04 Aralık 2024
3 Cemaziye'l-Ahir 1446
halveti
MENÜ
SOHBETLER HAZRET-İ MUHAMMED'IN
(S.A.V) HAYATI
SEVGİLİ PEYGAMBERİM KUR'AN-I KERİM İLMİHAL İSLAM VE TOPLUM 40 HADİS HADİS-İ ŞERİFLER OSMANLICA SÖZLÜK RÜYA TABİRLERİ BEBEK İSİMLERİ ABDÜLKADİR BİLGİLİ
(SEBATİ) DİVANI
NİYAZİ MISRİ DİVANI HİKMETLİ SÖZLER KUR'AN-I KERİM ÖĞRENİYORUM KUR'AN-I KERİM (SESLİ ve YAZILI) SESLİ ARŞİV İLAHİLER KVKK ve GİZLİLİK POLİTİKASI
İSLAM ve TASAVVUF
TASAVVUFUN TARİFLERİ TASAVVUFUN DOĞUŞU TASAVVUFUN ANADOLU'YA GİRİŞİ HALVETİLİĞİN TARİHİ HALVETİLİĞİN TARİHİ GELİŞİMİ HALVETİLİĞİN TÜRK TOPLUMUNDAKİ YERİ HALVETİYYE SİLSİLESİ PİRLERİMİZİN HAYATLARI MEHMET ALİ İŞTİP (VAHDETİ) ABDÜLKADİR BİLGİLİ (SEBATİ) İBRAHİM GÜLMEZ(KANÂATÎ)
EHLİ - BEYT
EHL-İ BEYT KİMDİR? EHL-İ BEYTİ SEVMEK
RESÛLULLAH'I SEVMEKTİR
EHL-İ BEYT EMANETİ RESÛLULLAH'TIR EHL-İ BEYTİN HALİ NUH'UN GEMİSİ GİBİDİR EHL-İ BEYT OLMAK HEM NESEBİ HEMDE MEZHEBİDİR
ONİKİ İMAMLAR
HZ. İMAM ALİ K.A.V RA HZ. İMAM HASAN-I (MÜCTEBA) HZ. İMAM HÜSEYİN-İ (KERBELA) HZ. İMAM ZEYNEL ABİDİN HZ. İMAM MUHAMMED BAKIR HZ. İMAM CAFER-İ SADIK HZ. İMAM MUSA-İ KAZIM HZ. İMAM ALİYYUL RIZA HZ. İMAM MUHAMMED CEVAD (TAKİ) HZ. İMAM ALİ HADİ (NAKİ) HZ. İMAM HASAN’UL ASKERİ HZ. İMAM MUHAMMED MEHDİ






OSMANLICA SÖZLÜK


A B C D E F G H I J K L M N O P R S T U V Y Z

  • gabane : Kişinin fikir ve tedbirinin zayıf ve eksik olması.
  • gabari : Fr. Kara nakil vasıtalarındaki yükün yükseklik ölçüsü.
  • gabavet : Ahmaklık, anlayışsızlık, bönlük, kalın kafalılık. (Fıtnetin zıddı)
  • gabb : Sıtmanın gün aşırı tutması.
  • gabe : Sık ormanlar, balta girmemiş koru ormanı.
  • gaben : Rey ve tedbirin zayıf ve eksik olması.
  • gaber : Büyük meşakkat.
  • gabere : Ağaçlık yer. * Bir şey üzerine çökmüş toz.
  • gabes : Karanlık gece. * Biraz bulanık renkte olan beyazlık.
  • gabeş : (C.: Agbâş) Gecenin sonu.
  • gabgab : (C.: Gebâgıb) Çifte gerdan çene altı. Şakak.
  • gabî : Ahmaklık eden, budalalık eden. ◊ Anlayışsız, ahmak, bön.
  • gabîbe : Sabah sağılan koyun sütünün üzerine akşam yine sağıp, ertesi güne bekletilip ekşiyen süt.
  • gabin : Aldatıcı, hilekâr, alışverişte hile eden.
  • gabir : İstikbal. * Gr: Gelecek zaman. * Kalan.
  • gabîse : Keş ile karıştırılmış yağ.
  • gabît : (C: Gubut) Çukur yer. * Bir dere ismi. * Üstüne mıhfe bağlanan çok kuvvetli hayvan.
  • gabiyy : Zekâsı az olan. Geri zekâlı.
  • gabn : Alışverişte hile ile çok kazanmak. Haram olan alışveriş. ◊ Aldatmak. Hud'a. * Noksan etmek, noksanlaştırmak.
  • gabr : Bâki olmak, ebedi olmak. * Memede kalan süt bakiyyesi.
  • gabra : Yeryüzü, toprak, arz. * Nebat envâından bir nev'i. * Kuraklık, kıtlık. * Çok tuzlu. * Toprak rengi.
  • gabs : Karıştırmak.
  • gabt : Koyun semiz mi diye el ile yoklamak.
  • gabta : (Bak: Gıbta)
  • gabye : Büyük taneli olan şiddetli yağan yağmur.
  • gad : (Gadâ, gaden) Yarın, ertesi. ◊ Gelen, gelici.
  • gada : (Gazâ) (Gadat. C.) Dağ armudu ağaçları. Dikenli ağaçlar. * Ateşi uzun müddet devam eden seksek ağacı. ◊ Öğle yemeği. (Bak: Gıda)
  • gadab : (Bak: Gazab)
  • gadair : (Gadire. C.) Saç örgüleri.
  • gadak : Çok fazla, bol, kesir.
  • gadarîf : (Gudruf. C.) Kıkırdak kemikleri, kıkırdaklar.
  • gadat : Sabahın erken zamanı. Sabah vakti.
  • gaddar : Kahredici, öldürücü. Ahdine vefâ etmeyip hıyânet eden. Hâin, zâlim, çok zulmeden.
  • gaddarane : f. Acımadan, merhametsizcesine, zulmedercesine.
  • gaddare : Arapların cenbiyesine benzer pala nev'inden bir silâh.
  • gade : Bedeni yumuşak olan kadın.
  • gaden : Yarın, yarınki gün.
  • gadir : (A, uzun okunur) Gadreden, fenalık eden, zulmeden, hıyanet eden.
  • gadîr : Durgun su, gölcük, sel suyu birikintisi.
  • gadîre : (C: Gadâir) Saç örgüsü. * Çulha çukuru.
  • gadirî : (Gadiriyye) Gölde yaşayan hayvan veya bitki.
  • gadiyye : (C.: Gadiyyât) Tan ağarmasıyla güneş doğması arası, sabahın erken saatleri.
  • gadn : Sarkık ve sülpük olmak.
  • gadr : Hâinlik, vefâsızlık, merhametsizlik. Muâmelede aldatmak.
  • gadrdîde : f. Gadir görmüş, kendisine haksızlık edilmiş olan.
  • gadve : Sabahtan öğle vaktine kadar yürümek.
  • gaf : Fr. Beceriksizce ve yersiz söz yahut davranış. ◊ Ağaç cinslerinden bir nevi.
  • gafa : Her şeyin kemi ve yaramazı. * Toza benzer bir âfet. (Hurma koruğunun üstüne gelip olgunluktan men'eder ve lezzetini bozar.)
  • gafak : Yağmurun yavaş yavaş yağması.GAFER (Gufâr)Ğ : Kadının baldırında, alnında veya başka yerinde olan kıl.
  • gaffar : (Gufran. dan) Günahları örten, günahları bağışlayıcı. Mağfireti çok. * Kullarının günahlarını afveden.
  • gafî : Her şeyin kemi, yaramazı, kötüsü.
  • gafil : Dikkatsiz, iyi düşünmeyen, uyanık olmayan. Haberi olmayan, ihtiyatsız, başına geleceği önceden düşünmeyen. Allah'ı unutan. Kendi gayr-ı meşru zevkine dalan. (Günde bir taşı binâ-yı More…
  • gafilâne : f. Körü körüne, ihtiyatsızca, dalgınlıkla. Gafilcesine.
  • gafilen : Habersizce, gafil olarak.
  • gafir : Mağfiret eden, kusurları örten, afveden Allah (C.C.)
  • gafîr : Çok fazla, sayısız, kalabalık. * Örten, etrafını çeviren. * Umumi. * Boyun, boğaz ve kafada olan tüyler.
  • gafir-üz zenb : f. Günahları örtüp afveden, suçları bağışlayan Cenab-ı Hak (C.C.)
  • gafis : Kara ağaç.
  • gafk : Hücum etmek, vurmak. * Birbiri ardınca cima etmek.
  • gaflet : Dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık. En mühim vazifeyi düşünmeyip, Cenab-ı Hakk'a itaat gibi işleri bilmeyip, başka kıymetsiz şeylerle uğraşmak. Nefsine ve hevesâtına tâbi olarak More…
  • gafleten : Dalgınlıkla, gaflet eseri olarak.
  • gafr : Örtmek, setr etmek. * Menazil-i kamerden üç küçük yıldız.
  • gaful (gafle) : Aldanmak. * Terk etmek. * Belirsiz ve idraksiz olmak.
  • gafur : (Gaffar ile aynı mânadadır.) Çok mağfiret ve merhamet eden, suçları en çok afveden.
  • gafve : Azıcık uyumak.
  • gâh : (Geh) f. Yer. (Yer ve zaman bildiren 'ek' dir.)
  • gâh bâ-gâh : f. Zaman zaman.
  • gâh bâşed gâh nebâşed : Bazı olur, bazı da olmaz.
  • gaheb : Gaflet.
  • gâhî : (Gehî) Arasıra, zaman zaman.
  • gahvare : f. Beşik.
  • gaib : Göz önünde bulunmayan, hazırda olmayan. Kaybolmuş olan. Görünmeyen âlem. * Gr: Üçüncü şahıs, hazırda olmayan kimse.
  • gaibâne : f. Hazırda görünmeksizin, yüzyüze olmadan. Gizliden.
  • gaile : Dert, sıkıntı, baş belâsı. Tasa, zor iş. * Düşünce.
  • gair : Gayret. * İnsan topluluğu.
  • gait : Necaset, neces, insan pisliği. * Çukur yer. Düz ve geniş yer.
  • gaiyye : Bir şeyin sebeb ve neticesini ileri süren felsefe mesleği. * Maksad ve gayeye âit. Son ile alâkalı. Gaye, maksad ve neticeye mensup ve müteallik. (Fr.: Finalizm)
  • gaiz : Kızgın, öfkeli, gayzlı.
  • gaiza : Yere batan sular, eksilen su. * Bir malın değerinin eksilmesi, azalması.
  • gak : Karga sesi.
  • gakfeka : Doğan sesi.
  • gal : (C: Gılâl) Ağaçlı çukur yer. * Muz ağacı. * Selem ağacının bittiği yer. * Bir ot cinsi. ◊ (Gâle) f. Uzak, baid, ırak.
  • gala : Yüksek kıymet, pahalılık. * Bir şeyin haddini aşması.
  • gala (galeyân) : Kaynamak.
  • galak : (C: Ağlak) Kapı kilidi.
  • galaka : Deri dibâgat ağacı.
  • galal : (Gılâl) (Galle. C.) Zahireler. Mahsuller. * Akarât kiraları.
  • galan : Çok susayan, çok susamış olan.
  • galat : Hata. Yanlış. * Kaideye uymaz söz.
  • galat-gû : f. Yalan yanlış söyleyen.
  • galat-nüvis : f. Yalan yanlış yazan, yanlış tesbit eden.
  • galatat : Galatlar, hatalar, yanlışlar.
  • galba : Ağaçları gür ve sık olan koruluk, bahçe. * Pek yüksek ve büyük tepe.
  • galc : Azgınlık. * Su içtikten sonra dil ile yalanmak. * Atın yelmeyip bir tarzda yürümesi.
  • galeb : (Galb) Üstünlük. Yeğinlik.
  • galebe : Üstün gelmek. Yenmek. Bozmak. Çokluk. * Bastırmak. * Yeğin olmak.
  • galebe çalmak : Galib olmak, üstün gelmek.
  • galel : (C.: Eğlâl) Koruluktan akan su. * Susuzluk.
  • galeri : Fr. San'at eserinin sergilendiği salon veya koridor. * Tiyatroda seyircilere ait balkon. * Üstü örtülü uzun yer. * Yer altında açılmış uzun, dar yol.
  • gales : Gecenin sonunda olan karanlık.
  • galet : Hesapta yanılmak.
  • galeyan : Kaynayış. Çoşup taşmak. Yerinde duramamak. * Tuğyan ve azgınlık.
  • galfak : Geniş, vâsi. * Yumuşak. * Su içinde yetişen yassı yapraklı bir ot. * Kurbağa yosunu.
  • galgale : Sür'atle gitmek. * Gecenin gitmesi. * Haber vermek.
  • galî : Pahalı. Kıymetli. Ağır. * Haddini tecâvüz eden, haddini aşan.
  • galib : Üstün. Yenen. Mağlub eden. Ekser.
  • galiba : Tahminen. Çok zaman. Her halde. Galiben, ekseriyetle.
  • galibane : f. Muzaffer ve galib olana yakışacak şekil ve surette.
  • galiben : Ekseriya. Çok zaman. Üstün olarak. Tahmin olduğu üzere.
  • galibiyyet : Üstünlük. Yenmek. Mağlub etmek.
  • galif : Gön ve deri dibâgat etmekte kullanılan bir ot.
  • galil : (C: Gılâl) Güneşin harareti. * Susuzluk harareti. * Kin, hased. * Devenin yulafına karıştırıp yedirdikleri hurma çekirdeği.
  • galis : Arpa ve buğday karışımından yapılan ekmek.
  • galîs (gals) : Kenger otu.
  • galiye : Galeyan eden. * Değerinden çok pahalı. * Misk ve amberden yapılmış meşhur koku. * Hoş kokulu kıymetli madde.
  • galiye-bâr : f. Güzel kokulu şey saçan.
  • galiye-dân : f. Güzel kokulu şeylerin muhafaza edildiği kap, mahfaza.
  • galiye-gun : f. Güzel siyah renkli.
  • galiyun : Çoban mayası.
  • galîz(e) : Çirkin. * Terbiye dışı. * Yoğun. Kaba. * Kokmuş madde.
  • galk : Kapıyı kapamak, kapıyı kilitlemek.
  • gall : Girmek, sokmak, akmak. * Boynunu, elini zincir ile bağlamak. * Hâinlik yapmak. Hıyanet etmek. * Ganimet malından hırsızlık etmek.
  • gallat : (Galle. C.) Mahsuller, zahireler. * El emekleri, çalışmanın semereleri. * Ev kirası gelirleri.
  • galle : Mahsul geliri. Ekin, irat, gelir. * Akarât kirası. * Hammaliye kirası. * Susamak.
  • galle-dan : f. Tahıl anbarı, zahire deposu.
  • galle-füruş : f. Zahireci, zahire ve hububat satan.
  • gals : Karıştırmak. * Lâzım olmak. * Cür'et etmek.
  • galsame : Solungaç. Suda yaşıyan hayvanların nefes alma organları. * Gırtlak ağzı, hançere. * Boğaz deliğinin başlangıcı.
  • galtan : f. Yuvarlanan, tekerlenen.
  • galtîde : f. Tekerlenmiş, yuvarlanmış.
  • galuta : (C: Gulutât) Kişiyi zora düşüren meseleler.
  • galva' : Yiğitliğin başlangıcı. * Gençlik sür'ati.
  • galve : (C: Galevât) Bir okatımı miktarı yer.
  • galyot : Baş ve arka tarafları birbirinin aynı olan eski cins bir gemi.
  • gam : f. Köy, karye. * Hatve, adım. * Ayak, kadem. ◊ (Bak: Gamm)
  • gama : Örtmek, setretmek.
  • gama' (gimâ) : Ev örtüsü, çatı.
  • gamaim : (Gımâme. C.) Hayvanların, yem yemelerini veya ısırmalarını önlemek gayesiyle ağızlarına takılan torba gibi şeyler.
  • gamak : Rutubet, ıslaklık. Rutubetli hava.
  • gamam(e) : Bulut. Beyaz bulut. * Örtmek.
  • gamare : Bönlük, ahmaklık, bilmezlik.
  • gamas : Göz pınarından akan irin ve çapak.
  • gamaza (gumuza) : Çukur, çukurluk. * Sözün anlaşılmasını zorlaştırmak.
  • gamc : Suyu sora sora içmek. * Deve yavrusunun anasının karnı ve ayaklarının altına gelmesi.
  • gamce (gumce) : Kabın dibinde kalan su.
  • gamd : Zarf, mahfaza. Kın.
  • gamem : Saçın, alnı ve başı örtmesi.
  • gamet : Cinsiyet hücresi.
  • gamez : Malın ve davarın kemi ve küçüğü.
  • gamgama : Haykırma. Muharebe edenlerin bağırtısı. * Kalb dinlendiğinde işitilen ses. * Sözü, belirsiz söylemek. * Kalbin bulunduğu yer.
  • gamic : Huy ve tabiatı doğru ve istikametli olmayan.
  • gamide : Yemen'de bir kabilenin adı.
  • gamîl : Tüyü gitmiş yumuşak deri.
  • gamîm : Yoğurt yapmak için kaynatılan süt. * Yoğurt.
  • gamîn : f. Tasalı, hüzünlü, kederli, gamlı. ◊ Yumuşak.
  • gamir : Ekilmemiş, terkedilmiş ıssız yer. * Faydalanılmamış şey. * Mamur olmayan harap yer. ◊ Kurumamış yeşil ot.
  • gamîs : Üstü kuru, altı yaş olan ot. * Ağaç ve otların arasında olan küçük su arkları.
  • gamiz : Anlaşılmaz, anlaşılması güç. * Kapalı ve karışık söz. * Çukur yer. * Zayıf kişi.
  • gamiza : Kolay anlaşılmayan ince mes'ele. Derin. * Mâruf ve mütebeyyin olmayan hesab.
  • gamîze : Akıl zayıflığı, ahmaklık, geri zekâlılık.
  • gaml : Tüyünü yolmak için deriyi dürüp gömmek.
  • gamm : Keder, tasa, dert, elem, kaygı.
  • gamm-abad : f. Keder ve hüznü bol. Gamlı.
  • gamm-alud : f. Kederli, gamlı, hüzünlü, kaygı veren.
  • gamm-feza : f. Kederi artıran, hüznü çoğaltan.
  • gamm-gîn : f. Kederli, hüzünlü, gamlı.
  • gamm-güsar : f. Teselli veren, gam ve kederi defeden dert ortağı. Arkadaş.
  • gamm-güsâr : f. Teselli veren, hüzün ve kederi defeden.
  • gamm-hane : f. Hüzün ve tasa yeri. * Mc: Dünya.
  • gamm-har : f. Kederlenen, hüzünlenen, tasalanan.
  • gamm-nisar : f. Hüzün veren, kederli eden.
  • gamm-penah : f. Tasalı yer, kederli yer. Kederin, tasanın sığındığı yer.
  • gamm-perver : f. Keder veren, hüzünlendiren, gam artıran.
  • gamm-zede : f. Kederli, hüzünlü, gamlı, tasalı.
  • gammaz : Birisine iftira ederek zarar veren. Münafık, fitneci. * Adamın ayıplarını arayıp gizli şikâyet eden. * Tersane kethüdalarına mahsus altı çifte kayık.
  • gammazane : f. Fitnecilikle, gammazlıkla, koğuculukla.
  • gammaziyyet : Koğuculuk, fitnecilik, gammazlık.
  • gamn : Yumuşaklık.
  • gamr : Derinlik, suyun derinliği. Çok su, büyük deniz. * Uzun, geniş libas. * Cehalet, gaflet. * Şiddet.
  • gamre : (C.: Gamerât) Tecrübesizlik, görgüsüzlük, anlayışsızlık. * İzdiham, kalabalık. * Fenalığa dalmak. * Şiddet. * Zahmet.
  • gams : Suyu şiddetli içmek. * Bir şeyi hakir görmek, birisine iftira etmek. * Nimete şükretmemek. * Göz yummak. ◊ Yıldız kayması. * Suya dalmak.
  • gamt : Minnetsiz ve şükürsüz olmak. * Horlamak, hakir görmek. ◊ Çok yemekten dolayı midenin şişmesi. * Ağırlık olmak.
  • gamtaş : Gözü zayıf gören.
  • gamus : Şiddetli emir. * Süngü ile vurup, ucunu diğer taraftan çıkarmak. * Karnındaki yavrusu belli olmayan deve. ◊ f. Manda, kömüş.
  • gamuz : İtham olunan, töhmet altında bırakılan. * İçinden kan giden dişi deve.
  • gamz : (C.: Gamuz) Göz yummak, gizli olmak, yumuşak muamele etmek. * Kolay görerek ihmal etmek. * Çukur yer. ◊ Kaş ve gözle işaret, göz kırpmak. * Çene veya yanak çukurluğu.
  • gamze : Süzgün bakış.
  • gamze-figen : f. Gamze saçan, süzgün süzgün bakan.
  • gân : f. Cemi' yapmak için, sonu 'e' sesi ile biten kelimenin sonuna gelir bir 'ek' tir. Meselâ: Bendegân $ : f. Hizmetçiler, bendeler.
  • gana : Kifayet, kâfi gelme. * Menfaat, fayda.
  • ganaim : (Ganimet. C.) Harpte ele geçen mallar. Ganimetler.
  • ganbot : Yapısı küçük olmakla beraber, nisbeten ağır toplarla mücehhez harp gemisi.
  • gâne : f. Bazı sayıların sonlarına eklenerek 'lik' halinde sıfatlar yapılır. (Meselâ: Cihâr-gâne: f. Dörtlük.)
  • ganec : Koca. * şeyh.
  • ganem : Koyun.
  • ganes : Su içtikten sonra teneffüs etmek.
  • gang : ing. Haydut çetesi.
  • ganî : Zengin, kimseye muhtaç olmayan, elindekinden fazla istemiyen. Varlıklı, bol.
  • ganim : Ganimet alan.
  • ganimen : Ganimet almış olarak.
  • ganimet : Harpte düşmandan alınan mal. * Çalışmaksızın ele geçen nimet.
  • ganimîn : Harbe bizzat iştirak edip, ganimet almağa hak kazanan muzaffer mücahidler.
  • ganiye : Çok hoş, çok lâtif. * Kadın şarkıcı. * Zengin kadın veya kız.
  • ganm : Kabile ismi.
  • gannac : (Gunc. dan) Çok işveli, çok nâzik.
  • ganyan : Fr. At yarışında birinci gelen.
  • gar : Mağara. İn. Kehf. * Defne ağacı. * Gayret. * Fesad. * Tren istasyonu. * Tıb: Beden âzalarında olan cep gibi çukur yer. ◊ (Ger) f. Kelimeye eklemekle nisbet veya fâillik mânası More…
  • garabet : Yabancılık. Gariblik. * Tuhaflık. * Âcizlik, beceriksizlik. * Gizli olmak. Hilaf-ı âdet olmak. * Iraklık. * Edb: Ne demek olduğu herkesçe anlaşılmayacak kelime ve tabirlerin söz arasında More…
  • garabet-cu : f. Tuhaf şeylere meraklı olan, garip şeyler arayan.
  • garabet-nüma : f. Yabancılık çeken. Garip, tuhaf.
  • garabîb : Katı, siyah şey. * Koyu renkli.
  • garabil : (Gırbâl. C.) Delikleri iri olan elekler, kalburlar.
  • garabin : (Gırbân. C.) Kargalar.
  • garaib : (Garib. C.) Acaib şeyler. Hayret edilecek şeyler. Tuhaflıklar.
  • garaibat : (Garâib. C.) Garib ve şaşılacak şeyler. Alışılmadık, tuhaf ve acaib nesneler.
  • garaibperest : f. Garib, tuhaf şeylere çok düşkün olan ve çok seven.
  • garak : Suya batmak.
  • garam : Helâk. Mahv. * Aşk. Sevdâ. şiddetli arzu. * Hedef.
  • garamet : (C.: Garâmât) Diyet ve borç gibi şeyleri ödeme. Resim, vergi.
  • garameten : Herkese eşit olarak, taksim ederek, paylaştırarak, hakkına göre.
  • garan : Tavşancıl kuşunun erkeği. * Açlık. * Zayıflık.
  • garare : (C: Garâyir) Büyük kıl çuval, harar. * Gafil olmak.
  • garat : (Gâret. C.) Yağmalar. Çapulculuklar.
  • garayir : (Garâre. C.) Büyük kıl çuvallar, hararlar.
  • garaz : (C: Ağraz) Maksat, niyet, gaye, kasıt. Kötü niyet. Kin. * Ok atılan nişan. * Izdırab. Acı. * Zelillik.
  • garaz-alud : f. Garezi, hususi bir maksadı olan.
  • garaz-kâr : f. Düşmanlıkla, eden, hased eden, kin güden.
  • garazen : Düşmanlıkla, garez ederek.
  • garazkârane : f. Hased ve düşmanlıkla.
  • garb : (C: Gurub) Güneşin battığı taraf. Batı. * Sığır derisinden yapılan büyük kova. * Sakaların su koydukları büyük tulum. * Atıldıktan sonra bulunmayan ok. * Yürügen at. * Nasır acısı (gözde More…
  • garben : Batıdan, garb cihetinden, batı tarafından.
  • garbî (garbiyye) : Batı ile alâkadar, Avrupa'ya mensub. * Aşağı Mısır'ın batı kısımları.
  • garbiyyun : Garplılar, Avrupalılar. Batı memleketleri ahalisi.
  • garde : (C: Megârid) Mantar.
  • gardiyan : Fr. Kolcu, nöbetçi, muhafız.
  • gare : (C: Gârât) Bükmek.
  • gareb : Gümüş kadeh. * Kavak ağacı. * Havuzla kuyu arasına dökülen su. * Bir nevi koyun hastalığı.
  • gared : Güzel ses.
  • gareng : f. Çığlık, feryat.
  • garer : Sonu mâlum olmayan, neticesi bilinmeyen.
  • gares : Açlık.
  • garet : (A, uzun okunur) Yağmacılık. Düşmanın malını yağma etmek. * Göbek.
  • garetger : (A, uzun okunur) f. Yağmacı. Çapulcu.
  • garetgerân : f. Yağmacılar, çapulcular.
  • gareyn : (A, uzun okunur) Alt ve üst çene, yâni ağız. * İki gar.
  • garez : Kayıştan yapılan üzengi. * Ağaç üzengi.
  • garf : (C: Guref-Agrâf) Kurtarmak. * El ile su almak. * Bir şeyi kesmek.
  • gargara : Suyu, içilen ilâcı veya başka bir sıvıyı, boğazda oynatıp çalkalama. * Tavuk ve güvercinin ötmesi. * Can boğaza gelip tereddüt etmek. * Çömleğin kaynayıp fıkırdaması. * Çoban koyuna haykırıp More…
  • garî : f. Kararsız, sebatsız.
  • garib : (A, uzun okunur) Batan. Gurub eden. * İki omuz arası. * Devenin hörgücüyle boynu arası.
  • garib(e) : Hayret verici. Tuhaf. * Kimsesiz. Zavallı. * Gurbette olan.
  • garib-nüvaz : f. Kimsesizlere ve gariplere yardım eden. Biçareleri ve zavallıları koruyan.
  • garibane : f. Garip gibi, garip kimselere yakışır şekilde, garipçesine.
  • garîf : (C: Guruf) Birbirine girmiş sık ve çok ağaç.
  • garik : Suda boğulmuş.
  • garikun : Katran köpüğü.
  • garîm : Alacaklı. * Hasım. Rakib. Borçlu veya üzerinde borçtan başka hakları olan kimse.
  • garîn : Havuz dibinde olan balçıklı su. * Her nesnenin kap dibinde kalan çöküğü, tortusu.
  • garîr : Kefil. * Güzel ahlâk. * Durumdan veya işten anlamıyan.
  • garîse : Yeni dikilmiş fidan.
  • gariyy : Cemil, güzel, hüsün.
  • gariz : Taze nesne.
  • garîze : Asıl. Yaratılıştan olan. Sevk-i İlâhi. Huy.
  • garîziye : Tıb: Yaratılışa âit. Yaşamaya âit. Doğuştan. Normal.
  • gark : Batmak, suda boğulmak.
  • gark-ab : f. Suya batmış olan, boğulmuş.
  • garka : Bir içim miktarı süt. * Suya batmış.
  • garkad : Bir dikenli ağaç. * Medine-i Münevvere'de olan kabristana 'Baki-ul Garkad' denir.
  • garkan : Batarak, boğularak.
  • garm : Çekmek.
  • garnizon : Fr. Bir şehir veya müstahkem mevkideki birliklerin tamamı. * Askeri birliklerin bulunduğu şehir.
  • garr : Aldatmak. * Hırsa düşmek. * Alnında dirhemden büyücek beyazlık bulunan at. ◊ Beyhude ve bâtıl şey. * Gafil adam. * Aldatan. * Kuyu kazan.
  • garra : Parlak. Beyaz. Güzel. Şa'şaalı. * Kur'an'ın kudsi nurlarının parladığı Medine-i Münevvere'nin bir ismidir.
  • garran : f. Kükreyen, haykıran. Homurdanan.
  • garre : Gafil kişi, gaflette bulunan kimse.
  • garrende : f. Kükreyerek vahşileşen arslan ve benzeri yırtıcı hayvan.
  • gars : Ağaç fidanı dikmek. * Dikilmiş fidan.
  • garsan : Karnı aç kimse.
  • garur : Dünyada insana gurur veren herhangi bir şey. * Aldatıcı. * Allahı unutturan.
  • garv : Acip.
  • garz : Doldurmak. * Noksan etmek, noksanlaştırmak. ◊ Batırma, sokma. İğne sokma.
  • gasa : Uzunluk.
  • gasagis : Arslan, esed.
  • gasak : (Gusuk-Gasekan) İlk koyu karanlık. * Küfrün karanlığı. * Gözün dumanlanıp, seçemez olması. * Göz kararması. * Herhangi bir şeyin akması, dökülmesi. * Çok soğuk ve fena kokan içki veya su. * More…
  • gaşam : (C: Guşâm) Mübâlağa ile zulmeden.
  • gaşan : (Gaşayân) Gönül dönmek. * Akıl gidip, bihoş olmak.
  • gasas : Dolu olma. * Yediği ve içtiği şeyin boğazda durması.
  • gasase : (Gasis-Gususe) Davarın zayıf olması. * Sözün boş ve faydasız olması. * Yaradan irinin akması.
  • gasb : Başkasına âit bir şeyi zorla, rızası olmadan almak. Zorla almak. * Zorla alınan şey.
  • gasben : (Gasb. dan) Cebren alarak, zorla gasbederek.
  • gasben anh : Ona rağmen.
  • gasben ank : Sana rağmen.
  • gasem : Gecenin sonunda olan karanlık.
  • gaşemşem : Şecaatinden kimseye baş eğmeyen. * Başını döndürüp yabana iltifat etmeyen. * Zulmedici. * Methi istediği gibi yapamamak.
  • gaser : Rüzgârın çukur yere getirip yığdığı.
  • gaseyan : Mide bulantısı. Kusmak.
  • gaşeyan : Kendinden geçmek. Kendini kaybetmek. Bayılmak. Gaşyolmak.
  • gasgase : Silahsız savaşmak.
  • gasib : Gasbeden, zorla alan.
  • gasik : Gecenin ilk karanlığı. Gece. Karanlık. * Ay doğmak.
  • gasîl : Yıkanmış.
  • gasîme : Çekirgeli yemek.
  • gasîre : Cemaat, topluluk.
  • gaşiye : Perde. Örtü. * Kıyamet. * Dilenci ve cerrar. * Ziyârete gelen dostlar gurubu.
  • gaşiye suresi : Kur'an-ı Kerim'de 88. suredir. Mekkîdir.
  • gaşiye-dâr : f. At uşağı, seyis.
  • gasl : Yıkama. Gusül. Şartlarına uygun şeklide boy abdesti almak. (Bak: Gusül) * Birisini döğüp vücudunu acıtmak.
  • gaslak : Pişmemiş ve tuzlanmamış olan şey.
  • gasm : Karanlık, zulmet.
  • gaşm : Zulüm etmek, zulüm yapmak.
  • gaşmere : Yönelmek.
  • gasn : Kesmek.
  • gasr (gasrâ) : Asılsız, alçak kimseler.
  • gass : İncelik, zavallılık. * Biçare, zavallı. * Tatsız, yavan.
  • gaşş : Örtmek, setretmek. ◊ Hâin.
  • gass ü semin : Fakir ve zengin. Zayıf ve semiz.
  • gassak : Ehl-i cehennemin vücudundan akan irin. * Çok soğuk ve fenâ kokulu içilmez şey.
  • gassal : (Gasl. den) Ölü yıkayıcı.
  • gassan : Dolu, mümteli.
  • gasuk : Karanlık olmak.
  • gasul : Su. Bir şey yıkamakta kullanılan su. ◊ Çöğen denilen şey.
  • gaşum : Zâlim, gaddar. * Muannid, inatçı.
  • gaşve : (Gışâve-Guşve) Perde, hicap, örtü. * Göz kararmak.
  • gaşy : Bayılma, kendinden geçme.
  • gaşy-âver : f. Baygınlık veren, bayıltan.
  • gaşyet : Kendinden geçme, bayılma. * Örtmek. * Hayret.
  • gaşyolma : Kendinden geçme. Kendini bilemez hale gelmek.
  • gata : (Gıtâ) (C: Agtıye) Perde, örtü.
  • gatamtam : Çok su.
  • gatarif(e) : (Gıtrîf. C.) Başkanlar, başlar, reisler, önderler. * Soylu ve asaletli kimseler, itibarlı ve seçkin kişiler.
  • gataş : (C: Agtaş) Karanlık. * Devamlı su akan gözdeki zayıflık.
  • gatata : (C: Gıtât) Bağırtlak cinsinden bir kuş.
  • gataye : Kertenkeleden büyük bir hayvan.
  • gatfan : Ev içinde su dökmek için yapılan yer. * Erkek ismi.
  • gatgata : Çömleğin kuruyup kaynaması.
  • gatit : Horlamak.
  • gatrafe : Büyüklenmek, ululanmak, kibirlenmek.
  • gats : Batırılma, daldırılma. * Batırma, daldırma.
  • gatt : Birbirine tâbi olmak. * Gizlemek. * Mükedder etmek, üzmek. * Suya dalmak.
  • gâv : f. Öküz, sığır, bakara.
  • gâv-ban : f. Sığır çobanı, sığırtmaç.
  • gava : Yoldan çıkmış. Yolunu şaşırmış. Azgın.
  • gavadî : Sabah bulutu.
  • gavafil : (Gafile. C.) Gafiller, gaflette bulunanlar.
  • gavail : (Gaile. C.) Musibetler, belâlar. * Dertler, sıkıntılar, kederler, hüzünler. * Felâketler, âfetler.GAVALÎ $ (Galiye. C.) Güzel kokular.
  • gavamiz : (Gamız. C.) Anlaşılması zor hakikatler. İnce ve derin mes'eleler.
  • gavanî : (Ganiye. C) Zenginler. * Kadın şarkıcılar.
  • gavaş : (Gaşiye. C.) Örtücü, örten.
  • gavaşî : (Gaşiye. C.) Kıyametler. * Örtü. At takımından sayılan bir nevi örtü.
  • gavaya : (Gaviyye. C.) Sapmışlar, sapıtmışlar.
  • gavayet : Dalâlete düşme, hak yoldan sapma. * Azgınlık.
  • gavc : Enli ve yassı olmak. * Muzdarip olmak, acı çekmek.
  • gavelan : Acı bir ot.
  • gavga : Çekirge. * İnsanların rezilleri. Adi, aşağılık olan kimseler. ◊ f. Döğüşme, kavga, vuruşma. Gürültü. Savaş, muhârebe, harp.
  • gavî : (A, uzun okunur) Çok azgın. Çok sapkın. Yoldan şaşıp azıtan zâlim.
  • gaviyy : Azgın. Zâlim. * Tek başına kalan.
  • gavl : (C: Gavâyil) Helâk etmek. * Kin tutmak. * Çok miktar toprak. * Feyizden uzaklık.
  • gavr : Bir şeyin dibi. Çukur. * Batmak. * Derinlik, nihayet. Kök, esas, temel. * Tefekkür, teemmül. * Dolanmak. * Hakikat.
  • gavs : Suya dalmak. Dalgıçlık. * Mc: Bir mes'elenin derinliğine ve hakikatine muttali' olup bilmek. * İyi anlamak. * Maslahata gayret ile girmek. ◊ Çağırma. Nida. Medet More…
  • gavsiyyet : Evliyaullahın başı olmak. Velâyet mertebelerinden yüksek bir makam sahibi olmak. (Bak: Aktab)
  • gavt : Derin çukur. * Bir şeyin içine girme, batma, garkolma.
  • gavta : Ağaçlık, sulak yer. * Toprakta çukurluk. ◊ f. Suyun içindeki derinlik.
  • gavta-baz : f. Dalgıç.
  • gavta-bazî : f. Dalgıçlık.
  • gavta-gâh : f. Dalma yeri.
  • gavta-har : f. Dalan, batan.
  • gavun : (Gavi. C.) Azgınlar, azmışlar, doğru yoldan çıkıp dalâlete düşmüş olanlar.
  • gâvur : Kâfir. Merhametsiz, inatçı.
  • gavvas : Çok gayretli. Çalışkan. * Suya dalan. * İnci arayan dalgıç.
  • gayahib : (Gayheb. C.) Gece karanlıkları.
  • gayat : (Gâye. C.) Gâyeler. ◊ Çalgı.
  • gayb : Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey.
  • gayb-aşina : f. Gaybı bilen. Gaybdan haberi olan. Gelecekten veya âhiretten haberi olan.
  • gayb-bîn : f. Gaybı gören. Herkesin bilemediği geleceği feraseti ile hissedip bilen. İstikbalden haber veren.
  • gayb-dan : f. Gaybı bilen.
  • gaybet : Başka yerde bulunmak. Hazırda olmamak. Gıybet. Bir şeyin diğer bir şey içinde gaib olması. (Bak: Gıybet)
  • gaybî : Hazırda olmayan. Görünmeyenlere âit. Hazır olmayanlara âit. Başka âlemdekilere âit. Âhirete âit. Gayba âit ve müteallik.
  • gaybubet : Gayıplık, hazırda olmayıp başka yerde olma.
  • gayda : (C: Guyed) Nazik ve yumuşak tenli genç kadın. (Müz.: Agyed)
  • gaydak : Geniş. * Yumuşak. * Kerim kişi. İyi huylu kimse. * Keler yavrusu. * Büluğ çağına varmamış çocuk.
  • gaye : Maksad, kasdedilen, netice, sonuç.
  • gayed : Nazik ve yumuşak tenli olmak.
  • gayet : Çok, pek çok. * Nihayet. Gaye. Encam.
  • gayeten : Son derece, çok fazla olarak.
  • gayetsiz : Nihayetsiz, sonsuz.
  • gayf : Eğilmek, meyl.
  • gayheb : (C.: Gayâhib) Gece karanlığı.
  • gayir : Irak, baid, uzak.
  • gayit : (C: Gaytân-Agvât) Çukur yer. * Kenef.
  • gayk : (Gayuk) Fikri karışık olmak.
  • gayl : Irmak, nehir. * Ağaç, şecer. * Cima etmek. * Kadının hâmile iken çocuğuna süt emzirmesi.
  • gayle : Şişman kadın.
  • gaylem : Kul, cariye. * Kablumbağanın erkeği. * Mevzi ismi. * Mugaylân ağacı.
  • gaym : Bulut. * Sisli bulut tabakası. * Pek susayıp hararetlenmek.
  • gayme : Çok fazla susama, susuzluk.
  • gayn : Susuzluk. * Arapçada 'ayn' harfinden sonra gelen harfin adı.
  • gayna : Yaprakları çok olan yaş ağaç.
  • gayne : Aralarından su akamayan birbirine girmiş ve dolaşmış ağaçlar.
  • gayr : Diğer, başkası, mâadâ, âher, yabancı. (İstisnâ edâtıdır. Başlarına getirildiği kelimeyi nefy yapar.)
  • gayr-endîş : f. Başkalarını düşünen, şefkatli ve cömert kimse.
  • gayret : Dikkatle ve sebatla çalışmak. * Kıskanmak, çekememek. * Hareketli ve temiz hislerle çalışmak. * Dine, imana, namus gibi kıymetlere tecavüz edenlere karşı müdafaa için harekete gelmek.
  • gayret-mend : f. Gayretli, çalışkan.
  • gayret-şiar : f. Gayretli. çalışkan.
  • gayretkeş : Çalışkan, çabalayıcı. * Bir tarafı tutan, taraftar. * Kıskanç.
  • gayri : Başkası, diğeri. Artık. (Bak: Gayr)
  • gayriyet : Ayrılık. Gayrılık.
  • gays : İmdad. Yardım. * Yağmur. * Yağmurla meydana çıkan çayır.
  • gaysan : Gençlik şiddeti.
  • gaytale : (C: Gıytal) Sık bitmiş olan ağaç. * Seslerin karışması.
  • gayub : (Gayâb-Gaybe) Kaybolmak.
  • gayur : Hamiyetli. Çok çalışkan. Dayanıklı. Çok gayretli. * Kıskanç. ('Gayyur' diye yazılması yanlıştır.)
  • gayuran : (Gayur. C.) Çalışkanlar, gayretkeşler, gayretliler.
  • gayurane : f. Gayretli olan kimseye yakışır şekilde, çalışkan kimseler gibi.
  • gayy : Aklın istikametini, yolun doğrusunu kaybetmek. Rüşdün zıddı.
  • gayya : Cehennemin beşinci tabakasındaki çok korkunç bir kuyunun adı. İçine düşenin kolay kolay kurtulamıyacağı korkunç yer.
  • gayyir : (Gayyür) Gayretli kimse.
  • gayz : Bir şeyin pahası eksilmek. Hilkati noksan olma. Kıymetten düşük şey. * Suyun eksilip azalması, yere çekilmesi. ◊ Hiddet, kin, öfke, gadab. Dargınlık. Hınç.
  • gayz ü gazab : Kızgınlık ve hiddet.
  • gayz-efşan : f. Hiddetli, öfkeli, kızgın.
  • gayza : Meşelik.
  • gayzeran : İtburnu.
  • gaz : f. Isırma, dişle tutma. * Diş.
  • gaza : (C.: Gazevât) Din uğrunda kâfirlerle yapılan mücadele, muhârebe, düşmana kasdetmek. Cenketmek.
  • gazab : Hiddet, öfke, dargınlık, kızgınlık.
  • gazab-nak : f. Öfkeli, hiddetli, kızgın. Dargın.
  • gazaben : Gazabla, hiddetle, öfkeyle.
  • gazal : (C: Gazale-Gazelân) Ceylân. Geyik, âhu. Geyik yavrusu. * Şarkıcı, mızıkacı. *Güzel göz.
  • gazale : Dişi geyik. * Güneşin yükselmesi.
  • gazalî : Onyedinci asırda şiirleri ile tanınan Bursa'lı bir şâirin adıdır. ◊ (Bak: İmam-ı Gazalî)
  • gazamir : Malı çok olan, zengin.
  • gazanfer : Kahraman. * İri arslan.
  • gazanferâne : f. Arslancasına, arslan gibi.
  • gazar : Bir cins güvercin. * Çok, fazla.
  • gazat : (C: Guzâ) Dağ armudunun ağacı. * Dikenli ağaç. * Seksek ağacı.
  • gazât : Gazlar.
  • gazaza : Eksiklik.
  • gazb : Kızıl boya, kırmızı renkli boya.
  • gazban : (Gadbân) Dargın, kızgın.
  • gazbe : Sağlam, sert taş.
  • gaze : f. Kadınların yüzlerine sürdükleri düzgün allık. ◊ f. Çocuk salıncağı.
  • gazefe : Bağırtlak kuşu.
  • gazel : Tek kişinin özel bir ahenkle okuduğu manzume. (Aşk ve nefis gibi hislere ait olup, anlamı dine aykırı olursa ve kadın sesi ile câiz değildir.) * Edb: Klâsik şark şiirlerinin en çok More…
  • gazel-han : f. Gazel okuyan.
  • gazel-hanî : f. Gazel okuyuculuk.
  • gazel-nüvis : f. Gazel yazan.
  • gazel-sera : f. Nazım şekilleri arasında gazel meydana getiren.
  • gazeliyyat : Gazel tarzında yazılmış şiirler.
  • gazem : Bir ot cinsi.
  • gazete : Fr. Genellikle günlük çıkan ve büyük boy olan neşriyat organı. (Bak: Mürcif)
  • gazevan : Hızlı giden iyi at.
  • gazevat : (Gazve. C.) Din uğrunda yapılan harbler.
  • gazf : Kulağın sarkık olması. * Kırmak. * Geceleyin karanlık olmak.
  • gazgaza : Zillet, aşağılık. * Eksik, noksan.
  • gazi : Din uğrunda harbeden. Cihadda yaralanmış veya harbetmiş olan kimse. Harpte ordunun başına geçen kumandan. Muzaffer olan ve harpten sağ dönen.
  • gazid : Katı sesli. * Yumuşak ot.
  • gazif : Yumuşak, geniş.
  • gazîme : Gazem denilen otun yetiştiği yer.
  • gazir : İyi dibâgat olunmamış deri.
  • gazîr : Bol, çok, kesretli, ziyade, fazla.
  • gazir(e) : Mülâyim, yumuşak. Nâzik, uysal.
  • gaziye : Çok karanlık olan yer. * Büyük nurlu şey.
  • gaziyy : (C: Gazâ) Yeni doğmuş kuzu.
  • gazîz : Gılâfından yeni çıkan çiçek. * Taze.
  • gazl : İplik eğirmek, bükmek. ◊ Budaklanmak.
  • gazm : Güçle ve şiddetle yemek. * Defetmek, kovmak.
  • gazn : Hapsetmek. * Kırmak.
  • gazr : (Gazâre) (C: Gazâyir) Men etmek, engel olmak. * Hapsetmek. * Geçim kolaylığı, maişet genişliği. * Büyük çanak.
  • gazra : Ucuzluk. * Hayır. * Özlü balçık.
  • gazreme : (C. Gazarim) Ölçüsüz, tartısız bir şeyi satmak.
  • gazruf : (C.: Gazârif) Kıkırdak.
  • gazub : (Gazab. dan) Öfkeli, kızgın, hiddetli. Kükremiş. * Büyük yılan. * Abus deve.
  • gazv : Seyelân etmek, akmak. * Münkatı' olmak, kesilmek. ◊ Kasdetmek. * Küffarla cenk edip savaşmak.
  • gazva : Malın ve davarın kötüsü.
  • gazve : Din düşmanı olan cephenin üzerine taarruz. Muharebe. Cenk. Sefer. Din muharebesi. Gazve, gazivden alınmış olup cenk ve kıtal manasınadır. Düşmanla vuruşmak demektir. Siyer ıstılahında Gaza More…
  • gazver : Bir ot cinsi.
  • gazz : (Gadd) Utancından dolayı önüne bakmak. * Bir şeyin miktarını eksiltmek. * Hurmanın tomurcuğu. * Zerafet sâhibi. * Yeni buzağı.
  • gazzal : Eğrilen iplik.
  • gazze : Şam'ın doğusunda bir yerin adı. (Resullulah Efendimizin ceddi Hâşim'in kabri ordadır.)
  • gebe : (Bak: Hâmile)
  • gebeş : Koyunun erkeği. Koç. * Mc: Akılsız, ahmak adam.
  • gebr : f. Ateşe tapan, mecusi.
  • gec : f. Kireç, alçı, harç.
  • gecbaz : Oyunda hile yapan, hileci.
  • geçer akça : t. Rayiç para yerine kullanılır bir tabirdir. Bu tabir, eskiden halk arasında yapılan senetlerde, hükümet tarafından akdolunan mukavelelerde kullanılırdı.
  • geckâr : (Gecger) f. Kireçle badana yapan. Kireç sıvacısı.
  • ged : (Gedbe) f. Yoksul, dilenci, fakir, dilenen. * Dilencilik.
  • geda : f. Fakir. Kimsesiz. Dilenci.
  • geda-çeşm : f. Dilenci gözlü, yoksul gözlü. * Mc: Aç gözlü, gözü doymaz.
  • geda-çeşmane : f. Açgözlülükle, açgözlücesine.
  • gedayan : f. Fakirler. Kimsesizler. Gedâlar.
  • gedayane : f. Dilencilikle.
  • gedayî : f. Dilencilik.
  • gedikli : t. Tar: Yeniçeri efradı arasında eskilikleri dolayısıyla imtiyazlı olanlar. Bunlar diğer yeniçerilerden ayrılmak için bellerine seraser denilen kumaştan kuşak sararlardı. * Yıkık, çentikli More…
  • geh (gâh) : f. Kelimenin sonuna eklenerek yer veya zaman ifade eder.
  • geh(î) : f. Ara sıra. Bazan.
  • gehan : f. Zaman, an, vakit.
  • gehvare : f. Beşik.
  • gehvare-ger : f. Beşikçi.
  • gehvare-nişin : f. Beşikteki çocuk.
  • gele : f. Sığır, koyun ve keçi sürüsü. * Sürü.
  • geleban : f. Sığırtmaç, çoban.
  • gelu : f. Boğaz.
  • gelu-gir : f. Dağ armudu. Ahlat. * Boğazdan geçmesi zor olan şey.
  • gem vurmak : Mecaz yoluyla mâni olmak, zabtetmek, bağlamak yerinde kullanılan bir tabirdir.
  • genc (gencine) : f. Define, hazine. Gömülü hazine. Kenz.
  • gencur : f. Hazine muhafızı, hazinedar.
  • gend : f. Pis koku, fenâ koku.
  • genda(y) : f. Kokmuş, fenâ kokulu.
  • gendeme : f. Siğil.
  • gendide : Kokmuş.
  • gendüm : f. Buğday.
  • gendüm-gun : f. Buğday renkli.
  • gendümnüma : f. Yüze gülüp aldatan. Hilekâr.
  • gensoru : (Bak: İstizah)
  • ger : f. İsimlerin sonlarına eklenir ve yapıcılık bildirir bir edattır. Meselâ: Ahen-ger $ : f. Demirci. Zer-ger $ : f. Kuyumcu. ◊ f. Türkçedeki 'eğer' kelimesinin More…
  • gerçi : f. Öyle ise de, her ne kadar.
  • gerd : f. Kelimelere eklenir ve 'Dönen, dolaşan' anlamlarını verir. Meselâ: Tiz-gerd $ : Çabuk dönen. ◊ f. Baht, talih. Fayda. * Toz, toprak. * Hüzün, keder, gam, tasa.
  • gerd-âlûd : f. Toz toprak içinde.
  • gerd-âlûde : f. Toza toprağa bulaşmış, tozlu topraklı. * Mc: Maddiyatı olan kimse, paralı, zengin.
  • gerdâ-gird : f. Fırdolayı.
  • gerdân : f. Dönen, dönücü. Çeviren. (Bak: Gerden)
  • gerde : 'f. İsimlere eklenerek; etmiş, yapmış, eylemiş gibi mef'uller yapılır.'
  • gerden : f. Dönen. Dönücü. * Boyun. * Şeci'. Bahadır. Pehlivan.
  • gerden-bend : f. Boyuna bağlanan nesne, boyun bağı. * Gerdanlık.
  • gerden-beste : f. Boynu bağlı. İtâatli. Boyun eğmiş.
  • gerden-efraz : (Gerden-firâz) f. Kibirli, gururlu. Boyun kaldıran, başı yukarda.
  • gerden-keş : f. Âsi, serkeş, isyankâr. * Mağrur, kibirli. * İnatçı, muannid.
  • gerdena : f. Kuş veya kuzu çevirmesi. * Yürümeye yeni başlayan çocukları, yürümeye alıştırmak için yapılmış bir cins araba. * Kebap şişi. * Fırıldak, topaç.
  • gerdîde : f. Tavır ve hâlleri değişmiş.
  • gerdiş : f. Dönme, dönüş. Çevrilme, dolaşma.
  • gerdun : f. Dünyâ, felek. * Dönen, dönücü, devreden, çevrilen.
  • gerdun-mîna : f. Gök, sema, asuman.
  • gerdun-sirişt : f. Mağrur, gururlu, kibirli kimse. * Zâlim, gaddar, kan dökücü. * Tenbel, uyuşuk.
  • gerdune : f. Araba, otomobil.
  • gergedan : Burnu üzerinde boynuzu bulunan ve file benzeyen vahşi bir hayvan.
  • gerilla : (İspanyolca) Büyük bir kuvvete karşı, dağınık küçük kuvvetler tarafından yapılan çete harbi.
  • gerk : f. Uyuz hayvan.
  • germ : f. Sıcak. Kızgın. * Çabuk öfkelenen. * Gayretli, hamiyetli. Tez meşreb.
  • germ ü serd : Sıcak ve soğuk. * Darlık genişlik, iyilik kötülük, acı tatlı.
  • germ-mend : f. Acele eden, aceleci.
  • germ-ran : f. Atı çok süren, hızlı at süren.
  • germ-ülfet : f. Görüşmesi hararetli olan, hararetli ve sıkı-fıkı görüşen.
  • germa : f. Sıcak.
  • germa-germ : f. Pek kızışmış, kızışıp ısınmış. * Sıcağı sıcağına.
  • germa-peyma : f. Sıcaklık ölçeği. Termometre.
  • germabe : f. Sıcak su hamamı. Kaynarca, kaplıca, ılıca.
  • germî : f. Hararet, sıcaklık, kızgınlık.
  • germiyyet : Sıcaklık, hararet. Ateşli ve hızlı çalışma.
  • gerziş : f. Zulümden şikâyet etme.
  • geş : Edâ ve naz yaparak yürüme. * Lâtif, hoş, güzel.
  • geşt : Seyretme, dolaşma, gezme, tenezzüh. * Geçme.
  • geşt ü güzâr : Gezip tozma, gezme.
  • geşte : f. 'Gezmiş, dolaşmış, dönmüş' anlamlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ber-geşte $ : Altüst olmuş. Ser-geşte $ : Başı dönmüş.
  • gestî : f. Çirkinlik.
  • gev : (C.: Gevân) f. Yiğit, bahadır, kahraman.
  • gev-çah : f. Dibi görünebilen pek derin olmayan alçak kuyu.
  • gevah : (Bak: Güvah)
  • gevahî : (Bak: Güvahî)
  • gevan : (Gev. C.) Kahramanlar, yiğitler.
  • gevar : t. Ark. Bahçeleri sulamak için çayırdan ufak bir arkla alının kol.
  • gevare : (Gehvâre) Beşik.
  • gevç : f. Ağaç zamkı.
  • gevden : f. Sersem, ahmak, şaşkın, anlayışsız.
  • geven : t. Çalı. Dikenli ve bir karış kadar boyunda bir nebat. Aslı Gevân'dır.
  • gevher : f. Akıl ve edeb. * Asıl ve neseb. * Elmas, cevher, mücevher. İnci. * Bir şeyin künhü ve esası. Hakikat. * Noktalı olan harf.
  • gevher-bar : f. Cevher yağdıran.
  • gevher-efşan : f. Cevher saçan.
  • gevher-füruş : f. Cevherci, kuyumcu, sarraf.
  • gevher-nisar : f. Cevher serpen. * Mc: Düzgün konuşan, güzel söz söyleyen.
  • gevher-nişin : f. Cevherlerle süslenmiş.
  • gevher-paş : f. Mücevher saçan. * Mc: Çok güzel ve düzgün konuşan.
  • gevher-şinas : f. Cevherden anlıyan, cevherci, kuyumcu.
  • gevher-tab : f. Altun ve mücevherlerle işlenmiş kadın eşarbı.
  • gevherî : f. Kuyumcu, cevherci.
  • gevherîn : f. Mücevher gibi. * Mücevherli.
  • gevsale : f. Bir yaşına girmiş sığır yavrusu.
  • gevz : f. Ceviz.
  • gez : f. Arşın, endaze. * İlgın ağacı. * Okun çentiği. * Tâlim için yapılmış kısa ok.
  • geza : f. Isırıcı, ısıran.
  • gezend : f. Musibet, belâ, felâket, âfet. * Elem, keder, hüzün. * Zarar, ziyan.
  • gezide : f. Isırılmış, dişlenmiş.
  • gibb : Nihayet, son, netice. * İki günde bir. Gün aşırı. * -den, -dan, sonra mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
  • gibben : Nâdiren, seyrek, arasıra.
  • gibta : İmrenme. Aynı iyi hâli isteme. Şiddetle başkasının güzel bir halinin kendisinde de olmasını arzu etme.
  • gibta-âver : f. Gıbta ettiren, imrendiren.
  • gibta-fermâ : f. Gıpta verici, imrendirici.
  • gibta-keş : f. İmrenen, gıpta eden.
  • gibta-resâ : f. İmrendirici, gıpta ettirici.
  • gida : Besleyici madde. Vücuda lâzım olan yenecek ve içilecek şeyler. * Kuşluk vakti yenen yemek. * Zihni ve kalbi olgunlaştıracak Kur'an ve iman ilmi ve Allah'a ibadet ve taat.
  • gidaî : Gıda olabilen. Gıda cinsinden.
  • gifare : Kat kat bulut. * Başa örtülen bez parçası. * Yama.
  • gîl : (C: Guyul) Meşelik ve çalılık yer. * Arslan yatağı. Arslanların bulunduğu yer.
  • gil : f. Su ile ıslanmış toprak, balçık. Lüleci çamuru, kil.
  • gil-zar : f. Çamurlu yer.
  • gilab : Birbirine galip olmasını dilemek.
  • gilaf : Kın. Kılıcın kılıfı. Bir şeyin üzerinin örtüsü.
  • gilal : (Bak: Galâl)
  • gilale : (C: Galâyil) Zırh altına giyilen kısa gömlek. * Küçük kaftan zıbını.
  • gilaz : (Galiz. C.) Şedid. Sert. Kalın ve kaba şeyler. ◊ Yoğunluk, koyuluk.
  • gilbit : Taşsız yer.
  • gildirgiç : Mücellit ıstılahlarındandır. Kitapların kenarlarını kesmeğe mahsus, rende biçiminde bir âlettir.
  • gîle : f. İki dağ arasındaki yol, vadi. * Şikâyet. * Üzüm tanesi. ◊ Bir kimseyi aldatıp bir yere götürüp öldürmek.
  • giliger : f. Duvarcı, sıvacı. * Çamurcu.
  • gilk : Acip ve garip. * Zahmet, meşakkat, güçlük.
  • gill : Düşmanlık, garaz ve adavet, gizli kin ve haset.
  • gill u giş : Aklın muhtelif fikirler üzerinde kararsızlığı. * Gönül darlığı. * Kin ve hile. Hıyanet ve adavet.
  • gille-mend : f. Şikâyet eden, halinden memnun olmayan.
  • gillim : Cimâı şiddetle arzu eden.
  • gilman : (Gulâm. C.) Bıyığı yeni bitmiş gençler. * Cennet'te hizmet gören delikanlılar. * Köleler, esirler.
  • gilman ü cevarî : Köleler ve cariyeler.
  • gilme : (Gulâm. C.) Delikanlılar, gençler. * Esirler, köleler.
  • gilt : Akdolunan pazarlığı bozmak.
  • gilzet : Kabalık, sertlik. * Kalınlık, galizlik.
  • gimar : (Gamr. C.) Gaflet. Cehalet. Şiddetler. Çok su. Büyük denizler. * (Gımr. C.) Çok susuzluk. * Kin tutma.
  • gimd : (C.: Agmâd) Kılıf, kın, mahfaza. * Bakla, bezelye, fasulya ve benzerleri gibi şeylerin kabuğu.
  • gin : f. Türkçedeki 'li, lu, lı' eklerinin karşılığıdır.
  • gina : Zenginlik. Yeterlik. * Tok gözlülük. * Mülâki olmak. Bir kimseye dostluğunda devamlı olmak. * Bıkma, usanç. * Şarkı söylemek. Teganni etmek.
  • gîne : Leşten akan murdar sarı su.
  • gîr : f. (Giriften) 'Tutmak, yakalamak' mastarının emir köküdür. Türkçedeki: yapan, tutan, tutucu, dağılan, yayılan gibi mânalara gelir. Kelimenin sonuna eklenir.
  • gîra : f. Müessir, te'sir eden, tutucu.
  • gira : (Garrâ) Tutkal.
  • gîra-gir : f. Tutan tutana.
  • girajova ateşi : Tar: Eskiden kale müdafaalarında hücum edenlere karşı ve deniz savaşlarında düşman gemilerini tutuşturmak için kullanılan ve su ile sönmeyen bir cins ateş. Balmumu, kükürt, ispirto, kâfuru More…
  • giramî : f. Muhterem, aziz, hürmete değer. * Ulu, büyük.
  • giran : f. Pahalı. Tartısı ağır olan. Ağır. Dolu. * Sert. Katı. * Bıktırıcı. Usandırıcı.
  • giran-baha : f. Kıymet ve pahası çok olan.
  • giran-bar : f. Meyvesi çok olan ağaç. * Ağır yüklü. * Gebe insan veya hayvan. * Zengin, gani.
  • giran-can : f. Ağır kanlı, ağır hareketli, can sıkıcı (adam).
  • giran-canî : f. Can sıkıcılık.
  • giran-dest : (C.: Girandestân) f. İşini ağır yapan kimse. Eli ağır kişi.
  • giran-destmaye : f. Zengin, gani. Sermayesi ve malı mülkü çok olan. * Mârifetli, mahâretli, hünerli.
  • giran-dud : f. Duman, sis. * Kara bulut.
  • giran-guş : (C.: Giranguşân) f. Sağır, kulağı ağır işiten.
  • giran-guşâne : f. Sağırcasına.
  • giran-hab : f. Uykusu ağır olan adam.
  • giran-har : f. Obur, çok yiyen.
  • giran-hatir : f. Canı sıkılmış, gücenmiş.
  • giran-huy : f. Fena mizaçlı. Kötü huylu.
  • giran-kadr : f. Kadr u itibar sahibi. Hürmet edilen kimse.
  • giran-kîse : f. Cimri, hasis, pinti.
  • giran-maye : f. Kıymetli ve değerli olan şey.
  • giran-rikab : f. Ciddi ve vakur kimse. * Harpte düşmana saldıran, azimli kişi.
  • giran-saye : f. Yüksek makam ve mevki sahibi. * Ordu kumandanı.
  • giran-seng : f. Ağır başlı kişi. Ciddi ve vakar sahibi kimse. * Sabırlı, kanaatkâr.
  • giran-ser : (C.: Giranserân) f. Mağrur, kibirli, gururlu, kendini beğenmiş.
  • giran-serî : f. Kibirlilik, mağrurluk, enaniyetli oluş, kendini beğenmişlik.
  • giran-seyr : (C.: Giranseyrân) f. Hareketleri ve yürüyüşü ağır olan.
  • giran-sirişt : (C: Giransiriştân) f. Tembel, ağır tabiatlı, ağır kanlı.
  • girandi direği : Geminin ortasındaki en büyük direk. Bu yekpâre olmayıp üst üste dört direkten mürekkepti.
  • giranî : f. Ağırlık, sıklet.
  • girar : Devenin sütünün azalması. * Az uyku. * Miktar. * Cihet, Misâl. * Yol. * Birbiri ardınca olmak. * Her nesnenin kenarı. * Büyük kıl çuval.
  • giras : Ağaç budağı. * Ağaç dikecek vakit.
  • girbal : (C.: Garâbil) İri delikleri olan elek, kalbur.
  • girban : (Gurâb. C.) Kargalar.
  • girbil : Havuzun dibinde kalan balçıklı su. * Bardak ve şişenin dibinde olan tortu.
  • girbin : Selin getirdiği çamur.
  • gird : f. Yuvarlak.
  • gird-alud : f. Toz toprak içinde kalmış, toza bulanmış.
  • gird-gâr : f. Allah.Yaratıcı. Kudret sahibi. (Bak: Kird-gâr) GİRDİBAD $ : (Gird-bâd) f. Kasırga. Yel çevrintisi. Tehlike. Girdap.
  • girda-gird : f. Fırdolayı, çepeçevre.
  • girdab : f. Suların dönerek çukurlaştığı yer. * Tehlikeli yer. Mühlike. Tehlikeli yer ve zaman.
  • girdar : f. Meşgale, meşguliyet. * Tarz, âdet, yürüyüş.
  • girde : f. Yuvarlak, değirmi. * Evvelce yahudilerin, müslümanlardan ayırd edilebilmeleri için, omuzlarına diktikleri sarı renkte bir parça. * Açılmış yufka. * Yuvarlak yastık. * Gr: Bütün, hepsi, More…
  • girdeban : f. Gözcü, gözetici.
  • girdu : f. Ceviz.
  • gire : (C: Guyer) Diyet.
  • girgin : Her yere sokulan, herkesle görüşen, sokulgan. * Mensub, alâkalı, müteallik.
  • girgira : (C.: Garâgır) Yaban tavuğu.
  • girîban : f. Elbise yakası.
  • girîban-çâk : f. Yakası yırtık. * Mc: Kederli, hüzünlü, üzüntülü.
  • girîban-gir : f. Yaka tutan.
  • girîbanî : f. Bir çeşit gömlek.
  • girift : f. Yakalama, tutma. * Dolaşık. Birbiri içine girik. Girintili çıkıntılı, karışık. * Motifleri birbirine girik ve içiçe geçme olan tezyinat tarzı. Buna aynı zamanda arabesk de denilir. * Türk More…
  • giriftar : f. Tutulmuş. Yakalanmış.
  • girifte : f. Yakalanmış, tutulmuş. * Bir hastalığa mâruz kalmış, hastalığa yakalanmış. * Esir.
  • girifte-dem : f. Nefesi tutulmuş.
  • girifte-gî : f. Tutkunluk. * Hastalık hali. * Esirlik.
  • girifte-hâtir : f. Gücenik, kırgın.
  • girifte-leb : (C: Giriftelebân) f. Dudağı tutulmuş. * Mc: Sessiz, sakin (kimse).
  • girifte-ser : f. Aklı fikri dağılmış kimse. Dalgın kişi.
  • girih : f. Bağ, düğüm.
  • girih-bend : f. Bağcı, düğümcü. * Uçkur.
  • girih-bür : f. 'Düğüm kesen'. Yankesici.
  • girih-gîr : f. Düğümlü, dolaşık.
  • girih-küşa : f. Düğüm açan, bağı çözen. * Mc: Müşkülâtları yenen, zorlukları halleden.
  • girihçe : f. Küçük düğüm, düğümcük.
  • giris(e) : f. Oyun, hile, dalavere.
  • girişme : f. İşve, naz, cilve. Gözle kaşla işaret.
  • girîv : f. Bağırma, feryat etme, çığlık atma, bağrışma.
  • girive : (Girve) f. Çıkmaz yol. Çıkmaz sokak. * İçinden çıkılması müşkül olan durum.
  • girizgâh : (Bak: Gürizgâh)
  • girizî : (Bak: Gariziye)
  • giriziye : (Bak: Gariziye)
  • girk : Çok, kesir.
  • girkî : Yumurta kabuğu.
  • girnevk : (C: Garânik-Garânika) Su kuşlarından boynu uzun bir kuş. Telli turna. Kuğu kuşu.
  • girr : İşten anlamayan ahmak kişi.
  • girre : Gaflet. Boş bir şeye aldanan. * Tevbeyi sonraya bırakıp, aldanan. Övünen, gururlu. Gâfil. İşe yaramaz.
  • girs : (C: Egrâs) Dikilmiş ağaç. * Çocukla birlikte anadan çıkan ince deri.
  • gîrudar : f. Savaş, muharebe, cenk, cidâl, kavga.
  • giryan : f. Gözyaşı döken. Ağlayan.
  • girye : f. Gözyaşı.
  • girye-bar : f. Gözyaşı döken, ağlayan.
  • girye-dar : f. Ağlamış, göz yaşı dökmüş.
  • girye-engîz : f. Ağlatacak sebep, ağlamaya sebep olan.
  • girye-feşan : f. Acıklı acıklı ağlayan, gözyaşı saçan.
  • girye-feza : f. Çok ağlatan, ağlamayı artıran.
  • girye-künan : f. Gözyaşı dökerek, ağlayarak.
  • girye-meşhun : f. Gözyaşı ile dolu.
  • girye-nak : f. Ağlayan, gözyaşı döken. Ağlayıcı.
  • girye-nümud : f. Ağlar gibi görünen, ağlamışa benziyen.
  • girye-paş : f. Ağlayan, gözyaşı döken.
  • girye-perverd : f. Ağlatıcı, gözyaşı döktüren, ağlamayı getiren.
  • girye-rîz : f. Gözyaşı döken, ağlayan.
  • girye-zar : f. Oturup ağlanılan, gözyaşı dökülen yer.
  • giryende : f. Ağlayan, gözyaşı döken.
  • giş : f. Kalb, yürek.
  • gişa : Örtü, perde. * Zar. Deri. Kabuk. * Üst tabaka. * Zarf. Mahfaza.
  • gişaş : Az, kalil. * Evmek, acele.
  • gişavet : Göz kararmak. * Körlük yapan perde. Kabuk. * Baş örtüsü.
  • gişe : Fr. Tren istasyonu, vapur iskelesi ve mağaza gibi yerlerde bilet veya paranın alınıp verildiği yer.
  • gislîn : Yara yıkandığında içinden çıkan irinli ve kanlı su. * Cehennem ehlinin etleri ve kanlarının yıkandığı nesne.
  • gişş : Hıyânet etmek, hâinlik yapmak. * Yaramaz olmak. * Saf olmayıp karışık olmak.
  • gîsu : f. Uzun saç, omuza dökülen saç.
  • gîsu-bend : f. Saç örgüsü, saç bağı. * Altundan yapılmış kadın tarağı.
  • gişyan : Bürünmek, örtünmek. * Cimâdan kinâye olur.
  • gita : Örtü. Örtünecek şey. Perde.
  • gitarres : (C: Gatâris) Zâlim, mütekebbir, kibirli kimse.
  • gîtî : f. Âlem, dünya.
  • gîtî-ban : f. Hükümdar, padişah.
  • gîtî-neverd : f. Dünyayı gezen, dünyayı dolaşan.
  • gîtî-nüma : f. Dünyayı gösteren, cihanı gösteren.
  • gîtî-sitan : f. Dünyayı zapteden, cihangir.
  • gitrif : (C.: Gatârif) Başkan, reis. * Asil ve itibarlı kimse. Soylu kişi. ◊ Mütekebbir, gururlu, kendini beğenmiş.
  • giya(h) : f. Nebat, bitki.
  • giya-zar : f. Çayır, çimenlik, otluk.
  • giyab : Görünmemek. Göz önünde olmamak. * Hazırda bulunmamak. * Bilinmeyen şeyler. * Arka. Arkasından.
  • giyabe : Derinlik, dip.
  • giyaben : Bulunmadığı halde. Mevcut ve hazır olmaksızın. * Mahkeme veya duruşmada olmadan.
  • giyabî : Arkasından olarak. Kendi hazır olmadığı halde arkasından. Gayba âit. Gayba mensup ve müteallik.
  • giyar : Keçe. * Ehl-i zimmetin nişanı.
  • giyas : Medetkâr. Yardımcı. Nusrete yetişen. * Meded. Yardım.
  • giyasa : Suya dalmak.
  • gıybet : Arkadan çekiştirmek. Hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak. Birisinin gıyabında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek.
  • giyer : Halden hale dönmek.
  • giyotin : Fr. Eskiden Fransa'da idam cezalarının infazı için kullanılan, kafa kesmeye yarar âlet.
  • giza : Gıda, besin. (Bak: Gıda)
  • gizlik : f. Uzun saplı kalemtraş. * Bıçak, çakı, kılıç gibi şeylerin keskin olan tarafı.
  • gladyatör : Eskiden Roma sirklerinde vahşi hayvanlarla veya birbirleriyle boğuşan kimse.
  • göden : Kalın barsağın son kısmı.
  • gökdelen : t. Yirmi veya daha çok katlı bina.
  • golfstrim : ing. Atlas Okyanusunda, Meksika Körfezinden başlayarak Norveç kıyılarından Avrupa Rusyası'nın kuzey kıyılarına kadar gelen ılık bir deniz akıntısı.
  • gön : Tabaklanmış deri, her çeşit meşin, sahtiyan vesaire.
  • gonce : f. Gonca. Tomurcuk. Çiçeğin açılmamış durumu.
  • gönder : Tar: Seferde ordunun ve ileri gelen vezir ve diğer devlet ricalinin atlarına bakmak ve sair zamanlarda ise has ahır ve çayır hizmetlerinde kullanılmak üzere gayr-ı müslimlerden ve hasseten More…
  • götürü : Tartı veya ölçü ile olmayarak, toptan ve kesin olan.
  • göynük : Arpa torbası. * Ufak süt kabı. * Kıldan yapılmış yoğurt torbası.
  • göz boyamak : t. Mc: Aldatmak, hileye düşürmek.
  • gözdaği : t. Mc: Birini istenilen yola getirmek için samimi olmayan şiddet gösterişleriyle korkutmak ve tehdit etmek.
  • grafik : yun. Bir hâdisenin gidişatını göstermek, birkaç şey arasında karşılaştırma yapmak için çizgi ve şekillerle yapılan rakamlı cetvel.
  • gramer : Fr. Cümlelerin, kelimelerin, hecelerin ve harflerin hallerinden bahseden ilim. Dil bilgisi.
  • granit : Fr. Jeo: Muhtelif renklerde çok sert bir çeşit taş.
  • gu(y) : Diyen, söyleyen mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Rast-gu $ : Doğru söyleyen. Suhan-gu $ : Söz söyleyen, konuşan.
  • gubar : Toz.
  • gubar-âlud : f. Tozlanmış, toza bulanmış. tozlu.
  • gubare : f. Sığır ağılı, mandıra. * Sığır sürüsü.
  • gubarî : Eski harflerle yazılan bir çeşit ince yazı. Bu isim Arapça toz demek olan gubardan alınmıştır. Yazı, toz gibi ince yazıldığı için bu adı almıştır. Eski Türk devletlerinde güvercin More…
  • gubbe : Tavşancıl kuşunun yavrusu.
  • gubeyra : Yaban iğdesi. * Habeş vilâyetinde darıdan yapılan bir cins şarap.
  • gubre : Toprak renkli olmak.
  • gubşe : Toprak renkli omak.
  • gucme : Kabın dibinde kalan su.
  • gücük : Kuvvetsiz, zayıf, gevşek.
  • gudaf : (C.: Gudfân) Kuzgun.
  • güdahte : f. Erimiş.
  • gudat : Ayıp, zillet, noksanlık. * Ter u taze olmak.
  • güdaz : f. Mahveden, yakan, eriten mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Takat-güdaz $ : Takati mahveden.
  • güdazende : f. Eriten, eritici.
  • güdaziş : f. Yakılma, yanma.
  • gudde : Tıb: Bez. Vücudun muhtelif yerlerinde, hususan boyunda bir nevi vücuda lazım su çıkaran depocuk. Şiş.
  • gudek : f. Çocuk, tıfl.
  • gudekâne : Çocukçasına.
  • gudruf : (C.: Gadârıf) Kıkırdak, kıkırdak kemiği.
  • gudüvv : Sabah vakti. * Sabahleyin bir şeye başlamak.
  • gudve : (C: Gudevât) Sabah namazı vakti ile güneşin doğuşu arası.
  • gufl : Belirsiz, işaretsiz.
  • gufr : (C: Egfâr) Dağ keçisinin oğlağı. * Hastanın iyi olduktan sonra yine üzülüp hasta olması.
  • gufran : Cenab-ı Hakk'ın günahları affedip örtmesi, rahmeti.
  • güft : f. Dedi, söyledi. * Söz, kelâm.
  • güft ü gu : Dedi kodu. Kîl ü kal.
  • güft ü şenîd : İşitilen şeyler, duyulan şeyler.
  • güftar : f. Sözler, lâkırdılar.
  • güfte : Her hangi bir makama göre bestelenen manzume. * Farsça 'söylemek' demek olan 'güften' mastarından gelen bu tabirin mânası, söylenmiş söz demektir.
  • guful : Dikkatsizlikten veya şaşırmaktan dolayı bir işte hata yapma.
  • gugird : f. Kükürt.
  • guh : f. Pislik, necâset.
  • güher-füruş : f. Mücevher satan.
  • güher-pare : f. Mücevher parçası.
  • güher-rîz : f. Cevher döken, cevher saçan.
  • güherçile : Barut yapmaya yarıyan bir madde.
  • guk : f. Kurbağa.
  • gul : Boş ve virane yerlerde bulunan ve helâk edici olan bir cin tâifesi. İfrit, hortlak. * Ölüm. * Belâ. ◊ f. Safdil, ahmak, bön, sersem.
  • gül : f. Küçük ve dikenli bir ağaçta olup şeklinin ve kokusunun güzelliği ile meşhurdur. Şairlere göre bülbülün sevgilisidir. Pek çok cinsi vardır.
  • gül-bağ : f. Gül bahçesi, gülistan.
  • gül-i ruhsar : f. Gül yanaklı. * Mc: Mânevi çok güzellik sahibi. Çok sevilen.
  • gül-nikab : f. Yüzü gülle örtülü, pembe yüzlü.
  • gül-vend : f. En çok ceviz, incir, fıstık gibi şeylerden yapılan hediye, armağan.
  • gülab : Gülsuyu.
  • gülabdan : İçine gülsuyu konularak mevlüt gibi toplantılarda serpmeye mahsus kap. Bu, çiniden, gümüşten veya altundan yapılırdı. Buhurdanlar ile birlikte bir takım teşkil ederdi.
  • gulam : Genç, delikanlı. Bıyığı henüz bitmemiş genç. * Esir, hizmetçi, köle.
  • gulame (gulme) : Cima arzusu.
  • gulamiye : Tar: Cizye ve diğer vergileri tahsil edenlerin topladıkları paraların hazine veznesine teslim edilişi esnasında cizye veya vergi harç pusulalarının her biri için kendilerine verilen tahsil More…
  • gulampare : Dost, sevgili, mahbup. (Halk ağzında kulampara şeklinde kullanılır.)
  • gulan : Tadı ekşi olan ilâçlar.
  • gulane : f. Üstün bir gayretle. Yüksek bir himmetle.
  • gulat : (Gali. C.) Dinde, mezhebte çok ileri salâbet gösterenler. * Galeyân edenler.
  • gulaz : Kalın, kaba.
  • gülbank : (Gülbang) f. Bir cemaat tarafından birlikte söylenen duâ, ilâhi, tekbir.
  • gülbeden : f. Vücudu gül gibi nâzik ve lâtif olan.
  • gülbiz : Gül serpen.
  • gülbün : f. Gül yetişen yer, gül köşkü.
  • gülçe : (Gül-çe) f. Küçük gül, gülcük, çiçekçik.
  • gülçehre : Çehresi gül gibi lâtif olan, çehresi gül gibi olan.
  • gülçin : f. Gül devşiren, gül toplayan.
  • güldan : f. Vazo, içine çiçek konan kap, gül mahfazası.
  • güldehan : (Güldehen) f. Ağzı gül gibi güzel ve lâtif olan.
  • güldeste : Çok güzel şeylerden bir tutam. * Gül demeti. * Müzikte makam adı.
  • güle : f. Zülüf. Bükülmüş ve kıvrılmış saç.
  • gülefşan : (Gül-efşân) f. Gül saçan.
  • gülendam : f. Güzel endâmlı, boyu gül gibi nâzik ve lâtif olan.
  • gulet : Fr. İki direkli ve yan yelkenli gemi.
  • gulf : (C.: Eglaf) Kılıf. Kışır, kabuk.
  • gülfam : f. Rengi gül gibi kırmızı olan, gül renkli.
  • gulfe : Zekerin sünnet edilecek derisi.
  • gülfeşan : f. Gül saçan, gül dağıtan.
  • gülgeşt : (Gül-geşt) f. Gül gezintisi, gül seyri.
  • gülgonce : f. Henüz açılmamış gül.
  • gulgul(e) : Bağrışıp çağrışma. Şamata, gürültü. Velvele. * Ağız tarafı dar olan bir kabdan akan suyun çıkardığı ses.
  • gülgun : f. Pembe, açık kırmızı. Gül renkli.
  • gülgune : f. Gül renkli. * Gül yanaklı. * Kadınların kullandıkları gül rengindeki düzgün.
  • gülhane : İstanbulda Sarayburnu'ndan Topkapı Sarayı'nın duvarlarına ve bir taraftan Çizme Kapısı hizasına kadar devam eden saha. Bunun deniz tarafında, şimdiki hat boyunun batısında vaktiyle More…
  • gülhîz : f. Gül yetiştiren.
  • gülî : f. Gül renkli. Gül gibi.
  • gülistan : (Gülsitân) Gülyeri, gül bahçesi.
  • gülizar : f. Gül yanaklı, alyanaklı.
  • gull : Kelepçe. Suçlunun boynuna veya ayaklarına takılan zincir, pranga.
  • güllabici : Tar: Akıl hastahanelerindeki gardiyanlar. Bunlar ellerinde kamçı olduğu halde deliler arasında dolaşıp azgın delileri döverek uslandırmak vazifesiyle mükellef olduklarından, dışarda bu türlü More…
  • gülle : Top mermisi. (Vaktiyle demirden veya taştan yuvarlak olarak yapılırdı. Şimdi çelikten, silindir biçiminde ve ucu sivri olarak yapılmaktadır.)
  • gullet : Sıcaklık. * Susuzluk harareti.
  • gülnahl : f. Gül fidanı.
  • gülnak : f. Hisar ve kale.
  • gülnar : f. Narçiçeği.
  • gülnefesî : f. Lâtif ve hoş sözlülük. * Güzel kokulu olmak.
  • gülnihal : f. Gül fidanı.
  • gülpuş : f. Gül örtülü, pembe yüzlü.
  • gülreng : (Gül-reng) f. Gül renkli, pembe renkli.
  • gülrîz : f. Gül serpen, gül saçan. * Meşhur bir cins lâle.
  • gülru(y) : f. Yüzü gül gibi güzel ve kızıl renkli olan. Al yanaklı.
  • gülruh : (Gül-ruhsar) f. Güzel yanaklı güzel, yanakları pembe olan güzel.
  • gülşen : f. Gül bahçesi. Güllük.
  • gülşen-ârâ : f. Gül bahçesini süsleyen.
  • gülşen-gâh : f. Gül bahçesi.
  • gülsitan : (Bak: Gülistan)
  • gülten : f. Gül gibi lâtif ve nâzik vücutlu.
  • gülu : f. İnsan veya hayvan boğazı.
  • gülubend : f. Boyna sarılan sargı, boğaz sargısı.
  • gulüf : (Gılâf. C.) Kınlar, mahfazalar, kılıflar.
  • gülugîr : f. Boğazda kalan, boğazdan zor geçen (şey). * Ahlat armudu.
  • gulul : Ganimet malında hıyanet etmek.
  • gulumiyye : Cimaa şehveti olan kimse.
  • gulüvv : Ayaklanma. Taşkınlık. * Üşüşme. Hücum. Saldırış. * Edb: Mübalağanın son derecesi. Üçe ayrılan mübalağanın diğer iki derecesinden biri tebliğ, öteki iğraktır. Aşağıdaki parçada mübalağa gulüv More…
  • gulv : Haddini tecavüz etmek, haddini aşmak. * Yiğitlik zamanının evveli ve sür'ati.
  • gülve : f. Fırın bacası.
  • gulyabani : İnsanı felâkete attığına itikad edilen vahşi bir mahluk ismi.
  • gülzar : f. Gül bahçesi. Gül tarlası.
  • güm : f. Yitik, kayıp, zâyi.
  • guma : Hava bulutlu olduğundan ayın görünmemesi.
  • güman : f. Zan. Tahmin. Sanmak. şüphe.
  • gümaşte : (C.: Gümaştegân) f. Vekil, vezir.
  • gümgeşt : f. Kaybolmuş, yitirilmiş.
  • gumgume : Nâra. * Avaz, ses.
  • gümkerde : (Gümkerdepey) f. İzi kalmamış, adı sanı kaybolmuş, unutulmuş. * Yaptığı işi kimseye sezdirmeyen.
  • gumme : Tasa, keder. * Kırba, tuluk gibi şeylerin derinliği. * Belirsiz mühim nesne.
  • gümnam : f. Eseri kalmamış, adı sanı kaybolmuş, unutulmuş.
  • gumr : (C: Agmâr) Bön, ahmak kişi. Gafil kimse.
  • gümrah : f. Yolunu şaşırmış. Doğru yoldan sapmış. * Bol, gür.
  • gümrahî : f. Sapıtma, doğru yoldan çıkmış olma.
  • gumre : Kadınların yüzlerine örttükleri kırmızı bez. * Küçük kadeh.
  • gümşüde : f. Telef olmuş, zâyi olmuş, kaybolmuş.
  • gumum : (Gamm. C.) Tasalar, kederler, dertler, kaygılar, hüzünler.
  • gumuz : Sözün kapalı ve karışık oluşu.
  • gun : f. Tarz, gidiş, sıfat. * Renk.
  • güna gûn : f. Türlü. Çeşitli nevilerde olan. Çeşit çeşit. Renk renk.
  • guna-gun : f. Türlü türlü, renk renk. Alaca.
  • günah : f. Cezayı gerektiren amel. Dine aykırı iş. Allah'ın emirlerine uymayan hareket. (Bak: Kebâir-Cünha)
  • günahkâr : f. Günah işleyen, günahlı.
  • günahkârî : f. Günahkârlık.
  • günahpişe : (C: Günahpişegân) Günah işlemeyi âdet haline getiren.
  • günahpişegân : f. Günah işlemeyi âdet haline getirenler.
  • günaşiri : t. İki günde bir. Bir gün olup ertesi gün olmayarak ve böylece sürüp giderek.
  • günbed : f. Kümbet, kubbe, üst tarafı yuvarlak şekilde olan bina veya çıkıntı.
  • gunc : Eda, naz, kırıtma, cilve.
  • günc : f. Hazine. Köşe. Zâviye.
  • güncayiş : f. Sığışma, sığma.
  • güncîde : f. Bir şey veya zarf içine sığmış olan. Sıkıştırılmış.
  • güncîden : f. Sığmak, girmek.
  • güncişk : f. Serçe kuşu, usfur.
  • gune : f. Tarz, gidiş, yol, tarz. Sıfat.
  • gune gune : f. Türlü türlü, çeşit çeşit, renk renk.
  • güng : Dilsiz.
  • güngörmek : Mc: İkbal, refah, saadet, mutlu olarak yaşamak.
  • güngörmüş : Tecrübeli, iyi günler yaşamış.
  • gunm : Bir şeye meşakkatsiz nâil olmak veya düşmandan doyumluk almak mânalarına gelir ve alınan doyumluğa da isim olarak ıtlak olunur ki ganimet de, her iki mânada böyledir.
  • gunne : Genizden söylemek, sesi burnundan çıkarır gibi okumak. Burundan gelen ses.(Tecvidde harfin vasıflarındandır) (Bak: İdgam)
  • gunya : f. Geometride kullanılan bir âlet. Gönye.
  • gunyan : Kimseye ihtiyacı olmayıp müstağni olmak.
  • gunyat : Kudret, zenginlik.
  • gunyet : Zenginlik.
  • gunz : Tasa, keder. * Zahmet, meşakkat.
  • gur : Kabir, mezar. * Meşhur pehlivan Rüstem-i İraninin lâkabı. * Yaban eşeği.
  • gur-hane : f. Türbe.
  • gur-ken : f. Mezarcı, mezar kazan.
  • gurab : (C: Garbân-Egribe) Karga.
  • gurabe : f. Kubbeli türbe.
  • guraf : Büyük ölçek.
  • güraz : f. Azgın erkek domuz.
  • gürbe : f. Kedi.
  • gurbet : Gariblik, yabancılık. Yabancı bir memleket. Yabancı yer. Yâd el.
  • gurbet-zede : f. Memleketinden başka yerde bulunan, gurbete düşmüş olan.
  • gürbüz : f. Yaşından fazla gösterişli, serpilmiş, vücutlu, genç irisi. * Cerbezeli. * Anlayışlı. İdrakli. * Kahraman, yiğit.
  • gürcü (gürcî) : Güney Kafkasya'nın Gürcistan ahalisinden olan ve Gürcüce konuşan kimse.
  • gürd : f. Cesur, kahraman, yiğit, bahadır.
  • gürdas : f. Gaddar, zalim.
  • gürde : f. Böbrek.
  • gureba : (Garib. C.) Garibler.
  • guref : (Gurfe. C.) Köşkler, kasırlar, çardaklar.
  • gurema : (Gerim C.) Düşmanlar, adüvler, hasımlar, rakibler. * Alacaklılar.
  • gurer : Her ayın ilk üç gecesi.
  • gurfe : Yüksek, âli bina. * Yüksek derece. * Cennet köşkleri.
  • gürg : (C.: Gürgân) f. Canavar, kurt, zi'b.
  • gurgure : Atın alnında olan beyazlık. * Ulu, şerif kimse.
  • gürgzade : f. Kurt yavrusu.
  • gürihte : f. Kaçkın, kaçmış, kaçak.
  • gürisne : (C.: Gürisnegân) f. Aç, fukara, fakir.
  • gürisne-gân : (Gürisne. C.) f. Açlar, fakirler, yoksullar.
  • gürisneçeşm : f. Pinti, cimri, hasis. Aç gözlü.
  • gürisnegî : f. Açlık, sefalet.
  • guristan : f. Mezarlık, türbe. Kabristan.
  • güriz : f. Kaçma. * Kaçan. * Edb: Kasidelerde mevzuya girmeden evvel söylenen beyit.
  • gürizan : f. Kaçan, kaçıcı.
  • gürizende : (C: Gürizendegân) f. Kaçan, kaçıcı.
  • gürizgâh : (Girizgâh) f. Kaçacak yer. * Edb: Bir bahisten diğer bahse, mukaddimeden maksada intikal için bir münasebet te'sis eden söz. Nedim'in:Bu şehr-i stanbul ki, bîmisl ü behadırBir More…
  • gurl : Sünnet olmamış kimse.
  • gurle : Sünnet olunacak deri.
  • gurm : Bir kimse üzerine eda edilmesi, yerine getirilmesi lâzımgelen şey. Borç ve diyet gibi. (Garâmet de olur)
  • gürmih : f. Çivi. * Hayvan bağlanan büyük kazık.
  • gurmul : (C: Garâmil) Erkek eşek. * At zekeri.
  • gurr : Beyaz leke.
  • gurran : f. Haykıran, gürleyen, homurdayan.
  • gurre : 'Parlaklık. Her şeyin başlangıcı. Bu cihetle, kameri ayların ilk günlerine gurre-i şehr denilmiştir. Köleye, cariyeye ve malların en güzidelerine, gurret-ül emval denir. Güzel parlak More…
  • gurrende : f. Hiddetle bağıran, şiddetle gürliyen.
  • gürs : f. Kir, leke, pas. Açlık, sefâlet. * Zülf, kâhkül.
  • gurub : Batma, batış. Batıda görünmez olma. Gözden kaybolmak. * Uzaklaşmak. Irak olmak.
  • güruh : f. Bölük. Cemaat. Takım. Kısım. * Fevc.
  • gurur : Kibir. Boş yere güvenmek. * Kıymetsiz şeylere güvenip mağrur olmak.
  • gurve : Burnun ucundaki kıkırdaktan yapılmış yumuşak kısım.
  • gürz : Silâhın icadından evvel kullanılan bir harp âleti. Gürz, yekpare veya yalnız baş tarafı demir ve bakırdan, sapı ise ağaç ve demirden olan bir nevi topuzdur. Gürzün Türkçesi More…
  • gurz (gurza) : (C: Guruz-Ağraz-Guraz) Su taksim olunan yer. * Eyer kolanı.
  • gurze : (C.: Guruz) Pamuklu elbisede kullanılan kaba dikiş.
  • gurzuf : Kıkırdak. * Yumuşak olan kemik.
  • guş : f. Kulak. * Mc: İşitmek.
  • guş-asb : f. Rüya. * İhtilam. Uyurken cenabet olmak.
  • guş-dar : f. 'Kulak tutan.' Sözü tam mânasıyla dinleyen, kulak veren.
  • guş-hurde : f. Kulağı bükülmüş, terbiye edilmiş.
  • guş-var : f. Küpe, kadınların kulaklarına taktıkları mücevher.
  • guş-zed : f. Kulağa çarpan, işitilen.
  • güşa : f. Açıcı, açan mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-güşa $ : Gönüle ferahlık veren. Gönül açan.
  • gusa' : Sel köpüklerine karışmış çürük ağaç yaprakları tortusu, köpüğü.
  • guşab : f. Pekmez.
  • güşad : f. Açılış, açılma, açma. * Bir cins ok atma şekli.
  • güşade : f. Ferah, şen, Açılmış, açık.
  • güşade-dest : (C: Güşadedestân) f. Civanmert, cömert, eli açık.
  • güşade-destân : (Güşadedest. C.) f. Cömertler, civanmertler, eli açıklar.
  • güşade-dil : f. Gönlü şen.
  • güşade-ebru : f. Güler yüzlü. Mütebessim. şen.
  • güşade-hatir : f. Gönlü rahat.
  • güşadname : f. Padişah fermanı. * Boşanma vesikası.
  • gusale : f. Dana, buzağı. Sığır yavrusu. * Kösele. ◊ Yıkama suyu.
  • guşane : Düşürülmüş hurma. * Hurma ağacı altına düşüp toplanan hurma.
  • güsar : f. Yiyen, yiyici. İçen, içici manalarına birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Gam-güsar $ : Dert ortağı, arkadaş.
  • gusas : (Gussa. C.) Kederler, hüzünler, kaygılar, tasalar.
  • güşayende : f. Açan, açıcı.
  • güşayiş : f. Açıklık, açılış, açılma.
  • guşe : f. Köşe, kenar, bucak.
  • guşe-bend : f. Köşebent. * Ciltli kitaplarda kapağın dört köşesine yapılan süsleme.
  • guşe-gîr : f. Bir köşeye çekilen.
  • guşe-nişin : f. Köşeye çekilen, münzevi, insanlardan uzaklaşan.
  • guşetmek : İşitmek. Dinlemek, kulak vermek, mesmu' olmak.
  • gusfend : f. Koyun. (Bak: Guspend)
  • guşiş : f. Çabalama, uğraşma, çalışma.
  • güsiste : f. Kopmuş, kırılmış. * Sökülmüş, çözülmüş, gevşemiş.
  • gusl : (Bak: Gusül)
  • guşmal : f. Yola getirme, te'dib etme, kulak bükme, ihtar etme.
  • gusn : Ağaç dalı. Budak. * Tıb: Damar ve sinir gibi ayrılan bedenin cüzleri. ◊ Saç örgüsü.
  • güsn(e) : f. Açlık, sefalet.
  • gusne : Tek dal.
  • guspend : f. Koyun, ganem.
  • guspend-güşân : f. Kurban bayramı.
  • gusre : Yeşile benzer bozrak renk.
  • guss : Leîm, zayıf adam. * Bir şeyi beğenmeyip ayıplamak.
  • gussa : Keder. Tasa. *Gam. * Boğaza takılan yemek. * Ağaç, diken.
  • gussadâr : f. Kederli, tasalı. Kaygılı. Gussalı.
  • gussanâk : f. Kederli, hüzünlü, tasalı, kaygılı.
  • guşt : f. Et, lahm.
  • güşta : f. Cennet, firdevs.
  • güstah : f. Arsız, edepsiz, küstah, saygısız.
  • güsterde : f. Döşenmiş, yayılmış.
  • guştin : f. Etten, etten ibâret, etten meydana gelmiş.
  • güşude : f. Açılmış.
  • gusül : Boy abdesti. Temizlenmek. Maddi, manevi temizlik için şartları dahilinde yıkanmak. Taharet-i Kübrâ da denir.
  • gusun : (Gusn. C.) Filizler, ağaç dalları.
  • gusv : Zulmet, karanlık.
  • gutat : Sabahın erken saatleri.
  • gute : f. Su içine bir defa dalıp çıkma, suya dalma.
  • gute-hâr : (Gute-hor) f. Suya dalan.
  • gutguta : (C: Gatâgıt) Yeni doğmuş kuzu.
  • gutme : Pelteklik, kekemelik.
  • güva : f. şahit, delil.
  • güvah : f. Şahit. Gören. Bilen. Tanıyan.
  • güvahî : f. şahitlik. şahitlik etmek.
  • güvar (güvara) : Hazmı kolay olan ve zaikaya hoş gelen, nefsin meylettiği şey.
  • güvaraî : Tatlılık, hoşa gitme.
  • güvarende : f. Hazmedilmesi kolay.
  • güvariş : f. Sindirime yarıyan şeyler, hazme yardımı olan şeyler.
  • guvas : Feryâd edip, 'imdat!' diye bağırmak.
  • güvaş(e) : f. Boya, renk.
  • guvat : (Gavi. C.) Azgınlar, sapkınlar.
  • güveç : Yemek pişirmeye mahsus toprak kap.
  • güverte : Geminin anbar veya kamaralarının üstü, gezilecek kısmı.
  • guvl : (C: Agvâl-Gaylân) Cinden bir tâife.
  • guvr : Bir ölçek. (12 senc miktarıdır: Senc: 24 batmandır.)
  • guvta : Şam diyarında suyu çok olan ağaçlık bir yer.GUY : f. Söyleyen, konuşan, söyleyici. * Kelâm, söz. Acemlere mahsus bir cins oyun topu. * Baykuş.
  • güya : f. Sanki. Ke-ennehu. Söyle. Tut. Farzet. * Söyleyen.
  • güyan : f. Söyleyen.
  • güyem : f. Söylerim (mânâsına fiil).
  • güyende : f. Söyleyici. Söyleyen. Kail olan.
  • guyî : f. Söyleyiş, söyleme.
  • guyub : (Gayb. C.) Hazırda olmayanlar. Kayıplar.
  • guyum : (Gaym. C.) Bulutlar.
  • guyus : (Gays. C.) Yağmurlar.
  • güz : Sonbahar.
  • güzaf : f. Boş, bîhude. Lüzumsuz.
  • guzame : Bir miktar süt.
  • güzar : f. Geçiş, geçme. * Beceren, halleden, yapan. * Geçiren, geçirici mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dem-güzar $ : Zaman geçiren, vakit öldüren.
  • güzare : f. Rüyâ tâbir etme, düş yorma.
  • güzarende : f. Geçen, geçici. Geçiren, geçirici.
  • güzariş : f. Rüya tâbir etme. ◊ f. Geçiş, geçme.
  • güzaşte : f. Geçmiş, geçmiş olan.
  • guzat : (Gazi. C.) Din için harbedenler. Gaziler. ◊ (Bak: Gudat)
  • guzbe : Tez gadaplanan, çabuk kızan.
  • guze : f. Koza.
  • güzer : Geçiş, geçme. * Geçici, geçen.
  • güzeran : f. Geçen, geçici. * Geçme. Geçiş.
  • güzergâh : f. Geçit yeri. Geçilecek yer.
  • güzername : f. Geçiş tezkeresi.
  • güzeşt : f. Geçme, geçiş. Geçen.
  • güzeşte : f. Geçen. Geçmiş. Geçmiş olan.
  • güzîde : (Güzin) f. Seçilmiş. İntihab edilmiş. Beğenilmiş.
  • güzîde-gân : (Güzide. C.) f. Seçkinler, beğenilmişler, seçilmiş olanlar.
  • güzîde-suhen : f. Beğenilmiş söz söyleyen, seçkin sözler konuşan.
  • güzîden : f. Seçmek. İntihab etmek.
  • güzîn : (Bak: Güzîde)
  • güzîniş : f. Seçiş, seçme.
  • güzîr : f. Derman, çare, deva.
  • guzn : (C.: Guzun) Derinin büklümü.
  • guzr : Çokluk, kesret. * Devenin sütünün çok olması.
  • guzruf : (C.: Gazârif) Kulak kemiği. * Kıkırdak.
  • guzuza : Taze olmak.
  • guzz : Oğuz Türkleri.
  • 
    Derneğimiz
    Mekke Canlı Yayın
    Medine Canlı Yayın
    Eserlerimiz
    İlahiler
    Sure ve Namaz
    Namaz Kılmayı Öğreniyorum
    Tecvid Dersleri
    SON EKLENENLER
    GÜNÜN AYETİ
    Şübhesiz, Allah’ın velî (kul)larına hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun
    (da) olmayacaklardır.
    (YÛNUS - 62)
    ÖZLÜ SÖZLER
    • Ezeli ervahta nur-u Muhammedi ile beraber olmaya halvetilik denir.
    • Adem "ben hata yaptım beni bağışla " dedi, İblis ise" beni sen azdırdın" dedi ya sen!... sen ne diyorsun?
    • Edep, söz dinlemek ve gönle sahip olmaktır.
    • Güzelliğin zekatı iffet ve edeptir. (Hz. Ali)
    • Zeynel Abidin oğlu Muhammed Bakır'a "Ey oğul, fasıklarla cimrilerle yalancılarla sıla-i rahimi terk edenlerle arkadaşlık etme." diye buyurmuştur.
    • Kemalatın bir ölçüsü de halden şikayet etmemektir.
    • En güzel keramet gönlü masivadan arındırmaktır.
    • Alem-i Berzah insanın kendisidir.
    • Zahir ve batının karşılığı aşk-ı sübhandır.
    • Mutaşabih ayetler ledünidir.
    NAMAZ VAKİTLERİ