelik.
  • huzruf : (C.: Hazârif) Fırıldak. * Değirmen çarkının birisi. * Pervâne.
  • huzu' : Mahviyet ve tevazu hali, alçak gönüllü olmak. Allah'ın azametini, celal ve cemalini, büyüklüğünü tahattur ve tefekkürden hâsıl olan, insandaki huzur ve huşu' hâli.
  • huzub(e) : Semiz olmak, besili olmak.
  • huzuk : Adımları birbirine yakın olan kısa boylu kimse.
  • huzuka : Ekşilik.
  • hüzul : Arıklık, bitkinlik, zayıflık.
  • huzunet : (C.: Huzen) Sağlamlık. Kabalık, sertlik.
  • huzur : Hazır olmak. Mevcud bulunmak. * Hürmet edilmesi lâzım gelen kimsenin yanında olmak. * İbadet neticesi hâsıl olan rahatlık, gönül ferahlığı.
  • huzur ü hab : Rahat ve uyku.
  • huzur ü sükun : Rahatlık ve eminlik.
  • huzur-aver : f. Huzur ve rahatlık verici, sükunet veren.
  • hüzüv : Maskaralık.
  • huzuz : (Hazz. C.) Memnuniyetler. Hazlar. Zevkler. Hoşlanmalar. ◊ (C.: Hızzân) Erkek tavşan. ◊ Acı bir devânın adı.
  • huzuzât : (Huzuz. C.) İnsanın hoşuna giden şeyler.
  • huzva : Bir yere toplanıp tepe gibi olan kum yığını.
  • huzvane : Büyüklenmek, kibirlenmek.
  • huzve : Parça.
  • huzya : Ganimet malından vermek.
  • huzye : (C.: Huzâyât) Küçük ok.
  • huzzâk : (Hâzık. C.) İşinin ehli olanlar, ustalar, mütehassıslar. Hazâkatli kimseler.
  • hüzzam : Müzikte bir makam ismidir.
  • huzzân : (Hâzin. C.) Hazine muhafızları, hazinedarlar.
  • huzzâr : (Hâzır. C.) Hazır olanlar, hazır bulunanlar, huzurda ve gözönünde olanlar.
  • hüzzet : Boyun.
  • hüzzü' (hüzâe) : Maskaralığa almak.
  • 
    Derneğimiz
    Mekke Canlı Yayın
    Medine Canlı Yayın
    Eserlerimiz
    İlahiler
    Sure ve Namaz
    Namaz Kılmayı Öğreniyorum
    Tecvid Dersleri
    SON EKLENENLER
    GÜNÜN AYETİ
    Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.
    (KAF - 16 )
    ÖZLÜ SÖZLER
    • Ezeli ervahta nur-u Muhammedi ile beraber olmaya halvetilik denir.
    • Adem "ben hata yaptım beni bağışla " dedi, İblis ise" beni sen azdırdın" dedi ya sen!... sen ne diyorsun?
    • Edep, söz dinlemek ve gönle sahip olmaktır.
    • Güzelliğin zekatı iffet ve edeptir. (Hz. Ali)
    • Zeynel Abidin oğlu Muhammed Bakır'a "Ey oğul, fasıklarla cimrilerle yalancılarla sıla-i rahimi terk edenlerle arkadaşlık etme." diye buyurmuştur.
    • Kemalatın bir ölçüsü de halden şikayet etmemektir.
    • En güzel keramet gönlü masivadan arındırmaktır.
    • Alem-i Berzah insanın kendisidir.
    • Zahir ve batının karşılığı aşk-ı sübhandır.
    • Mutaşabih ayetler ledünidir.
    NAMAZ VAKİTLERİ