Çerezler, içeriği ve reklamları kişiselleştirmek, sosyal medya özellikleri sağlamak ve trafiğimizi analiz etmek için kullanılmaktadır. “Kabul Et” seçeneği ile tüm çerezleri kabul edebilirsiniz veya “Çerez Ayarları” seçeneği ile ayarları düzenleyebilirsiniz.Çerez Politikası

11 Eylül 2024
7 Rebiü'l-Evvel 1446
halveti
MENÜ
SOHBETLER HAZRET-İ MUHAMMED'IN
(S.A.V) HAYATI
SEVGİLİ PEYGAMBERİM KUR'AN-I KERİM İLMİHAL İSLAM VE TOPLUM 40 HADİS HADİS-İ ŞERİFLER OSMANLICA SÖZLÜK RÜYA TABİRLERİ BEBEK İSİMLERİ ABDÜLKADİR BİLGİLİ
(SEBATİ) DİVANI
NİYAZİ MISRİ DİVANI HİKMETLİ SÖZLER KUR'AN-I KERİM ÖĞRENİYORUM KUR'AN-I KERİM (SESLİ ve YAZILI) SESLİ ARŞİV İLAHİLER KVKK ve GİZLİLİK POLİTİKASI
İSLAM ve TASAVVUF
TASAVVUFUN TARİFLERİ TASAVVUFUN DOĞUŞU TASAVVUFUN ANADOLU'YA GİRİŞİ HALVETİLİĞİN TARİHİ HALVETİLİĞİN TARİHİ GELİŞİMİ HALVETİLİĞİN TÜRK TOPLUMUNDAKİ YERİ HALVETİYYE SİLSİLESİ PİRLERİMİZİN HAYATLARI MEHMET ALİ İŞTİP (VAHDETİ) ABDÜLKADİR BİLGİLİ (SEBATİ) İBRAHİM GÜLMEZ(KANÂATÎ)
EHLİ - BEYT
EHL-İ BEYT KİMDİR? EHL-İ BEYTİ SEVMEK
RESÛLULLAH'I SEVMEKTİR
EHL-İ BEYT EMANETİ RESÛLULLAH'TIR EHL-İ BEYTİN HALİ NUH'UN GEMİSİ GİBİDİR EHL-İ BEYT OLMAK HEM NESEBİ HEMDE MEZHEBİDİR
ONİKİ İMAMLAR
HZ. İMAM ALİ K.A.V RA HZ. İMAM HASAN-I (MÜCTEBA) HZ. İMAM HÜSEYİN-İ (KERBELA) HZ. İMAM ZEYNEL ABİDİN HZ. İMAM MUHAMMED BAKIR HZ. İMAM CAFER-İ SADIK HZ. İMAM MUSA-İ KAZIM HZ. İMAM ALİYYUL RIZA HZ. İMAM MUHAMMED CEVAD (TAKİ) HZ. İMAM ALİ HADİ (NAKİ) HZ. İMAM HASAN’UL ASKERİ HZ. İMAM MUHAMMED MEHDİ






OSMANLICA SÖZLÜK


A B C D E F G H I J K L M N O P R S T U V Y Z

  • e : Gr: İstifham, sorgu edatı. (Ezehebe Nuri: Nuri gitti mi? derken Ezehebe'nin başındaki 'E' harfi gibi) * Arapça kelimelerin sonuna 'e' gelerek onları müennes yapmaya More…
  • e'ba : Yükler, hamuleler, çuvallar.
  • e'cam : (Acem. C.) Arab olmayanlar. Güzel arabi bilmeyenler. Güzel ve fasih konuşamıyanlar. * Acemiler.
  • e'cube : (Bak: U'cube)
  • e'rac : Anadan doğma topal, aksak.
  • e'vam : (Bak: A'vam)
  • e'zar : Özürler. Kusurlar. Bahaneler.
  • eâcib : (U'cube. C.) Çok tuhaf ve acaib, şaşılacak şeyler.
  • eacim : (Acem. C.) Yabancılar, Arap olmayanlar. İranlılar.
  • eadi : (Adüv. C.) Düşmanlar. Hasımlar.
  • eali : (A'lâ. C.) İtibarı ve şerefi yüksek zâtlar. İyiler. Günahtan sakınan temiz ve sâlih amel sâhibi kimseler.
  • eamm : Pek şumullü, daha umumi ve geniş.
  • earib : (A'rabî. C.) Çölde yaşayan, göçebe Arablar.
  • eariz : (Aruz. C.) Aruzlar, şiir vezinlerinden bahseden ses kalıpları. Şiirde beytin birinci mısraının son kısımları.
  • earr : Hörgücü küçük deve.
  • easir : (İ'sâr. C.) Şiddetli fırtınalar, kasırgalar.
  • eâzim : (A'zam. C.) İleri gelen büyükler. Büyük adamlar.
  • eazz : Galip. * Daha aziz, daha şerefli, en şerefli, azizler.
  • eb : (Ebâ, Ebu, Ebi) Baba, peder. Ced.
  • eb'ad : Çok uzak, en uzak, daha uzak.
  • eb'âd : (Bu'd. C.) Mesafeler, uzaklıklar.
  • ebab : Bir yere gitmek için hazır olmak.
  • ebabil : Dağ kırlangıcı. Kuş sürüsü. Sürüler, bölükler.
  • ebadid : Müteferrik, dağınık.
  • ebaet : (C.: Abâ) Kamışlık yer. * Kamış.
  • ebahh : Sesi kısık olan kimse. Avazı tutkun kişi. (Müe: Buhhâ)
  • ebahir : Kuş kanadının üçüncü mertebede olan yelekleri.
  • ebaid : (Eb'ad. C.) Yakın olmayan (hısım ve akraba.) * En uzak yerler.
  • ebalis : (Ebâlise) (İblis. C.) İblisler, şeytanlar.
  • ebarik : Balçıklı, kumlu yer. * (Ebrak. C.) Alaca atlar. ◊ (İbrik. C.) Su kapları, ibrikler.
  • ebatih : (Ebtah. C.) Kumlu dereler ve ırmaklar.
  • ebatil : (Ubtule. C.) Beyhude, bâtıl, hurâfe, mantıksız, hakikatsız şeyler. ◊ Böğürler, yanlar.
  • ebazer : (Bak: Ebu Zerr-i Gıffarî)
  • ebazir : (Ebzâr. C.) Yemeklere katılan baharatlar, kurumuş kekikler.
  • ebb : (C.: Abâb) Kuru ot. Taze ot. * Mer'a, otlak, çayır. * Kavga etmek veya bir yerden gitmek için hazırlanmak.
  • ebbal : Deve çobanı.
  • ebbale : Bir yüklük odun. * Bir kısım halk. Cemaat. Cemiyet.
  • ebbar : İğneci. İğne yapan veya satan kimse.
  • ebbaz : Kaçma, ürkme. * Sıçrayıp atlayan karınca.
  • ebced : Arabça Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki More…
  • ebcedhan : f. Ebced okuyan. Mektebe yeni başlayan, acemi.
  • ebcel : Cüssesi büyük olan iri yapılı adam. * Atta ve devede bulunan bir damar. (İnsanda o damara, 'ırk-ı ekhal' derler.)
  • ebda' : (Bedi'. den) En bedi. Ziyade bedi' ve güzel. Daha çok dikkati çeken.
  • ebdal : (Bedil veya Bedel. C.) Evliyâdan, ziyâde nuraniyyet kazanmış olanlar.
  • ebdan : f. Kavim, aşiret, kabile. * Şayeste, lâyık, münâsib, muvafık, uygun. ◊ (Beden. C.) Bedenler. Tenler.
  • ebecc : Patlak gözlü adam.
  • ebed : Ebedîlik. Zevalsizlik. Sonu olmamak.
  • ebedd : Gövdeli, iri cüsseli kimse. İki uyluğunun arası geniş ve etli olan kimse.
  • ebeden : (Ebedâ) Devamlı olarak. Kat'â ve aslâ. Hiçbir vakit.
  • ebedgâh : f. Kabir, mezar.
  • ebedhane : f. Kabir, mezar.
  • ebedî : Sonsuza ve ebediyete âit. Ebediyete dâir ve müteallik.
  • ebediyyen : Ebedî olarak, ilel-ebed. * Hiç bir vakit, hiç bir zaman.
  • ebelet : Çok yemekten gelen ağırlık, hazımsızlık.
  • eben : Töhmetli, kabahatli kişi. * Adâvet, düşmanlık.
  • eber : Hurmanın budaklanması ve ıslah edilmesi. * Akrep sokması.
  • eberr : Çok faziletli, şerefli. Çok sâdık ve dindar. Çok iyilik sever. * Şenlikten uzak, bedevi.
  • ebes : Çok süt içmekten dolayı midede ve karında meydana gelen şiş. $
  • ebeveyn : Ana ile baba. (Eb ile ümm.)
  • ebgaz : Çok fazla buğzedilen, hiç sevilmeyen, nefret edilen.
  • ebh : Unutulan şeyi hatırlatmak.
  • ebhak : Bir gözlü.
  • ebhal : (Buhl. den) En hasis, çok cimri, daha tamahkâr. * Büyük gözlü.
  • ebhar : Nefesi ve ağzı fena kokan adam.
  • ebhâr : (Bahr. C.) Bahirler, deryalar, denizler.
  • ebhas : Gözlerinin üstünde veya altında bir miktar yumruca et parçası olan kişi.
  • ebhekan : Kuzu kulağı adı verilen ot.
  • ebhel : Ardıç ağacının yemişi. * Ardıç ağacının bir nevi
  • ebhem : Söz söylemeye muktedir olmayan. Konuşmaya iktidarı bulunmayan adam.
  • ebher : En bâhir, en âşikâr. En parlak, daha çok zâhir. * Temiz kanı yürekten bedene dağıtan büyük bir damar.
  • ebhire : (Buhâr. C.) Dumanlar, buğular.
  • ebhur : (Ebhar) (Bahr. C.) Denizler, bahrlar. ◊ (Bahur. C.) Buharlar. Buğular.
  • ebi : (Bak: Ebu)
  • ebib : İri taneli yağmur.
  • ebih : Yüzünden örtüyü kaldırmayan tesettürlü kadın.
  • ebil : Devenin hâllerinden anlıyan kimse. ◊ Nasârâ rahibi ve ekâbiri.
  • ebiye : İmtinâ edici, çekinen kadın.
  • ebka : Ağlattı (mânasında mâzi fiili. Bak: İbkâ)
  • ebka' : Alaca karga.
  • ebkâr : (Bikr. C.) Bekârlar. * Mc: Evvelce kimsenin söylemediği sözler.
  • ebkem : (Bükm. den) Dilsiz. Konuşamıyan.
  • ebkem ü lâl : Cevapsız bırakmak. Susmak. Dilsiz gibi sükût etmek.
  • ebkemî : f. Dilsizlik, dili olmamak.
  • ebkemiyet : Dilsizlik. Konuşamamazlık.
  • eblad : Eser.
  • eblağ : En beliğ. Daha beliğ. Daha fasih. Çok beliğ.
  • eblak : Rengârenk. * Alaca bulaca. * Alacalı at.
  • eblak-süvar : f. Alaca ata binmiş kişi. * Mc: Savaşçı, cenkçi yiğit.
  • eblec : Açık kaşlı. * Mc: Nurlu, parlak, vuzuhlu.
  • ebled : Ebleh, ahmak, bön. Söylenilen şeylere aklı hemen taalluk etmeyen kimse. * Açık kaşlı. * Şişman gövdeli kişi.
  • ebleh : Ahmak. Bön. Budala.
  • eblehâne : f. Ahmakçasına. Eblehçesine.
  • eblehî : f. Ahmaklık, saflık, bönlük.
  • eblehiyyet : Ahmaklık, eblehlik, bönlük, salaklık, saflık, kalın kafalılık.
  • eblek : f. Alacalı renk.
  • eblem : Kalın dudaklı adam.
  • eblim : Bal, asel.
  • ebluç : f. Ezilmiş tozşekeri. Nebat şekeri.
  • ebluk : f. Münafık, iki yüzlü adam. * Şarlatan.
  • ebnâ : (İbn. C.) Oğullar. Çocuklar. Veledler. Ferzendeler.
  • ebniye : (Bina. C.) Binalar. Yapılar.
  • ebr : Ürkmek. Kaçmak. ◊ f. Bulut.
  • ebrac : Burçlar, kaleler.
  • ebrah : Zor olmak, güç olmak.
  • ebrak : Fazlaca parıltılı. * Taşlı, kumlu, balçıklı yer. * Alaca renkli at. * İki renkli lekeli bir şey.
  • ebrâr : (Berr. C.) Özü sözü doğru olanlar, hamiyetliler. Sâdıklar. İyiler.
  • ebras : İnsanın rengini degiştiren alaca ve miskin eden çok fena bir maddi hastalık ismi.
  • ebrec : Gözünün akı çok olan güzel gözlü kimse.
  • ebred : (Berd. den) Çok soğuk.
  • ebrek : En bereketli.
  • ebrencen : f. Bilezik. Kadınların kollarına taktıkları altından mâmul zinet eşyası.
  • ebreş : Alaca benekli at. * Kırmızı ve beyazdan meydana gelen alaca renk.
  • ebresim : İbrişim.
  • ebresimî : İbrişimci.
  • ebric : Yayık adı verilen ve yoğurttan yağ çıkarılan nesne.
  • ebrkâr : f. Şaşkın, sersem, ne yapacağını bilmeyen adam.
  • ebru : f. Kaş. * Bir nevi dalgalı kumaş ve kâgıt ismi.
  • ebruferah : f. Güler yüzlü.
  • ebruvân : f. Kaşlar.
  • ebs : Sütü çok içmekten dolayı karnı şişmek.
  • ebsar : (Basar. C.) Gözler. Dikkat sahipleri. Görücüler.
  • ebtah : (C.: Ebâtih) Kumlu ırmak ve dere.
  • ebtal : (C.: Ebâtil) İnsanın böğrü. * En boş. Boşuboşuna. Çok bâtıl. ◊ (Battâl. C.) Yiğitler, cesurlar, döğüşken erler.
  • ebter : Kuyruğu kesik hayvan. * Sonunda oğlu ve kızı kalmayan insan. * Ölümünden sonra adı hatırlanıp anılacak hayrı ve ihsanı kalmayan kişi. * Eksik, tamamlanmamış.
  • ebtine : (Bâtın. C.) Çukur yer, kuytu yer.
  • ebu : Peder, baba, ata, eb.
  • ebu ca'fer : Sinek.
  • ebu cabir : Ekmek.
  • ebu cemil : Tere otu.
  • ebu davud : (Bak: Kütüb-ü Sitte)
  • ebu eyyub : Deve, cemel.
  • ebu halid : Köpek, kelb. * Canavar.
  • ebu hanife : (Bak: İmam-ı A'zam)
  • ebu humeyd : Ayı denilen canavar.
  • ebu ikrime : Güvercin kuşu.
  • ebu kalemun : Bir nevi kumaş ki, göze türlü türlü görünür. Bâzıları 'gülistân-ı kemhâ' derler.
  • ebu kays : Çakal.
  • ebu nafi' : Sirke.
  • ebu sabir : Tuz, milh.
  • ebu süfyan : (Mi: 597 - 653) Kureyş kabilesinin bir kolu olan Beni Ümeyyenin Reisi ve Hz. Muâviyenin (R.A.) babası.
  • ebu süleyman : Horoz.
  • ebu za'fel : Fil.
  • ebu ziyad : Eşek, hımar.
  • ebu zübab : Fâre.
  • ebu zür'a : Domuz, hınzır.
  • ebuk : Kaçmış köle.
  • ebûü : İkrar ederim, sığınırım, itiraf ederim, tövbe ederim mânasına fiildir.
  • ebva' : Medine-i Münevvere'ye bağlı olup, Mekke-i Mükerreme yolunda bir köyün adıdır. Medine'ye yirmiüç mil uzaklıktadır. Köyün üstünde dik ve kuru bir dağın adı da Ebvâ'dır. Bu köy More…
  • ebvâb : (Bab. C.) Kapılar. * Kısımlar. Bahisler. Parçalar.
  • ebyan : Cömert, eli açık, muhtaçlara ve yoksullara yardım eden kimse. * Yemekten tiksinen kişi.
  • ebyat : (Beyt. C.) Beyitler. İki mısradan müteşekkil kısımlar.
  • ebyaz : Beyaz. Akça. Parlak. Daha parlak. Sefid olan.
  • ebz : Ürkme, korkma. Kaçma, kaçış. * Aniden, birdenbire ölmek.
  • ebza : Göğsü çıkık.
  • ebzah : Göğsü çıkık.
  • ebzar : (Bezr. C.) Yemeklere konulan baharat.
  • ebzer : Üst dudağında sarkık derisi olan.
  • ebzün : Küvet, banyo. * İçinde yıkanılabilinen küçük havuz.
  • ecahil : (Echel. C.) En cahil, daha bilgisiz olanlar.
  • ecamire : Taifeler, kabileler, kavimler.
  • ecanib : (Ecnebi. C.) Ecnebiler. Yabancılar.
  • ecbe : Alnı geniş olan adam.
  • ecc : (C.: İcâc) Devekuşu seğirtmek.
  • ecce : (C.: İcâc) Sıcak fazla olmak. * Karışmak.
  • ecda' : Burnu kesik olan kimse. * Kulağı, eli ve dudağı kesik kimse.
  • ecdad : (Cedd. C.) Dedeler. Babalar. Büyük babalar.
  • ecdas : (Cedes. C.) Kabirler. Mezarlar.
  • ecdel : (C.: Ecâdil) Çakır doğan kuşu.
  • ecder : (Cedir. den) Daha büyük. Pek münasib.
  • ecebe : Büyük alınlı. Alnı geniş olan kimse.
  • ecel : Her mahlukun ve canlının Allah tarafından takdir edilen ölüm vakti. Âhirete göç etmek. * İleride olacağı şüphesiz olan. * Allah'ın takdir ettiği ömür.
  • ecel-i müsemma : f. Muayyen bir zamana kadar, Allah'ın takdir ettiği ölüm.
  • eceliyyet : Sonradan vukuu şüphesiz olan hâdise.
  • ecell : (Celil. den.) Çok güzel. çok büyük. En üstün. Çok celil. ◊ Evet, neam, belî.
  • ecem : (C.: Acâm) Çok fazla sıcak.
  • eceme : (C.: Acâm-Ecemât - Ecem-Ücüm) Meşelik. * Kamışlık.
  • ecemm : Mızraksız adam. * Boynuzsuz koyun. * Etli kemik. * Bacasız ev.
  • ecen : Suyun tadı ve rengi değişik olmak.
  • ecerran : İns ve cinn.
  • eceşş : Gür sesli.
  • ecfan : (Cefn. C.) Göz kapakları. * Asma çubukları. * Kirpikler.
  • echam : Gözü büyük ve kırmızı olan. * (Müe: Cahmâ)
  • echel : Çok câhil. Çok bilgisiz. En câhil.
  • echeliyyet : Çok bilgisizlik. Çok câhil oluş.
  • ecic : Ateş parlaması.
  • ecil : İşini geriye bırakan, geciktiren. * Geciktirilen, geriye bırakılan şey. * Bir yerde birikip toplanmış su.
  • ecille : (Celil. C.) Fazilet, ilim ve rütbe itibariyle daha yüksek olanlar. Büyükler.
  • ecim : Bir şeye çok devam etmekten usanç gelme. * Suyun necis olup bozulması. * Birini istemediği hâle koymak.
  • ecinne : (Cenin C.) Ceninler. Ana karnındaki çocuklar.
  • ecinnî : Cin taifesinden bir fert. (Bak: Cinn)
  • ecir : Ücretle çalışan, nefsini kiraya veren. Gündelikçi. ◊ (Bak: Ecr)
  • ecirlik : t. Ücretle çalışma, hizmetkârlık.
  • ecirnâ : (İcâret. den) Bizi hıfzeyle, muhafaza eyle (meâlinde.)
  • ecirni : (İcâret. den) Beni hıfzeyle, beni koru (meâlinde).
  • ecl : İllet, sebeb, cihet. İçin, dolayı... den. Arabçada 'Li' ilâve ederek kullanılır. Meselâ: Li-eclillâh $ : Allah için, Allah rızası için.
  • ecla : Pek âşikâr, pek belli. Pek parlak, ziyade güzel. * Başında kıl bitmeyen kel.
  • ecla' : Dudakları kısa olup dişlerini tamamen örtmeyen.
  • eclad : (Cild. C.) Hayvan derileri.
  • eclah : Devenin veya üstü düz olan arabaların üzerlerine yapılan ufak kulübe. * Başı kel olan adam.
  • eclec : Yumru ve geniş alınlı.
  • eclef : (Cilf. den) Çok edepsiz, pek hayasız.
  • eclel : Ulu ve büyük kimse. * Azam.
  • ecliyet : Cihetiyet, sebebiyet. Sebeb oluş.
  • ecma : Üstü açık ev.
  • ecma' : En toplu. Birikmiş. Ziyade birleşmiş.
  • ecmain : Hepsi, cümlesi.
  • ecmal : (Cemel. C.) Develer. * Cümleler. * Yekünler.
  • ecmat : (Ecme. C.) Ormanlar, sık ağaçlı yerler.
  • ecme : (C.: Ücem-Ecmât) Orman, sık ağaçlı yer.
  • ecmel : (Cemil. den) Çok güzel, en yakışıklı. Daha güzel.
  • ecnab : (Cenb. C.) Yanlar. Yan taraflar.
  • ecnad : (Cünd. C.) Cündler, askerler, erler, neferler, taburlar.
  • ecnâs : (Cins. C.) Çeşitler, neviler, türler.
  • ecneb : Muti ve münkad olmayan. İtaatkâr olmayan. * Garib, yabancı, ecnebi. *Sert başlı at.
  • ecnebi : Yabancı. Garip. Alışmamış. Başka milletten olan.
  • ecnebiyyet : Ecnebilik, yabancılık, gariblik.
  • ecnef : Haktan, doğruluktan, adaletten uzaklaşan, ayrılan adam. * Beli eğri, kambur olan adam.
  • ecniha : (Cenah. C.) Kanatlar. Cenahlar. Taraflar.
  • ecr : (C.: Ücur) Bir iş, bir hizmet mukabilinde verilen şey. * Ahirete aid mükâfat, hayır ceza. * Ücret, mukabil, karşılık. Sevab. * Tıb: Kırılan bir uzvun sarılması.
  • ecra' : (C.: Ecâri) Bir şey yetişmeyen kumlu yer.
  • ecram : (Cirm. C.) Ruhsuz büyük varlıklar. Cirmler. Yıldızlar.
  • ecras : (Ceres. C.) Büyük çıngıraklar, çanlar.
  • ecreb : Uyuz hayvan veya insan.
  • ecred : Tüysüz adam, köse. Genç. * Çorak, otsuz yer. Bir şey yetişmeyen arazi. * Tüyü yumuşak ve kısa olan at.
  • ecribe : (Cirâb. C.) Dağarcıklar, meşin veya bezden yapılmış olan çantalar.
  • ecsad : (Cesed. C.) Cesedler. Cisimler. Tenler. Vücudlar.
  • ecsam : (Cisim. C.) Cisimler.
  • ecsel : Karnı büyük olan kişi.
  • ecsem : Cesim, pek iri, gövdesi büyük olan. İri yarı kişi.
  • ecuc : Işık veren, parlayan. Parlak nesne. * Suyun tuzlu ve acı olması.
  • ecüme : Havuz.
  • ecvad : (Cevad. C.) Sahiler. Cömertler. Eli açıklar.
  • ecvaf : (Cevf. C.) İçler. Kovuklar.
  • ecved : En cömert. En sahi. Daha iyi.
  • ecvef : Ortası boş. Kof. * Mc: Boş kafalı. Çok cahil. * Gr: Ortasında harf-i illet sayılan elif, vav, yâ harfleri bulunan fiil kökü.
  • ecvibe : (Cevab. C.) Cevaplar.
  • ecyad : (Cîd. C.) Uzun boyunlar.
  • ecyaf : (Cife. C.) Kokmuş etler. Cifeler.
  • ecyal : (Cîl. C.) Soylar. Tâifeler. Kavimler. Nesiller.
  • ecyed : Uzun boyunlu (adam.)
  • ecyem : Gözü büyük ve kırmızı olan. (Müe: Ceymâ)
  • eczâ : (Cüz. C.) Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler. * Ciltlenmemiş kitab ve saire. * Cüz'ler, parçalar, kısımlar. * Bir kimyevi terkible vücuda gelip yanma hassası gibi böyle bir kuvvet More…
  • eczahane : f. Eczacı dükkanı. Ecza dolabı. İlaç satılan mağaza.
  • eczal : (Cizl. C.) Ağaç kökleri, tomrukları.
  • eczeb : Suyu geçirmeyen sağlam zemin.
  • eczem : (Cüzâm. dan) Cüzamlı, miskinlik illetine uğramış olan. * Parmakları veya eli kesik olan adam. ◊ Burnu kesilmiş.
  • ed'ac : Gözleri kara renkte ve büyükçe olan. * Pek siyah şey.
  • ed'iye : (Duâ. C.) Duâlar.
  • edâ' : Yerine getirmek. Ödemek. Borcunu vermek. Vazifesini yapmak. * Tarz. Üslub. * Şive. * Tekebbür. * Fık: Namazı vaktinde kılmağa 'Eda' ve vakit geçtikten sonra kılınan namaza da More…
  • edakk : En dakik, pek ince, çok mühim.
  • edall : (Bak: Adall)
  • edâmallah : Allah (C.C.) dâimî eylesin (mealinde duâ.)
  • edani : (Ednâ. C.) Ednâlar, en deniler, en alçaklar. Alçak, pek bayağı ve aşağılık kimseler.
  • edat : Sebep. Âlet. Avadanlık. * Gr: Kendi başına mâna ifade etmeyip, kelime veya fiillerle birlikte mâna ifade eden kelime veya harf. İsim ile fiilden gayri kelime.
  • edb : Ziyafet verip, halka yemek yedirmek.
  • edbar : (Dübür ve Dübr. C.) Ard ve arka taraflar. Herhangi bir şeyin sonları ve akibetleri.
  • edbes : Rengi ne kızıl, ne siyah olan hayvan.
  • edd : (C.: Üdüd) Kuvvet. * Yetişmek. * Ric'at etmek.
  • eddai : Mâlum bir duâcı. Duâcınız. Hayrınızı isteyen meâlinde imza yerine yazılan bir tâbir.
  • edeb : 'Terbiye. Kavlen, fiilen insanlara lütuf ile muamele etmek. Güzel ahlâk. Usluluk. Hayâ. * Ist: Sünnet-i Resul'e (A.S.M.) uygun hareket etmek. * Utanılacak şeylerden insanı koruyan More…
  • edebî : Edebe dâir. Güzel söylenmiş yazı. Edebiyata âit. Ehl-i edebe, terbiyeli, ahlâklı ve edebli olanlara dâir ve edebe mensup ve müteallik.
  • edebiyat : Düşünce, duygu veya herhangi bir hakikatı veya herhangi bir fikri yazı veya sözle, manzum veya nesir halinde güzel şekilde ifâde san'atı. Bu san'atla uğraşan ilim kolu. * Edebiyata More…
  • edebiyat yapmak : Mc: Güzel ve uzun uzun sözlerle mevzu dışına çıkarak konuşmak.
  • edebiyyun : Edebiyatçılar. Edebiyatla uğraşanlar.
  • edeme : Derinin iç yüzü. (Dış yüzüne 'beşere' derler.)
  • edevat : (Edat. C.) Aletler. Takımlar, parçalar. * Gr. Fiil veya isimlere eklenen küçük kelime veya harfler. Edatlar.
  • edeyan : f. Çok koşan hayvan.
  • edfa : (Edfâk) Beli kamburlaşıp bükülmüş kimse. * Uzun boynuzlu keçi. * Kanadı uzun kuş.
  • edfer : İğrenilen, tiksinilen, nefret edilen şey.
  • edgam : Yüzü ve dudaklarının etrafı siyah olup, sâir bedeni başka renk olan at.
  • edhak : Daha uzak, daha ırak.
  • edhan : (Dühn. C.) Sürülecek güzel kokulu yağlar.
  • edhar : Eb'ad ve erzel kimse.
  • edhem : (C.: Dühem-Edâhim) Karayağız at.
  • edhine : (Duhân. C.) Duhanlar, dumanlar, sisler. * Tütünler.
  • edi : Küçük ve şerir (adam). * Küçük kap.
  • edib : Edebiyatçı. Güzel ve san'atlı söz söyleyen veya yazan. * Edebli, terbiyeli.
  • edibâne : f. Edibe yakışır, terbiyeli bir surette. Edebiyatçı gibi.
  • edille : (Delil. C.) Deliller, işaretler. Alâmetler. Rehberler. İsbat vasıtaları.
  • edim : Sahtiyan, tabaklanmış deri. * Satıh, yüz, zemin.
  • edimme : Derinin ikinci tabakası.
  • ediyye : Az, kalil.
  • edken : Bulanık, * Rengi siyaha yakın olan.
  • edlem : Karayağız, siyah adam. * Kara eşek. * Uzun yanaklı. * Uzun boylu.
  • edm : Üns tutmak. * İttifak etmek, birleşmek. * Islâh etmek.
  • edmas : 'Kaşlarının üç kısmı ince ve dipleri kalın; başının kılları ise az olan kimse.'
  • edmen : f. Hâlis ve katıksız misk.
  • edmiga : (Dimağ. C.) Beyinler, dimağlar.
  • edmu' : Göz yaşları. Aberat.
  • edna : Pek aşağı, en alçak. Pek az, pek cüz'i. * Çok yakın.
  • ednanî : (Denâvet. den) Beni yaklaştırdı (meâlindedir.)
  • ednas : (Denes. C.) Pislikler, necisler, kirler. * En aşağılar, âdi ve bayağı kişiler.
  • ednef : Burnu kısa olan adam.
  • ednik : Çengel.
  • edra' : Vücudu beyaz, başı siyah olan at. * Hecin.
  • edred : Dişsiz, dişi çıkmamış veya dökülmüş kimse.
  • edrem : Topukları etli kimse (ki, topuğu etten belli olmaz.) * Dişleri dökük adam. * Düz şey. ◊ f. Eğerin altına konulan keçe.
  • edreng : f. Sıkıntı, içdarlığı. Musibet, belâ, felâket, âfet.
  • edsak : Ağzı büyük olan adam.
  • edsem : Çok yağlı (şey.)
  • edser : Gaflette bulunan, gafil adam.
  • edv : Aldatmak, hud'a.
  • edva : (Da'. C.) İlletler, hastalıklar.
  • edvar : (Devr. C.) Devirler, zamanlar.
  • edvek : Devenin, misvak ağacını yemesi. * Bir yerde sâkin olmak. * Yaranın veremi sakin olmak.
  • edveş : Gözü dumanlı adam.
  • edviye : (Devâ. C.) İlâçlar, devâlar.
  • edyak : (Dîk. C.) Dîkler, horozlar.
  • edyan : (Din. C.) Dinler.
  • edyar : (Deyr. C.) Manastırlar, kilisler. Hıristiyanların ibadethâneleri.
  • ef'a : Engerek yılanı. * Mc: Fena huylu, tabiatı kötü olan adam.
  • ef'âl : (Fiil. C.) Fiiller, işler, ameller.
  • ef'ide : (Fuâd. C.) Kalbler. Gönüller.
  • efadil : (Efâzıl) Faziletliler, iyiliksever ve temiz kimseler.
  • efahim : (Efhâm. C.) Büyük zatlar. Pek büyük, muhterem kimseler.
  • efahis : (Ufhus. C.) Taşların aralarında veya kayalıkta bulunan kuş yuvaları.
  • efai : (Ef'a. C.) Engerek yılanları.
  • efaik : (Efike. C.) Yalanlar, dolanlar, düzme sözler. İftiralar.
  • efaim : Vâsi olmak, geniş olmak, bol olmak.
  • efakil : (Efkel. C.) Titrekler, titreyenler.
  • efanin : (Üfnûn. C.) Değişiklikler. * İşler, şartlar, hâller. * Sarmaşık gibi birbirine sarılmış sık ağaç dalları.
  • efarit : (İfrit. C.) İfrit gibi, ifrite benzer adamlar. Hilekârlar, kurnazlar, cüretliler. * Pek hain cinler. * Şeytanlar, iblisler.
  • efatih : Mantar ve ona benzer bitkiler.
  • efavic : (Efvâc. C.) Bölükler, takımlar, kısımlar.
  • efavik : (Fuvâk. C.) Hıçkırıklar.
  • efaviye : Yemeklere konulan kokulu baharat.
  • efayik : (Efike. C.) Uydurma, düzme, asılsız, yalan sözler. İftiralar.
  • efâzil : (Efdal. C.) Fâzıllar, faziletliler. Mümtaz ve çok bilgili kimseler.
  • efda' : Eli ve ayağı eğrilmiş.
  • efdah : (Fadih. den) Çok rezil, daha rezil.
  • efdal : (Fazl. C.) Ziyadeler, fazlalar, çoklar. * İhsanlar, ikramlar, iyilikler, meziyetler, hünerler. ◊ Daha faziletli, daha lâyık, daha iyi.
  • efdalan : Emn ile adâlet.
  • efdaliyet : Faziletçe üstünlük. Fazileti, iyiliği ziyâde olmak.
  • efder : (Evder) f. Amca. Babanın erkek kardeşleri. * Yeğen. Amca, hala, teyze çocukları.
  • efek : Sarfetmek, harcamak.
  • efekk : Zayıflıktan dolayı omuzu mafsaldan ayrılmış olan kimse.
  • efektif : Fr. Nakit para, elde bulunan para.
  • efell : Güdük kılıç.
  • efendi : (Rumcadan) Sahib, mâlik, mevlâ. Ağa. Şer'î hâkim, kadı, molla.
  • eferr : Çok koşan, pek çok kaçan.
  • effaf : Çok of! çeken. Sıkıntılı, muztarib ve kederli kimse. Elemli, gamlı, tasalı adam.
  • effak : (İfk. den) Çok iftira eden, çok yalan isnad eden kişi. ◊ Ticaret için bütün dünyayı dolaşıp gezen tüccar adam.
  • efgan : f. Acı ile bağırıp çağırmalar. Feryatlar ve istimdat.
  • efgar : (Figâr) f. Yaralı, kötürüm, sakat, cerih.
  • efgen : (Figen) f. Düşüren, yere atan, yıkan, yere atıcı, düşürücü, yıkıcı.
  • efgende : f. Yere atılmış, düşürülmüş. Yıkılmış, yıkık. Bozulmuş, tahrib edilmiş. * Biçare, zavallı, düşkün.
  • efham : (Fahim. den) Çok büyük, pek büyük. ◊ Anlayışlar, zihinler, anlamalar.
  • efhas : (Fahs. C.) Her şeyin içleri, boşlukları.
  • efhaz : (Fahz. C.) Akrabalar, yakın hısımlar.
  • efhem : Anlayışlı, kolay anlayan.
  • efid : (Eftid) : f. Medhedici, öven, sena eden. * Hayret edilecek, şaşılacak, taaccüb edilecek şey.
  • efih : Bir adamın beynine vurmak.
  • efik : Dibâgatı tamam olmamış deri.
  • efika : Fenâ, hoş olmayan, çirkin ve kötü şey.
  • efike : (C.: Efâik) Yalan, dolan, iftira.
  • efil(e) : (C. Afâl-Efâil) Genç küçük deve.
  • efin : Çürük ceviz. * Zayıf fikirli ahmak kimse.
  • efjûl : f. Kandırma. * Kışkırtma, tahrik etme. * Dağınık, perâkende.
  • efk : (Ufuk) Yalan söyleme. * Kaçmak. Bir işten sapmak. ◊ Çok fazla atâ ve ihsan etmek. * Gitmek, zehab.
  • efkam : Eğri.
  • efkar : Pek fakir, çok fakir.
  • efkâr : (Fikir. C.) Fikirler. Düşünceler.
  • efkel : (C.: Efâkil) Titremek.
  • efl : Gurub etmek, batmak.
  • eflah : Çok felah bulan, kurtulan, selâmete çıkan. Taleb ettiği şeye, arzusuna vasıl olan.
  • eflak : Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Romanya'yı meydana getiren asıl ülke
  • eflâk : (Felek. C.) Felekler, gökler. Dünyalar, âlemler. Asumanlar.
  • eflatun : Plâton. (M.Ö. 429 - 347) Aristo'nun üstadı, Sokrat'ın talebesi, eski Yunan filozofudur.
  • eflatunî : Leylakî ile ergüvanî arasında, hafif mor karışık renk.
  • eflatuniye : Eflâtuna göre olan felsefe, düşünüş (Plâtonizm). Çok ileri veya parlak devir.
  • eflec : (Felc. den) Seyrek, sık olmayan diş. Bazıları dökülmüş olan diş. * Geniş omuzlu, kollarının arası açık olan adam. * Nüzul hastalığına tutulmuş olan kimse.
  • efles : Çok müflis, iflâs etmiş, züğürt.
  • eflud : Yetişkin, gürbüz (çocuk).
  • efn : Noksan etmek. İçmek. * Sağmak. * Davarın sütü az olmak.
  • efnad : (Fened. C.) Bunaklar, yaşlarının ilerlemesinden bunamış olanlar.
  • efnan : (Fen. C.) Neviler, çeşitler. * (Fenen. den) İnce dallar. * Üslublar, şubeler.
  • efniye : (Finâ. C.) Avlular.
  • efra' : İşi gücü olmayan adam. Boş dolaşan kişi. * Kuruntulu, vesveseli adam. * Başının saçı tamam olan kimse. (Müe: Für'â)
  • efrad : (Ferd. C.) Fertler. Askerler.
  • efrah : Ferahlamalar. İç açılmaları. Sevinmeler.
  • efrahte : f. Yukarı kaldırılmış, yükseltilmiş, yükselmiş.
  • efrak : Ayrılmış. * Çatal ibikli horoz.
  • efran : Neş'eli, keyifli, sevinçli olan kimse. Mesrur.
  • efras : (Fers. C.) Atlar. Beygirler.
  • efraşte : f. Yükseltilmiş, yukarı kaldırılmış.
  • efraz : f. Kaldırma. Yükseltme. Yüksek. Yukarı. Bülend.
  • efrenc : (Fr: Franc. dan) Bu kelime, Ortaçağda teşekkül ederek, o sıralarda Frankların ve bilhassa Charlemagne'in hükmü altında bulunanlara ve zamanla genişleyerek bütün Avrupalılara denmiştir. More…
  • efrend : f. Debdebe, gösteriş, süs, bezek.
  • efrez : Arkası kambur gibi olan (adam.)
  • efrug : f. şu'le, nur, ziya, ışık.
  • efruhte : f. Şu'lelenmiş, parlamış, ziyalanmış, nurlanmış, ışıklanmış, aydınlanmış. * Yanmış, tutuşmuş.
  • efruşe : f. Un helvası.
  • efruz : f. (Efruhten: Tutuşturmak, ziyalandırmak mastarının emir kökü) Şule. Aydınlatıcı. Parıltı.
  • efsa : f. Sihirbaz. Efsuncu. İnsanı teshir edici.
  • efsah : Daha fasih. En fasih. Pek çok güzel ifade.
  • efsak : En fâsık, çok edepsiz.
  • efsal : (Fesl. C.) Alçak, âdi ve aşağılık kişiler.
  • efşal : (Feşil. C.) Korkaklar, cesaretsizler.
  • efşan : f. Dağıtan, saçan, serpen.
  • efsane : Masal. Uydurulmuş yalan hikâye.
  • efsane-cuyî : f. Masal, efsane arayıcılık.
  • efsane-perdaz : f. Hikâye yazan, masal uyduran, meddah, romancı.
  • efsar : f. Yular.
  • efşar : f. Çimdikleme. * Sıkılmış, sıkma (meyve suyu gibi.)
  • efşe : f. Bulgur.
  • efsed : Pek fena, çok bozuk, fazlaca kötü.
  • efser : f. Tâc. Padişah tâcı.
  • efsun : f. Sihir, büyü, üfürük. Sihirbazların tuzağı. Hile ile yapılan kötü işler.
  • efsunger : f. Büyücü, sihir yapan. Efsun yapan kimse.
  • efsürde : f. Soluk, donmuş, hissizleşmiş.
  • efşürde : f. Sıkılmış, posası çıkartılmış (şey.)
  • efsürde-dil : f. Kalbi hissizleşmiş. Donuk gibi olmuş kalb.
  • efsürde-dimag : f. Beyni donmuş. * Mc: Kabiliyetsiz.
  • efsürde-mizac : f. Kanı soğuk, soğuk kanlı, mizâcı soğuk adam.
  • efşüre : f. Lübb, hülasa, öz, usâre.
  • efsus : f. Yazık! Hay! Eyvah! gibi bir teessür edatı.
  • eftah : Parmaklarının boğumu yassı ve yumuşak olan. * Tırnaklarının boğumları yumuşak olan kuş. ◊ Yassı burunlu.
  • eftan : f. Düşerek. Düşen.
  • eftar : (Fitr. C.) Baş ile şehâdet parmaklarının araları.
  • eftel : (C. Fütul) Ön ayaklarının arası geniş olan at.
  • efuk : Gezi ufanmış ok.
  • efur : Sıçrayıp seğirtme.
  • efvac : (Fevc. C.) Cemaatler, takımlar, kısımlar, bölükler, grublar.
  • efvaf : Nâzik, ince kumaşlar.
  • efvag : Ağzı büyük olan adam.
  • efvah : Menfezler, ağızlar, delikler. * Mc: Yemeğe lezzet için konan baharat.
  • efvahî : f. Avam sözü, halk kelâmı, ehemmiyetsiz.
  • efveh : Ağzı büyük ve ön dişleri uzun olan adam.
  • efvek : Yalancı, yalan söyleyen.
  • efyal : (Fil. C.) Filler.
  • efyun : f. Haşhaştan çıkarılan uyutucu madde. Afyon.
  • efyun-keş : f. Afyon kullanmaya alışmış olan. Afyon tiryakisi.
  • efza : f. (Sonlarına eklenen kelimelere) Artıran, çoğaltan mânasını verir. Meselâ: Hayret-efzâ $ : Hayret verici, hayret artıran.
  • efza' : (Fezâ. C.) Korku ile bağırıp çağırmalar. ◊ Şiddetli, katı, eşed.
  • efzar : f. Ayakkabı, kundura. * Gemi yelkeni. * Yemeklere koku ve tad vermesi için konulan baharat. * San'atkârların kullandıkları san'at âletleri.
  • efzayiş : f. Artma, çoğalma, tezayüd, tekessür.
  • efzûd : f. Çoğalan, artan, tekessür eden, tezayüd eden.
  • efzun : f. Fazla, çok ziyade.
  • efzunî : f. Kesret, çokluk, fazlalık, ziyadelik.
  • efzunter : f. Daha fazla, daha çok.
  • egalit : (Uglute. C.) İnsanı yanıltacak hatalı sözler, yanlış kelâmlar.
  • egamm : Saçları yüzüne ve ensesine sarkan ve çok olan kimse.
  • egani : (Ugniyye. C.) Nağmeler, şarkılar, türküler, âhenkler.
  • egann : Sözü burnu içinden söyleyen, burnundan konuşan. * Otlu dere.
  • egare : f. Kandırma, kışkırtma, teşvik etme.
  • egarib : Firak anı, ayrılış zamanı. Savaş ânı.
  • egarr : Çok parlak ve kıymetli. Beyaz şey. * İşi güzel ve hatırlı olan kimse, aziz ve şerefli.
  • egbiya : (Gabi. den) Gabiler. Akılsızlar. Anlayışı kıt olanlar.
  • egdiye : (Gıdâ. C.) Gıdalar.
  • eğe : Maden vesaire yontmaya mahsus ince dişli âlet. Törpü.
  • eğerçi : (Eğerçend) f. ...ise de, her ne kadar, ...olsa da.
  • eglak : (Galak. C.) Kilitler, kilitli şeyler. Mc: Anlaşılması zor olan ifadeler.
  • eglal : (Gull. C.) Halkalar. Kelepçeler. Mahkemenin cezaya müstehak kılıp mahkum ettiği kimselerin boyun ve ayaklarına vurulan zincirler. * (Galel. C.) Ağaçlar arasında korulukta akan sular.
  • egleb : (Bak: Ağleb)
  • egmak : (Bak: A'mak)
  • egmis : (Gams. dan) Batır, daldır (meâlinde).
  • egnam : Koyunlar.
  • egniş : f. İnşa etme, bina yapma. Yapı meydana getirme.
  • egniya : (Gani. C.) Zenginler.
  • ego : Lât. Ben. Ene.
  • egoist : Bencil, hodpesent, hodbin, kendini beğenmiş, menfaatperest.
  • egoizm : Fr. Bencillik. Kendi menfaatını ön plâna alma. Her işi ve davranışta kendini düşünme. Bencillik, hem ahlâk, hem de dinde reddedilen kötü bir huydur. Bencillikten kurtulmanın çaresi, İslâm More…
  • egosantrizm : Fr. Psk: Benmerkezcilik. Zihnî gelişmenin ilk çocukluk safhası. Bebek büyüyüp kendi varlığı ile başka varlıkları ayırmaya başladığı zamanlarda kendine has bir düşünce tarzı ile düşünür. Sanki More…
  • egraz : (Garaz. C.) Garazlar.
  • egsan : (Bak: Ağsân)
  • egşiye : (Bak: Ağşiye)
  • egtaşa : Karartı.
  • egtiye : (Bak: Ağtiye)
  • egul : f. Hiddet ve öfke ile yan yan bakma.
  • egval : (Gul. C.) Büyük felâketler, âfetler, musibetler, belâlar. * şeytanlar. * Gulyabaniler.
  • egvar : (Gavr. C.) Dipler, çukurlar, kuyular. Sonlar, uçlar.
  • egzost : ing. İçten yanmalı motorlarda yanmış akaryakıt gazı. Bu gazın boşaltılması tertibatı.
  • ehabb : Çok sevgili. En sevgili.
  • ehacc : Pek katı, çok sert şey.
  • ehacî : (Uhcüvve. C.) Bilmeceler, bulmacalar, yanıltmacalar.
  • ehad : Bir. Tek. İnfiradla muttasıf sıfât-ı kâmileyi cami' olan. (Bak: Ehadiyyet)
  • ehadd : (Hadd. den) Çok keskin.
  • ehadid : (Bak: Ahadid)
  • ehadis : Hadisler. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) sözleri, hareketleri ve emirlerini bildiren hakikatler. (Bak: Hadis)
  • ehadü hüma : Onlardan biri. Her ikisinden biri.
  • ehaff : Çok hafif.
  • ehakk : Daha haklı, pek haklı. Daha doğrusu. En hakiki.
  • ehali : (Ehl. C.) Bir memleket, şehir, kasaba köy veya semt veyahut da mahallede yerleşip oturanlar. * Avam, halk umum.
  • ehamm : Yakın. * Kara, esved.
  • ehann : Genzinden konuşan kimse, hımhım.
  • ehasin : Pek güzel, en güzel olan şeyler.
  • ehass : Daha hususi, daha yakın, daha hâlis. Hususi. Ziyade hâs.(Eamm'ın zıddıdır.) ◊ Daha uyanık. Daha hassas. ◊ En hasis. En bayağı. ◊ Saçı dökülmüş kişi.
  • ehatt : En ucuz, daha ucuz. * Daha cilâlı.
  • ehaveyn : İki kardeş.
  • ehbar : (Habr. C.) Âlimler. Yahudi âlimleri. * Sürurlu anlar.
  • ehdâb : (Hüdb. C.) Kirpikler.
  • ehdaf : (Hedef. C.) Hedefler, nişan alınan yerler. * Yüksek yerler. * Meramlar, talebler, arzular, istekler, gayeler, maksadlar, kasıtlar.
  • ehdak : (Bak: Ahdâk)
  • ehdam : İnce belli.
  • ehdeb : Kirpikleri sık ve uzun olan adam.
  • ehder : Sarkık dudaklı.
  • ehemm : Çok mühim olma, daha mühim. Çok kıymetli, çok lüzumlu.
  • ehemmiyet : Mühim olma, ağırlık, değerlilik, dikkate değer olma, dikkat ve ihtimam, kıymet, nazar-ı dikkati çekme.
  • ehevat : (Uht. C.) Kız kardeşler. * Kadın arkadaşlar. * Benzer şeyler.
  • ehibba : (Habib. C.) Habibler, dostlar, sevgililer.
  • ehil : (Bak: Ehl)
  • ehilla : Dostlar, kardeşler. (Bak: Ahillâ)
  • ehille : (Hilâl. C.) Hilâller. Yeni hilâl şeklinde olanlar.
  • ehir : (Bak: Ahîr)
  • ehl : (Ehil) Yabancı olmayan, alışık olduğumuz. * Dost, sahip, mensup. Evlâd, iyal. Kavm, müteallikat. Usta, muktedir ve becerikli anlamıyla ehil ve ehliyet İslâmiyette önemli bir husustur. More…
  • ehl-i hak : f. İmân, İslâmiyet ve Hak yolunda olan. Hak mezhebde olan. Hakka, hakikata vâsıl olmuş olan.
  • ehl-i hâl : f. Hâlden anlayıp, duruma göre idâre eden kimse. İlâhi tecellilere ve mânevi feyze mazhar olan.
  • ehl-i hibre : f. Ehl-i vukuf. Bilirkişi. Meselenin künhüne vâkıf mütehassıs zât.
  • ehl-i ilhad : f. Doğru meslek ve dinden, Hak yolundan çıkıp bâtıl yola sapan, imansızlar, dinsizler.
  • ehl-i keşf : f. Perdeli olan ve zâhir hislerle bilinmeyen hakikatları, Cenab-ı Hak'kın lütf u ihsanı ile bilen veliler.
  • ehl-i rum : f. Osmanlı. Eskiden Anadolu'da yaşayanların bir ismi. Çünkü: Osmanlılar Romalıların (Rumların) çok bulunduğu memleketlerini fethedip yerleştiler.
  • ehl-i salib : f. Bayrağında salib (haç) bulunanlar. Hristiyanlar. * Osmanlılardan 209 sene evvelki tarihte Haçlı Seferlerine katılan Hristiyan Ordusu.
  • ehl-i sekr : f. Aklı ile hareket edemeyip hissi ve zevki ile hareket eden, sarhoş. * Tas: İlâhî bir tecelli ile istiğrak halinde olanın kendinden geçmesi hali.
  • ehl-i sevahil : f. Sahilde, deniz veya göl kenarında yaşayanlar.
  • ehl-i şuhud : f. Kâinatta tevhid delillerini aynen seyreden, İlâhi ve gizli sırlarını Hakkın izni ile gören şuhud ehli. Veli. * Görecek derecede kat'i kanaat sâhibi olan enbiyâ ve evliyalar.
  • ehl-i sûk : f. Çarşı halkı, esnaf.
  • ehl-i sünnet : f. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) söz ve hareketlerine şüphesiz, kat'i ve sağlam delillerle uyan. Sahabe ve onlara tâbi' olanların mezhebi ve o mezhepte olan. Bunların More…
  • ehleb : Kuyruğu kıllı olan at.
  • ehlen ve sehlen : Hoş geldiniz, safâ geldiniz (meâlinde söylenir.)
  • ehlî : Munis, alışık. Yabancı olmayan. Kendisi ile ünsiyet edilen.
  • ehliyyet : Yeterlik. Bir işin ehli olduğuna dâir vesika. İktidar. Liyâkat. İstihkak. Meharet ve mensubiyet.
  • ehlullah : Allah'a itaat edip, O'nun sevgisi ile O'na yaklaşmış olan Veli. Allah'ın sevgisine mazhar olan Evliya.
  • ehme : f. Eksik, nâkıs noksan. * Bulunuş.
  • ehname : f. Aşk, muhabbet, sevda. * Kendine çekidüzen verme.
  • ehram : Mısır'da Firavunların piramit şeklindeki mezarları.
  • ehramen : f. şeytan, iblis. * Dev.
  • ehras : Dilsiz. (Bak: Ahras)
  • ehre : Büyük ağızlı.
  • ehred : Yırtık şey. (Üstbaş hakkında kullanılır.)
  • ehriman : (Ehrimen, Ehremen) f. Ateşperestlerin şer ilâhının ismi. Bâtıl bir ilâh ismi.
  • ehsa : Şaşmış, şaşa kalmış, hayret etmiş ve taaccübüne gitmiş olan kimse.
  • ehşa : Karındaki iç uzuvlar. Karında olan.
  • ehsâs : (Hiss. C.) Hisler, duygular.
  • ehtat : Bir bölük cemaat.
  • ehtem : Ön dişi gedik olan.
  • ehun : f. Toprakta meydana gelen delik, yarık.
  • ehva : (Heva. C.) Nefsin istek ve arzuları. Muhabbetler. Hahişler. * Kasdetmek. * Atmak. ◊ (Havvâ. dan) Siyah. Kararmış olan.
  • ehval : (Hevl. C.) Korkular. Korkulacak hâller. Fenalıklar.
  • ehvar : f. Şaşkın, şaşırmış kimse. Alık, sersem adam.
  • ehvec : En muhtaç, pek muhtaç. (Bak: Ahvec) ◊ Uzun boylu ahmak adam.
  • ehvek : Ahmak kimse.
  • ehvel : Korkunç nesne.
  • ehven : Daha aşağı. Daha ucuz. Bayağı. Adi. * Zararı az olan. En zararsız.
  • ehveniyet : Ucuzluk, ehvenlik, daha hafif, daha zararsızlık.
  • ehver : f. Sevgili, mâşuk.
  • ehya : (Bak: Ahyâ) ◊ Ucuzluk.
  • ehyan : (Hîn. C.) Zamanlar. (Bak: Ahyân)
  • ehyeb : Daha heybetli, daha büyük.
  • ehyef : İnce belli ve yakışıklı genç. * Çelimli at.
  • ehyemin : (Heyeman. C.) Âşık olmalar, şaşkınlıklar.
  • ehyun : Örümcek, ankebut.
  • ehza' : Ok mahfazası içinde sona kalan ok.
  • ehzab : (Bak: Ahzab)
  • eimme : (İmam. C.) İmamlar. (Bak: İmam)
  • einne : (İnân. C.) Yularlar. Dizginler.
  • eizze : (Aziz. C.) Azizler.
  • ejah : f. Vücutta ve bilhassa ellerde çıkan ufak urlar, siğil, sivilce.
  • ejder : (Ejderha) f. Büyük canavar. Büyük yılan.
  • ejgan : (Ejgehân) : f. Tenbel, miskin, iş yapmaktan hoşlanmayan.
  • ejhan : f. Tenbel.
  • ejir : f. Akıllı, uyanık, açık göz.
  • ekabb : İnce belli.
  • ekâbir : (Ekber. C.) En büyükler. Pek büyükler. Devlet ricali. Rütbece büyük olanlar.
  • ekadih : (Kıdh. C.) Kıdhlar, oklar.
  • ekahi : (Ukhuvan. C.) Papatyalar, papatya çiçekleri.
  • ekalim : (İklim. C.) İklimler, memleketler, mıntıkalar.
  • ekall : Daha az, en az, pek az. En küçük. (Bak: Akall)
  • ekalliyet : (Akalliyet) Bir hükümetin tebaiyyeti altında yaşayan, yabancı din ve milliyete mensub olup, ekseriyeti teşkil etmeyen halk. Azlık. Azınlık.
  • ekam : (Ekme. C.) Tepeler, bayırlar.
  • ekanim : (Uknum. C.) Asıllar, rükünler, zatlar.
  • ekarib : Akrabalar. Yakın hısımlar.
  • ekarim : (Kerim. C.) Kerem sâhibi olanlar.
  • ekasi : (Aksâ. C.) En uzaklar, pek uzaklar.
  • ekasim : (Aksam. C.) Aksamlar, paylar, kısmetler.
  • ekasir : (Akser. C.) En kısalar, pek kısalar.
  • ekasire : (Kisrâ. C.) Kisralar, şahlar. Eski Acem padişahları.
  • ekasis : (Kıssa. C.) Kıssalar, ibretli hikâye ve dersler.
  • ekati : (Kati. C.) Sürüler, koyun sürüleri.
  • ekavil : (Akvâl. C.) Kaviller, sözler.
  • ekazib : Yalanlar, kizbler, yalan ve uydurma sözler, asılsız kelâmlar.
  • ekazz : Yeleksiz ok.
  • ekba' : (Kibâ. C.) Süprüntüler.
  • ekbad : (Kebed ve Kebid. C.) Kebedler, ciğerler.
  • ekber : Daha büyük, en büyük.
  • ekbes : Alnı yumru ve başı büyük kimse.
  • ekdâr : (Keder. C.) Kederler, acılar, üzüntüler.
  • ekdâr ü âlâm : Kederler, acılar.
  • ekdas : (Küds. C.) Küdsler. Hurmalar.
  • ekder : Bulanık. * Bozrenkli.
  • ekele : (Âkil. C.) Çok yiyenler, oburlar, pisboğazlar.
  • ekeme : Bayır, yüksekte olan taşlık tepe.
  • ekerat : Ziraat ve imar için, sahiblerinin rençberlere verdikleri arazi.
  • ekess : Ufak dişli, küt dişli.
  • ekfa' : (Küfv. C.) Eşler, benzerler, denkler, eşitler, uygunlar, müsaviler, muadiller.
  • ekfal : (Bak: Akfâl)
  • ekfan : (Kefen. C.) Kefenler, ölülerin sarıldıkları bezler.
  • ekhal : (Kühl. C.) Göze çekilen sürmeler.
  • ekheb : Gök renkli, mavi renkli.
  • ekhel : Gözü sürmeli.* Baş ve gövde damarı.
  • ekid(e) : Sağlam, metin, muhkem. * Sarih, kesin, açık, kat'i, muhakkak. Kuvvetli, te'kidli.
  • ekiden : Metin, muhkem ve sağlam şekilde. * Açık ve kesin olarak. Sarahaten ve kat'iyyen. * Mükerreren, tekrar olarak.
  • ekile : Yenmiş, yenilmiş yemek.
  • ekinoks : Fr. Altı aylık fasılalarla gece ve gündüzün eşit oluşu.
  • ekir : (C.: Ekere) Ekinci.
  • ekkaf : Eğerci, semerci.
  • ekkal : Çok yeyici, obur.
  • ekke : Pek sıcak gün.
  • ekl : Yemek yeme.
  • ekl ü şürb : Yeyip içme.
  • ekle : Bir kere doyana kadar yemek.
  • eklef : Yüzü çilli olan adam. * Koyu renkli arslan.
  • eklektizm : yun. Fls: Birbirinden farklı görüşlerin bazı ortak taraflarını bulup uzlaştırıcı bir görüş ileri sürme.
  • ekliptik : Güneşin dünya etrafında yapmış olduğu zahirî hareketinde çiziyor gibi göründüğü yol.
  • ekmam : (Kimm. C.) Tomurcuklar. Ağaç çiçeklerinin kapçıkları. ◊ (Kümm. C.) Elbisenin kolları, yenleri, kol ağızları.
  • ekme : (C.: Ekemât-Üküm) Yüksek yer.
  • ekmeh : Anadan doğma kör. * Tepe,bayır, yüksek yer.
  • ekmehiyyet : Ekmehlik, anadan doğma körlük.
  • ekmel : Mükemmel, en kâmil, eksiği olmayan, en mükemmel.
  • ekmelâne : Ekmel olana yakışacak şekilde.
  • ekmeliyyet : Pek mükemmel ve kusursuz olanın hâli. Kusursuzluk, mükemmellik, noksansızlık, eksiksizlik.
  • eknan : (Kinân. C.) Mahfazalar, perdeler. * Evler, odalar, hücreler. Çadırlar.
  • eknun : f. şimdi, el'an, hâlâ.
  • ekol : (Fr. Ecole) Fikir üzerinde işleyen bir nevi mekteb. * Bir üstadın talebeleri. Bir üstadın mesleği, tarzı.
  • ekoloji : yun. Canlı varlıklarla çevreleri arasındaki münasebetleri araştıran biyoloji kolu.
  • ekonomi : yun. İktisad. Tutum. Geliri gideri hesaplıyarak lüzumsuz masrafı bırakıp artırmağa çalışmak.
  • ekra' : (Bak: Ker')
  • ekrad : Kürdler.
  • ekram : Küçük burunlu. * Küçük boylu.
  • ekran : Üzerine bir cismin hayalinin aksettirildiği saydam olmayan düz satıh.
  • ekreh : Çok iğrenç, en kerih.
  • ekrem : Çok cömert, daha kerim, en kerim.
  • ekremane : Ekremce, ekrem olana yakışacak şekilde. Çok elaçıklığıyle, cömertlikle.
  • ekremiyyet : Ekremlik, ekrem olma hâli.
  • eksa : Üstüste pek çok giyinen (adam.)
  • eksantrik : Lât. Merkezden uzakta kurulmuş. * Mat: İç içe olduğu hâlde merkezleri ayrı olan daireler. * Müstesna, taaccüb edilip şaşılacak, hayret verici.
  • ekşef : Açık nesne. * Savaşta kalkanı olmayan kimse.
  • ekseh : Aksak kimse.
  • ekselans : Fr. Eskiden bakanlar, elçiler ve cumhurbaşkanları için kullanılan bir ünvan.
  • eksem : Büyük karınlı, şişman adam.
  • ekşem : Doğuştan kusurlu olan. Burnu, kulağı kesik veya noksan doğan (adam). * Pars denilen vahşi hayvan.
  • ekser : Pek fazla. Daha çok. Kesrette olan. En çok.
  • ekseri : f. Çoğu zaman, çok defa, ekseriyetle.
  • ekseriya : (Ekseriyya) Pek çok zaman, en ziyade, sık sık, ekseriyet üzere, alel-ekser.
  • ekseriyet : (Ekseriyyet) En büyük kısım, çokluk.* Bir topluluk ve hey'etin yarısından fazlası. * Bir mecliste üyelerin verdikleri rey'lerin büyük kısmı ve bunların üstünlüğü.
  • ekseriyet-i mutlaka : f. Yarımın bir fazlasıyla elde edilen ekseriyet, mutlak ekseriyet.
  • ekseriyetle : Daha ziydesiyle. Çoklukla.
  • eksibe : (Kesib. C.) Büyük çöllerde ve sahralarda, rüzgârın biriktirdikleri kum yığınları.
  • eksiyye : f. Boza.
  • eksper : Fr. Uzun tecrübe neticesi bir sahada ihtisas kazanan, meleke sahibi olan kimse.
  • ekspres : ing. Seyahatı esnasında ancak büyük duraklarda duran ve çok hızlı giden vasıta.
  • ektad : Cemaatler, topluluklar, kalabalıklar, bölükler, takımlar. * Misaller, temsiller, örnekler.
  • ektaf : (Ketif. C.) Omuzlar. Omuz kemikleri, kürek kemikleri.
  • ektar : (Keter. C.) Haysiyetler, onurlar, şerefler, şanlar, ünvanlar, soylar. Nesebler, dereceler, mertebeler.
  • ektem : Çok sır saklayan, esrar gizleyen kimse. * Büyük karınlı ve şişman olan adam.
  • ekul : (Ekl. den) Çok fazla yiyen, obur, pisboğaz.
  • ekulâne : f. Oburcasına.
  • ekulî : Oburluk.
  • ekulü : Ben derim, ben söylüyorum (meâlinde.)
  • ekulü kemâ kâle : Onun söylediği gibi söylerim (meâlinde.)
  • ekva : Daha kuvvetli, en kuvvetli.
  • ekva' : Eli eğri olan.
  • ekvab : Küpler, kadehler. Sırçalar.
  • ekvah : (Kûh. C.) Kamıştan yapılan penceresiz ufak kulübeler.
  • ekvan : (Kevn. C.) Alemler. Mahluklar. Varlıklar. Oluşlar.
  • ekvar : (Küvâre. C.) Petek. Arı kovanları.
  • ekvas : (Kevs. C.) Yaşmaklar.
  • ekvator : Fr. Hatt-ı istivâ. Dünyayı kuzey ve güney diye müsavi iki yarım küreye ayırarak, ikisinin arasından geçtiği farzedilen çember şeklindeki büyük çizgi. * Yer yuvarlağının tam ortasında More…
  • ekvaz : (Kûz. C.) Kâseler, bardaklar, kadehller.
  • ekyal : (Keyl. C.) Keyller, kileler, hububat ölçüleri, ölçekler.
  • ekyas : (Kis. C.) Kisler, para keseleri. Torbalar. * (Keys. C.) Akıllı kimseler.
  • ekyes : Pek kiyâsetli, zeki, zekâvetli kişi. Mâhir, maharetli, becerikli adam.
  • ekzeb : Büyük iftira, büyük yalan, uydurma.
  • ekzef : (Kazf. den) Çok iftira eden. Başkası hakkında çok aleyhde yalan söyleyen.
  • el'as : Gök dudaklı.
  • el-ihsan ale-l ihsan : İhsan üzerine ihsan, lütuf üzerine lütuf.
  • elâ : Arabçada söze başlarken kullanılır. İstiftah harfi tâbir edilir. Beş vecih üzere bulunur: 1 - Tevbih ve tenbih, 2 - İnkâr, 3 - İstifham-ı anin-nefiy, 4 - Arz, 5 - Teşvik ve rağbet ettirme, More…
  • ela' : Görünüşü güzel, tadı acı olan bir ağaç.
  • elass : Sık dişli. * Çenesi kulaklarına yakın olup boynu kısa olan.
  • elastik : Fr. Esnek, toplanıp çekilir, uzayıp kısalan.
  • elastikiyyet : Fr. Esneklik. Elâstiklik.
  • elb : Sürmek. Reddetmek. * Cem'etmek, toplamak.
  • elbab : (Lübb. C.) Akıllar.
  • elbette : (Te'kid edâtı) Kat'i veya kat'iye yakın hükümlerde kullanılır. Yazılı sözlerde daha çok 'elbet' şeklinde geçer.
  • elbürz : f. Kafkas sıradağlarının en yükseği. * Hakkında türlü türlü hurafeler ve masallar anlatılan Kaf Dağı. * Uzun boylu ve yakışıklı kimse.
  • elcezire : Mezopotamya. Dicle ve Fırat nehirleri arasında bulunan yerin adı. Bugün Irak'ın toprakları arasındadır.
  • elcime : (Licâm. C.) Hayvanların ağızlarına takılan gemler.
  • eledd : Sert çarpışan kimse. Metin. * Hakkı kabul etmeyen, inatçı adam.
  • elektroliz : Fiz: Birleşik bir cismi elektrik vasıtasıyla elemanlarına ayırma işi.
  • elektron : yun. Atomda negatif yüklü zerrecik. (Bak: Delil-i inayet)
  • elem : Ağrı. Acı. Keder. Sancı. Dert. Gam. Kaygı.
  • elem-zede : f. Acılı. Kederli. Dertli.
  • eleman : (Lât: Element) Unsur. Bileşik bir şeyi meydana getiren basit şeylerden biri. Bir bütünün parçaları.
  • elemzede-gân : (Elemzede. C.) f. Elemliler, kederliler, dertliler.
  • elendes : şiddetli savaş eden kimse.
  • eleng : f. Sur, duvar, siper. * Kale ve istihkâm askeri.
  • eles : Hâinlik yapmak. Hıyanet etmek. * Mecnun olmak.
  • elest : $ Rabbiniz değil miyim? (meâlinde olan âyet-i kerimenin kısaltılmış işaretidir.) (Bak: Bezm-i elest, Kalubelâ)
  • elet : Noksanlaştırmak. Eksiltmek. * Hapsetmek. * Yemin vermek.
  • elett : Dişi kökünden çıkıp düşmüş olan kişi.
  • elezz : (Leziz. den) Çok lezzetli, en leziz.
  • elf : 1000 Bin sayısının ismi. Bin adet şey vermek ve ünsiyet eylemek (mânâlarına gelir).
  • elfaf : Lifler. Lif lif. Sarmaş dolaş. * Cemaatler, taifeler.
  • elfaz : (Lafz. C.) Lafızlar. Sözler. Lügatlar.
  • elfirak : Ayrılma, ayrılık sözü.
  • elfiye (elfiyye) : Edb: Bin beyitli kaside.
  • elga : Dolaşık. * Boynuzluluk.
  • elgaf : Sık otlar ve ağaçlar.
  • elgaz : (Lügaz. C.) Lügazlar. Bilmeceler, bulmacalar, yanıltmacalar.
  • elgibta : Gıpta olunur, gıpta ederim.
  • elh : İbadet.
  • elha : Malâyâni ve boş konuşan. * Dizlerinden biri diğerinden büyük olan deve. * Karnı sarkık olan. (Müennesi: Lahva)
  • elhaf : Kirli, pis.
  • elhal : şimdi, hâlâ, henüz, şimdiki hâlde.
  • elhan : (Lahn. C.) Lâhnlar, nağmeler, besteler, ezgiler.
  • elhasil : Hasılı, sözün özü, kelâmın lübbü, neticesi, kısası, kısacası. Hülasa-i kelâm, netice-i kelâm, filcümle.
  • elhaz : (Lahz. C.) Göz ucu ile bakışlar.
  • elibab : Durdurmak. Lâzım olmak.
  • elibba' : (Lebib. C.) Akıllılar, kâmiller, kemalât sahipleri, olgun kimseler.
  • elif : Birinci harf-i hecânın adı. (Bak: Ebced) * (Ülfet. den) : Bütün harflerle ülfet edebildiği için böyle isimlendirilmiştir. Ebcedî değeri de bire delâlet eder. ◊ Munis, sahip, More…
  • elil : İnlemek, enin.
  • elim : (Elime) Acı veren, acıtan, ağrıtan. Çok şiddetli ağrı veren.
  • elips : Fr. Odaklar adı verilen sabit iki noktasından uzaklıkları toplamı sabit olan noktaların gösterdiği kapalı eğridir. Eğri ve kapalı bir geometrik şekildir. Karşılıklı iki tarafından genişlemiş More…
  • eliyy : Çok yemin eden adam.
  • eliz : f. Sıçrama. * Çifte, tekme.
  • elkab : (Lakab. C.) Lakablar, namlar. Rütbe ve makam sahiblerinin derecelerine göre söylenen ve çok zaman hürmet ifâde eden isimler.
  • elken : Dilinde tutukluk olan, kekeme, peltek.
  • elkissa : Sözün kısası, sözden anlaşıldığına göre, hülâsa.
  • ell : Hastanın inlemesi. * Harbe ile vurmak. * Sürmek. Sâfi. * Sür'at etmek, hız yapmak.
  • elleys : Mutlak hiçlik. Adem-i sırf.
  • ellezi : Mânası kendinden sonra gelen cümle ile tamamlanan bir kelimedir. (Bak: Mevsule)
  • elma : Karamtıl dudaklı. * Çok koyu gölge.
  • elma' : (Elmaî) Çok zeki, zekâveti kuvvetli, idrak derecesi üstün olan kimse.
  • elmah(i) : Her gördüğü şeyi araştırmağa ve tedkik etmeğe meraklı olan kişi.
  • elmas : Çok kıymetli, beyaz, şeffaf mâden. Cevher. Kıymetli taş. (En saf karbondur.) ◊ Küçük kaşlı olan.
  • elmaz : Yalnız üst dudağı beyaz olup, burnu bile ak olmayan at.
  • elsa' : Sık dişli. * Sin telâffuz edecek yerde sâ telâffuz eden. Râ yerine yâ telâffuz eden (meselâ 'er' diyecek yerde 'ey' demek gibi.)
  • elsen : Fasih ve düzgün konuşan.
  • elsine : (Lisan. C.) Diller. Lisanlar.
  • elt : Noksanlaştırmak. Hapsetmek. * Yemin vermek.
  • elta' : Boz dudaklı. Dişlerinin rengi değişmiş olan.
  • eltaf : (Lutf. C.) Lütuflar, iyi muameleler, iyilikler, iyilikseverlikler. Nezaketler, nazik davranmalar. Okşamalar. ◊ Daha lâtif. Daha hoş. Çok lâtif.
  • elti : t. İki kardeş zevcelerinin her birine nisbetle diğeri. Bir kadının kaynının zevcesi.
  • eluf : Ülfeti fazla, herkesle konuşup görüşmeye alışık olan kimse.
  • eluh : Kasem, and, yemin.
  • eluk : Sefir, büyük elçi.
  • eluke : Risalet.
  • elule : Semiz, besili koyun.
  • elvah : (Levha. C.) Levhalar. Tablolar.
  • elvan : (Levn. C.) Renkler. Muhtelif görünüşler.
  • elve : Yemin etmek, kasem.
  • elveda : Allah'a emânet olun. Allah'a ısmarladık (yerine söylenen bir ta'birdir).
  • elves : Zayıf kimse. * Ahmak kimse.
  • elviye : (Livâ. C.) Livâlar, sancaklar, bayraklar.
  • elyaf : (Lif. C.) Lifler.
  • elyak : Daha münâsib. Daha lâyık.
  • elye : (C.: Eleyât) Koyun kuyruğu. * Başparmağın ve dizin aşağı yanlarında olan kabaca etler.
  • elyel : Çok karanlık gece.
  • elyes : Bahadır, yiğit.
  • elyevm : Bugün. Hâlâ. (Bak: Yevm)
  • elzem : Daha lâzım. Çok lâzım. Ziyade mucib. * Küçük parmaklı.
  • elzemiyyet : Pek lüzumlu ve gerekli olan bir şeyin hâli. Son derecede lüzum, gereklilik.
  • em : Soru sorma mânasında atıf edatıdır. İstifham elifi mânasına da gelir. 'Yahut, belki, yoksa' kelimeleriyle tercüme edilebilir.
  • em'â : (Miâ. C.) Bağırsaklar.
  • em'ak : (Meak. C.) Göz pınarları.
  • em'at : Gövdesinde kılı olmayan kimse. * Tüyü dökülen kurda 'zi'b-i em'at' derler.
  • em'az : (C.: Emâız) Sert, sağlam, taşlı yer.
  • emacid : (Emced. C.) Emcedler, en şanlılar, en şerefliler, eşrefler, en fazla haysiyet ve onur sahibi olan kimseler.
  • emak : Uzun, tavil.
  • emâkin : (Mekân. C.) Yerler. Mekânlar.
  • emale : (Bak: İmâle)
  • emalic : (Ümluc. C.) Fidanlar, yapraklar, uzun yapraklı otlar.
  • emalis : (İmlis'e'. C.) Otsuz ve susuz sahralar, çöller.
  • emam : Bir şeyin ön tarafı.
  • eman : Korkusuzluk. * Af ve yardım dileme. Eminlik. (Bak: Aman)
  • eman-hah : f. Eman isteyen, eman diliyen, aman diyen.
  • emanat : (Emanet. C.) Emanetler.
  • emanet : Eminlik. İstikamet üzere bulunmak. * Birisine koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için bırakma. Emniyet edilip More…
  • emanetdar : f. Kendisine birşey emanet edilen kimse, emanetçi.
  • emanetdarî : f. Emanetçilik.
  • emaneten : Emanet yoluyla, emanet olarak. * Bir resmî daire tarafından bizzat, ihale şeklinde ve iltizam suretiyle olmayarak.
  • emani : Emniyetler. Niyetler, gayeler, istekler. Arzular, dilekler. * f. Eminlik, korkusuzluk.
  • emarat : Emareler, nişanlar, işaretler, ip uçları.
  • emare : Alâmet, işaret, nişan, iz, ip ucu, belirti.
  • emaret : Emirlik. Bir emir veya bey veya prensin idaresinde olan memleket.
  • emarid : (Emred. C.) Bıyıkları terlememiş gençler.
  • emasil : (Emsel. C.) Benzerler, eşler, akranlar, müsaviler. * İtibarlı kimseler.
  • emazir : (Mezir. C.) Kuvvetli ve azamet sahibi olanlar.
  • embel : Kılıcı ve silahı olmayan. * Eyer üstünde doğru oturamayan. * Boynu eğri olan.
  • emcad : (Mecid. C.) şeref, onur ve haysiyet sahibleri.
  • emced : (Mecid. den) Pek büyük, daha büyük, şerefi şânı çok olan.
  • emcer : Karnı büyük kimse.
  • emdeş : Elinin sinirlerinde rahâvet olup eti az olan kimse.
  • eme : (C.: İmâ-İmât) Câriye, kadın köle. ◊ Unutmak, nisyân. * İkrar etmek.
  • emed : Son, nihayet. Gayet. Encam, intihâ.
  • emedd : (Medd. den) Daha uzun, pek uzun, daha tavil.
  • emek-dar : f. Emeği geçmiş, kıdem ve mükafâta hak kazanmış memur, hizmetçi. Eski ve sadık hizmetçi.
  • emel : Ricâ, ümid, şiddetli istek. Ummak. * Gaye.
  • emene : Emn, emniyet, eminlik.
  • emere : (C.: İmer) Çöllerde taştan belirlemek için yapılan alâmetler.
  • emerr : Pek acı.
  • emess : Çok fazla temâs eden, dokunan. En çok messeden.
  • emgaz : Kırmızı, kızıl nesne, ahmer. * Aşkar at. * Koyunu sağdıklarında süt ile birlikte kan çıksa 'emgazeti'ş şât' derler.
  • emhak : Donuk beyaz.
  • emhal : (Mehl. C.) Mehiller, mühletler, vâdeler, zamanlar, bir iş veya vazifenin yapılması için verilen fazla zamanlar.
  • emhar : (Mehr. C.) Mehrler, nikâh bedelleri. Zevceynin ayrılmaları halinde kadına verilecek olan ve nikâhta kararlaştırılan para ve sair eşyalar. * (Mühür. C.) Taylar, at yavruları.
  • emihe : Koyunlarda meydana gelen uyuzluk.
  • emime : Bir cins ot. * Demirci çekici.
  • emin : Kalbinde korku ve endişesi olmayıp rahatta olan. Korkusuz. * Kendisinden korkulmayan. * Kendine inanılan. İtimat edilen. * İnanan, güvenen. * Çok iyi bilen, şüphe etmeyen.
  • emir : Emredici olan. Seyyid. Şerif. Bir memleketin, bir aşiretin veya kabilenin reisi. * Büyük ve meşhur bir soydan gelen. * Hz.Peygamber'in (A.S.M.) soyundan gelen. * Zengin. ◊ More…
  • emirane : f. Emredene yakışır bir surette. Emir gibi.
  • emirber : f. Subayların kıt'a ve daire dışında emirlerinde bulunan erler.
  • emirkulu : Aldığı emri yapmağa mecbur olan, verilen emri yerine getirmekle görevli kimse.
  • emirname : f. Âmirin emri yazılı olan kağıt. Üst makamdan verilen emir kağıdı.
  • emkine : (Mekân. C.) Mekânlar, hâneler, evler, mahaller, mevkiler, yerler.
  • emla' : (Mele'. C.) Topluluklar, mele'ler, cemaatler, cemiyetler, bölükler, kalabalıklar.
  • emlah : (Melih. den) Pek melih, en melâhatli, çok güzel. ◊ (Milh. C.) Tuzlar.
  • emlak : (Mülk. C.) Mülkler. İnsanın tasarrufunda bulunan yerler. * Melekler.
  • emled : En genç, çok körpe ve nazik vücut veya dal (Müennesi: Meldâ)
  • emles : Avuç içi gibi düz ve yumuşak olan.
  • emlet : Mülk etmek. Çiftlendirmek, tezvic.
  • emm : Kasdetmek.
  • emmâ : (Şart edâtıdır) 'Lâkin, ancak şu kadar var ki' meâlinde.
  • emmare : Emreden. Zorlayan. Cebreden.
  • emn : Eminlik. Korkusuzluk. Emniyet. Bir şeye itimad etmek. İnsanda doğruluk ve imandan ileri gelen yüksek bir meleke ve kabiliyet. Rahatlık.
  • emn ü âsâyiş : Eminlik ve rahatlık, korkusuzluk, tehlikesizlik, güvenlik.
  • emn ü emân : Korkusuzluk ve emniyet hâli.
  • emn ü emânet : Emniyet ve eminlik.
  • emniyet : (Emniyyet) : Eminlik, emin olma hâli, korkusuzluk, tehlikesizlik. * İtimad, güvenme, inanma. * Polis ve zabıta teşkilâtı.
  • emr : İş buyurma. * Buyurulan şey. * Madde, husus, hâdise.
  • emran : (Mern. C.) Kürkler, mernler, hayvan derileri, postları.
  • emraz : (Maraz. C.) Hastalıklar. Marazlar.
  • emre : Ak gözlü, beyaz gözlü.
  • emred : Henüz tüyü bitmemiş, sakalı gelmemiş olan genç.
  • emreş : şerli, kötü kimse.
  • emret : Kaşının kılı dökülmüş kimse. * Yeleksiz ok.
  • emrî : (Emriye) Emirle ilgili, emre ait.
  • ems : Dünkü gün.
  • emşac : (Meşc. C.) Nutfenin vasfı. Karışık. Dağınık.
  • emsah : Yürürken uylukların birbirine sürtmesi.
  • emşak : Yürürken uylukların birbirine sürtmesi
  • emsal : (Misâl. C.) Denk. Benzer. Yaşları birbiriyle aynı olanlar. * Mat: Kat sayı. * (Mesel. C.) Kıssalar, hikâyeler, romanlar, masallar, destanlar.
  • emsar : (Mısr. C.) Büyük şehirler, beldeler, memleketler, kasabalar.
  • emsel : (Misil. C.) İmtisale şayan olan. Tam benzer. Efdal, ekrem ve eşref olan.
  • emsen : Bevlin akması.
  • emsile : (Misâl. C.) Misaller. Örnekler. * Arapçada fiil tasrifini gösteren kitap.
  • emsiye : (Mesâ. C.) Akşamlar, akşam vakitleri. Günün son zamanları.
  • emt : Yüksek yer. Küçücük tepecikler. * Doldurma.
  • emtar : (Matar. C.) Yağmurlar.
  • emten : Pek metin, çok dayanıklı, en sağlam, fazlaca muhkem.
  • emtia : (Meta'. C.) Ticaret malları.
  • emumiyye : Analık.
  • emun : Kuvvetli, dayanıklı deve.
  • emvâc : (Mevc. C..) Dalgalar.
  • emvah : (Ma'. C.) Sular.
  • emval : (Mal. C.) Mallar.
  • emvat : (Meyyit. C.) Meyyitler. Ölüler.
  • emya(n) : f. Para kesesi, içine para konulan torba, çanta.
  • emyal : (Mil. C.) Miller. (Bak: Mil)
  • emyus : Anason dedikleri ot. * Kendisinden tuz meydana getirilen taş ki, Türkçe ona 'tuz taşı' derler.
  • emza : Çok te'sirli olan, çok müessir. * Hükmü çok geçen. * Kat'i, şüphesiz.
  • emzah : Yürürken uylukları birbirine sürüyüş.
  • emzer : Katı gönüllü, katı kalbli kimse. ◊ Karnı büyük olan, şişman.
  • emzice : (Mezc. den) Mizaclar, tabiatlar, huylar, meşrebler.
  • en'am : Deve, sığır, koyun gibi hayvanlar. * Kur'ân-ı Kerimin altıncı Suresinin adı ve bir kısım Kur'ân âyetlerinden ve Surelerinden müteşekkil dua kitabı.
  • en'amte : Sen nimet verdin, in'âm ettin (meâlinde).
  • en'üm : (Ni'met. C.) Nimetler, iyilikler, lütuflar, ihsanlar. * Medine-i Münevverede bir mevki ismi.
  • ena : Ermek, idrak. * Saat.
  • ena' : Eğlenmek.
  • enabib : (Ünbube. C.) Kamış gibi boğum, boğum olan şeyler. İçi boş olan fen âletleri, borular.
  • enabik : (İnbik. C.) İnbikler.
  • enacil : (İncil. C.) İnciller.
  • enadid : Perişan, saçılmış, dağılmış, pejmürde şeyler. Perakende.
  • enaet : Acele etmeyip teenni üzere olmak. Yavaş hareket.
  • enafis : (Enfes. C.) En nefis olan şeyler.
  • enahid : f. Venüs gezegeni. Zühre seyyaresi.
  • enak : Ferahlı, sürurlu, neş'eli, sevinçli.
  • enam : Halk. Bütün mahlukat.
  • enamil : (Enmele. den) Parmak uçları.
  • enaniyet : (Enâniyyet) Benlik. Kendine güvenmek, gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek.
  • enar : f. Nar meyvesi.
  • enase : Demirin yumuşak olması.
  • enasi : (Enâsiye) (İnsan. C.) İnsanlar. * Basar, göz.
  • enasiya : Bir mürekkeb ilâç.
  • enb : Horlamak, tahkir etmek. Ayıplamak.
  • enbahun : f. Sağlam, metin, muhkem, tahkim edilmiş yer. * Hisar, kale.
  • enban(e) : f. Yiyecek çantası, heybe. Dağarcık adı verilen deri çanta.
  • enbar : f. Yığın, dolu, küme. * Gübre. Ekinlere, kuvvet vermesi için dökülen eski fışkı, hayvan tersi. ◊ (Nibr. C.) Anbarlar, nibrler. İçinde çeşitli mallar saklanan kapalı mahfaza, More…
  • enbaşte : f. Yıkılmış, dağılmış. * Tıkanmış.
  • enbaz : (Nebez. C.) Namlar, lâkablar, takma adlar, soyadları. ◊ f. Ortak, şerik, eş.
  • enbazî : f. Şeriklik, ortaklık.
  • enbel : En şerefli.
  • enber : Kadın tuzluğu adı verilen ufacık kara yemiş.
  • enberut : f. Armut.
  • enbeste : f. Koyulaşmış, katılaşmış, sıvılığını kaybetmiş. * Uyuşmuş, miskinleşmiş insan.
  • enbeste-dem : f. Miskin, uyuşuk kişi. Tenbel, gayretsiz kimse.
  • enbir : f. Yaş ve kuru çamur.
  • enbire : f. Üzeri toprakla sıvalı olan damlarda sıvanın altına konulan çalı, saz, talaş gibi şeyler.
  • enbiya : (Nebi. C.) Nebiler.
  • enbiya suresi : Kur'ân-ı Kerim'in 21.suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
  • enbub : f. Minder, döşek, yatak. Döşeme.
  • enbude : f. İstif edilmiş, katlanmış, nizamlanmış, nizama konmuş, devşirilmiş.
  • enbuh : f. Ziyade, çok, kalabalık. * Çokluk, ziyadelik, cemaat, izdiham. * Meclis, kurultay. * Kalın, yoğun. * Duvarın yıkılıp dökülmesi.
  • enbür : f. Ateş veya ocağı karıştırmağa mahsus âlet.
  • enbüre : f. Dere, çay. * Tüyü dökülmüş olan hayvan. * Dolap beygiri. * İşkembe.
  • enbuşe : Patates gibi yerden çıkarılan şeyler. * Ağaç kökleri.
  • enbûy : f. Koklama, koku alma.
  • enbuzen : f. Asıl, esas, madde.
  • encad : (Necd. C.) Yüksek yerler, yüce mekânlar.
  • encâm : Son, nihayet, netice.
  • encas : (Necis. C.) Pisler. Necis şeyler.
  • encere : Gemi lengeri.
  • encin : f. Tane tane, ufak ufak, parça parça. * Sıvacı.
  • encir(e) : f. İncir meyvesi.
  • encuh : (Encug) f. Kıvrım. * Buruşmuş, solmuş meyve.
  • encüm : (Necm. C.) Yıldızlar. Necmler.
  • encümen : f. Cemiyet. şura. Meclis. Komisyon.
  • encümen-gâh : f. Cemiyet, meclis.
  • end-bend : f. Utanmış, mahcub. * Boğum boğum, kısım kısım, parça parça.
  • enda' : Yüksek, yüce, âlâ. * (Nedâ. C.) Nedâlar, çiğler, şebnemler.
  • endad : (Nidd. C.) Benzerler. Emsâller. * Misiller. şerikler, eşler.
  • endad ü ezdad : Benzerler ve zıtlar.
  • endaht : (Endâhten. den) f. Atmak. İlka etmek. * Silâh boşaltmak.
  • endahte : f. Terkedilmiş, bir tarafa atılmış. Bırakılmış.
  • endam : f. Beden. Vücud. * Vücudun tenasübü. Vücudun görünüşü. * Letafet. İntizam ve üslub.
  • endamî : f. Vücuda uygun, bedene münasib, biçimli.
  • endar : f. Baştan geçen bir olay, vakıa, sergüzeşt, hikâye, kıssa.
  • endave : f. Sıvacı malası. * Şikâyet.
  • endayiş : f. Yaldızlama, sıvama.
  • endayişger : f. Yaldızcı, sıvacı.
  • endaz : f. Atan, atmış, atıcı mânasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dehşet-endaz $ : Dehşet verici, korkutucu.
  • endaze : f. Ölçü, mikyas. * Arşının bez, basma vesâire ölçmeğe mahsus küçük cinsi. (60 cm.dir) * Tahmin, takdir. * Derece, mertebe. * Mc: Hesap.
  • endek : f. Az, kalil. * Yaşı küçük, küçük yaşlı.
  • endeme : f. Mazideki sıkıntıları hatırlama, geçmişdeki ıztırabları tahattur etme.
  • ender : (Nâdir. den) Çok az, pek az bulunan, daha nâdir. * (C.: Enâdir) Harman yeri. ◊ (Zarfiyet edatıdır) f. İçinde. Derununda. Dahilinde.
  • enderez : f. Nasihat, öğüt, vasiyet. * Mektub.
  • enderî : Kalın ip, halat. * Şam yakınında bir köyün adı. * Bir dağ adı.
  • enderun : İç, dâhil. * Kalb, içyüz, gönül. * Vaktiyle Osmanlı Sarayının iç teşkilâtı.
  • endiş : Düşünen, mülâhaza eden, ölçülü davranan mânasında sıfat terkiblerinde kullanılır. Meselâ: Akibet-endiş $ : Her işin sonunu düşünen.
  • endişe : f. Korku. Düşünce. Merak, keder, kuruntu.
  • endişnak : f. Endişeli, kederli, meyus, sıkıntılı, düşünceli.
  • endiye : (Neda. C.) Çiyler, şebnemler.
  • enduh : (Endüh) : f. Keder, elem, gam, gussa, kaygı, sıkıntı, ıztırab, üzüntü.
  • enduh-güsar : f. Kederi yok eden. Gamı, sıkıntıyı gideren.
  • enduh-nâk : f. Kederli, sıkıntılı, gamlı, üzüntülü.
  • enduhte : f. Biriktirmiş, biriktirilmiş. Kazanmış, kazanılmış, Hazırlanmış. * Ödenmiş.
  • endüstri : Fr. Sanayi, imalât, sanatlar. Hammaddeyi mâmul eşya hâline getirme. Bu da ikiye ayrılır. 1- Küçük sanayi: Ev ve atölyelerde basit âlet ve makinelerle eşya imalâtıdır. 2- Büyük sanayi: Su More…
  • enduz : f. Kazanan, elde eden, biriktiren, toplıyan mânalarına gelir ve kelimeleri sıfat yapar.
  • ene : Ben. * Gr: Birinci şahıs zamiri. (Bak: Enaniyet)
  • enerji : Fr. Kuvvet. Güç. Fiziki kuvvet. * Gücünü harcama isteği ve iktidarı.
  • enes : Üns mânasına kullanılır ve vahşetin zıddıdır.
  • enf : Burun. Koku ve teneffüse mahsus âzâ. * Bir şeyin ucu veya evveli veya en şiddetlisi. * Bir şeyin sivri yeri. * Bir şeyin en şerefli olan yeri.
  • enfa' : Daha nâfi. Daha menfaatli. Pek faydalı.
  • enfal : Ganimetler. Düşmandan alınan mallar.
  • enfal suresi : Kur'ân-ı Kerim'in 8. suresidir.
  • enfar : (Nefir. C.) Cemaatler, topluluklar, cemiyetler. Halk, ahali, kalabalıklar, izdihamlar.
  • enfas : (Nefes. C.) Nefesler. Soluklar. * Ruhlar. Canlar. * Cevherler. * Duâlar.
  • enfes : Daha hoş. Çok hoş. Daha iyi. Pek nefis.
  • enfez : En nüfuzlu, daha tesirli.
  • enfî : Burunla ilgili.
  • enfiye : Buruna çekilen çürütülmüş tütün tozu.
  • enflasyon : Fr. Piyasaya gerektiğinden fazla kâğıt para çıkartmaktan dolayı paranın değeri düşüp fiyatların yükselmesi.
  • enfüs : (Nefs. C.) Nefsler, ruhlar, canlar. Yaşayanlar.
  • enfüsî : Bir kimseye mahsus görüş ve düşünüş. Nefse, kendi hayatına aid, dâhile aid. (Subjektif) (Objektifin zıddı)
  • engam : f. Vakit, zaman, an. Mevsim. (Aslı: Encam'dır.)
  • engame : f. Topluluk, cemaat, kalabalık, izdiham. Toplanma yeri, meclis. * Muharebe yeri, ceng meydanı. * Oyuncular derneği.
  • engar : f. Sanma, zan, tasavvur. şüphelenme. * Tamamlanmayan, eksik kalan iş.
  • engare : f. Tamamlanmayan, eksik kalan iş, nakış veya taslak. * Hikâye, efsâne, roman, kıssa. * Başdan geçen bir olayı tekrarlama. * Hesap defteri. * Utanarak geri geri çekilme.
  • engaz : f. San'atkârların kullandıkları san'at âletleri.
  • engel : f. İlik, düğme. * Sözü sohbeti çekilmeyen kaba kimse. ◊ t. (Bak: Mâni')
  • engihte : f. Yükseltilmiş, karıştırılmış, oynatılmış, koparılmış.
  • engişt : f. Kömür.
  • engiştal : f. Hasta ve zayıf kimse. Dermansız, bî-derman kişi.
  • engiz : f. Koparan, karıştıran, tahrib eden.
  • engübin : f. Bal.
  • engüj : f. Filcilerin fili idare etmekte kullandıkları ucu eğriltilmiş demir karga burnu.
  • engûr : f. Üzüm.
  • engûrek : f. Gözbebeği.
  • engürus : Macar. * Macaristan.
  • engüşt : f. Parmak.
  • engüşt haiden : f. Yok farzetmek, bir an için olmadığını kabul etmek. * Mahvetmek. * Parmakla göstermek.
  • engüştane : f. Dikiş yüksüğü.
  • engüşte : f. Ekincilerin harman savurdukları âlet, yaba.
  • enha : (Nahv. C.) Nahvlar, taraflar, canibler, cihetler, yanlar. * Yollar, tarikler.
  • enhar : (Nehr. C.) Nehirler, çaylar, ırmaklar. (Bak: Enhür)
  • enhas : En uğursuz, pek uğursuz. Eş'em.
  • enhür : (Nehr. C.) Nehirler, ırmaklar, çaylar, akarsular. (Bak: Enhar)
  • enid : Ham. * Henüz olmamış çığ nesne. * Değişik olmak.
  • enik(a) : Güzel, ince. Latif şey. Ahsen.
  • enin : Acı ve sızıdan inleyiş.
  • enindâr : f. İnleyen, enin eden.
  • enir : Çirkin huy, fena tabiat, kötü mizac.
  • enis(e) : '(Üns. den) Dost, arkadaş, ünsiyet edilmiş olan. Alışılmış, kendisi ile ülfet edilmiş olan. Sevgili. * Sulu ve ağaçlı yerlerde bulunan ve sesi gayet hoş bir kuş. Çeşitli nağmelerde More…
  • enisan : f. Boş ve mânasız yalan söz.
  • enise : f. Donmuş, pekişmiş şey. ◊ Ateş, nar, od.
  • enişe : f. Hafiye, gizli polis. * Casus. Gizli haberler öğrenerek veya sırları çözerek düşmanlara haber veren kimse. * Dalkavuk, yaltakçı.
  • enisun : Türkçede hafifleterek 'anason' derler.
  • enit : Hased etmek.
  • enka : Daha temiz, en pâk.
  • enkad : Bir alaca kuşun adı.
  • enkal : İşkence âletleri. Bukağılar, kayıt ve kelepçeler. * Nefsin cismani alâkalara ve bedeni lezzetlere bağlanıp kalması.
  • enkas : En noksan, çok noksan, pek eksik.
  • enkaz : Yıkıntı, yıkılmış şeyin artıkları. Harabenin parçaları.
  • enkeb : Omuzunda yük olduğu için eğilip yürüyen. * Yanında oku ve yayı olmayan kişi.
  • enker : (Neker. den) Çok kötü, çok nefret edilen. Menfur. Müstekreh.
  • enma : (Nümuv. den) En çok, en ziyade bereketli ve büyümüş olmak.
  • enmar : (Nimr. C.) Nimrler, kaplanlar.
  • enmas : Kaşının kılları az olan kişi.
  • enmele : (C.: Enâmil) Parmak ucu.
  • enmuzec : Nümune, misâl, örnek.
  • ennane : Çok inleyen ve çok şikâyetçi olan kadın.
  • enne : Gr: Kat'iyyet bildirir ve kelimenin başına getirilir. (Bak: İnne) ◊ Çok inleyen.
  • ensa : (Nesy. C.) Unutmalar, nesyler.
  • ensab : (Nasb. C.) Dikili taşlar. Müşriklerin, yanında kurban kestikleri putlar. ◊ (Neseb. C.) Soylar, nesebler. Baba tarafından hısımlar. ◊ Doğru boynuzlu.
  • ensac : (Nesc. C.) Nesicler. (Bak: Nesc)
  • ensaf : (İnsaf. dan) Daha insaflı, çok acıyan, en merhametli. ◊ (Nısf. C.) Nısıflar, yarımlar.
  • ensal : (Nesl. C.) Nesiller. Soylar. Zürriyetler. Sülâleler.
  • ensar : (Nâsır. C.) Yardımcılar. Müdâfiler. * Peygamberimiz Resul-ü Ekrem (A.S.M.) Mekke'den Medine'ye hicretinde Onun mücadelesine iştirak edip ona yardımcı, müdâfi, muhafız vaziyetini More…
  • enşat : Kovası, bir defa çekmekte çıkan, dibi yakın kuyu.
  • enseb : En lâyık, çok münasib, tam yerinde.
  • entak : (Nutk. dan) Çok güzel söz söyliyen, çok iyi nutuk veren.
  • ente : Sen. (Bak: Şahıs zamiri)
  • entellektüel : Fr. (Bak: Münevver) Aydın. Akıl ve zihinle ilgili.
  • enteresan : Fr. Alâka çekici, dikkate lâyık, nazarı celbedici. Câlib-i dikkat.
  • enterne : Fr. Belirli bir yerde oturmağa mecbur edilen yahut gözaltına alınan kimse.
  • entimem : yun. Man: Mantıkta kısaltılmış kıyas şekli. Öncül veya had denilen ve bilinen kaziyelerden biri söylenmeden sonuca varmak. Örnek: (Orucu bozdu, o halde 61 gün keffareten oruç tutması More…
  • entrika : İtl. Hile, gizli tedbir ve dolap.
  • enuk : Kartal kuşu.
  • enük : Kurşun.
  • enuşa : f. Mecusi mezhebi. * Sevinç, sürur, neş'e. * Adalet, âdillik, doğruluk, hakdan ayrılmamaklık.
  • enuşe : f. Hoş, mes'ut, saadetli. * Genç padişah. * şarab, içki.
  • enva' : (Nev'. C.) Neviler, çeşitler, türler.
  • envah : (Nevh. C.) Nevhler, ölmüş olan bir kişinin arkasından ağlayan kadınlar, matem tutan hanımlar, ağıt yakanlar.
  • envar : (Nur. C.) Nurlar, ışıklar, aydınlıklar. Maddi veya mânevi karanlıktan kurtarmaya vâsıta olanlar.
  • envek : (C.: Nevkâ) Ahmak.
  • enver : En nurlu, daha nurlu, çok parlak.
  • enyab : Çenenin yan tarafındaki kesici veya azı dişleri.
  • enza' : Kılsız, tüysüz kimse.
  • enzad : (Nazad. C.) Şanlı, şerefli, namlı ve tertibli kimseler. * Toprak tabakaları.
  • enzal : (Nezl ve Nizil. C.) Soysuzlar, alçaklar, âdi ve aşağılık adamlar.
  • enzam : Balıkların karınlarında peydâ olan yumurta dizileri.
  • enzar : (Nazar. C.) Bakışlar, görüşler. Seyr.
  • epik : Fr. Mevzuu kahramanca olan yazıların frenkçe ismi.
  • epsan : f. Bileği taşı.
  • epürnak : f. Delikanlı, genç yiğit, bahadır.
  • er : f. Eğer, şâyet, ise, olsa, olur ise... mânalarına gelir. ◊ Erken, geç değil.
  • er'an : Ahmak, bön, salak, ebleh. * Deli, çılgın. * Şaşkın, şaşırmış, taaccüb etmiş. * Uzun boylu, akılsız kişi. * Leşker. * Dağ. (Müe: Ra'nâ)
  • er'as : Zayıflığından veya yorulduğundan dolayı yab yab yürüyen kişi.
  • er'ef : Daha rauf, çok şefkatli.
  • er'es : Başı büyük, kocakafa.
  • erabet : Akıllı, zeyrek ve uslu olma.
  • eracif : Uydurma, yalan sözler. (Bak: Recefe)
  • eracif ve ekâzib : Yalan ve uydurma sözler.
  • eracih : (Urcuha. C.) Salıncaklar.
  • eraciz : (Ürcuze. C.) Mısraları kafiyeli, kısa vezinli şiirler, kasideler.
  • eradîn : (Arz. C.) Yerler. Arzlar, dünyalar.
  • erahh : Tırnağı yassı ve geniş olan hayvan.
  • eraik : (Erike. C.) Tahtlar. Koltuklar.
  • erak : Uykusuzluk.
  • erakk : Çok ince, ziyade rakik, ince ve yumuşak.
  • eramil(e) : (Ermele. C.) Bekârlar. Dul kadınlar. Kocaları ölmüş veya boşanmış kadınlar.
  • eranib : (Ernebe. C.) Burun uçları. ◊ (Erneb. C.) Tavşanlar.
  • eras : Başı büyük olan kimse.
  • erass : Sık dişli.
  • eravend : f. şevk, arzu, istek, taleb. * şan, nam, şöhret, meşhur olma.
  • erayis : (Eris. C.) Çiftçiler, ekinciler.
  • erazil : (Erzel. C.) Reziller, namussuzlar, yüzsüzler.
  • erbaa : Dört.
  • erbab : (Rab. C.) Sahipler. * Rabler, Terbiyeciler. * Bâtıl ilâhlar. * Türkçede diğer bir mânası: Maharet sahibi, elinden iyi iş çıkan kimse. Bir işin ehli. ◊ f. Ulu, ulvi, âlâ. * Reis, More…
  • erbab-i garaz : f. Garaz sahibleri, kötü niyetliler.
  • erbah : (Ribh. C.) Ribhler, faydalar, kazançlar, kârlar, gelirler. * Faizler.
  • erbain : Kırk. Kırk gün devam eden kara kış.
  • erbaiyyet : Dört olmak.
  • erbaş : Ask: Subay ve assubayların dışında kalan rütbeli asker.
  • erbaun : Kırk sayısı.
  • erbed : Boz renkli.
  • erc : f. Kıymet, kadr, değer. * Gergedan. ◊ Uzunluğuna yapılan ev.
  • erca : Çok rica edilen, pek fazla taleb edilen, çok istenilen. ◊ (Recâ. C.) Taraflar, yönler, cihetler.
  • ercaf : (C.: Eracif) Yalan haber.
  • ercah : Daha üstün, daha râcih.
  • ercal : (Ricl. C.) Ayaklar.
  • ercan : Fars diyarında bir yerin adı.
  • ercel : Büyük ayaklı kişi. * Ayakları siğilli olan at.
  • ercen : Dübüründe zahmeti olan deve.
  • ercil : bot.: Ceviz-i hindi. Hindistan cevizi.
  • erciye : Arkaya, sonraya bırakılan şey.
  • ercmendî : f. Haysiyetli, şerefli, itibarlı, muhterem.
  • ercül : (Ricl. C.) Ricller, ayaklar.
  • ercümend : f. Muhterem, şerefli. Muazzez.
  • ercüvan : Erguvan çiçeği. * Kırmızı kadife. * Kırmızı şey.
  • ercuze : (Bak: Kaside-i Ercuze)
  • erd : f. Öfke, kahır, kızgınlık, hiddet. * Un.
  • erd-şir : f. Eski İran hükümdarlarından bazılarının adıdır.
  • erda : Ağaç kurdu.
  • erde : Çürük nesne.
  • erdeb : Bir ağırlık ölçüsüdür. Arab ülkelerinde kullanılır. Miktarı, İstanbul kilesiyle dokuz kileyi karşıladığı gibi, kullanıldığı mahalle göre de değişir. ◊ f. Muharebe, ceng, cidâl, More…
  • erdem : Usta gemici.
  • erden : Bir nevi kumaş.
  • erdiye : (Rıdâ. C.) Baş örtüleri.
  • ereb : Hâcet, ihtiyaç. San'at.
  • erec : Güzel ve hoş koku. Misk ü anber ve ıtır gibi şeylerin güzel kokusu.
  • ereda : (C.: Erad-Erâdât) Ağaç kurdu. Güve.
  • erek : Misvak ağacını çok yediğinden dolayı devenin karnı incinmek.
  • eren : t. Yetişen. Ermiş. Veli. ◊ Sevinmek, sürur.
  • erendan : f. 'Hâşâ' mânasına inkâr ifade eden bir kelimedir.
  • erendiz : Müşteri gezegeni. Jüpiter yıldızı.
  • eres : Çiftçilik, çiftçi olma.
  • erett : Peltek adam, kekeme kimse.
  • erfa' : Daha yüksek, çok ulvi, en yüce.
  • erfak : En ziyade yumuşak. * Arkadaş, refik olmaya en çok lâyık, elyak.
  • erfeş : Nefsî isteklerine düşkün olan. * Kulakları uzun ve kaba (adam).
  • erga(b) : (Ergav) : f. Irmak, dere, çay, nehir, akarsu. * Su akıtmak için açılan yol, ark.
  • ergad : Maişetçe daha ferahlık. Geniş maişet.
  • ergal : Sünnet olmamış kişi.
  • ergan : Söz dinlemek.
  • ergande : f. Hırslı, öfkeli. * İçkiye düşkün olan sarhoş.
  • ergavan : Bir kırmızı çiçek. Ercüvân denilen kırmızı çiçekli ağaç.
  • ergen : (Bâliğ) Çocukluk çağından gençlik çağına geçmiş olan, aklı ermeğe başlamış, bâliğ.Erginlik çağına gelen müslüman genç, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek gibi Allah'ın farz kıldığı More…
  • ergide : f. Hiddetlenmiş, kızmış, öfkelenmiş, asabileşmiş.
  • ergide-nigâh : f. Öfkeli, hiddetli bakış.
  • ergimek : (Bak: Zeveban etmek)
  • ergun : f. Sert başlı at. Hızlı ve oynak olarak giden at.
  • ergüvan : Güzel ve parlak kızıl renkli bir çiçek. (Garbda ercuvan denilir.)
  • erha : (Rehâ. C.) El değirmenleri.
  • erhab : Vâsi, geniş, açık.
  • erham : (Rahim. C.) Döl yatakları, rahimler. * Yakın hısımlar, akrabalar. ◊ En rahim, en merhametli, en çok şefkatli. ◊ Başı beyaz olan at.
  • erhas : (Rahis. den) Pek ucuz.
  • eric : Güzel koku. Misk, anber ve ıtır gibi hoş ve lâtif olan şeylerin kokusu.
  • erid : Besili, semiz.
  • erih : Râyiha-i tayyibe. Temiz ve güzel koku.
  • erike : Taht. Padişahın tahtı. * Oturulacak yer. Koltuk.
  • erike-ârâ : f. Tahtı güzelleştiren, süsleyen (Padişah.)
  • erike-nişin : f. Tahtta oturan.
  • erike-pirâ : f. Tahtı süsleyen, pâdişah.
  • eris : f. Zeki, akıllı, uyanık, zeyrek, uslu.
  • eriş : Sakatlanan bir uzuv için yaralayandan alınan şer'i diyet. * Satıldıktan sonra kusuru ve noksanları belli olan malın, kıymetinden bunun için indirilen miktar. ◊ f. Bilek. * More…
  • eris(î) : Çiftçi, çift süren, ekinci.
  • erk : Kuvvet, kudret, güç, iktidar, nüfuz. ◊ Tıb: Uykusuzluk hastalığı.
  • erka : Ziyade yükselen. Çok yükselen.
  • erkab : Boynu kalın olan adam veya arslan.
  • erkaban : Uzun boyunlu.
  • erkah : (Rükh. C.) Rükhler, sığınılacak yerler, sığınaklar, siperler.
  • erkam : Rakamlar. Sayı işaretleri. * Yazılar. ◊ (C.: Erâkım) Alaca yılan.
  • erkan : Sarılık denilen bir hastalık çeşidi. * Ekini ifsâd eden âfet.
  • erkân : (Rükn. C.) Rükünler. Esaslar. Temeller. İleri gelen kimseler.
  • erkaş : (C.: Erakiş) Siyahlı-beyazlı alaca yılan.
  • erkat(a) : (C.: Erâkıt) Aklı karalı alaca yılan. * Yer yer beyazlığı olan her kara nesne.
  • erke : Misvak ağacı. Bu ağaç sıcak memleketlerde ve bilhassa Yemende yetişir.
  • erkeb : Büyük dizli. Dizleri büyük olan kimse. * Bir dizi diğerinden büyük olan deve.
  • erm : Bükmek.
  • ermagan : f. Armağan, hediye. Bir kimseye bir işteki muvaffakiyetinden dolayı verilen hediye.
  • ermah : (Remh. C.) Remhler, darbeler, vuruşlar. * (Rumh. C.) Rumhlar, süngüler, mızraklar.
  • ermam : (Rimme. C.) Çürük kemikler.
  • erman : f. Arzu, istek, taleb. * Pişmanlık, pişman olmak, nedamet.
  • erman-hâr : f. Pişman olan, nedamet eden.
  • ermas : Eski ve köhne nesne. * (Remes. C.) Sallar. ◊ Gözü çapaklı kişi.
  • ermed : Kül rengi, gri. Boz renkli nesne. * Gözü ağrıyan adam.
  • ermeda : Ateş külü.
  • ermel : (C.: Erâmil) Ayakları siyah olan koyun. * Kadını olmayan erkek.
  • ermele : (C.: Erâmil) Erkeği olmayan kadın.
  • ermida' : Kül.
  • ermiye : (Remi. C.) Remiler, kasırga bulutları ki, bu bulutlardan dolu yağar.
  • ermun : f. Gündelikçiye verilen peşin ücret.
  • erneb : Tavşan. * Kadın ziynetlerinden biri. * İri fare.
  • ernebe : (C.: Eranib) Burun ucu.
  • errac : Fesatçı, müzevir, yalancı adam, sahtekâr.
  • erre : f. Tahta kesecek dişli âlet, bıçkı. (Küçüğüne verilen testere ismi bundan gelir.)
  • erre-hâne : f. Bıçkı yeri, hızar.
  • erre-keş : f. Bıçkıcı.
  • errezzak : Bütün rızıkları ve faydalanacak şeyleri yaratan ve ihsan eden Allah (C.C.)
  • ers : f. Gözyaşı. ◊ Ekmek.
  • erş : Fesat, niza, ihtilaf, rüşvet. * Fışkırmak. * Tırmalamak. * Fık: Yaralanan veya kesilen bir uzuvdan dolayı verilmesi lâzım gelen diyet.
  • ersad : (Rasad. C.) Rasadlar, gözlemler, gözetlemeler, gözlemeler.
  • ersah : Uylukları etsiz, zayıf (adam). * Kurt.
  • erşah : Cin fikirli adam.
  • erşed : Her hali daha iyi olan. * Doğru yola diğerlerinden daha yakın olan.
  • ersem : Üst dudağı beyaz olan at.
  • erşem : Yemeğin kokusundan iştahı gelep karnı acıkan (adam). * Vücuduna iğne batırıp çivit ile şekil veya resim yapan adam.
  • ersen : f. Meclis, kongre, cemiyet.
  • ersusa : Şeair-i İslâmiyeden olan ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında kullanılan kavuk, büyük sarık.
  • erta : Bir ağaç cinsidir ve yaprağıyla debbağlar sahtiyan boyarlar.
  • ertel : Peltek adam.
  • erume : (C.: Erum) Kök, anakök. Asıl, menba. * Ağacın ve boynuzun kökleri.
  • erva' : Çok güzel olan genç. * Son derece yiğit, cesur ve bahadır adam. * Korkmak.
  • ervah : Halk içinde yürürken at üzerindeymiş gibi görünen uzun boylu kimse. * Adımları birbirine yakın olan. ◊ (Ruh. C.) Ruhlar. Canlar.
  • ervak : (Revk. C.) Revkler, perdeler, örtüler. * Çadırlar, muvakkat olarak bezden yapılan odalar. ◊ Sâfi nesne. * Uzun dişli adam.
  • ervam : (Rumi. C.) Romalılar, Roma imparatorluğu halkından olanlar, rumlar. * Rumiler, Arap diyarının haricinde bulunanlar.
  • erveb : Yoğurt.
  • ervec : Halk içinde çok geçen şey.
  • ervenan : Dik ses, sadâ. * Iztırablı, sıkıntılı, üzüntülü gün.
  • ervend : f. Tecrübe, deneme, sınama. * şeref, şan, şöhret, nam ve itibar, haysiyet.
  • eryaf : (Rif. C.) Verimli, mamur, düz ve ekini bol olan yerler.
  • erz : f. Kıymet, baha, değer. Kadir ve itibar.
  • erzak : (Rızık. C) Rızıklar. Azıklar. Yiyecek içecek maddeler. İhtiyaçlar. Maddi, mânevi muhtaç olduğumuz şeyler.
  • erzal : (Rezil. C.) Reziller. Kepâzeler. Herkesten hakaret ve nefret görenler.
  • erzan : f. Ucuz, değeri düşük, pahalı olmayan. * Lâyık, münâsib, muvafık, elyâk, şâyân, müstehak, uygun, yerinde.
  • erzanî : f. Ucuzluk. * Lâyıklık, liyakat, münasiblik, muvafakat, uygunluk.
  • erzaniş : f. Hayır ve iyilikler.
  • erze : f. Samanlı sıva çamuru. * Çamdan çıkarılan zift. ◊ Çam ağacı.
  • erze-ger : f. Sıvacı.
  • erzel : Daha rezil. Çok fena. Pek kötü. En rezil.
  • erzen : Kendisinden sopa ve baston yapılan bir cins sağlam ağaç. * Şam darısı denen beyaz ve iri cins darı.
  • erzenîn : f. Darı ekmeği.
  • erzide : f. Pahası kesilmiş, kıymeti kararlaştırılmış, değeri belli edilmiş olan şey.
  • erziz : f. Kalay.
  • es : Koyuna iys iys demek.
  • es'ab : (Sa'b. dan) Pek zor, çok zor.
  • es'abî : Gayet güzel ve beyaz göz.
  • es'ad : Daha mes'ud, en bahtiyar. Daha said olan. En mes'ud.
  • es'al : Dişinin yanında zâid bir diş daha biten kimse.
  • eş'al : Kuyruğu beyaz olan at.
  • es'ar : (Sı'r. C.) Narhlar. Satılan şeylerin bilinen ve değişmeyen fiatları. ◊ (Su'r. C.) Yiyecek içecek artığı.
  • eş'ar : (C.: Eşâir) En iyi şâir. * Kılı çok olan kimse. * Davarın tırnağı çevresinde olan kıl. ◊ (Şa'r. C.) Kıllar. Tüyler. Tüycükler. * (Şiir. C.) Şiirler, manzum ve güzel More…
  • eş'arî : Eş'arî mezhebi veya o mezhepte olan. Asıl adı Eb-ul Hasan-ül-Eş'arî olan İmam-ı Eş'arî, Ehl-i Sünnet itikadını âyetlere, hadislere göre izah ve şerh ederek tesbit etmiştir. More…
  • eş'as : Saçı dağınık olan. * Saçı dökülmüş kişi.
  • es'elüke : Senden isterim (meâlinde).
  • eş'em : (C: Eşâim) En uğursuz, pek şom.
  • es'ile : (Sual. C.) Sualler. Bir şey istemeler. Sorular.
  • eş'iya : (A.S.) Beni-İsrail peygamberlerindendir. (M.Ö. 759-700) tarihlerine kadar Beni-İsrail arasında peygamberlik yapmış, birçok mucizeler göstermiştir. Zamanının padişahı tarafından takib More…
  • esa : Merhem, tiryak, ilâç.
  • eşa : (C.: Âşâ) Hurma ağacının küçüğü.
  • esa' : Atmak.
  • esabe : (C.: Esâib) Bir nevi ağaç.
  • esabi' : (İsbi'. C.) Parmaklar.
  • esabî' : (Üsbu'. C.) Haftalar, yedi günlük zamanlar.
  • esadd : Menedici.
  • esafil : (Esfel. C.) Esfeller. Sefâlet çekenler. Pek adi ve bayağı kimseler. Çok alçak olanlar.
  • esahh : En sahih. Çok doğru. İllet ve kusurdan çok uzak ve beri olan $
  • eşaim : (Eş'em. C.) En şomlar, en uğursuzlar.
  • eşaire : (Eş'ari. C.) Dinde meşhur imam Eb-ul-Hasan-ül-Eş'arî'ye bağlı olan sünnet ehlinin bir kısmı.
  • esakif : (Üskuf. C.) Piskoposlar, başpapazlar, metropolitler. ◊ (Eskef. C.) Eskiciler, kunduracılar.
  • esakk : Yürürken dizlerini birbirine vuran.
  • eşakk : Meşakkatli, zahmetli.
  • esal : Tâzim etmek, övüp medhetmek.
  • esale : Uzun yüzlü olmak. Sarkık olmak.
  • esalib : (Üslub. C.) Üslublar. Tarzlar. Cihetler.
  • esam : Günah. * Günah için olan cezâ.
  • eşam : f. Ölmiyecek kadar az olan yiyecek ve içecek şeyler, kut-i lâyemut.
  • esame : Askerlerin. ve bilhassa Yeniçerilerin kaydı, ulüfe defteri.
  • esami : İsimler, adlar.
  • esamm : (C.: Summun) Kulağı sağır olan. * Katı taş.
  • esanid : İsnadlar. Senedler.
  • esans : Çeşitli yollarla bitkilerden elde edilen veya suni olarak yapılan, kokulu ve uçucu sıvı.
  • esar : Esirlerin ellerini bağladıkları ince kayış.
  • esaret : Esirlik. Kölelik. Kullara kendini teslim etmiş olmak. Başka milletten olanlara boyun eğmek.
  • esarir : Gizli sırlar. * Yüz ve avuçtaki çizgiler.
  • esas : Ev eşyası. Eve âit lüzumlu şeyler. * Mal. Rızık. ◊ Temel. Kök. Rükün. şart. Hakikat ve mahiyetler.
  • esasat : (Esas. C.) Esaslar. Temeller, kökler.
  • esase : f. Gözucu ile bakma.
  • esasen : Kendiliğinden, aslından, temelinden.
  • esasiyye : Asılla temelle alâkalı. Esasa ait ve müteallik.
  • esatîn : Sütunlar. Üstüvaneler. Direkler. * Mc: İleri gelen kimseler.
  • esatir : İlk zamanlara ait uydurma hikâyeler. Masallar. Mitoloji. * Saflar. Sıralar.
  • esatîz : (Esâtîze) : (Üstaz. C.) Usta başıları. Bir işin tedbirinde, öğretilmesinde önderlik edenler.
  • esatt : (C.: Sitât) Köse.
  • esavid : (Sevâd. C.) Sevadlar, karanlıklar, siyahlıklar.
  • eşaviz : Halk. Millet. Nâs.
  • esb : At, beygir, feres.
  • esb-i sabâ-refter : f. Rüzgâr gibi giden at.
  • esbab : (Sebeb. C.) Sebebler. Bir şeye vâsıta olanlar. Sebeb olanlar.
  • eşbah : (Şebâh. C.) Şahıslar, cisimler, vücudlar. * Büyük kapılar. * Uzaktan görünen karaltılar, hayâller. * Renk, levn. ◊ (şibh. C.) Benzeyenler. şibihler. Nazirler.
  • esbak : Geçenki, geçen, evvelki, önceki. Daha önce geçmiş olan. Evvel gelen.
  • eşbal : (Şibl. C.) Arslan yavruları.
  • esban : Kadınların başlarını örttükleri güzel ve ince bir örtü. * Kadınların, yüzlerini örtükleri peçe, tül.
  • esbat : (Sıbt. C.) Torunlar. Çocuğunun çocukları. Oğlunun oğulları. * Beni İsrâil kabileleri. ◊ Rahatlar, huzurlar. * Haftanın son günleri.
  • eşbeh : Mert, yiğit, kabadayı, cesur kimse. (Bu tâbir bilhassa yeniçeriler hakkında kullanılırdı.) ◊ Daha çok benzeyen. Pek benzeyen.
  • esbel : Bıyıkları uzun olan adam.
  • esbil : f. At hırsızı, at çalan.
  • esbran : f. At süren, süvâri, at koşturan.
  • esbriz : (Esb-riz) f. At koşusu. * Savaş meydanı.
  • esbsüvar : (Esb-süvâr) f. Ata binmiş.
  • esbtaz : f. At koşturucu, at koşturan. * At koşturacak meydan, saha. * Her şemsî ayın onsekizinci günü.
  • eşbû : f. Odunluk, kömürlük. Kömür ve odun konulacak yer.
  • esca' : (Sec'. C.) Edb: Nesirde fıkra sonlarının kafiye tarzında olan uygunlukları, vezinli nesirler.
  • eşca' : Daha yiğit, pek kahraman. En şecaatli. * Parmak ardlarının sinirleri.
  • escal : (Secel. C.) İçi su dolu kovalar.
  • eşcan : (Şecen. C.) Şecenler, elemler, gamlar, kederler, tasalar, sıkıntılar, ıztırablar.
  • eşcar : (Şecer. C.) Ağaçlar.
  • escer : Kırmızı gözlü kimse. * Su biriken yer.
  • esdaf : Sadefler, inci kabukları. * Midye ve isridye gibi deniz mahluklarının şeffaf, parlak kabukları.
  • esdak : (Sıdk. dan) Çok sadık, doğru ve emniyetli kimse.
  • eşdak : Doğru konuşan. Yalan söylemeyen. Sâdık. * Büyük ağızlı.
  • esdika : Sâdıklar, sâdık olanlar.
  • eşebb : Arasından geçmek mümkün olmayan ağacın sıklığı.
  • esed : Arslan, şir.
  • esedd : Sağlam, kavi, muhkem.
  • eşedd : Daha şiddetli. Çok fazla şiddetli. Pek fazla şiddetli.
  • esedî : Arslana aid. * Üzerinde arslan resmi bulunan mâdeni para.
  • esedullah : Allah'ın arslanı. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir nâmı, lâkabı.
  • esef : Hüzün, gam, nedamet, pişmanlık. Daralmak. Elden çıkan bir şey için hâsıl olan üzüntü.
  • esef-han : f. Acıyan, merhamet eden, şefkat eden, esef eden.
  • esef-nak : f. Hüzünlü, acıklı, esefli.
  • esefa : Vâ esefâ! Eyvah, yazık!
  • eşeff : Çok parlak. Daha şeffaf. Işığı daha iyi geçiren. * Suyu kendine çok fazla çeken.
  • esekk : Tavşan. * Kulağı kesik olan. * Küçük kulaklı. * Kulağı işitmeyen. Sağır.
  • eşekk : Çok şek ve şüphe sahibi. Tereddütte ileri giden.
  • esele : (C. Eselât) Dil ucu. * Urgan ucu. Uzun süngü. ◊ (C.: Eslâl-Üsül) Ilgın ağacı. * Asıl.
  • eşell : Çolak. Kolu sakat olan. * Eli dâima hareketli olan kimse.
  • eşemm : Burnu kuvvetli koku duyan.
  • eşen : f. Karpuz ve kavun hamı, kelek. * Ters giyilmiş elbise.
  • esenn : Daha yaşlı, en yaşlı. İhtiyar.
  • eser : Yapı, birinin meydana getirdiği şey. * Bir hususa dâir Peygamberimizden (A.S.M.) rivâyet bulunması. Sünen-i Resul. * Bir şeyin varlığına delâlet eden te'sir. * Meydana getirilen kitap. More…
  • eşerr : Çok fazla sevinmek. * Tekebbürlük etmek, gururlanmak. * Çok şerli. En kötü ve şerli.
  • esfa : Alnı dar at. * Tez yürüyüşlü katır. ◊ En saf, pek safi, pek temiz.
  • eşfa : Hastalığı def'e çok faydalı, şifa-bahş olan.
  • eşfa' : En çok şefaat eden. En şafi.
  • esfad : (Safd. C.) Atiyye ve ihsanlar.
  • eşfak : Daha fazla şefkatli. Çok şefkatli.
  • esfar : (Sefer. C.) Seferler, yolculuklar, yola gidişler. * Düşmana karşı gidişler, akınlar. * (Sifr. C.) Büyük kitaplar, ciltler.
  • eşfar : (Şüfr. C.) Göz kapağının kenarları, kirpik yerleri.
  • esfat : (Sefet. C.) Sepetler.
  • esfel : En sefil, çok sefil, en alçak, en aşağı, çok fenâ.
  • esfeliyyet : Aşağılık, âdilik, alçaklık.
  • eşgal : (Şugl. C.) İşler. Meşguliyetler.
  • esha : (Sahi. den) Çok cömert, fazla eli açık, pek sahi kimse.
  • eşha : şefkat.
  • esha' : Türlü türlü, günâ gûn, rengârenk.
  • eshab : Çekmek, cezb. ◊ (Bak: Ashâb)
  • eşhad : Şevâhidler. Şâhitler. (Bak: Alâ-ruûs-il eşhâd)
  • eshal : Misvak ağacı.
  • esham : Küçük katreli yağmur. * Kara nesne, esved. ◊ (Sehm. C.) Oklar. * Nasibler, hisseler. ◊ Kara nesne.
  • eshar : Seher vakitleri, seherler. Gece yarısından sonra ve tan yeri açılmazdan evvelki vakitler.
  • eşhar : f. Kalye taşı denilen radyom hamızı. * Nişadır.
  • eşhas : (Şehs. C.) Şahıslar. Kişiler.
  • eşheb : Kır (at). Kır, çil renkte olan aslan. * Güç iş. * Soğuk gün. * Bir nesnenin kenarı.
  • eshed : Becerikli, maharetli, mahir, açıkgöz, uyanık olan kişi.
  • eshel : Çok kolay, daha kolay, asan.
  • eşhel : Kırmızı ile karışık koyu mavi, elâ. * Elâ gözlü adam.
  • esher : Uyanık kimse.
  • eşher : (Şehir. den) Çok meşhur, pek fazla tanınmış, en şöhretli olan.
  • eshiya : (Sahi. C.) Cömertler, sahiler.
  • eşhür : (şehr. C.) Aylar.
  • esi : (C: Esât) İlaç yapmak.
  • eşi'a : (Şuâ. C.) Şualar. Aydınlıklar.
  • esid : Ev önü. * Bağlanmış kapı.
  • eşidda : Çok şiddetli sert olanlar. Pek şiddetli davrananlar.
  • esif : Kederli, esefli, tasalı, gamlı.
  • eşiha : f. At kişnemesi.
  • esihha' : (Sahih. C.) Özürsüz olanlar, sıhhati yerinde ve vücudu sıhhatte olan kimseler.
  • esil : (C.: Asal-Esail-Usul) İkindi sonrasından akşama kadar olan vakit. * Kavi, muhkem, sağlam. ◊ Şerefli, şanlı, namlı, haysiyetli, itibarlı ve otoriter kişi. ◊ Parlak, uzun ve More…
  • esim : (İsm. den) Günahkâr, günah işlemiş, kabahatlı, cürümlü, suçlu, yalancı kişi.
  • esinne : (Sinân. C.) Kılıçlar, seyfler. * Süngüler. * Bileği taşları.
  • esir : Bütün kâinatta bulunan ve her tarafı kaplamış olan lâtif madde. Elektrik, ışık ve hararetin yayılmasına vasıtalık eden madde. ◊ Kul, köle. Harpte teslim alınan düşman. Teslim More…
  • eşir : Pek sevinçli, çok mesrur. * Kibirli, mütekebbir kimse.
  • esirâne : f. Esirce, kölece.
  • esire : Seçkin, güzide. * İlim bakiyyesi.
  • esirî : Esir ile alâkalı. Uçacak gibi hafif. ◊ Esirlik, kölelik, kulluk.
  • eşirra : Çok şerliler. Çok kötü insanlar. Çok şerli mahluklar.
  • esirre : Tahtlar, oturulacak yerler. * Milletin belli başlı ileri gelenleri.
  • esis : Asıl esas, hak, doğru. * Hediyeler. Armağan olarak verilen şeyler. ◊ Titremek. * Küp veya desti saksısı ki, içinde reyhan ekerler. ◊ Çok olan şey, kesir.
  • eşk : f. Gözyaşı. Dem.
  • eşk-alud : f. Gözü yaşlı.
  • eşk-bar : f. Çok ağlayan. Çok gözyaşı döken.
  • eşk-efşan : f. Çok ağlayan, gözyaşı döken.
  • eşk-rîz : f. Gözyaşı döken, ağlayan.
  • eşk-ver : f. Ağlayan, gözyaşı döken.
  • eşka : En şaki, haydut, eşkiya, katı-üt tarik.
  • eskab : Delmek. * Ateş yakmak.
  • eskaf : Uzun boylu, iri kimse.
  • eşkah : Kırmızı yüzlü (adam). al renkli (at).
  • eskal : (Sakil. den) Daha sakil, en ağır, en çirkin. * Kaba, can sıkıcı. ◊ (Sekal. C.) Ağır yükler, ağır şeyler. Kalabalık, ağırlık.
  • eşkâl : (Şekil. C.) Şekiller, kılık.
  • eskam : (Sakam. C.) İlletler, hastalıklar, dertler.
  • eşkar : Mavi gözlü ve sarı tenli kimse. * Yelesi ve kuyruğu kırmızı olan sarı at.
  • eskef : (C: Esâkif) Kunduracı, eskici.
  • eskefe : Kapı basamağı, eşik.
  • eşkel : Gözlerinin akı kırmızılı olan adam. * Beyaz koyun.
  • eşkele : Hâcet.
  • eşkil : Yaban soğanı.
  • eskimo : Grönland, Alaska ve Kuzey Kanada'da yaşayan bir kavmin adı.
  • eşkiya : Şakiler. Yol kesenler. Asiler. Allah'a veya kanunlara isyan edip kötülük yapanlar. Haydutlar, anarşistler, âsiler. Hak ve kanunlara baş kaldıranlar, Allahın emirlerine karşı gelenler. More…
  • eşku : (şekâ. dan) şikâyet ediyorum (mealindedir).
  • eşku(b) : f. Tavan. * Tabaka, kat, derece, mertebe.
  • esl : Dikenli ağaç. * Süngü. * Hasır otu. ◊ Karaılgın ağacı.
  • eslâf : (Selef. C.) Selefler, evvelkiler, geçmişler.
  • eslah : En sâlih, en iyi. (Bak: Aslah)
  • eslahakallah : Allah seni ıslâh etsin.
  • eslak : Ağaç, şecer.
  • eslas : (Sülüs. C.) Sülüsler, üçde birler, üçde bir parçalar.
  • esleb : İnsanın vücudunda veya yüzünde bulunan ben, nokta. * Süprüntü, moloz.
  • eslem : Daha sağlam, en selâmetli, en sâlim.
  • esliha : (Silâh. C.) Silâhlar. Muharebe ve cenk âlet ve edevâtı.
  • esma' : Adlar. Nâmlar. İsimler. ◊ Kulaklar. İşitmeler.
  • esmah : Çok cömert, pek eli açık, en semahatli.
  • esmak : (Semek. C.) Semekler, balıklar.
  • esman : (Sümn-Semen. C.) Her şeyin pahası, tutarları, semenleri. * Sekizde birler.
  • esmar : (Semer. C.) Masallar. Akşam sohbetleri. ◊ (Semer. C.) Meyveler, Yemişler.
  • esmat : (C.: Sümut) Saçının ve sakalının karası beyazıyla karışıp ikisi beraber olmak.
  • eşmat : Saç ve sakallarına kır düşmüş olan.
  • eşme : Kumsal yerde kaynayan pınar.
  • eşmel : Daha şâmil. Çok şeyleri içine alan. Daha çok kaplamış.
  • esmer : Siyaha, karaya çalan kumral renk.
  • esna : Ara. Aralık. Sıra. Vakit. Zaman. Hengâm. ◊ Daha parlak. En parlak.
  • eşna : f. Yüzücü, yüzgeç. * Kıymeti büyük olan mücevher.
  • esna' : Bülent, yüksek, yüce, ulvi.
  • eşna' : Daha şeni. Çok çirkin ve fena.
  • esnaf : Sınıflar. Sıralar. Türlüler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar.
  • esnah : (Sinh. C.) Kökler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar.
  • esnam : (Sanem. C.) Putlar. Tapılan heykeller. Suretler. Sanemler.
  • esnamperest : Puta tapan, putperest.
  • esnan : (Sinn. C.) Dişler. * Yaşlar. İnsanın doğduğu andan ölümüne kadar uzvî sîretinde birbirini takibeden muhtelif zamanlar.
  • eşne : Ağaç yosunu.
  • eşneb : Dişleri inci gibi beyaz olan adam.
  • esniye : (Senâ. C.) Övmeler. Senâlar. Medhetmeler.
  • esr : Esir etmek. * Muhkem bağlamak. * Takviye etmek. (Bak: Esir) * Göbeğinde illeti olan.
  • esra' : Daha çabuk. Pek çabuk. Çok sür'atli. Çok seri. * (C.: Esâri) Asma filizi. * Başı kırmızı, gövdesi beyaz olup, kum içinde bulunan bir böcek.
  • eşraf : (şerif. C.) Şerefliler. İleri gelen büyükler.
  • eşrak : Ortaklar. şerikler.
  • esrar : (Sır. C.) Sırlar. Gizli hikmetler ve mânalar. Bilinmeyen şeyler. * Keyif veren zehir. Uyuşturucu madde. * Elinde ve el ayasında olan hatlar.
  • eşrar : Tahribçiler. Kötülük edenler. * Kötü şeyler. şerliler.
  • esrar-engiz : f. Esrarlı, gizli, ürperti verici.
  • esrar-keş : f. Esrar denen zehiri kullanan kimse. Esrar içen.
  • eşrat : Nişanlar. Alâmetler. şartlar.
  • eşref : En şerefli. Daha şerefli. En iyi, en güzel.
  • esrem : Kırık dişli, dişleri kırılmış veya dökülmüş olan kişi.
  • eşrem : Burnu yirik. * Üst dudağı yarık olan.
  • eşreş : Muhalefet eden, karşı gelen.
  • eşria : (Şirâ. C.) Yelkenler.
  • eşribe : (Şerâb. dan) İçilecek şeyler, şerablar.
  • esrik : Sarhoş, mest. * Azgın, kızgın. * Zayıf, hasta, hâlsiz, dermansız, tâkatsiz.
  • esrüm : Dişi dökük olan kimse.
  • ess : Otun vaya saçın çok ve sık olup birbirine dolaşması.
  • essalavat : Peygamberimiz Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize veya Cenab-ı Hakk'a (C.C.) karşı hamd, şükür ve teşekkür ifade eden dua, selâm ve salâvâtlar. (Bak: Salâvat)
  • est : Ayakları uzun olan.
  • esta' : (Satı. dan) Uzun boyunlu. Boynu uzun olan insan veya hayvan.
  • estağfirullah : Cenâb-ı Hak'tan kusurumun örtülmesini dilerim. Allah (C.C.) kusurumu efvetsin (mealinde, kusurunu anlayan bir müslümanın duâsı. Hürmet veya ikramlara karşı tevâzu maksadı ile de More…
  • estan(e) : f. İstirahat edilecek ve uyunacak rahat yer.
  • estar : (Satr. C.) Yazı dizileri, satırlar. ◊ Örtüler, perdeler.
  • eştat : (Şetit. C.) Takımlar, fırkalar, bölümler. Esnaf, sınıflar. Çeşitler, cinsler, neviler.
  • esteh : f. Çekirdek. * Kemik. Vücud iskeletini meydana getiren nesne.
  • esteîn : Yardım isterim, istiâne ederim (meâlinde fiil olup, müfred birinci şahıstır.)
  • ester : Katır.
  • eşter : Yırtlak gözlü.
  • esterven : f. Çocuk doğurmayan, kısır kadın.
  • estine : f. Yumurta.
  • eşüdd : Büluğa gelmek mertebesi.
  • esûf : Fazlaca eseflenen, pek üzülen, çok kederlenen, çok fazla acıyan, yufka yürekli.
  • esuk : Deli koyun.
  • esum : Çok yalancı, iftiracı, kabahatli ve günahkâr olan adam.
  • esus : Katı, sağlam, muhkem nesne.
  • esva' : (Sâ'. C.) Kuyular, çukur yerler. * Ölçekler.
  • esvab : (Sevb. C.) Sevbler, giyecekler, giyimler.
  • esvaf : (Suf. C.) Suflar, koyun yünleri.
  • esvak : (Sûk. C.) Çarşılar. Pazarlar. ◊ Uzun incikli.
  • eşvak : (şevk. C.) şiddetli arzular, istekler, neşveler. ◊ Dikenler. (Nebat) * Tıb: Kemiklerin uzaması.
  • esvar : (Sur. C.) Surlar, hisarlar, kaleler, kal'alar. * Ziyafetler, şölenler.
  • esvat : (Savt. C.) Sesler. Savtlar.
  • eşvat : (Şavt. C.) Sıçrayışlar, zıplamalar, koşmalar, koşuşmalar. * Kâbe-i Muazzama'yı yedi defa tavaf etme, etrafını dolaşma.
  • eşve : Gözü değen kişi.
  • esve' : Yaramaz nesne.
  • esved : Çok siyah. kara renkli olan.
  • esvedeyn : İki siyah mânâsına gelen bu kelime, yılanla akreb için kullanılır.
  • esvel : Karnı sarkık olan erkek. (Müe: Sevlâ)
  • eşveş : Göz ucuyla bakan kişi. * Yüksek bina.
  • esvide : (Sevâd. C.) Sevâdlar, karanlıklar, siyahlıklar. Karaltılar. * Çok mallar, fazla mülkler.
  • esy : Tasa, keder, hüzün.
  • eşya : (Şey. C.) (Bu kelime, Türkçede müfret gibi kullanılır.) Ev döşemeye mahsus halı, dolap v.s. * Elbise, yatak, çamaşır gibi malzemeler. * Yük, yük eşyası.
  • eşyâ' : (Şia. C.) Bölükler, bölümler, kısımlar, neviler, fırkalar, tabakalar, cinsler, çeşitler. Cemaatler, cemiyetler, topluluklar. * Yardımcılar.
  • esyaf : (Seyf. C.) Seyfler, kılıçlar.
  • esyah : (Seyh. C.) Nehirler, akarsular. * Çizgili elbiseler.
  • eşyah : (Şeyh. C.) Şeyhler, ihtiyarlar, yaşlılar, pir-i fâniler.
  • esyan : Kederli, gamlı, tasalı, kaygılı, hüzünlü, üzüntülü.
  • eşyeb : (Şeyb. den) Saçı sakalı ağarmış, yaşlanmış olan kişi. İhtiyar.
  • eşyem : Yüzünde ve vücudunda çok beni olan adam.
  • et'ime : (Taam. dan) Yemekler, taamlar, yenecek şeyler.
  • eta : Kavak ağacı.
  • etajer : Fr. Kapaksız ve rafları olan taşınabilir dolap.
  • etan : 'f. Dişi eşek. * Bir kısmı havada, bir kısmı suyun içinde kalan kaya; yosunlu taş. * Kuyu kenarında üstüne oturup su içmeye mahsus taş.'
  • etave : Gelmiş, geçmiş, gelen, misafir, garib, gariban, kimsesiz, biçare.
  • etba' : Tâbi olanlar, bağlı olanlar, emri altında bulunanlar.
  • etbak : (Tabak ve Tabaka. C.) Yemek tepsileri, sofraları. Büyük sahanlar. * Tabakalar, dereceler, mertebeler, katlar. * Kabileler, kavimler, aşiretler.
  • etelan : Adım birbirine yakın olmak.
  • etemm : Tam, en mükemmel, hiç noksansız.
  • etenan : Adım birbirine yakın olmak.
  • etene : Hayvanlarda ana ile cenin arasındaki kan alış-verişini temin eden organ. * Bitkilerde yumurtacıkların yumurtalığa yapışık bulundukları doku.
  • eteyemmenü : (Teyemmün. den) Ben kendimi teyemmün ediyorum (meâlindedir). (Bak: Teyemmün)
  • etfal : (Tıfl. C.) Çocuklar, tıfıllar.
  • etfaliyet : Çocukluklar. Çocukluk halleri.
  • ethal : Kâbe-i Şerif yakınında bir dağın adı. * Bulanık su veya şerbet.
  • eti : Bir kişinin bir yere su iletmek için yaptığı ark. * Sel.
  • etibba : Tabibler, tıb ilmini bilenler, doktorlar.
  • etiket : Fr. Bir şeyin cinsini, miktarını veya fiyatını belli etmek için üzerine konan küçük yafta. * Teşrifat, görgü.
  • etime : (C.: Etâyim) Ateş yakacak yer.
  • etir : Günah.
  • etka : (Taki. den) Allah korkusu ile günahtan çok fazla çekinen. Haram veya helâl olduğunu iyice bilmediği şüpheli şeyleri yapmayan. Günah işlemeyen. Her şeyde Cenab-ı Hakk'ın rızasını gaye ve More…
  • etkiya : (Taki. C.) Çok takvâ sâhibi olanlar. Takiler. Takvâda çok ileri giden mes'ud kimseler.
  • etla' : Uzun boylu.
  • etlad : Evde doğan câriyeler. * Eski mal. * Damızlık denilen doğurucu hayvan.
  • etmeseh : Karanlık, sessiz gece.
  • etnab : (Tınb. C.) Çadır ipleri. * Ağacın kök damarları. * Vücudun sinirleri.
  • etnik : yun. Bir kavim, bir ırkla ilgili olan. İslâmiyet, kavmiyeti ve ırkçılığı reddeder. Etnik bölücülüğe karşı en kuvvetli siper, İslâm şuuru ve kardeşliğidir.
  • etnografya : (Etnografi) yun. Kavmiyyat. Kavimlerin, milletlerin gelişmesini, terakkisini ve has vasıflarını inceleyen, onların kültürlerinden bahseden ilim kolu.
  • etra : Dere gibi akan su.
  • etrab : (Tırb. C.) Hep bir yaşıt olanlar, akranlar.
  • etrad : Kaşları kılsız olan kimse.
  • etraf : (Türfe. C.) Nazik ve zarif şeyler. * Lezzetli taamlar, güzel yemekler. ◊ (Taraf. C.) Taraflar, yanlar, canibler, yönler, uçlar, kıyılar.
  • etraf-i erbaa : Dört taraf. (Sağ, sol, ön, arka.)
  • etrah : (Terah. C.) Tasalar, kederler, elemler, gamlar, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar.
  • etrak : (Türk. C.) Türkler.
  • etras : (Türs. C.) Türsler, harpde kullanılan kalkanlar.
  • etribe : (Turab. C.) Topraklar.
  • etrika : (Tarik. C.) Tarikler, yollar, caddeler. * Sebepler, vesileler, vasıtalar. * Maişeti te'min etmek için tutulan meslekler, geçinmek için yapılan işler.
  • ett : Galip olmak.
  • ettar : Kasnakçı.
  • ettun : (C.: Etâtin) Hamam külhanı.
  • etüd : Fr. İnceleme, tetkik etmek. * Musikide didaktik maksatla bestelenmiş eser.
  • etum : Su kaplumbağası.
  • etvak : (Tavk. C.) Kadın gerdanlıkları. * Hindistan cevizinin sütü.
  • etvar : (Tavır. C.) Tavırlar, haller, davranışlar.
  • etvas : (Tâus. C.) Tavus kuşları.
  • etyab : (Bak: Atyeb)
  • ev : Şek, tahayyür, ibham, istisnâ, şart, teb'iz için kullanılan harf-i atıf. 'yahut, veya, meğer ki, bel, belki ister' gibi kelimelerle türkçeye terceme edilebilir.
  • ev'ac : Geniş, vâsi.
  • ev'iye : (Viâ. C.) Mahfazalar, kaplar, gizlemeye veya saklamaya yarayan şeyler. * Damarlar.
  • evabid : (Abide. C.) Abideler. (Bak: Abide)
  • evagi : (Agıye. C.) Bahçe, tarla ve bostanları sulamak için açılan arklar, su akıtılacak yerler.
  • evahir : Ahirler, ayın son günleri, sonlar.
  • evail : Başlangıçlar, önler, evveller, eskiler.
  • evali : Çok iyi ve münâsib olanlar. Evlâlar.
  • evam : f. Ödünç, borç. * Renk, levn.
  • evamir : Emirler, emredilenler, vazifeler. (Bak: Emr)
  • evan : (Bak: Avân)
  • evani : Kapkacaklar, kaplar.
  • evar(e) : f. Hükümet dairelerine ait defterler, resmî defterler. * İmaret.
  • evarin : f. Güzel olmayan, çirkin.
  • evasit : (Evsât. C.) Vasatlar, orta hal ve vaziyetler.
  • evavin : (İyvan. C.) Büyük salonlar, sofalar, holler. Kasırlar, köşkler.
  • evb : Dönülmesi lâzım gelen yere dönmek. * Kasd. İstikamet.
  • evbar : f. Yutma, yutuş.
  • evbaş : Mahalle çapkını. Şahısların rezilleri. * Muhtelif yerlerden gelmiş, toplanmış bir cemaat, bir bölük.
  • evbaşan : (Evbaş. C.) Aşağılık kimseler, âdi kişiler, alçak ve rezil insanlar. Ayak takımları.
  • evbe : Rucu etmek. Geri çekilmek, dönmek.
  • evc : Bir şeyin en yüksek derecesi, en yüksek noktası. Zirve. * Koz: Seyyare mahreklerinin merkezden en uzak noktaları.
  • evc-gir : f. Yükselen, yükseğe çıkan.
  • evc-pervaz : f. Yüksekte uçan.
  • evca' : (Veca. C.) Ağrılar. Acılar. Sızılar.
  • evcar : İçinde gizlenmek için avcılar tarafından yapılan siperler, çukurlar.
  • evceb : Çok vacib. Çok gerekli. Çok lüzumlu.
  • evceh : En vecihli, çok uygun, en münâsebetli.
  • evcel : Çok korkak adam. Cesaretsiz kişi.
  • evcer : Çok çekingen, utangaç kimse.
  • evcümend : f. Top, küme, yığın, toplanma. * Toplu, idareli, evini muntazam tutan. Hanesini iyi ve tertipli bir hâlde bulunduran.
  • evda : Yaban faresi. * Kursağının tüyleri beyaz olan güvercin. (Bak: Kası'a) ◊ Ednâ.
  • evdad : (Vedid. C.) Sevgililer, sevilenler.
  • evdiye : (Vâdi. C.) Vâdiler. Dereler.
  • eved : Kuvvet. Ağır yük götürmek. * Eğrilik.
  • evend : f. Kap. Kabkacak.
  • evfa : Çok vefalı. Çok sadakatli. Ahdine vefası kuvvetli. * En çok. Pek tamam. * Tam yetişmek.
  • evfad : Çeşitli fırkalar.
  • evfak : Daha muvafık. En uygun. En muvafık.
  • evfer : (Vâfir. den) Çok. Bol.
  • evgad : (Vagd. C.) Ahmaklar, eblehler, salaklar, bönler, akılsızlar.
  • evgenc : f. Nedâmet, pişmanlık, pişman olma hâli.
  • evhad : Vahid. Tek.
  • evhal : (Vahal. C.) Sıvalar, balçıklar, çamurlar. * Mekânlar, hâneler, evler, durulacak veya oturulacak yerler.
  • evham : Olmayan bir şeyi olur zannı ile meraklanma. Üzüntü. Vehimler. Kuruntular. Zarar ihtimâli çok az olan bir şeyden meraklanma ve üzülme.
  • evham-sâz : f. Evham veren.
  • evhamin müdafaasi : Vehimlerin def'edilmesi, kuruntuların kovulması.
  • evhaş : Daha vahşi. En vahşi. ◊ Nefret veren şey.
  • evhen : En gevşek, çok zayıf, pek dayanıksız, kuvvetsiz tâkatı kalmamış.
  • evidda : Ahbablar. Hâlis ve sâdık dostlar.
  • evil : Siyaset.
  • evind : f. Hud'a, hile, aldatma, oyun.
  • eviy : Yerleşme. Yerine gelme. Koruma.
  • evk : (C: Evâk) Ağırlık, yük. * İçinde su biriken çukur yer.
  • evkaf : (Vakıf. C.) Allah yoluna hizmet için verilip devamlı bırakılan şeyler. Sahibi tarafından şeriata uygun olarak bir hayır iş ve hasenata tahsis olunmuş mülk veya mallar. (Bak: Vakıf)Osmanlı More…
  • evkar : (Vekr. ve Vekre. C.) Kuş yuvaları.
  • evkas : Boynu kısa olan.
  • evkaş : Ayak takımı. Terbiyesiz, ahlaksız, adi ve alçak kimse.
  • evkat : (Vakit. C.) Vakitler.
  • evked : Pek te'kitli, çok kuvvetli, en kavi.
  • evkes : Pinti ve soysuz kişi.
  • evl : (Bak: Te'vil)
  • evla : Daha iyi, birincisi, başta gelmesi lâzım geleni.
  • evlâd : (Veled. C.) Veledler. Çocuklar.
  • evlad ü iyal : Çoluk çocuk. Evlâdlar ve karısı.
  • evladiyet : Evlâda mahsus, evladlık, bünüvvet.
  • evladiyye : Evlatlık, evlada mahsus. * Mc: Çok sağlam ve dayanıklı ev veya eşya.
  • evlak : Delilik, cünun.
  • evleviyet : Daha öncelik. Başta gelir olmak. Daha beğenilir. Daha münâsip olmak.
  • evliya : (Veli. C.) Veliler. Nefsine değil, dâimâ Cenab-ı Hakk'ın rızâsına tâbi olmağa çalışan, ibâdet ve taatta, takvâ ve riyâzatda çok yüksek mertebelere ulaşıp Allahın (C.C.) mahbubu ve More…
  • evliya çelebi : 'Kütahya'lı olup, Mi: 25 Mart 1611'de doğmuştur. Meşhur eseri; Seyahatnâme'sidir.'
  • evn : Yab yab yürümek. * Vakarlı, sessiz ve ciddi olmak. * Heybenin bir gözü. * Denk.
  • evra : f. Hisar, kal'a, kale.
  • evrad : Virdler. (Bak: Vird)
  • evrak : (C: Vuruk) Sivri ve uzun dişli. * Yüzü renkli güvercin. * Siyahı beyazına galip olan at ve deve. (Müe: Vürka) ◊ (Vakar C.) Sahifeler. Yapraklar.
  • evram : (Verem. C.) Veremler, vücudda hasıl olan yumrular, şişler.
  • evran : Biçme, ölçü, mikyas, tahmin, keşif, biçim, endam, tenasüb.
  • evre : f. Elbisenin dış yüzü. ◊ Ahmak kimse.
  • evrek : f. Çocukların ağaca ip takmak suretiyle yaptıkları salıncak.
  • evrencen : f. Kadın bileziği.
  • evrend : f. Hile, aldatma, hud'a, oyun. * Nam, şan, şeref. * Serir, erike, taht.
  • evreng : f. Taht, evrend. * Şan, şeref, nâm. * Zinet, süs. * Akıl, irfan. * Ağaç kurdu. * Hoş hâllilik, hâlin hoşluğu. * Hile, desise, hud'a, aldatma, oyun. * Yakışıklılık.
  • evreng-nişin : f. Tahtta oturan, hükümdar.
  • evreng-zib : f. Tahtı süsleyen. Hükümdar, padişah.
  • evride : (Verid. C.) Vücudun her tarafından kalbe kanın gitmesini temin eden damarlar. Siyah kan damarları.
  • evs : Bahşiş vermek. * Kurt.
  • evsa' : Daha geniş. Çok vasi'.
  • evşab : Aşağılık kimse, âdi ve rezil kişi. Ayak takımı.
  • evsâf : (Vasf. C.) Vasıflar, sıfatlar.
  • evsâf-i nisbiye : f. Ölçü ve kıyasa göre olan vasıflar. (Sıcaklık, soğuklukla bilindiği, karanlık derecesi aydınlıkla görüldüğü gibi.)
  • evsah : (Vesah. C.) Pislikler, murdarlıklar, kirler.
  • evsak : En çok inanılan, ziyade sağlam. Daha çok vüsuk sahibi.
  • evsal : (Vasl. C.) Vücuttaki mafsallar, oynaklar.
  • evşal : (Veşl. C.) Damla damla akan su. * Birbiri ardınca katar gibi peşpeşe gelen kimseler.
  • evsam : (Vasm. C.) Arlar, hayâlar, utanmalar.
  • evsan : (Vesen. C.) Putlar. Sanemler.
  • evsat : Ortada olmak. * Vasatta olan. Orta. Orta hâlli.
  • evsât : (Vasat. C.) Ortalar. Vasatlar.
  • evşaz : Yardımcılar, tarafdarlar. Aşağılık ve ayak takımı olan kişiler. * Vücuttaki mafsallar, oynak yerler.
  • evşen : Yaltakçı, dalkavuk.
  • evşeng : f. Sicim. İnce ip.
  • evtad : (Veted. C.) Direkler. Kazıklar. * Ricâlullahtan birine verilen isim.
  • evtaf : Kirpikleri uzun ve kaşı kıllı olan kimse.
  • evtan : (Vatan. C.) Vatanlar, insanın doğup büyüdüğü ve sevdiği memleketler, hatta uğrunda can verilen topraklar.
  • evtar : (Veter. C.) Tek, eşi olmayan (harf). * Saz telleri. Yay. ◊ (Vatar. C.) İhtiyaçlar.
  • evtas : Arap Yarımadasında, Hevâzın ilinde bir derenin ismi olup, Peygamberimizin (A.S.M.) Huneyn Vak'ası bu vâdide vuku bulmuştur.
  • evvab : (Evb. den) Rücu' eden. Geri dönen. * Günahlardan tevbe edip hakkı kabul eden.
  • evvabîn : Tevbe edip günahlardan dönenler.
  • evvah : Kusurunu bilerek, ah, vâh ederek yalvarmak. * Çok âh edip duâ eden. * Merhametli. Sağlam imanlı. Yakin ilim sahibi. Dinde çok âlim olan. Hz. İbrahim Aleyhisselâmın bir vasfı.
  • evvel : İlk. İbtida.
  • evvela : İlkönce, birinci olarak, herşeyden önce.
  • evvelen : Evvelâ, birinci, ilk olarak.
  • evvelîn : Evvelkiler, ilkler.
  • evvelîn ü âhirîn : İlkler ve sonlar. Evvelkiler ve sonrakiler.
  • evveliyat : Başlangıçlar. Mukaddemat. İlk öndekiler. İbtidaki cihetler. * Her akıllının tereddütsüz tasdik ve kabul edeceği hususlar. * Man: Mücerred mevzu ve mahmulleri arasındaki nisbet tasavvur More…
  • evveliyet : Evvel oluş. (Bak: Mecaz)
  • evy : Bir nesne yerine gelmek.
  • evza' : (Vaz'. C.) Haller. Durumlar.
  • evzah : Daha açık. Pek âşikâr. En vâzıh.
  • evzak : İçinde su veya başka birşey biriken çukur yer.
  • evzan : (Vezin. C.) Vezinler. Tartılar.
  • evzar : (Vizr. C.) Ağırlıklar. Yükler. * Mc: Günahlar. * (Vezer. C.) Kal'alar, kaleler, hisarlar, sığınılacak yerler. * Üstünlükler, galebeler. * Dağlar.
  • evzayiş : f. Çoğalış, artış.
  • ey : (Arabçada) 'Bak, dinle, dikkat et, yahut, demektir ki' mânalarına gelir. Bir ibareyi tefsir için kulanılır. Türkçede: Yakın nidâ içindir.
  • eya : f. Acaba mânasına nidâdır. 'Hey, ey' gibi çağırma, nidâ, seslenme edatı olarak da kullanılır.
  • eyadi : (Eydi) (Yed. C.) Eller. * Mc: Sebepler. Nimetler.
  • eyalat : (Eyâlet. C.) Valilerin idareleri altında olan memleketler, vilâyetler.
  • eyalet : (C: Eyâlât) Vilâyet. Bir vâlinin idaresinde olan memleket, şehir.
  • eyama : (Eyyim. C.) Bekârlar, evli olmayanlar.
  • eyamin : (Eymen. C.) Pek hayırlı, uğurlu olanlar. En yümünlü.
  • eyazi : f. Kadınların yüzlerine örttükleri peçe, örtü.
  • eybe : Rücu' etmek. * Gurub etmek, batmak.
  • eyd : Rücu' etmek. * Avdet etmek. ◊ Kuvvet.
  • eyda' : Za'feran.
  • eydi : (Yed. C.) Eller. * Mc: Kuvvetler. (Daha çok Eyâdi şeklinde kullanılır.)
  • eydiye : (Yed. C.) Nimet. * Eller.
  • eyhem : Sağır. * Bahadır.
  • eyheman : Ateş ve sel.
  • eyhukan : Maydanoz otu.
  • eyid : Kuvvetli, şiddetli kimse.
  • eyir : Sıcak yel.
  • eyke : Sık ve birbirine karışmış ağaç. * Yumuşak. * Ağaç bitiren bataklık. (Bak: Ashab-ı Eyke)
  • eyker : İlâç yapılan bir ot.
  • eym : (C: Üyum) Yılan.
  • eyman : (Eymün) (Yemin. C.) Andlar. Yeminler. Kasemler. * Fık: Zevcesi ölmüş er. * Sağ taraflar. Sağlar.
  • eymen : En meymenetli. En uğurlu. Sağ taraf.
  • eymen vâdisi : Musa'nın (A.S.) tecelliye mazhar olduğu Tûr Dağı'ndaki vadi.
  • eyne : Nere? Nerede? Nereye? (mânasına sual için söylenir ve zarf-ı mekândır). * Zaman. An. * Yorgunluk (mânâsında da kullanılmıştır.)
  • eynel mefer : (Eyn-el mefer) Nereye gidilebilir? Nereye kaçılabilir? Kaçacak yer var mı?
  • eyniyet : Mekânda bulunması sebebiyle birşeye ârız olan hâlet.
  • eys : Varlık. Vücud. Mevcud. * Kahir. Zulüm. * Zarar, ziyan. * Ümidsiz olmak. Ye'se düşmek. (Bak: Leys)
  • eysar : Çadır eteğini kazığa bağlamakta kullanılan kısa ipler. * Ot.
  • eyser : Sol taraf. Soldaki. * Pek kolay.
  • eytal : (C: Eyatil) Boş böğürlü.
  • eytam : (Yetim. C.) Yetimler. Babaları ölmüş çocuklar.
  • eytam ve erâmil : Yetimler ve dullar.
  • eyum : Erkeksiz kadın (ki, önce ere varmış olsun-olmasın).
  • eyvah : f. Heyhât, yazık.
  • eyvallah : 'Bir kısım müslümanlar arasında tasdik işareti veya yemin ifade eden bir tâbirdir. Bazan Allaha ısmarladık yerine söyliyenler de vardır. Fakat makbul olanı; ayrılırken de buluşurken de More…
  • eyvan : f. Köşk. Büyük salon. Büyük sofa. Divanhâne.
  • eyyam : (Yevm. C.) Devirler. Günler. * Güç, iktidar, nüfuz.
  • eyyan : Vakit, zaman.
  • eyyid : Kuvvetlendir, teyid et, devam ettir (meâlinde).
  • eyyim : Bekâr, dul.
  • eyyü : Sual sormak için 'Hangi? Ne? Ne vakit?' mânalarına kullanılır.
  • eyzan : Böylece, kezâ, bunun gibi, yine böyle, bu da böyle.
  • ez : f. ...den, ...den.
  • ez ân cümle : O cümleden olarak.
  • ez kaza : f. Kazâ olarak, tevâfuk olarak. Beklenmedik ânda.
  • ez'af : (Zı'f. C.) Bir şeyi iki katı yapan fazlalıklar. Katlar. ◊ Çok zayıf, en zayıf.
  • ez'akî : Kısa boylu ve kötü olan adam. Kötülük yapan kimse.
  • ez'ar : Saçı az olan kimse. * Otu az olan yer. * Zâlim ve kötü huylu kimse.
  • ez-cümle : f. Bu cümleden, meselâ, bunun gibi.
  • ez-kadim : f. Eskiden, önceleri.
  • ez-men : f. Benden.
  • ez-nev : f. Yeni baştan, yeniden.
  • ez-yah : f. 'Buzdan soğuk' mânasına gelir.
  • eza : Ticarette kaybetme, zarar etme. * Kibir ve gururunu bıraktırma. * Sıkıntı, eziyet, zulüm, cevr, sitem, renc, incinmek. İnsanın kerih görüp mahzun olduğu şey. * Hayır ve sadaka yoluyla mal More…
  • ezahir : Çiçekler, şükufeler.
  • ezame : (C.: Ezamât) Hışım ve gadap etmek. Kızmak, hiddetlenmek.
  • ezamim : (İzmâme. C.) Cemâatler, topluluklar.
  • ezan : Namaza dâvet ve vahdaniyet-i İlâhiyyeyi ve hakaik-ı İslâmiyyeyi âleme, kâinata ilân etmek için minare ve emsali mahallerde edilen nidâ. Kamet getirmek. * Bildirmek.(Ezan, Müslümanlığın mühim More…
  • ezanî : Ezan ile alâkalı.
  • ezanî saat : Ezanın kendine göre ayarlandığı saat. Her hangi bir yerde güneşin tam gurub ettiği andan, sonraki gün aynı vakte kadar, 24 saat olmak üzere ayarlanmış saat.
  • ezat : (C.: Üzâ-Ezy) İçinde su birikmiş çukur yer.
  • ezb : Anasından yeni doğmuş hayvan.
  • ezbad : (Zebed. C.) Paslar. * Dörtte birler, çeyrekler. * Köpükler.
  • ezdad : Zıdlar. Mukabil ve muhalif olan şeyler. Birbirinin tersi veya zıddı olanlar.
  • ezder : f. Münâsib, muvâfık, yaraşır, lâyık.
  • ezdili can : (Ez-dil-i cân) Candan ve gönülden.
  • ezeb : Leim kimse. * Kısa boylu.
  • ezebb : f. Saçları uzun ve kaşlarının kılları çok olan adam.
  • ezec : (C.: Azec) Süleyman Aleyhisselâm'ın yaptığı bir bina adı.
  • ezecc : Uzun ve ince kaşlı.
  • ezel : İbtidası ve başlangıcı olmayan, her zaman var olan.
  • ezelî : Ezele mensub ve müteallik. Devamlı var olup varlığının başlangıcı olmayan.
  • ezell : Kurtla sırtlandan doğan hayvan. * Oturak yerinin iki yanları arık ve yeyni olan. ◊ Çok zelil. Çok alçak ve rüsvay olan.
  • ezem : Ağzını yumup oturmak. * Sabretmek. * Yemekten ve içmekten men'etmek. * Isırmak. * Gayret etmek. * Bükmek.
  • ezfar : Tırnaklar. * Tırnakbahuru denilen tıbbi bir koku. * Şimal kutbunda bulunan küçük yıldızlar.
  • ezfer : Güzel kokulu şey. ◊ Uzun tırnaklı.
  • ezfile : Cemaat, topluluk, güruh, bölük.
  • ezfir : Çok iyi kokulu nesne.
  • ezgehan : f. Tembel adam. İşi gücü olmayan kimse.
  • ezhab : (Zeheb. C.) Yumurta sarıları. * Altunlar.
  • ezhan : Zihinler. Müdrikler. Anlamayı meydana getiren duygular.
  • ezhar : (Zehre. C.) Çiçekler. Zehreler. şukufeler.
  • ezhar (azhâr) : (Zahr. C.) Satıhlar, yüzler. * Sırtlar, arkalar. Binek hayvanının sırtları.
  • ezhel : Gafil kimse. Gaflette bulunan kişi. * Pek dalgın.
  • ezher : Pek beyaz ve parlak. * Ay, kamer, * Saf ve parlak olan. * Cuma günü. * Vahşi sığır.
  • ezheran : (Ezhereyn) Ay ile güneş.
  • ezib : Rezil, âdi ve aşağılık kimse. * Kıble rüzgarı. * Riyh-u cenub ile Sâbâ arasında esen yel. * Sevinmek, ferah ve neşat.
  • ezikka : (Zukak. C.) Yollar, sokaklar.
  • ezille : Zeliller, alçaklar.
  • ezimme : (Zimam. C.) Yularlar. Bağlar.
  • ezin : Söz dinlemek. * İşitmek. ◊ Kefil.
  • ezir : f. Haykırma, bağırma.
  • eziyet : İncinme. Sıkıntı çekme.
  • ezka : En temiz. En pâk. Ziyade dindar. Pâkize. ◊ En anlayışlı. En zeki.
  • ezkan : (Zakn. C.) Çeneler.
  • ezkar : (Zikr. C.) Zikirler.
  • ezkat : f. Kötü düşünceli kişi.
  • ezker : Maharetli duvar ustası.
  • ezkiya : (Zeki. C.) Çabuk ve güzel anlayışlı kimseler. Keskin zekâlılar. ◊ Saf, temiz, iyi halli kimseler.
  • ezl : Güçlük. * Darlık. * Hapsetmek.
  • ezlaî : Uzunca ve iri olan şey.
  • ezlak : Aleyhte söz söyleyen adam. * Keskin olan şey.
  • ezlam : (Zelm. C.) Oklar. Kumar okları.
  • ezlef : (C: Zelef) Burnunun ucu uzun ve ince olan.
  • ezlem : Boğazı altında sarkık uzun kılları olan keçi. ◊ (Bak: Azlem)
  • ezm : Yemek, ekl.
  • ezman : Zamanlar. Vakitler. Müddetler.
  • ezmâr : (Zimr. C.) Kahramanlar, yiğitler, bahadırlar.
  • ezmayiş : Tahtadan yapılmış demir temrenli bir cins ok.
  • ezme : Kıtlık, kaht. * Şiddet. * Darlık. * Bir kere yemek.
  • ezmel : Hareket etmek. * Muzdarib olmak, acı çekmek. * Savt, sadâ, ses. * Gül.
  • ezmine : (Zaman. C.) Zamanlar.
  • eznab : (Zenb. C.) Suçlar, günahlar. * Kuyruklar.
  • eznem : Kulakları ucunda sarkık uzun kılları olan keçi.
  • ezr : (C.: Uzur) Arka ve sırt. * Kuvvet.
  • ezra : Çok konuşma. * Çok yeme. * Sözü düzgün ve pek fasih olan kimse. ◊ Kulağı beyaz, gövdesi siyah olan davar.
  • ezrab : Diş kökü.
  • ezrak : Saf ve temiz su. * Gök renkli, mâvi.
  • ezrar : (Zirr. C.) Elbise düğmeleri.
  • ezrebî : Azerbeycan'ın Arapça adı.
  • ezûc : Hayâsız ve edebsiz adam. * Sert başlı at.
  • ezum : Isırıcı, ısıran.
  • ezuz : Pek keskin olan kılınç veya hançer.
  • ezvac : Çiftler. Zevceler. Nikâhlı karılar. * Kocalar.
  • ezvah : Münkabız olmak. * Yakınlık.
  • ezvak : Zevkler. Keyfler. Eğlenceler.
  • ezver : Boynu eğri olan kimse.
  • ezvet : Küçük yanaklı.
  • ezyaf : (Zıyf. C.) Misafirler. Mihmanlar.
  • ezyak : (Zîk. dan) Pek dar ve sıkıntılı. Çok zor.
  • ezyal : (Zeyl. C.) Ekler. İlâveler. Zeyiller.
  • ezyed : Çok ziyade. Daha fazla. En ziyade.
  • ezz : Depretmek ve koparmak. * Kandırmak, aldatmak.
  • 
    Derneğimiz
    Mekke Canlı Yayın
    Medine Canlı Yayın
    Eserlerimiz
    İlahiler
    Sure ve Namaz
    Namaz Kılmayı Öğreniyorum
    Tecvid Dersleri
    SON EKLENENLER
    GÜNÜN AYETİ
    Şübhesiz, Allah’ın velî (kul)larına hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun
    (da) olmayacaklardır.
    (YÛNUS - 62)
    ÖZLÜ SÖZLER
    • Ezeli ervahta nur-u Muhammedi ile beraber olmaya halvetilik denir.
    • Adem "ben hata yaptım beni bağışla " dedi, İblis ise" beni sen azdırdın" dedi ya sen!... sen ne diyorsun?
    • Edep, söz dinlemek ve gönle sahip olmaktır.
    • Güzelliğin zekatı iffet ve edeptir. (Hz. Ali)
    • Zeynel Abidin oğlu Muhammed Bakır'a "Ey oğul, fasıklarla cimrilerle yalancılarla sıla-i rahimi terk edenlerle arkadaşlık etme." diye buyurmuştur.
    • Kemalatın bir ölçüsü de halden şikayet etmemektir.
    • En güzel keramet gönlü masivadan arındırmaktır.
    • Alem-i Berzah insanın kendisidir.
    • Zahir ve batının karşılığı aşk-ı sübhandır.
    • Mutaşabih ayetler ledünidir.
    NAMAZ VAKİTLERİ