A
B
C
D
E
F
G
H
I
J
K
L
M
N
O
P
R
S
T
U
V
Y
Z
dâ' : (C: Edvâ) Maraz, hastalık. * Meşakkat, zahmet. da' : Arabçada 'bırak' mânasına emirdir. Meselâ: ◊ Def'etmek, kovmak. Terketmek.da' mâ keder : Keder veren şeyi bırak. da'at : Horluk, zelillik. da'bel : Kurbağa yumurtası. * Güçlü, kuvvetli deve. da'ca' : Gözü çok siyah ve büyük olan kadın. (müz: Edac) da'cele : Gitmekte ve gelmekte tereddütlü olmak. da'd : Husumet, düşmanlık. da'da : Aklı ve fikri olmayan kişi. * Her nesnenin zayıfı. da'da' : Güzel dur mânasına gelir ve düşecek ve dayanacak yerde söylenir. da'daa : Koyunu ve keçiyi çıkarıp sürmek. * Sallamak. * Bir kimseye 'güzel dur' demek. * Miktarı çok olsun diye depretip çevirmek ve doldurmak. ◊ Yakmak. Yıkmak. * Hor ve zelil More…da'fak : Bol ve geniş olan şey. Vâsi. da'k : Ovmak. * Bir şeyi yumuşatmak. da'ke : Deve sürüsü. da'kese : Mecusiler oyunundan bir oyun. ('destibend' de derler.) da'l : İçmek, şirb. da's : Cimâ etmek. * Süngü ile vurmak. * Az olan nesne ve eser. ◊ Titremek. * Zayıf olmak, zayıflamak.da'sa : Güneşten çok ısınan yumuşak, çukur yer. ◊ Yumuşak yer.da'sere : Yıkmak. da'şere : Yıkmak. da'vâ : Takib edilen fikir, iddia. * Bir kimsenin hakkını aramak üzere mahkemeye müracaat etmesi. * Hakkı olanın iddia etmesi. Kendini haklı görüp veya zannedip üstün fikirlilik iddia etmek. * More…da'vat : (Duâ. C.) Duâlar, niyazlar, çağırışlar. (Bak: Ed'iye) da'vet : Çağırma. Ziyafet. Duâ. * Bir fikri kabul ettirmek için deliller söylemek. da'z : Def'etmek, kovmak. * Nikâh etmek. ◊ Noksanlaştırmak. ◊ Cimâ etmek.daa : Telef etmek, ziyan etmek. daac : Gözün çok siyah ve büyük olması. daak : Davarın ayağıyla kazılmış yer. daar (daâre) : Fısk. * Kapmak. * Yaramazlık. dab : f. şan ve şeref, haysiyet. dabar (dibâr) : (C: Debabir) Cemaat, topluluk. dabb : (C.: Dıbâb-Edubb) Keler, kertenkele. * Yaraya merhem sürmek. * Akmak. * Süt sağmak. * Yere yapışmak. * Dudakta olan bir hastalık (çatlayıp kan akar). * Hurma çiçeği. dâbbe : Yürüyen mahluk. Debelenen. dabbe : (C.: Dıbâb) Dişi kertenkele. * Kapıya koyulan yassı enli demir. dâbbe-süvâr : f. Hayvana binen, binici. dabentî : Güçlü, kuvvetli kimse. dabgam : Arslan, esed. dabh : 'Atların koşu esnasındaki nefeslerinin sesleridir ki, sahil denilen kişnemek değil, yemi ve sahibini gördüğü zaman yaptığı gibi hamhame denilen sesi de değil; hızlı nefes sesi olan bir More…dabi : Kül, ramâd. dabi' : Yere yapışan, yere yapışıcı. dabib : Akmak. Seyelân etmek. dabie : Kişinin çoluk çocuğu. dabik : Bir yerin adı. dabir : Arka, kök, nihâyet. Son, âhir. * Bir nişandan geçen ok. dabire : Askerin bozulması. dabk : Kendisiyle kuş avlanan bir nesne. dabn : Dar nesne. dabr : Cemaat. * Yaban cevizi. * Sıçramak. dabrak : şişman ve etli olmak. dabs : Mesrur ve mütekebbir olmak. Sevinçli ve kibirli olma hâli. ◊ Ahlâkı kötü ve korkak olmak. * Anlaması, idrâki az olmak. ◊ (C.: Ezbâs) El ile tutmak.dabsem : Arslan, esed. dabt : Hıfzetmek. * Cem'etmek, toplamak. dabuka : Pis. Necis. dabure : Yer yüzünde gezen hayvanât. dabv : Pişirmek. * Tağyir etmek, değiştirmek. dac : Çağırmak. dac' $ (ducu') : Yan tarafını yere koyup yatmak. dacc : Hacıların hizmetkârı ve devecileri. * Hacılar ile birlikte giden, fakat, hac maksudu olmayan bezirgân. dacce : Bir kere çağırmak ve inlemek. dacem : Eğrilik. daci' : İşlerinde kısaltan. * Yatak arkadaşı. dacia : Çok fazla bulut. dacic : Çağırış. * Sesi yükseltmek. dacin : (C.: Devâcin) Evi öğrenmiş olan davar. dacir : Gamkin ve gönlü dar kimse. * Bağırgan dişi deve. * Kederlenmek, hüzünlenmek muztarib olmak. dacnan : Tehame vilâyetinde bir dağ. dacr(e) : Darlık, kalbin sıkıntılı olması. dacuc : Çağıran. * İnleyen. * Sağarken incinen ve inleyen dişi deve. dâd : f. Adâlet. Hak, doğruluk. * İnsaf. * Vergi, ihsan, atiyye. * Ömür. * Sızlanma. dad : Osmanlı alfabesinin onyedinci harfidir. * Ebced hesabında sekizyüz sayısına karşı gelir. ◊ Oyun, lehv. ◊ Doldurmak.dâd u sited : Alış veriş. dâd-âver : f. Doğru, adaletli. dâd-bahş : f. Hakkı yerine getiren, adaletli. dâd-ger : f. Doğru, insaflı. dâd-res : f. Yardımcı, yardıma yetişen. dada : f. Halayık. Çocuk bakıcı. Dadı. dadan : Kesmez kılıç. * Fakir, muhtaç kişi. dadar : f. Allah (C.C.) * Adaletli, âdil, doğru olan hükümdar. dadaş : Delikanlı, babayiğit kimse. * Erkek kardeş. dâde : f. Verilmiş, vergi. dâden : f. Vermek. dâdender : f. Erkek üvey kardeş. dâder : f. Karındaş, kardeş, birâder. dâder-ender : f. Üvey kardeş. dâdgâh : Adliye. Hak yeri, adâlet yeri. dadh : Yemen baklası. dâdhah : f. Adalet isteyen. dâdistan : f. Bir işte ortak olma. * Bir işe razı olma. dâdrad : f. Allah (C.C.), Cenab-ı Hak. daele (duule) : Zayıf ve ince olmak. * Hor ve zayıf olmak. daf' : Necis, pis. dafadi : Kurbağa. dafate : Ayağa giydikleri bir cins pabuç. * Kişinin aklı ve reyi zayıf olmak. * Bir oyun çeşidi. dafef : Çoluk çocuğun fazla oluşu. * Şiddet. * Darlık. * Hâcet. * Acele etmek. dafen : Kısa boylu, ahmak adam. * İri gövdeli ahmak kimse. dafended : şişman, ahmak adam. daff : Dar, zıyk. daffat : Devesini kiraya veren deveci. daffata : Metâ ve kumaş götüren deve. * Çokluk, cemaat. daffe : Yan, taraf. dafi' : Def'eden, menedici. Ortadan engeli kaldıran. * Cenâb-ı Hak. (C.C.) dafia : Def eden, muhafaza eden. dafik : Atılarak dökülen. Su ve emsali gibi akarak dökülen. dafit : Ahmak. dafn : Ayakla tekme vurmak ve atmak. dafr : Saçı ve ona benzer şeyleri enlice örmek ve dokumak. * Vakarla yürümek. * Def'etmek, kovmak. dafuf : Sütü çok olan davar. dafv : Tamam olmak. * Malın çok olması. dâg : f. Yanık yarası. * İnsan veya hayvan vücuduna kızgın demirle vurulan damga. dag-zen : f. Damga vuran, nişan koyan. * Kalb kıran, gönül kıran. dagal : f. Hile. * Geçmez akçe, kalp para. * Hileci, hile yapan, dolandırıcı. * Çerçöp. dagal-bâz : f. Hileci. dagas : Çok yemekten dolayı midenin dolması. dagb : Harislik, hırslı oluş. * Ovmak. dagbus : (C.: Dagabis) Küçük hıyar. * Sirkeyle ve zeytin yağıyla yenen bir ot. dagdaga : Dişi olmayan kadın. * Kurdun et yemesi. * Yemeği iki çene arasında geve geve yemek. dağdağa : Gürültü. Iztırab. Boş yere telâş ve zorluklar. * Tereddüt etmek, karar verememek. * Gıcıklamak. dağdar : f. Pek acıklı, üzüntülü. * Gönlü yaralı. * Kızgın demirle nişan vurulu. Damgalı. (Milletimde ihtilâf u tefrika endişesi Kûşe-i kabrimde hattâ bi-karar eyler beni, İttihadken savlet-i More…dagf : Almak. dagfasa : Semizlik, şişmanlık, besililik, etlilik. * Bol geniş nesne. dagi : (Bak: Tâgi) dagi(yye) : Azgın, başkaldıran, isyan eden, âsi, anarşist. dagib : Tavşan sesi. dagîga : Sıvı hamur. dagisa : (C: Devâgıs) Diz üstünde hareket eden yuvarlakça kemik. * Sâfi su. dağistan : f. Dağlık yer. * Kafkasya'nın kuzeydoğusunda ve Hazer Denizi'nin batı kıyılarında bulunan bir bölgedir ki, eskiden buraya Albanya denirdi. dagit : Yanında bir kuyu daha olduğundan suyu çekilip kokan kuyu. dağit : Emin. * Nâzır, bakan. * Şiddet veren. * Üzüm toplamada kullanılan âlet. dagm : Isırmak. dagma' : Yüzünün rengi siyaha yakın olan dişi koyun. dagmire : Karıştırmak, halt. dagn : Meyletmek, yönelmek. * Kin tutmak. dagr : şiddetle def'etmek. * Bir yere girmek. dagre : Bir şeyi kapıp almak. dags : (C.: Adgas) Rüyâ karışıklığı. * Karışık olmak. dagş : Hücum etmek. dagt : Zahmet. Meşakkat. * Bir şeyi bir yere zorla sıkıştırmak. Sıkışmak. dagul : f. Dolandırıcı, hileci, hile yapan. dagv : Kedi veya tilki çağırmak. dağvari : f. Dağ gibi, dağ cesametinde. Dağ büyüklüğünde. Dağa benzer surette. dagve : (C.: Degavât-Degayât) Huyu yaramaz olmak, hulku çirkin olmak. dagz : Yutmak. * Defetmek. * İğrenmek. * Cimâ etmek. dah : f. Hizmetçi, uşak, cariye. * On (10). Aşer. * Korkak. Alçak, aşağılık, âdi kimse. daha' : Kaba kuşluk vakti. dahal : Aldatmak, mekretmek. dahâmet : İrilik, kocamanlık, kabalık, vücutça büyük olmaklık. * Tıb: Hipertrophie. dahamis : Bahadır, kahraman. * Karayağız, iri yapılı adam. dahas : Davarın tırnağında olan bir verem. ◊ Kaypancak nesne.dahaya : (Dahiyye. C.) Kurbanlık hayvanlar. dahb : Bir şeyi ateşte kızdırıp pişirmek. dahc : Gizlemek, örtmek. dahd : Kahretmek. dahdah : (C.: Dahazıh) Arzu, istek. ◊ Küçük adımlı kimse. ◊ Kısa boylu adam.dahdaha : Yorulmak, yorultmak. * Yavaşlamak. * Muti etmek, emre itaat ettirmek. * Hor etmek. ◊ Suyun dökülüp saçılması. * Serabın uzaktan su gibi görünüp parlaması.dahdar : Beyaz bez. dahh : Yer altında bir şey gizlemek. ◊ Bevlin uzaması.dahhak : Çok gülen. Çok gülücü. * İran'da eski tarihte yaşamış çok zâlim bir hükümdarın adı. dahhas : (C.: Dehâhis) Toprak içinde kaybolup bulunmayan küçük bir böcek. dahi : Eşine ender rastlanır, hârikulâde zekâ, fatanet ve hikmet sâhibi. dahik : Gülen, gülücü. dahike : (C.: Davâhık) Gülme ânında çıkan dört dişin birisi. ◊ (C.: Davâhik) Azı dişlerinden her biri.dâhil : İçeri. İç. İçinde. İçeri girmiş. dahil : (Bak: Dahl-Dehal) Girmek, karışmak. Dokunmak. Taarruz etmek, müdâhale eylemek. ◊ Hayrette kalan kimse.dahîl : Yabancı, sığınan, sığınmış. Muhacir. * Birisinin içyüzü, niyet ve mezhebi. Dâhil ve içerde. Birisinin bütün gizli ve sırlı işlerine vâkıf olan dost ve hemdemi. * Evvelâ alâkasız olup sonradan More…dahile : (C.: Devâhil) Bir şeyin içi, içyüzü. dahilek : Yalvarırım, sana sığınırım, sana güvenirim (meâlinde.) dahilen : İçten, içerden, dâhilden. dahiliye naziri : İçişleri Bakanı. dahim : (Dahâmet. den) Yoğun ve fazla koyu olan. Kalın olan. ◊ f. Nasib ve rızık. ◊ (Dâhim) f. Taç.dahine : (C.Devâhin) Duman çıkan baca. dahir : (C.: Dehâyir) Toplanılmış veya gömülmüş mal. ◊ Dere, vâdi. * Dağ başı.dahis : Müfsid, arayı bozan. * Koyun yüzerken deri ile etin arasına elini sokan. * Bir meşhur atın adı. ◊ Hayvanların tırnak diplerindeki et parçası. Dolama hastalığı. ◊ Kokmuş, More…dâhiye : Hârikulâde zekâ ve fetanet sahibi. * Âfet, belâ, musibet. Kazâ. Emr-i azîm. Büyük iş ve hâdise. dahiye : Nâhiye. dahiyye : Kurbanlık hayvan. dahk : Tere yağı. * Bal. * Kar. * Ağzı yarılmış olan çiçek tomurcuğu. ◊ Irak, uzak, baid. * Atmak.dahl : Karışma, girme. * Nüfuz, te'sir. * Vâridat. * İrâd. İtiraz, ta'riz. * Ayıp, töhmet. ◊ Bir nesne az olmak. ◊ Az miktar su.dahl (duhl) : (C.: Dihâl-Edhâl-Dahlân) Pencere. * Çukur yer. dahm : Şiddetle def'etmek. * Cemaatın kuvvetli olması. ◊ İri, büyük, kocaman, cüsseli, kalın.dahme : f. Mezar, kabir. türbe. * Donanma geceleri atılan hava fişeği. dahmes : Sirke tulumu. * Her nesnenin karası. dahn : Fesâd. * Bulanıklık. dahna : Boz renkli. dahr : Alçalma. Küçülme. Hor ve hakir olma. ◊ Kaplumbağa. * Dağbaşı.dahr (duhur) : Sürmek. * Irak etmek, uzaklaştırmak. * Horluk. dahrece : (Dıhrâc) Yuvarlamak. dahs : Koyunun derisiyle eti arasına yüzmek için elini sokmak. * Fesad, ifsâd. ◊ Sözünü fesâhatle açık bir şekilde söylemek. ◊ Ön dişler ile ısırmak. ◊ Ayağıyla tepinmek.dahten : f. Bilmek. dahuk : Geniş yol. dahul : Geyik tuzağı. * Canavar tuzağı. dahül : f. Bostan korkuluğu. dahv : Zâhir olmak, görünmek. ◊ Atmak, ramy.dahve : İlk kuşluk vakti. Güneşin ufukta ilk yükselip yayılmaya başladığı an. dahy : (Dahv) Yayıp döşemek. * Deve kuşu yumurtası. (Bak: Udhiy) (968 hicri tarihinde vefat eden Ahter-i Kebir lugatının Müellifi, Kur'an-ı Kerimdeki bu kelimeden dünyanın bir elips şeklinde, More…dahya' : (C.: Duhâ) Hayız görmez kadın. * Ağaç ismi. ◊ Rûşen, parlak ve nurlu nesne.dahye : Kuşluk vaktinde kesilen koyun. dai : Dua eden, duacı. * Sebep. * Davet eden. Muktazi. (Meselâ: Yemek yemek, iştihadan gelen bir lezzet, bir iştiyaktır. Onu yemeğe sevk eder. Buna dai denir.) Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) bir More…dâib : Âdet ve usulünde devam eden. (Bak: De'b) dâibeyn : Âdet ve usulünde devam eden iki şey. dail : İçen. Şârib. * Mahvolan. * Zaif. ◊ Arık, zayıf, küçük hacimli.daim : Devam eden. (Daimî, daima, daimen şeklinde de söylenir.) daima : (Devam. dan) Her vakit, bir düziye, daimî suretde. daimî : (Devam. dan) Sürekli, devamlı. dain : (Dâyin) Ödünç veren, borca veren. * Alacaklı. İkraz eden. ◊ (C.: Daân) Yünlü olan koyun. ◊ Asıl. * Mâden. * Doğruluk.dair : Devreden. Dolaşan. Dönen. Bir şeyin etrafını kuşatan. * Belli bir şey hakkında olan. Alâkalı, müteallik. daire : Resmi hükümet makamlarından her biri. * Yazıhane. * Büyük bir idare adamının makamı. * Ev veya apartman katı. * Bir manevi te'sirin hükmü geçtiği mahal. * Sınır içi. * Büro, büyük ev, More…dairevî : Daire şeklinde. Daire gibi. dairezen : Mehter takımında def çalan. daiyan : (Dâi. C.) Dua edenler, duacılar. dâiye : İnsanı bir şeye candan bağlamağa sürükleyen iç duygusu. * Mücib ve sebep. * Bâis olan husus, vakit ve zamanın bir hâleti. * Arzu, hırs. * Dava. * Bahane. daiyy : Şu kimseye derler ki, bir kişi ona 'oğlumdur' demiş olsun. dak'a : Toprak. daka' : Varmak. Ulaşmak. * Buluşmak. ◊ Fakirlik.dakaik : (Dakayık) (Dakik. C.) İncelikler. Anlaşılması çok dikkat isteyen incelikler. Çok ince. Anlaşılması dikkat isteyen keyfiyetler. dakaik-aşina : f. İlmî incelikleri bilen, anlaşılması ve tefhimi müşkül, yüksek ve ince ilmî mes'elelere vâkıf olan. dakaik-i fenniye : f. İlmî incelikler. Fennin ince ve güç anlaşılan noktaları. dakaik-i umur : f. Üzerinde gayet dikkatle durulması lâzım gelen işlerin ince ve mühim noktaları. dakal : Hurmanın iyi olmayan cinsi. * Gemi oku. * Boya. dakdak : (C.: Dakâdık) Kısa boylu ve katı yürüyen kişi. dakdaka : Davarın tırnağının taşa dokunup ses çıkarması. dakdake : Tez tez yürümek, hızlı yürümek. dakik : (Ekseri mânevi mânalar için) Pek ince. Nâzik. Ufak. dakika : (C.: Dakaik) Zaman mikyası olarak bir saatin bölündüğü altmış parçadan beheri. Altmış saniyelik zaman. * İnce fikir, mülâhaza, nükte. * Daire dereceleriyle başka ölçülerde her derecenin More…dakika-bin : f. İncelikleri bilen, ince noktaları gören. dakis : Bir kimsenin aksırdığında ağzından saçılan tükrük. dakk : Vurmak. * Çekmek. Çok yemekten dolayı vücudun ağırlaşması. * Kapı çalma. dakm : Kırmak, kesr. dakr : Vurmak, darb. dakva(n) : Sütü çok içtiğinden dolayı bedeni ağırlaşan kuzu. dal : Ağacın ilk verdiği kol. * Kur'ân hattiyle yazılan () harfinin okunuşu (Ebcedi değeri dörttür.) Noktasız olduğundan 'dâl-i mühmele' de denir. ◊ Semiz avrat. Şişman More…dal' : Meyl. Eğrilik. Kuvvet. * Ağır yük götürmek. dal(l) : Kur'ân ve imân yolundan sapan. Dalâlete giden, azan. * Azdırıcı, sapkın. * Şaşkın. dalaa : Kuvvet. * Eğrilik. * Şiddet. dalal : Sapıklık. * Sapmak. Doğrudan, imân ve İslâmiyyet yolundan sapmak. dalalet : İman ve İslâmiyetten ayrılmak. Azmak. Hak ve hakikatten, İslâmiyet yolundan sapmak. Allah'a isyankâr olmak. * Şaşkınlık. dalaletpişe : Sapıklığı tâkibeden. Sapıklığa giden. İslâmiyetten başka yol tâkib eden. daldal(e) : Taşlı sert yer. dalgakiran : t. Bir limandaki tekneleri dalgaların te'sirinden muhafaza etmek için denizde yapılan set. dalgiç : t. Mercan, inci ve saire avlamak veya denizin dibine düşmüş olan şeyleri çıkarmak için denizin dibine dalmaya alışık adam. dali' : Kavi, kuvvetli. * Muhkem, sağlam, sert. * Eğri. dalif : (C.: Düllef) Nişandan öteye düşen ok. * Ağır yük getirip adımlarını birbirine yakın atan adam. dalil : Sert, sağlam, muhkem yer. * Yolu azmış kişi. daliye : (C.: Devâli) Hayvanla döndürülüp su çekilen dolap. (Suyun döndürdüğü dolaba 'nâurâ' derler.) dalkavuk : t. Eline maddî menfaatler, para vesaire geçirmek için yaltakçılık ve soytarılık edip kendi vakar ve haysiyetini muhafaza etmeyen adam. dall : Delil olan, delâlet eden. Yol gösterici. * Bildiren. ◊ Azan. Azıcı, azdırıcı. Dalalette olan.dalle : Evini bilmeyip başka yere giden davar. dallîn : (Dâllûn) Sapkınlar. Müslümanlıktan ayrılanlar. Kur'an hakikatlerinden ayrılıp sapanlar. dalliyet : Delil oluş. İsbata vâsıta olmak. dâm : f. Tuzak. ağ, hile. dam' : (C.: Dümu-Edmu) Helâk olmak. * Göz yaşı. dâm-i ankebut : f. Örümcek ağı. Örümcek tuzağı. dama : Deniz, bahr. damacana : Su veya başka sıvıları taşımaya mahsus dar ağızlı, şişkin gövdeli çoğu hasırla sarılı veya sepetli büyük şişe. damar : t. İstidad. Huy, tabiat, inat. * İnsan bedeninde kanın dolaştığı yollar, şiryan. * Irk. * Toprağın içindeki maden filizleri ve su tabakası. * Damar veya köke benzeyip bir cismin her tarafına More…damd : Yaranın üstüne bez bağlamak, merhem sürmek. damecmec : Katı, şedid. * Uzun boylu bahil kimse. damed : Hışım etmek, öfkelenmek, hiddetlenmek, kızmak. dâmen : f. Etek. Kenar. Taraf. Zeyl. Elbise veya dağ eteği. damen-bus : f. Etek öpen. damen-gir : f. Eteğe yapışan, etek tutan. * Dâvacı, hasım, şikâyetçi. damen-keş : f. Feragat eden, eteğini çeken. damene : f. Dağ eteği, dağın çevresi. damenî : f. Eteklik. * Kadın başörtüsü. damga : Bir şeyin üzerine işaret veya alâmet koymak. * İşaret vurulan âlet. Mühür. damga-i vahdet : f. Birlik damgası. Cenab-ı Hakkın birliğini gösteren delil. damhar : Mütekebbir, kibirli, terbiyesiz kimse. damia : Yavaş olarak ve damla damla kan sızdıran yara. damic : Karanlık. damiğa : Dimağa işlemiş olan baş yarığı. (Bak: Amme) damik : (C.: Devâmik) Belâ, musibet, dâhiye. Meşakkat, zahmet. damime : (C.: Damâyim) Sonradan yapıştırılmış şey. damin : Kefil olan, tazminat veren. Ödeyen. damine : Köyde olan hurma. damir : (C.: Damâr) Kalb. * Niyyet. ◊ Zayıf, ince.damise : Örten, setreden. Defneden. damiye : Tıb: Kanı akan yara. damiz : Hayvan üretmeye mahsus dam. Hayvan yetiştirilecek ahır. damm : Yapıştırmak. * Düşürmek. dammad : Hastalara efsun okuyan kimse. damping : ing. Bir pazarı elde etmek veya bir malı elden çıkartabilmek için benzerlerinden çok düşük fiyatla satma. damz : Susmak, sükut etmek. damzer : (C.: Damazir) Sütü az olan deve. * Sağlam ve sert yer. * Şişman kadın. dan : Arabca, Farsça veya bazı Türkçe kelimelerin sonuna takılarak, âlet ismi veya sıfat yapılır. Meselâ: Ateş-dan $ : Mangal. Cüz-dan $ : Cüz kabı, çanta. ◊ f. Tane.dânâ : f. Bilgili, bilen, malûmatlı, âlim. dânâyî : f. Âlimlik, bilicilik. dane : (Diyn. den) 'İtaat etti. İtaatli oldu, boyun eğdi, aziz oldu' mânasında fiil. ◊ f. Tohum, çekirdek. * Kurşun, gülle, tâne.danende : f. Bilgin, bilen, Haberli. dang : f. Bir dirhemin altıda biri. dani' : Hor, zelil. danik : (C.: Devânik) Bir dirhemin altıda biri ve iki kırât ağırlığı. (Her kırat beş arpa ağırlığıdır.) * Zayıf düşkün davar. ◊ Bir dirhemin dörtte biri. * Mangır. ◊ Nezle.dâniş : f. Bilgi, ilim. Biliş. dâniş-ger : f. Alim, bilgin. danişî : Alim, bilgin, bilgili. danişmend : (C.: Dânişmendân) f. Bilgili, ilimli. * Tanzimattan evvel, kadıların yanında stajyer olarak çalışan kimseler için kullanılan bir tâbirdi. daniştay : (Bak: Şurâ-yı devlet) danisten : f. Bilmek. daniye : Yakında olan. dank : (Dunuk) Darlık, dıyk. danka' : Dar, sıkıntı. Zararlı, zarara sebeb olan. dantela : Fr. Tentene. Her nevi iplikle örülen, bir kumaşın kenarına işlenen türlü biçimde ince örgü, dantel. danu' : Evlâdı çok olmak. danv : Oğul ve kız, veled. dâr : f. Sâhib, mâlik, tutan (mânasındadır.) Meselâ: Bayrakdâr $ : Bayrak tutan. ◊ Yer, mekân, konak.dâr ü gir : Kavga, savaş, muharebe, harp, ceng. dar' : (C.: Durâ-Duru) Davar emziği.DAR' : Men'etmek, engel olmak. * Ansızın haberli olmak. * Eğrilik. dar'a' : Başı siyah, gövdesi beyaz olan davar. (Müz: Edrâ.) dar-baz : f. Canbaz. dâr-i beka : f. Âhiret. Bâki olan yer. dâr-i cinan : f. Cennet yurtları. Cennetler. dâr-i dünya : f. Bu dünya memleketi. Dünya. (Dâr-ı fenâ da denir.) dar-ül kütüb : f. Kütübhâne, kitab evi. dara : f. Eski Fars hükümdarlarından dokuzuncusu Keykubat'ın bir ismi. * Hükümdar. * Cenab-ı Hakk'ın bir ismi. dara' : Zayıf. Zelil, hakir. * Muti, itâat eden, boyun eğen. ◊ Düz yer. * Birbirine girmiş olan sık bitmiş ağaçlar.daraa : Tevazu etmek, alçak gönüllü olmak. * Emre uymak, muti olmak. * Zayıf ve zelil olmak. darab : Koyu beyaz bal. daraban : Vurma, vuruş. Çarpış, çarpıntı, çarpma. darabât : (Darbe. C.) Vuruşlar. Çarpmalar. Vurmalar. darabine : Kapı bekçileri. darafe : Çokluk, kesret. darağaci : t. İdama mahkûm olanların asıldıkları sehpa. daragim : (Dırgam. C.) Arslanlar, esedler, dırgamlar. daraka : (C.: Derk- Edrâk-Dırâk) Deriden yapılmış olan kalkan. * Gırtlağın hançereyi meydana getiren kıkırdaklarından kalkan şeklinde olanı. darame : Ucu ateşli kuru ot ve odun. darare : Gözsüzlük. daras : Ekşi yemekten dolayı dişin kamaşması. darat : f. Debdebe, tantana, şan, gösteriş, çalım. daravet : Adet, alışıklık, alışkanlık. darayî : f. Sahib, mâlik olma. * Hüküm sürme, hâkimiyet kurma. * Bir nevi kumaş. darb : (C.: Durub-Edrub) Vurmak, vuruş, çarpmak. * Beyan etmek. * Seyretmek. * Nev, cins. * Benzer, nazir. * Eti hafif olan. ◊ (C.: Dürub) Kapı, bâb. * Büyük, geniş sokak. * Dâr-ı More…darb-zen : f. Mâdeni levhalar üzerine kabartma olarak nakışlar işleyen. * Kale döven. darbam : f. Direk, kiriş. darbe : (C.: Darabât) Vuruş, vurma, çarpma. * Musibet, belâ, âfet, felâket. darbeha : Başını aşağı eğmek. * Muti olmak, itaat etmek, söz dinlemek. darbele : Bir yürüme çeşidi. * Davul çalmak. darben : Döğerek, vurarak. * Çarparak. darbhane : Para basılan yer. darbîz : Rutubetli tarla, sulak yer. darbum : Bizanslılar zamanında Eskişehir'in ismi. darc : Yarmak, şakk. dare : f. Vazife, görev, ödev. darende : f. Saklayan, tutan. * Ulaştıran, vâsıl eden, kavuşturan, getiren. dareyn : Her iki dünya. İki yurd. İki yer. darh : Def'etmek, kovmak. Reddetmek. * Yer kazmak. darî : Ot ve yem satan kişi. * Evinden çıkmayan kimse. dari' : Hurma dikeni. Acı ve dikenli bir ağaç. ◊ Adımı geniş olan kişi.darib : (Darb. dan) Sütünü sağan kimseye vuran dişi deve. * Ağaçlı yer. * Karanlık gece. * Vurucu, vuran. Darbeden, çarpan. Döven. daribe : Tabiat. * Kılıçla vurulmuş. * Eğrilmiş yün. daric : Katı, şedid, şiddetli. darice : Ay ve güneş ağılı. (Farsçada 'hâle' denir.) darih : Kabir. Mezar. darim : Yanmış nesne. * Dövülmemiş harman. * Odun ufağı. ◊ Aç. * Tavşancıl yavrusu.darin : Bir yerin adı. darir : (C.: Edirrâ) Kör, a'mâ. * Nefis. * Cismin bakiyyesi. * İri vücutlu fakir kişi. daris : (Dürus. dan) Yıkılmış, mahvolmuş. ◊ Çetin huylu kimse.dariş : Siyaha boyanmış kara deri. darit : Yellenen, yellenici. dariyye : f. Divan şairlerinin, dünyevi makamca büyük olanların yaptırdıkları köşk ve konaklara dair yazdıkları manzume. darm : Şiddetli açlık. Oburluk. * Ateşin yakması. darr : Süt, leben. * Nüzul. * Hayır ve amel çokluğu. ◊ Zararlı, zararı olan. ◊ Zarar, ziyan.darra : Şiddet, mihnet. Belâ. Naks. Ziyan. Sıkıntı. Kötürümlük. darrab : Akça kesici, dârp edici, para basan. darre : Bir miktar süt. dars : Dişiyle tutup ısırmak. dart : Yellenmek. * Tez olmak. daru : f. İlâç, deva, tiryak. daru-berd : f. Debdebe, ihtişam. daru-hane : f. İlâç satılan yer, eczahane. darül harb : (Dâr-ül harb) Harp yeri. darül islam : (Dâr-ül İslâm) İslâmiyet merkezi. Müslümanların hâkim olduğu yer. darzem : Sütü az deve. * Çok ısırıcı olan yılan. darzeme : Çok ısırmak. dâs : f. Orak. * Tuzak. * Sedef otu. daş : İsimlerin sonlarına eklenerek eşlik, refakat ve ortaklık bildirir. Meselâ: Arka-daş $ : Refik. dasar : (Dâstâr) f. Tellal, simsar. dasdasa : Depretmek, tahrik. dase : f. Orak. dâsitân : (Dâstân) f. Destan, sergüzeşt. Geçmiş hâdiseleri anlatan nesir veya nazım halinde yazı. * Şöhret. daşte : f. Köhne, harab olmuş, eskimiş, yıpranmış. * Mâlik olmuş. daşten : f. Tutmak, elde etmek, mâlik olmak, zimmetine geçirmek. * Zabtetmek, gasbetmek, almak. * Görüp gözetlemek. * Eskimek, yıpranmak, harab olmak, köhneleşmek. dav' : Kaymağı alınmış sığır sütünden yapılmış ekşi yoğurt ve ayran. ◊ Hoş kokular kokmak. Depretmek.DAV' : Şule, ziya, ışık.dava vekili : Baro teşkilatının olmadığı yerlerde kanunî izin ile vekil sıfatı kazanan ve dava takibine salâhiyeti olan kişi. davaci : t. Dava açan. davahi : Memleket köşeleri. davat : Devenin başında olan verem. davban : Güçlü, büyük deve. davc : (C.: Edvâc) İki şeyin birbirine eğilip ulaşması. davda' : Meş'ale. * İnsan sesleri. dâver : Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) bir ismidir. * Âdil, insaflı ve doğru olan hükümdar, vezir veya hâkim. dâverâne : f. Doğruluk ve adaleti seven bir büyüğe yakışacak tarzda. * Hâkim ve vezirle alâkalı olan. dâverî : f. Hâkimlik, hükümdarlık. * Mahkeme ve dâvâ. * Kötü ile iyiyi birbirinden ayırt etme. * Kavga, mücadele. davita : Havuzun dibinde olan balçık. * Çöküklük. * Suyu çok olduğundan elde durmayan sıvı hamur. daviye : Otsuz çöl. davkaa : şişman ve ahmak olan kimse. davlumbaz : Çarkları yandan olan vapurlarda çarkların döndükleri yerleri örtmek için vapurun iki tarafında bulunan iki büyük yarım daire. davmeran : Fesleğen denilen iyi kokulu çiçek. davr : Ziyan etmek, zarara girmek. davta : Fakir.* Gövdeli, cesim. davudî : Hz. Davud'un (A.S.) sesini andıran kalın gür ses. davve : Ses, sadâ. davvî : Yurt tutmak. davy : Arıklık. * Zayıflık. davz : Zulmetmek, zulüm yapmak. * Çiğnemek. daye : Çocuk hizmetçisi. Çocuğa süt veren. Dadı. Mürebbi. dayet : Yan, taraf, cenb. dayf : (C.: Ezyâf-Zuyuf-Zayfân) Misafir. * Meyletmek, yönelmek. dayfen (dayfân) : Misafiriyle gelen kişi. daygam : Arslan, esed. * Isırmak. dayi : Tunus ve Cezayir'in, Osmanlı idaresinde bulunduğu sıralarda buraları Osmanlılara tâbi olarak idare eden kimselere verilen ünvan. * Annenin erkek kardeşi. dayib : İtaat eden, vakarlı ve ciddi kişi. dayiban : Gece ile gündüz. dayic : Kovayla kuyudan su çekip havuza boşaltan kimse. dayin : Borç veren. Alacaklı. Ödünç para veren. (Bak: Dâin). dayine : (C.: Davâyin) Dişi koyun. dayis : (C.: Dâsse) Hırsız. daym : Zulüm. Sıkıntı. İhtiyaç. dayyik : Pek dar. de'b : Bir işde devam ve iltizamla emek çekip çalışmak. * Adet, usul, tarz, kaide. * Şân. * Emir. * Kâr. * Tardeylemek. de'da : Her ayın son günü. * Şaban'ın son günü. * Çok karanlık gece. de'l : Aldatmak. * Ahdi bozmak, sözü tutmamak. de'lan : Ağır yük getirmiş hayvanın yab yab yürümesi. de's : Yemek. de'sa : Câriye. de'z : Boğmak. * Bir şeyi doldurmak. deaim : (Dıâme. C.) Destekler, payandalar, direkler. deavi : (Davâ. C.) Dâvalar, mes'eleler. deb' : Yumuşak yer. * Kuvvetle basmak. ◊ Vurmak, darb.debabic : (Dibâc. C.) Dallı, çiçekli ipek kumaşlar. debabis : (Debbus. C.) Topuzlar. debabud : İki ırgaçla dokunan bir bez cinsi. debar : Mahvolmak. Helâk olmak. debat : (C. Debâ) Uçmayan çekirge. debb : Hareket etmek. * Ağır ağır yürümek. debbabe : Kale duvarlarını oymaya yarayan bir savaş aleti. Tank. debbağ : Derileri sepileyip meşin, sahtiyan, kösele vesaire yapan. debbe : (C.: Debbât) Matara dedikleri su kabı. * Yağ. Bal ve macun koyacak kaplar. debbus : (C.: Debâbis) Topuz. debdab : f. şan, şöhret. Azamet, haşmet, cesamet. debdebe : Gürültü, patırtı. Gösteri için yapılan gürültü. Tantana. Haşmet. deber : Savaşırken askerin bozulması, bozguna uğraması. debeş : Evin esası. debh : Belini büküp eğildiğinde, başını öne doğru fazlaca eğmek. debib : Yürümek. * Harekete geçmek. debir : f. Müsteşar. * Kâtib, yazıcı. debistan : f. Mekteb, okul. debkel : Bir araya toplanmış mal. * Derisi kalın, çirkin kimse. debl : Küçük eşek. * Toplamak, cem'etmek. * Islah etmek. debr : (C.: Dübur) Oğul kız topluluğu. * Bal arısı. debre : (C.: Deberât-Dibâr-Edbür) Savaşırken askerin bozulması. * Bir evlek yer. * Vaktinden sonra gelmek. debretmek : t. (Tepretmek) Kımıldatmak, harekete getirmek, oynatmak. debş : Çekirgenin ot yemesi. debs (dibâs) : Dibekde buğday döğmek. debsa' : Çok fazla kırmızı olduğundan, siyah gibi görünen şey. debub : Semizlik ve şişmanlığından dolayı yürüyemeyen deve. debur : Batı rüzgârı. * Fırak, ayrılık. * Halef etmek. debus : f. Topuz. decac : (C.: Dücüc) Tavuk. * Horoz, tavuk ve piliç cinsi. decace : (Dücâce, dicâce) Tavuk. decc : Tavuğu çağırmak. deccal : Hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak gösteren. (Deccal'ın Cennet dediği Cehennem gibi, Cehennem dediği de Cennet gibi olacağı rivâyet edilir. decdece : Tavuğa 'bilibili' diye seslenmek. dececan : Ağırca, yab yab yürümek. decen : Çok yağmur. decl : 'Örtmek. * Devenin katranlanması. * Karıştırmak, yalan söylemek. Hakkı bâtıl; bâtılı hak diye göstermek. Anarşi çıkarmak. * Bâtılı hak gösteren. * Mübâlâgalı fâili; Deccaldır.' More…decn : Bol yağmur, rahmet. * Havanın bulutlu olması. * Bir yerde mukim olma. Bir yerde oturma. decran : Neşeli, sevinçli, bahtiyar kimse. decucat : Ayakları kısacık dişi deve. decv : Nikâh. * Çok karanlık, zulmet. decye : (C.: Dücâ) Karanlık, zulmet. dedektif : Fr. Hususi araştırma yapan, tâkib ve tarassudda bulunan polis. deeb : Âdet, usul, kaide, an'ane. def' : Ortadan kaldırmak, Öteye itmek. * Mâni' olmak. Savmak. Savunmak. * Himaye etmek. * Fık: Bir dâvayı müdafaa için başka bir dâva açmak. def'a : Bir kerre. def'aten : Hemen, birdenbire âni olarak. Beklenmedik anda. Bir def'ada. def'ateyn : İki kere, iki defa. def'î : Hemen, bir anda. defa : Boynuz ve kanat uzunluğu. * Bir şeyin eğilip ikiye bükülmesi. defaat : Kerreler, def'alar. Müteaddid. defadi' : (Dıfda. C.) Kurbağalar. defain : (Define. C.) Defineler. defatir : (Defter. C.) Defterler. Not yazmağa mahsus kâğıttan beyaz kitablar. defenni : Alaca renkli bir cins elbise. defer : Koltuk kokusu gibi olan pis koku. * Yemeğe kurt düşmesi. deff : Yan, cenb. * Kolay. deffe : Yan, yüz. * Kitab cildinin iki tarafından herbiri. defi' : Kızgın olan nesne. defif : Ağır ağır gitmek. * Kuşun, ayakları yerde iken kanatlarını salıp hareket ettirmesi. defin : (Defn. den) Medfun, defnedilmiş, toprağa konulmuş, gömülmüş, gömülü. define : Para veya altın gibi eskiden saklanmış şeylerin bulunduğu yer. * Kıymetli eşya. Kıymeti ve değeri yüksek olan şeyler veya kimse. defk : Atmak. Dökmek. deflasyon : Fr. Paranın piyasada azalmasıyla satın alma gücünün artması. defn : Gömmek, gömülmek. Cenazenin mezara gömülmesi. defr : Kokmak. defter : (C.: Defâtir) (Yunanca iki kanatlı manasına gelen bir kelimeden alınmıştır). Not yazmağa, ders için veya ticari hesablara mahsus kağıttan beyaz kitab. Pusula. * Liste. defterdar : Defter tutan. Devletin gelir ve masraflarını tutan vazifeli memur. Eskiden Maliye Nâzırı bu nam ile anılırdı. Bir vilayetin maliye işlerine bakan memur. defterdarlik : Eskiden maliye bakanlığı. * Şimdi vilâyetlerin mali işlerine bakan daire. defva : Boyu uzun ağaç. Uzun boyunlu keçi.* Boynu uzun olan kadın. dega : f. Hile, habislik, dolandırıcılık. * Hilekâr, dolandırıcı, habis. * Kalp para, bozuk akçe. deh : f. İyi hoş. Lâtif, güzel. * Tabur. * Saf. ◊ f. On (10), aşer.deh-sal : f. Gezegen, seyyare, yıldız. deh-sale : f. On yaşında. On yıllık. deh-yek : f. Öşr, onda bir. deha : Çok akıllılık. Zekiliğin ve anlayışlılığın son derecesi. İleri görüşlülük, geniş ve çok güzel fikir sâhibi olmak. ◊ Yaymak, döşemek.dehadar : f. Uyanıklık, zeki ve çok akıllı oluş. dehaet : Dahilik, dehâ sahibi olma. Zekilikte, anlayışlılıkta çok yüksek olma. dehak : Kırmak, kesmek. * Acı çektirmek, azap etmek. dehakîn : (Dihkan. C.) Köy ağaları. * Köylüler, çiftçiler. dehal : Aldatmak, mekir ve hile etmek. dehalet : Sığınmak, aman dilemek, medet, yardım isteyiş. dehaliz : (Dehliz. C.) Dehlizler, holler, koridorlar. dehan : (Dıhen- Dahen) f. Ağız, Fem. dehane : f. Küp, testi, fırın ve bunlara benzer şeylerin ağzı. dehangüşa : f. Söyliyen, açılmış ağız, konuşan ağız. dehar : f. Mağara, dağ mağarası. Kovuk. Çatlak. deharir : Zamânın şiddetleri. deharis : Belâ. Şiddet. dehaz : f. Feryat, figan. Bağırıp çağırma. Yüksek sadâ ile medet isteme. dehbel : Yemekte lokmanın büyük olması. * Bir kuş adı. dehdak : Kesmek. Kat'. dehdan (dehdehân) : Develerin bir yere toplanması. dehdehe : Yuvarlamak, döndürmek. dehdehî : f. Hâlis altun. dehen : f. Ağız. dehhaşe : Çok fazla derecede korkunç, dehşet verici. dehişt : f. İttifak, ittihad, birlik. * Bir tarzda hareket, aynı şekilde hareket. dehkel : Zahmet, meşakkat. * şiddetli ve meşakkatli zaman.DEHKEM Â : Yaşlı adam. İhtiyar adam. dehl : Zamandan bir saat. * Azca nesne. dehles : Kısa boylu kimse. dehliz : (C.: Dehâliz) Hol, koridor. Ev ile kapı arası. dehm : (C.: Dühum) Ansızdan gelmek. * Çok fazla miktarda asker. * Çok adet, kesret. dehma : Belâ. Zahmet * Çömlek. * Çok adet, kesret, sayı çokluğu. * Kadim, eski. * Halis kırmızı koyun. * Koyu kızıl. dehmak : Kesmek, kat'. dehme : Yumuşak yemek. dehmece : İhtiyar kişinin ayağında köstek var gibi yab yab yürümesi. dehmeka : Yumuşak ve güzel yemek. * Her nesnenin yumuşağı. dehmus : Cömert kişi. Kerim kimse. dehn : Değnekle vurmak. * Yağmurun, yeri ıslatması. * Bir şeyi yağlamak. * Bir kimseye münâfıkane muâmele etmek. dehna : Ova, sahrâ. Çöl, geniş veya susuz ova. * Bir yer ismi. dehnec : Zümrüt gibi bir kıymetli taş. dehr : Zaman, çok uzun zaman, ebedi. * Bin yıllık zaman. * Dünya. dehr suresi : Kur'ân-ı Kerim'in 76. suresi olup Sure-i İnsan, Ebrar, Emşac, Hel Etâ Suresi de denir. dehre : f. (Dahra) Testere gibi dişli ve eğri budama âleti. Bağ budamak için kullanılan testere gibi dişli olan bıçak. dehrî : Dehr ve zamana dair ve müteallik. DEHRİYE : Devre ait. Zamana dair ve müteallik. * Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddia edip âhirete inanmıyan münkir ve imansız bir fırka. dehriyyun : (Dehrî. C.) Dehriye fırkasından olanlar.DEHS (Dehâs) : İçine ayak batan yumuşak yer. dehş : f. Bulanıklık, karanlık. Zulümat. * Bir işe başlama. dehş(e) : Tenbel olmak. dehşet : Korkup kaçılacak şey. Ürkmek, şaşmak. Korku ve telâş içinde olmak. dehşet-efşan : f. Korkunç, korku ve dehşet saçan, ürkütücü. dehşet-engiz : f. Çok dehşet verici. Çok korkutucu. dehüm : f. Onuncu. dehun : f. Hatırlama, ezber okuma. dehver : Cem'etmek, toplamak. * Lokmayı büyük yapmak. dehy (dehâ) : Kişinin fikir ve ferâsetinin isabetli ve doğru olması. dehya : Te'kid için 'Dahiye' lâfzına sıfat yapılır. 'Dâhiye-i dehya' gibi. dejenere : Fr. Bozulma, soysuzlaşma. dek : t. Edat olup zaman ve mekân için kullanılır. 'Hatta, tâ, kadar' mânalarına gelir. Meselâ: Akşama dek çalıştım. ◊ f. Desise, hile, dolandırıcılık. * Sâil, dilenci. * More…dek-baz : f. Hileci, hilekâr, oyuncu, aldatıcı. deka' : (C.: Dükk-Dükük-Dekâvât) Hörgücü arkasına düşmüş dişi deve.* Kaygan yer. dekaik : (Bak: Dakaik) dekakin : (Dükkân. C.) Dükkânlar. dekametre : yun. On metrelik uzunluk birimi. dekan : Lât. Üniversitelerde bir fakültenin başkanı. dekar : Lât. Bin metrekarelik ölçü birimi. dekdak : (C.: Dekâdik) Kum yığını. dekdeke : Yerin deprenmesi. * Sancıma. * Def etme, kovma. dekele : Sıvı balçık. Kuvvetleriyle gururlanıp sultanın emrine uymayan kavim. dekik : Tam bir yıl. dekk : (C.: Dekeke) Vurmak. * Dökmek. * Parça parça etmek. Delil. dekke : Ufalanmak. Pâre pâre olmak. * Vurmak, döğmek. * Seki, sofa. dekken : Hurdahaş olmak, yerle bir olma, ufalanmak, parça, parça olmak. dekor : Fr. Süs. Bir sahneyi mütenasib bir nizamla süslemek. dekoratör : Fr. Dekor ve dekorasyon yapan sanatkâr. dekovil : Fr. Ray aralığı 60 cm. yahut daha az olan küçük demiryolu. del'as (del'ak) : Büyük, kuvvetli deve. delab : (Dülâb) (C.: Degâlib) Bâzısı su ile ve bâsızı da hayvan ile döndürülen su çekmeğe mahsus çark. delail : (Delil. C.) Deliller. Bürhanlar. İsbât vasıtaları. delak : Sansar. delal : Cilve, naz, işve. İnsana güzel ve sevimli görünecek hâl, durum. delalat : (Delâlet. C.) Delâletler, alâmet olmalar,yol göstermeler, kılavuzluklar. delalet : Delil olmak. Yol göstermek. Kılavuzluk. Doğru yolu bulmakta insanlara yardım etmek. * İşaret. delas : Yumuşak ve berrak şey. deldel : (Deldâl) Deprenmek. dele : (C.: Delâ) Kova. delec : Gecenin evvelinden gitmek. delef : Tekaddüm etmek, ileri geçmek. Önde bulunmak. delehmes : Arslan. * Bahâdır, kahraman. * Çeri. * Kuvvetli kişi. * Çok karanlık olan gece. deles : Karanlık. * Yaz sonunda yapraklanır bir ot. * Bir şeyi gizlemek. delh : Heder olmak, boşa ve faydasız olarak gitmek. deli' : Âsan yol, kolay olan yol. delif : Yavaş yürümek. delik : Hurma ve yağdan yapılan bir yemek. * Oğmaç aşı. * Rüzgârın yerden savurup tozuttuğu toprak. ◊ f. Gül tohumu.delil : Kılavuz. Doğru yolu gösteren. Meçhûlü keşfetmekte ve malumun sıhhatını isbat etmekte vasıta ve âlet ittihaz olunan husus. * Beyyine. Bürhan. delk : f. Eski ve yamalı elbise. Dervişlerin giydikleri eski aba. * Kılıcı kınından çıkarmak. ◊ Oğuşturmak. El sürtmek. Oğmak.dell (dilâl) : Naz. * Hey'et. * Güzel ahlâk. dellak : (Delk. den) Hamamlarda müşterileri keseleyip yıkayan kimse, tellâk. dellal : İlân edici. Yüksek sesle bildiren. * Müşterileri çeken. Davet eden. * Hakka davet eden. dels : Karanlık, zulmet. * Bir şeyi saklamak, gizlemek. * Sonbaharda yapraklanan bir ot çeşiti. delta : yun. Nehirlerin taşıdığı toprakların (alüvyonları) akarsuyun, denize veya göle döküldüğü yerde yığılmasıyla meydana gelen kısım. deluk : Dişleri kırılmış ve kütelmiş olan yaşlı deve. * Kınından çıkması kolay olan kılıç. delv : (Delve) Kova. Su koyulan ve kuyudan su çekilen bakraç. * Oniki burçtan birinin adı. delz : Vurmak, darb. dem : f. Nefes. Soluk. * Ağız. * Nazar. * An, vakit, saat. * Koku. * Kibir, gurur. * Âli, yüksek. * Körük. ◊ Kan.dem vurmak : t. Bir şeyden gelişigüzel bahsetmek. dem' : Göz yaşı. Sürurdan veya keder sebebiyle ağlama neticesi gelen göz yaşı. dem'a : Bir damla göz yaşı. dem'a-riz : f. Ağlıyan, gözyaşı döken. dem'an : İçi iyice dolmuş olan. Ağız ağıza dolu kap. dem-beste : f. Sesi soluğu kesilmiş, susmuş. dem-güzar : f. Yaşayan, vakit geçiren. dem-keş : f. Nefes çeken, soluk çeken. * Devamlı öten bir güvercin cinsi. * Kaval, ney gibi çalgıları devamlı üfürenler. * Bazı kuşların, kübbül gibi uzun uzun ötenleri. * Şarap içen. dem-keşide : f. Kafadar, arkadaş. dem-saz : f. Arkadaş, refik, hem-dem, dost. Sırdaş. dem-sazî : f. Dostluk, arkadaşlık. Sırdaşlık. dema : f. Her zaman. Vaktâki. * Soluk. Nefes. Hastalık sebebiyle tez tez solumak. * Ürpermek. * Dem. An. demadem : f. Zaman zaman. An be an. Sık sık. Her vakit. demagog : yun. Demagoji yapan kimse. demagoji : yun. Halkı kendi menfaati için okşama siyâseti. Halkın hoşuna gidecek sözlerle insanların sevgisini kazanarak kendi maksadını elde etmeğe çalışmak. Halk avcılığı. Cerbeze. demak : Tipi (Kış gününde rüzgârın karı her tarafa savurmasıdır.) demal : Ters. * Ekşimiş hurma. demame : Çirkinlik. deman : f. Heyecanlı. Hiddetli, hiddete kapılmış. * Vakit, zaman. An. * Bağırıp çağırma, feryat, figân. * Heybetli, güçlü, kuvvetli, azametli, cesim. * Kükremiş. deman(i) : Ters, terslik. demankeş : f. Zaman, müddet, vakit, an. demar : f. Helâk, mahv, telef, ölüm, mevt. demar-âver : f. İntikam alan, müntakim. Helâk eden. dembedem : f. Bazan. Vakit vakit. Arasıra. demc : Dühul etmek, girmek. * Mestur olmak, örtünmek. demcele : (C.: Demâcil) Şişman kadın. * Huyu, hilkati güzel, iyi kadın. demdem : Yüce, yüksek yer. demdeme : f. Hiddetli söz. Avâz. Hoşa gitmeyen sesler. * Sinek vızıltısı. * Öğütmek. Sürte sürte ezmek. * Azab vermek, eziyet etmek. * Hile. * Davul. * şöhret, nam, ün. deme : f. Ateş körüğü. demekmek : Katı, şedid. * Çok kuvvetli kimse. demendan : f. Cehennem. * Ateş, nar. demende : f. Saldırıp kükreyen. * Üfleyen. demes : (C.: Dimâs) Yumuşak kumlu yer. demeşk (dimeşk) : Şam şehri. * Yürüğen kuvvetli, seri deve. demevî : Kana dâir, kana mensub ve müteallik. * Mc: Asabi, sinirli. Kanın çokluğu sebebi ile hâsıl olan mizaç. demg : Başı, dimağa erişinceye kadar yarmak. Dimağa vurmak. * Güneşin sıcaklığı dimağa tesir etmek. demim(e) : Çirkin ve kısa boylu kimse. demk : Hız. Sür'at. deml : Yeri terslemek. * Yara, cerh. demles : Kaba, galiz nesne. demma' : Mütekebbir gönüllü, gururlu kimse. demne : f. Fırın ve ocak bacası. demode : Fr. Modası geçmiş, kimse kullanmaz hâle gelmiş olan. demokrasi : 'yun. (Demos: Halk; Kratia: İdare, iktidar) Halk iktidarına dayanan hükümet şekli. Devlet iktidarını elinde bulunduranların, halkın çoğunluğunun iradesiyle seçildiği hükümet şeklidir. More…demokrat : Demokrasi taraftarı. demokratik : Fr. Demokrasiye uygun. demrag : Çok kırmızı olan. dems : Örtmek. Defnetmek, gömmek. demşinas : f. Hikmetli davranan, akıllı. demuk : Sür'atli, seri, hızlı. demy : Kan, dem. den' : Horluk, zelillik. dena' : Arkanın yumru olması, kamburluk. denaet : Alçaklık, çok fena hareket. Zillet, kötü mizac. * Asılsızlık, aslı olmamak. denaet-kârâne : f. Alçakçasına, alçakça. denanir : (Dinar. C.) Dinarlar. denaset : Kirlilik, paslılık, temiz olmayışlılık. denavet : Yakın olmak, yakınlık. denaya : (Bak: Deniyyât) dendane : f. Diş tanesi. * Çark vesaire dişi. dendene : f. Mırıltı, homurdanma. Ağır ağır, dudak kıpırtısıyla, yavaş yavaş söylenen söz. denef : İyileşmeyen hastalık. denen : Bir kişinin belinin bükülüp eğri olması. * Kolları çok kısa olmak. * Hayvanların ayakları kısa ve göğüsleri yere yakın olması. denes : (C.: Ednâs) Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset. deney : (Bak: Tecrübe) deng : f. Hayran, şaşkın, şaşmış olan, ahmak, ebleh, bön, sersem. * İki katı maddenin tokuşmasından hasıl olan ses. * Pergel noktası. deni : (C.: Deniyyât) Soysuz, alçak, ahlâksız. * Dünyaya âit, fâni ve geçici. * Yakın, karib. deni' : Hor, zelil. denie : Eksik, noksan, nakise. denis : Kirli, paslı. deniyyat : (Denâya) (Denî. C.) Ahlâksızlıklar, aşağılık şeyler. deniyye : Kaftan düğmesi, elbise düğmesi. denn : (C.: Denân) Küp. depresyon : Fr. Maddi veya manevi çöküntü. İç sıkıntısı. der-akab : f. Hemen, derhâl, çabuk, arkasından, akabinde. der-amed : f. Gelir. der-an : f. Derhâl, o anda, hemen. der-ban : f. Kapıcı, kapıya bakan. der-bar : f. Ev kapısı. der-beder : f. Serseri, kapı kapı dolaşan. * Dağınık, perişan. der-bend : f. Dağda ve tepede zahmetlerle geçilen yer, dar geçit, boğaz. Hudut. Kale. * Anahtarsız kapı. der-best(e) : f. Kapalı kapı. * Kapanmış susmuş. der-hast : f. Arzu, taleb, istek, dilek. * Dilekçe, istida. der-kâr : f. Mâlum, âşikâre olan. * İçinde olan. İçte bulunan. der-kemin : f. Pusu bekleyen, pusuda olan. der-niyam : f. Kınına sokulmuş, kınında, kılıfta. der-saadet : f. Saadet kapısı. İstanbul'un eski ismi. dera : f. Çan, çıngırak. derahim : (Dirhem. C.) Dirhemler. Okkanın dörtyüzde birleri. * Akçeler, paralar. derahis : Şiddetler. derare : Deyyus. Karısının kötü hâllerini görmemezlikten gelen kişi. derari : f. (Dürrî. C.) Parlak yıldızlar. * Renkli şeyler. deraz : f. Uzun, tavil. derb : (Dürb) Bir şeyi âdet edinmek. * Dadanmak, alışmak. * Haslet, cür'et. * Tecrübe etmek. * Denemek. derc : İçine almak. Katmak. * Kitaba koymak. * Nakışlı kâğıt üzerine yazılan yazı. * Hattatın yazılmış kâğıt tomarı. dercan : f. Can içinde. dercan etmek : Can içine almak, hayatını ona vermek. derçin resmi : Kesilen hayvanlardan alınan bir cins vergi. derd : f. Tasa, keder, kaygı. * Hastalık, illet. derd-aşina : f. Dert görmüş, mihnet görmüş kişi. derda : f. Yazık! Vah vah! derdab : Sadâ, ses. derdak : (C.: Derâdik) Küçük çocuklar. * Her şeyin küçüğü. derdar : Servi ağacından bir sınıf. derdebis : Belâ. * Zahmet. * Boncuk. * Yaşlı kişi. derdmend : f. Tasalı, kaygılı, dertli. derdnak : f. Dertli, kederli, kaygılı, tasalı. derdur : Su çevriği, girdab. * Derin çukur yer. derebeyi : Ortaçağda kendi arazisi içindeki insanlara istedikleri gibi hükmeden, devamlı olarak birbirleriyle savaşan geniş toprak sahiplerinden her biri. * Mc: Asi, zorba. derecat : (Derece. C.) Dereceler, basamaklar, kademeler, yükseklikler, mertebeler. derece : (C.: Derecât) Yukarıya çıkacak basamak. * Dairenin bölündüğü dilim. 360 kısmın beheri ki, açıları ölçmeye yarar. * Termometrenin bölündüğü kısımların beheri. Mertebe, paye. * Miktar, rütbe. More…dered : Ağızda diş olmamak. derek : Urgan ucuna eklenip, kovanın kulpuna bağlanan ip parçası (urgan suya değmesin diye) * Kiriş uçlarında olan halka (yayın başlarına geçirirler.) dereka : (C.: Deruk) Sığır derisinden yapılan kalkan. derekât : Aşağılık dereceleri. En aşağı mertebeler. dereke : Aşağı inen basamak. Aşağı mertebe. * Sıfırın altındaki derece. Düşüklük. derekî : Gerileme. derem : Baldır etli olduğundan dolayı topuğun görünmeyip belirsiz olması ve sâir kemiklerin etlilikten belirmeyip örtülmesi. * Ağızdan dişlerin dökülüp yerini et bürüyüp belirsiz olması. * Davarın More…derem-güzin : f. Sarraf. derem-sera : f. Para basılan yer. dereman : Kişinin adımlarının birbirine yakın olması. (O kimseye 'dârim' derler). deren : Kir, vesah. derende : f. Yırtan, yırtıcı. derer : Kasdetmek. deres : Nişanın belirsiz olması. * Kaftanın eskimesi. * Evin köhne olması. dergâh : (Der-geh) f. Cenab-ı Hakk'a ibadet edilen yer. * Büyük bir huzura girilecek kapı. Kapı. Padişahların kapısı. * Şeyhlerin tekkesi. dergiş : f. İzdiham, çok kalabalık. * Bir zerdali cinsi. derh : Men etmek, engel olmak. derhal : f. şimdi, hemen, bu anda, vakit kaybetmeden. derhem : f. Karışık, karmakarışık. * Muztarib, sıkıntılı, ıztırab çeken. * İncinme. derhişte : f. Cömertlik, sehavet. derhor : f. Lâyık, münasib, uygun, yakışır, derhuş, sezâ, şâyeste. (Derhurd da denir.) derhuş : f. Derhor, lâyık, münasip, muvafık, uygun, yakışır, şayeste. deri : f. Farsçanın sahihi, fasih olanı. (Kapı demek olan 'der' ismi Farsça olduğu halde Arapça sayılarak müennesi 'deriyye' yapılmıştır.) * Havası hoş ve lâtif. Yeşilliği bol More…deriçe : f. Küçük kapı, oyma kapı. Pencere. deride : f. Yırtık, yırtılmış. derir : Yürügen davar. deris : (C.: Dirsân) Eski kaftan, eski elbise. deriyye : Avcıların gizlenip av gözledikleri yer. derk : En aşağı kat, her şeyin dibi. Aşağı inen basamak. * Anlamak. derkaa : Kaçmak, firar. derketmek : Bir şeyin en esasını, dibini öğrenmek, iyice anlamak. derma' : Topuğu belli olmayan, şişman kadın. * Tavşan. * Kırmızı yapraklı bir acı ot. derman : f. İlâç, tiryak. * Çare-i necat, kurtuluş sebebi. * Tâkat, güç, kuvvet. dermande : (c.: Dermândegân) f. Âciz, beceriksiz, biçare, zavallı. dermek : Çok beyaz olan un. * Beyaz ekmek. dermeyan : (Der-miyân) f. Ortada olan şey, arada. dermeyan etmek : Anlatmak, söylemek, iddia ve defi'de bulunmak. Beyân. İleri sürmek. dernek : Eğlence için yapılan toplanma. * Düğün. * Cemiyetler kanununa göre kurulmuş cemiyet. derpey : f. Hemen, ardı sıra. derpiş : f. Önde olan, göz önünde bulunan. derr : İyi iş. İyilik. Mahz-ı hayır. * Zat, kimse. Hod. Nefs. Bir kimsenin zâtı. * Yüzün tazeliğinin, teravetinin hastalıktan dolayı gitmesinden sonra, iyi olup düzelmesi. derrace : Eskiden kullanılan bir çeşit harb âletidir ki, üstü sığır derisi ile örtülü olup, tekerlekleri içinde dönerdi. * Bisiklet. derrak : (Derk. den) Çok dikkatli olan, çabuk anlayan, anlayışlı, müdrik. derrar : Yün eğerdikleri iğ. ders : Tenbih, tâlimat, vazife. Bir şeyi öğrenmek için muallim veya o işi iyi bilen birisinden azar azar alınan vazife. * Akıl. ders-han : f. Ders okuyan, talebe, öğrenci. dersec : Mercimek. dershane : f. Sınıf, ders verilen yer, ders yeri. deruc : Hızlı esen rüzgâr, fırtına. deruhde : f. Üstüne almak. Kendini vazifeli bilmek. * Üzerine alınan iş. derun : f. İç taraf. Dâhil. * Kalb. derunî : f. Gönülden, içten. derva(h) : f. Şaşkın, şaşırmış olan, hayran. * Başaşağı asılmış. * Lâzım, zaruri, lüzumu olan, gerekli. dervah : f. Hastalıktan yeni kurtulan, iyice kendisine gelemeyen kimse. * Sağlam, metin, muhkem. * Doğru, asıl, gerçek. * Yiğitlik, cesaret, cesur olmak, şecaat. * Ayıp, utanma. * Sertlik, kabalık. More…dervaze : f. Kapı. Şehir. Şehir kapısı, kale kapısı. derviş : f. Gayet mütevazi ve kanaatkâr olan. * Kimsesiz, fakir. * Mâneviyâtla gönlü zengin olan fakir. * Mürid veya şeyh. dervişân : (Derviş. C.) f. Dervişler. dervişâne : f. Dervişe yakışır halde, saflık ve kalenderlikle. Müstağni ve fakir bir surette. dery : Bilmek. derya : f. Deniz, bahr. derya-bend : f. Liman. * Tersane. derya-neverd : f. Denizde dolaşan, denizde gezen. derya-nuş : f. Çok fazla içki içen. deryab : f. Akıllı, anlayışlı, müdrik. deryaçe : f. Göl, küçük deniz. deryan : Bilmek, ilim. deryaniye : Hörgücü ikiden fazla olan sığır nevi. deryuz : f. Dilencilik. derzen : f. İğne. des : f. Eş, eşit, müsâvi, benzer, denk. des' : Def'etmek kovmak. * Ağız dolusu kusmak. desais : (Desise. C.) Vesveseler, desiseler. Gizli hileler. desak : Bir kabın dolduktan sonra taşıp dökülmesi. desatir : (Düstur. C.) Düsturlar, kaideler. desem : (C.: Düsum) Yağ. * Uyuz. desen : Fr. Eşyanın, rengini göstermeden, yalnız şeklinin bir satıh üzerine çizilmişi. * Bir kumaşı süsleyen şekiller. desfan : (C.: Desâfi) Bir şeye tâlip olan kişi. desi' : İki omuz arasında boyun battığı yer. desia : Atâ, bahşiş, hediye. * Huy, hulk, tabiat. desik : Dolu nesne. desimetre : Fr. Metrenin onda birine eşit uzunluk birimi. desis : (C.: Desâyis) Gizlenmiş, gizli. desise : Gizli hile, oyun. deşişe : Bulgur. desisekâr : f. Hileci, hile yapan. desisekârâne : f. Hilekârcasına. Desise ve hile edene yakışır surette. deskere : f. Şehir ve kasaba, il ve ilçe. * Hasta insan, eşya vs. taşımaya yarayan tahta. ◊ (C.: Desâkir) Dağ başında olan harab kale. * Küçük köy.desma : Siyah olan nesne. desmere : (C.: Desâmire) Dağ başında olan harap yıkık kale. deşne : f. Hançer. despot : yun. Rum piskoposu. * Eskiden Bizanslı ve Balkanlı derebeyi. desr : (C.: Dusur) Bürünmek, örtünmek. * Çok olan mal. ◊ Def'etmek, kovmak.dess : Yavaş yağan yağmur. * Acıtıcı derecede dövmek. * Def'etmek. ◊ Gizlenmek. * Örtmek.dessas : Çok aldatıcı, çok desiseci. desse : Toprak içinde gömülüp yatan bir nevi yılan. dest : f. El, yed. * Mc: Kudret, fayda, nusret, galebe. * Düstur. * Tasallut. * İkmâl. * Âlî makam. Meclisin şerefli yeri. ◊ (C.: Düsut) Dört bucaklı yastık ve elbise. * Hile.deşt : f. Bozkır, çöl, sahra. Kumluk ve nebatsız geniş arazi. dest ü pâ(y) : El ve ayak. dest-alay : f. Bulaşık el, bulaşmış el. dest-be-dest : f. Elden ele, el ele. * Peşin satış. * Birbirine bitişik olan. dest-beste : f. El bağlamış, eli bağlı. dest-bürd : f. Kuvvet, kudret. * Üstünlük, zafer, muvaffakiyet. dest-bus : f. El öpme. dest-diraz : f. El uzatan, zulmeden. * Sarkıntılık etme, el uzatma. dest-gâh : f. İş yeri, tezgâh. * İktidar, servet, kuvvet. dest-gir : f. Muavenet. Arka olmak. Tutucu, yardımcı, muin. Zahir. dest-güşa : f. Avuç açan el açan. dest-güzar : f. İmdada yetişen, yardım eden, yardımcı. dest-huş : f. Oyuncak. dest-i gaybî : f. Görünmez el, inâyet-i İlâhi. * Mc: Allah'ın yardımı. dest-i rast : Sağ el, sağ taraf. dest-keş : f. Gözleri görmeyen bir kimseyi ellerinden tutup dolaştıran. * Kazanç. Kâr. * Yay gibi elde kolaylıkla idare olunabilen şey. * Dilenci. * Bir işten vazgeçen. dest-mal : f. Elbezi. dest-maye : f. Sermaye, elde olan şey. dest-muze : f. Armağan, hediye. dest-pak : f. Fakir, fukara. * Mendil. * Dindar. dest-renc : f. El emeği. El ile yapılan iş. * Ücret, kazanç, kâr. dest-res : f. İsteğine ulaşan, elini yetiştiren. * Kudret, zenginlik, iktidar. dest-suze : f. Nişanlı kız. dest-vane : f. Savaşta giyilen demirden yapılmış eldiven. * Kadınların kollarına taktıkları süs eşyası, bilezik. * Meclisin baş kısmı. dest-var(e) : f. Çoban değneği. Baston. * El bileziği. * Ele benzer, el gibi, el kadar. dest-yar : f. Yardımcı, muin. Arka. dest-yarî : f. Yardım, muavenet. dest-zen : f. Tutunma. * El uzatma. destak : Şarabın beyazlığı ve dökülmesi. destan : f. (Dest. C.) Eller. * Hikâyeler, masallar. * Hile, tezvir, mekir. * Meşhur Zâloğlu Rüstem'in babasının nâmı. destar : f. Sarık, imâme, başa sarılan tülbent. destar-çe : f. Mendil. destarbend : f. Sarık saran, sarıklı. deste : f. Tutam, bağ, demet, kabza. * Muin, mededkâr. * Süpürge. * Küstah. deste-çub : f. Sopa, değnek. deste-dad : f. El veren, yardım eden. deste-dad-i teslim : f. Teslim elini veren, itaat eden, uyan. destec : Desti. * Kola takılan bilezik. destek : f. Bir şeyin yıkılıp devrilmemesi için, o şeye vurulan payanda, dayanak. * Küçük el. * Yün ve pamuk gibi şeyleri eğirmeye yarıyan âlet. desti : f. Testi. destine : f. Bilezik, el bileziği. destroyer : ing. Çok sür'atli giden küçük savaş gemisi, torpido muhribi. destur : f. İzin, müsaade. Şerlilerden kurtulmak için söylenen söz. * Allah'ın inayeti. destur (düstur) : Asıl. * Kanun. * Vezir-i azam, baş vezir. detektif : (Bak: Dedektif) determinant : Fr. Denklemlerin çözümlerini rahatlıkla bulmaya yarayan matematiksel tablo. dev : şeytan, ifrit, cin.DE'V : Aldatmak, hud'a. deva : İlâç, çare. Hastalığın iyi olmasına sebeb olan gıda. deva-saz : f. Çâre bulan, ilâç tertip eden. devabb : (Dabbe. C.) Binek hayvanları. Hayvanlar. * Yürüyenler. devac : f. Üste örtünecek şey. Yorgan. devadar : f. Devâlı, devâ verici, iyileştiren. devahi : (Dâhiye. C.) Büyük belâler. Afetler. Kazâlar. * Çok üstün zekâ sahipleri. devahil : (Dâhile. C.) İçler, batınlar. devahin : (Dâhine. C.) Duman çıkaran bacalar. devai : (Dâiye. C.) Batından, içten gelen bir duyguyu teşvik edici hâlât. devaî : (Devâiye) İlâç cinsinden. İlâca âit ve müteallik. Devaya dâir. devair : (Dâire. C.) Daireler. Resmî işlerin görüldüğü yerler. devalüasyon : Fr. Paranın değerinin düşürülmesi. devam : Bir halde bulunma, sürekli olma, daimîlik. * Bir işe veya bir memuriyete gidip gelme. * Sebat. devan : f. Hızlı yürüyen, koşan, seğirten. devanik : (Dânık. C.) Bir dirhemin dörtde birleri. devar : Baş dönmesi hastalığı. devari' : (Dır. C.) Zırhlar. Zırhlılar. Zırhlı gemiler. devat : (C.: Devâyât) Divit. devavin : (Divân. C.) Divânlar, eski şairlerin şiirlerini topladıkları kitablar. devb : Kötü hâl. devbel : Bir karar üzere durup büyümeyen küçük eşek. devdat : Çocukların oyun oynadığı yer. devderî : Kısa boylu cariye. devende : f. Seyyah. Seyahat eden, gezen, dolaşan. deveran : Dönüş, dolaşmak. Tedavül. Yerinde durmamak. Devretmek. devf : Suda ıslamak. * Irak etmek, uzaklaştırmak. * Misk ezmek. devh : Hor, hakir olmak. Hor, hakir etmek. * Kahretmek. devha : (C.: Devah-Devâyih) Büyük ağaç. devir : (Devr) (C: Edvâr) Nakil. Birisinin uhdesinden diğerinin uhdesine geçirmek. * Bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. Geçmiş dersleri hatırlama. * Bir şeyin çevresinde dolaşmak. Dönme. * More…devir dairesi : Denizde geminin çeşitli hızla ve muhtelif dümen açısı ile çizdiği dâire. devirli : Fiz: Müsavi zaman aralıkları ile tekrarlanan hareket. Periyodik. deviye : Otsuz sahrâ. Otu olmayan çöl deviyy : Nerden geldiği anlaşılamayan sesler, gürültüler, patırtılar. devk : Döğmek. * Karışmak. devke (deveke) : Karışmak, ihtilât. devkes : Arslan. * Çok adet, çok miktar. devle (düvle) : Devlet kelimesinin Arapça tabirlerde geçen bir şekli. * İki asker muharebe ettiklerinde birinin diğerine galip olması. devlet : Sınırları belli olan bir memleketin sahibi olan insanların kurduğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilât. devlet ü ikbal : Ulviyet ve iyi tâlih. devlet-abadî : f. Hindistan'ın Devlet-âbâd şehrinde imal edilen ve güzel san'atlarda kullanılan bir çeşit kâğıt. devlethane : f. Ev, köşk, konak. devletli (devletlü) : f. Eskiden vezir ve müşir gibi büyük rütbeli kimselere verilen bir ünvan. devletlü necâbetlü : Osmanlılar zamanında şehzâdeler için kullanılan bir tabirdir. devletlü re'fetlü : Eskiden seraskerler için kullanılan ünvan. devletlü semâhatlü : Zamanında Şeyh-ül İslâmlara verilen bir ünvan. devr : f. Casus, hafiye. ◊ (Bak: Devir)devr-han : f. Kur'an-ı Kerim'i devamlı okuyup devreden kişi. devrak : Şarap ölçeği. devran : Devir, felek, zaman, deveran, dünya. devranî : Deverana âit ve müteallik. devre : (C.: Devrât) Dönüş dönme, dönem. * Birkaç yıldan meydana gelen zaman süresi. * Elektrik devresi. Üzerinden elektrik akımı geçmekte olan bir iletken yolun tamamı. devriy : (Devriyye) Geceleri gezen kol takımı, gezici karakol. * Bülbül, karatavuk, sığırcık ve bu gibi kuşların dahil olduğu sınıf. devriyye : Osmanlı İmparatorluğu devrinde ilmiye sınıfına mahsus bir pâye. devs : Ziynet etmek, süslemek. * Bir şeyi ayağı ile basıp çiğnemek. devş : Fâsid olmak. devsere : Büyük, semiz, kuvvetli deve. devv : Otsuz çöl. devvar : Durmayıp dönen, devreden. Devredip gezen. * Gerdân. * Kâbe-i Muazzama'nın bir adı. * Haremden alıp beraber tavaf edilen taş. devvare : Geo: Daireler çizmeye yarayan bir âlet, pergel. deyabüz : İki ırgaçla dokunan bez. deyacir : (Deycür. C.) Karanlıklar, zulümatlar. deybub : Koğucu, dedikoducu. deycuc : (C.: Deyâcic) Karanlık, zulmet. deycur : (C.: Deyâcir) Karanlık. deydan : Edep. * Âdet. deyden : Edep. * Âdet. deydenet : Âdet, usul. deydenun : Toplamak. * Haslet, huy, âdet. * Oyun. deyh : (C.: Diyeha) Hor ve rezil olmak. deyku' : Katı, şedid. deylem : Karıncaların ve kenelerin toplandığı yer. * Belâ. * Zahmet. * Düşman. * Türaç kuşunun erkeği. * Cemaat. * Bir kabile adıdır ve ehline 'Deylemî' derler. deymas : (C.: Deyâmis) Hamam. * Alçak zemin. deymum : Devamlı, berkarar, zevalsiz. deymumet : Daimlik, devam, dâimiyet. deymumî : Devamlılık, devam, dâimiyet. deyn : Borç. Verilmesi lâzım gelen şey. * Fık: Zimmetinde sâbit olan şey. deyr : (C.: Edyâr) Kilise, manastır. * Âlem-i insaniyet, insanlık âlemi. deyranî : Manastır adamı. deyrhane : f. Kilise, manastır. deysak : (C.: Deyâsik) Uzun yol. * Beyaz olan şey. deysan : Cömertlik. deysem : Köpekten olmuş kurt eniği. * Sultan böreği denilen kırmızı çiçekli bir ot. deyseme : İnci. deyyan : Herkesin hesabını ve hakkını en iyi bilen ve veren. Hâk Teâla. Kahhar. Hâsib. Hâkim. Kadir. Râi. Cenâb-ı Hak. deyyar : Bir kimse. Ehad. * Yurt sahibi birisi. * Manastır sahibi. deyyas : Kaba, galiz olan kimse. deyyus : Derare. Karısının kötü hâllerine göz yuman ve ses çıkarmayan adam. di : f. Dün, dünkü gün, bugünden bir evvelki gün. di'bil : Belâ. * Meşakkat, güçlük. di'dan : Devenin çok yelmesi. * Bir şeyi örtmek. di'f : (C.: Ez'âf) Her nesnenin bir misli miktarı. di'îl : Ölüme yakın olan hasta deve. * Kurbağa yumurtası. di'îs : Süngü ile çok vuran kimse. di'liye : Deve kuşunun dişisi. di's : Kum. * Kumdan yığılmaş yumuşak tepe. di've : Nesep dâvâsı etmek. * Yalan dâvâ etmek. di'zabe : Kısa boylu ve eti çok olan kimse. dia : Rahat. diabe : Davet. diae : Şehadet parmağı. diam(et) : Binaya vurulan destek, direk, payanda. * İleri gelen, makamca yüksek olan baş başkan, reis, şef. diame : (C.: Diam-Deâyim) Evin direği. * Ulu, şerif kişi, seyyid. diayet : Dâvet. dib'an : (C.: Dabâin-Dıbâ) Erkek sırtlan. dibabe : Yumuşak nesne. dibac : (C.: Debâbic) Atlas dedikleri kıymetli ipek bez. dibace : f. Mukaddeme, başlangıç, önsöz. dibagat : Tabaklama. Deriyi kullanılır ve temiz hale koyma işi. dibare : (C.: Dibâr) Bir evlek yer. dibatr : Katı nesne. dibbîc : Bir, ehad. dibbîh : Bir, ehad. dibg : Dibâgat etmek. Arınıp pâk olmak. dibk : 'Bürc dedikleri nesne ki ağaçta biter; yazda ve kışta bitmez. * Ağaç posası.' dibl : Belâ ve zahmet. dibne : Gülmek. * Maymun sesi. dibr : Çokluk. dibre : Çokluk. dibs (dibis) : Pekmez. Hurma pekmezi. Bal. * Çok cemaat. dibsa' (debsâ) : Dişi çekirge. dicac : Ummanda yetişen büyük bir dikenli ağacın suyudur ve sabun gibi kiri izâle eder. dida' : Devenin şiddetle yelmesi ve sıçraması. * Ay sonu. didaktik : yun. Mevzuu, hikmet ve nasihattan ibaret olan söz. Öğretici. didar : f. Mülâkat, görüş. * Görünme. * Yüz. Çehre. * Görüş kuvveti, göz. * Açık, meydanda. didd : (C.: Ezdad) Mugâyir, aykırı. * Düşman. * Nazir, misil, benzer. dide : f. Göz, ayn, çeşm. * Görmek. * Gözcü. * Göz bebeği. * Göz ucu. dif : (C.: Edfâ) Çok hararet. * Derin duvar. * Deveden gelen fayda, menfaat. difaf : Hazırlandırmak. difda' : (C.: Defâdı') Kurbağa. difdi' (difda') : (C.: Dafâdi) Kurbağa. diffe : Irmak ve kuyu kenarı. difl : Zakkum ağacı. * Katran. Zift. difla : Ağu ağacı denen ve çok acı olan nesne. difnas : Akılsız, ahmak kimse. (Müe: Difnes) DİG : f. Topraktan yapılmış tencere, çömlek. diger : f. Başka, diğer, öteki. diger-bâr : f. Başka zaman, başka defa. diger-bin : f. Başka kişilerin faydaları için fedakârlıkta bulunan kişi. diger-gun : f. Değişmiş, başkalaşmış, bozuk. diger-kâm : f. Başkalarını düşünen. diger-ruz : f. Diğer gün, başka gün. digs : (C.: Edgas) Yaş ve kuru karışık bir tutam ot. * Te'vili sahih olmayan karışık rüya. dih : f. 'Veren, verici' mânalarına gelir ve kelimelerle birleşir. Meselâ: Ârâm-dih $ : Rahatlık veren. ◊ f. Köy, karye. * On sayısı. ◊ (C.: Diha) Hurma salkımı.dih-dar : f. Köy ağası. dih-gan : f. Ekinci, çiftçi, köylü. dih-hüda : f. Köy kâhyâsı, köy ağası. dihak : Dolu bardak. diham : (Dahm. C.) Kalın ve iri olan şeyler. dihan : Kırmızı deri, sahtiyan. * (Dühn. C.) Vücuda sürünülecek yağlar. dihas : Çok, kesir. * Eskimeye yakın olan. dihat : (Dih. C.) f. Köyler, karyeler. dihçe : f. Küçük köy. * Çiftçi, köylü. dihda : Yuvarlamak. Döndürmek. dihh : Güneş, şems. dihi : Köyle ilgili, köylü, köye mensub. dihim : f. Taç. dihiş : f. Verme, veriş, bağışlama, ihsan, atiyye. dihk : Gülme. dihk-âver : f. Güldüren, güldürücü. dihkan (dühkan) : (C: Dehâkin) Sipâhi. * Köy kethüdâsı. * Emirlerin tasarrufunda kuvvetli olan, sözü geçen adam. * Bezirgân. * Acem fellahlarının maslahatgüzarı. dihl : Kısa boylu, tıknaz kimse. dihlas : Arslan. * Yavuz, bahâdır, kahraman, çeri kimse. dihle : Bir kişinin her işine karışan has adamı. dihliz : (C.: Dehâliz) Ev ile kapı arası. dihrac : (Dahrece) Yuvarlama. dihris : (C.: Dehâris) Terzilerin kullandığı tiriz denen cisim. dihvenne : Habis kimse. * Semiz kısa boylu, tıknaz kişi. dihye : Sahabeden bir zâtın adı. (R.A.) diîn : Asıl. * Maden. dîk : Darlık, sıkıntı. Gam. Kalbe sıkıntı veren. dik : Horoz. dikak : Herşeyin ufalmışı, incesi, kırıntısı. * Şirden adı verilen bağırsak. dikîs : Akılsız kadın. dikk : Yufka gibi ince olan şey. * Bir nevi sıtma. dikka : (C.: Dükuk) Rüzgârın savurduğu toprak. * Uzaklaşmış olan şey. dikkat : İncelik, dakik oluş. Ehemmiyet ve kıymet verme. dikrar : (C.: Dekârir) Koğucu, dedikoducu. * Belâ. Zahmet. * Yalan söz. * Fuhşiyât. dikta : Lât. Diktatörlerin davranışları. * Hiç ses çıkarmadan yerine getirilecek emir. diktatör : Fr. Mevcut kanunları çiğneyerek, örf ve adalet esaslarına aykırı olarak, devleti keyfine göre idare eden devlet adamı. Müstebid. dikte : Fr. Başkası tarafından yazılmak üzere söyleyip yazdırma. * Karşı koymayacak olan birisine, aşırı arzu ve isteklerini bildirip kabul ettirme. dil : f. Gönül, kalb, niyet. * Cesâret, yürek. * Mandıra, ağıl. dil' : Karpuz veya kavun dilimi. * Tıb: Kaburga kemiği. * Geo: Dik kenar. Kenar. dil-âgâh : f. Kalbi uyanık. Akıllı, bilgili, görgülü. Gönül anlar. dil-ârâ(y) : f. Kalbi süsleyen, gönlü zinetlendiren. dil-ârâm : f. Gönül eğlendirici, kalbe rahatlık veren. Gönül okşayan. dil-âsâ : f. Gönlü rahatlandıran, avutan. dil-aşub : f. Kalbi sıkan, yüreğe sıkıntı veren, gönle eza veren. * Kalbi meftun eden güzel. dil-asude : f. Kalbi rahat. dil-âver : f. Yiğit. Cesaretli. Yürekli. * Gönül alıcı. dil-aviz : f. Câzib, çekici, gönle asılan. Gönlü asılı tutan, dilber. dil-azad : f. Gönlü rahat, gönlü bir şeyle ilgili olmıyan. dil-azar : f. Gönlü inciten, hatır kıran. dil-azurde : f. İncinmiş. Gönlü, kalbi kırılmış. dil-baz : f. Güzel konuşan. Sözü ve işi hoş olan. Gönül eğlendiren. dil-bend : f. Gönül bağlıyan, seven. dil-ber : f. Gönül alan, kalbi çeken. Güzel, dilber. dil-beste : f. Kalbi bağlı, âşık. dil-cu(y) : f. Gönül çeken, gönül arıyan. dil-dade : f. Gönül vermiş, âşık. dil-dar : f. Kalbi hükmü altında tutan. Sevgili, mâşuk. dil-duz : f. Kalbe batan, gönül delen. dil-düzd : f. Gönül çalan. dil-efruz : (Dilfiruz) f. Kalbi yakan, gönül parlatıcı. dil-ferah : f. Sevinçli, gönlü rahat. dil-figar : f. Gönlü yaralı, âşık. dil-firib : f. Gönlü aldatan, câzibeli. dil-germ : f. Öfkelenmiş hiddetlenmiş, gönlü kızmış. dil-gir : f. Kalbe sıkıntı veren gönül tutan. * Gücenmiş olan, kırgın. dil-güşa : f. İç açan, gönül açan, kalbe ferah veren. * Türk musikisinde bir mürekkeb makam. dil-hah : f. Gönül talebi, gönül arzusu. dil-harab : f. Gönlü yıkılmış, gönlü kırılmış. dil-hiraş : f. Yürek parçalıyan, tırmalıyan. dil-hun : f. Kalbi yaralı, yüreği kanlı. Mükedder, mağmum. dil-hurrem : f. Neş'eli, gönlü sevinçli. dil-huş : f. Yüreği rahat, gönlü hoş. dil-keş : f. Gönlü çeken, kalbi cezbedici. dil-kub : f. Gönül zedeliyen, vuran. dil-mürde : f. Duygusuz, kalbi ölmüş. dil-nişin : f.Gönlüde yer tutan. Lâtif, hoş. dil-riş : f. Dertli, kalbi yaralı, gönlü yaralı. dil-rüba : f. Gönül alan, gönül kapan. dil-şad : f. Sevinmiş. Kalbi hoş olmuş. dil-saz : f. Gönül yapan. dil-şikaf : f. Yürekleri delen, çok acıklı, dokunaklı. dil-şiken : f. Can sıkıcı, kalb kırıcı. dil-şikeste : f. Kalbi kırık, gönlü kırılmış olan. dil-sir : f. Gözü gönlü tok. dil-sitan : f. Gönül alan. dil-şüde : f. Gönlü gitmiş. Âşık. dil-şüküfte : f. Gönlü açılmış, ferahlamış. dil-teng : f. Sıkıntılı, kederli, gönlü darda olan. dil-tengî : f. Gönlü darlığı, iç sıkıntısı. dil-teşne : f. Kalbi susamış. Gönlü çok istekli, çok özlemiş. dilahis : Leşker, asker. Çeri başı. dilalet : Kılavuzluk etmek. * Nazlanma. İşve. * Üstünlük, galebe. dilamis : Yumuşak ve berrak olan şey. dilas : (C.: Düles) Hızlı, seri. dilas (delis) : Yumuşak ve berrak olan nesne. dildil : f. Iztırab, acı, elem, sıkıntı, azab. İnilti. dile : f. Dil, gönül, kalb yürek. * Gönül sahibi. dilekçe : (Bak: İstida) dilhas (dülâhis) : Arslan. Çeri kimse. dilir : (C.: Dilirân ) Bahadır, cesur, cesaretli, yiğit, yürekli. dilirân : (Dilir. C.) Bahadırlar, cesurlar, cesaretliler, yiğitler, yürekliler. dilirâne : f. Mertçesine, yiğitçesine, bahadırcasına. dilirî : f. Mertlik, yiğitlik, yüreklilik. dilüviyum : Jeo: Nehirlerin en eski alüvyonlarına verilen isim. dim : f. Yüz, yanak, çehre, surat. dima : f. (Bak: Demâ) dima' : Göz yaşı akan yerlerin izi. ◊ (Dem. C.) Kanlar.dimad : Yara üstüne yapılan yakı ve bağlanan bez. dimağ : Beyin. Kafanın içi. (Bak: Kalb) dimam : Çocukların yüzlerine sürülen ilâç. * Sevap. dimar : Cehalet devrinde Arabistanda bir sanem (put) ismi. * Bir daha sâhibinin eline geçmesi ümid edilmeyen zâil olmuş mal. * Sonraya bırakılan vâde. Müddeti hudutsuz borç. * Gizli. ◊ More…dimase : Yumuşak. * Asanlık, kolaylık. dime : (C.: Diyem) Gündüz veya gecenin üçte biri miktarı ile tam gün kadar sürebilen, gürleme ve yıldırımı, olmayan yağmur. dimen : Süprüntülükler. Mezbele. Gübre. Fışkı. dimişk : Şam şehri. Suriye'nin başkenti. ◊ (Bak: Dimişk)dimişkî : Şam şehriyle alâkalı. Şam'a ait ve müteallik. * Şam'da yapılan ve güzel san'atlarda kullanılan bir nevi kâğıt. dimkis : İbrişim. dimmet : Deve ve koyun tersi. dimn : Deve ve koyun tersi.* Selin getirdiği çörçöp. ◊ Her nesnenin arası. * Koltuk.dimne : (C.: Dimen) Ters. * Duvar temeli. * Kin, düşmanlık. * Süprüntülük. ◊ f. Tilki.dims : Duvar temeli. din : Ceza, ivaz. * İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından teklif olunan Hak ve hakikat kanunlarının hey'et-i mecmuasıdır. ◊ (Dyne) Fr. Fiz: Bir gramlık bir More…dina : İzdihamlık, kalabalık, çokluk. dinak : İri gövdeli, şişman kadın. dinamik : yun. Cisimlerin hareketleriyle bunları meydana getiren sebebler arasındaki alâkayı araştıran mekanik ilminin bir kolu. * Hareket eden, durup dinlenmek bilmeyen, hareketli. * Fls: Sâbitin More…dinamo : yun. Hareketi elektrik akımına çevirmeye mahsus âlet. dinan : Küpler. dinar : Lât. Eskiden kullanılan altın ve sikkeli para. dindar : f. Dinî kaidelere hakkıyla riayet eden, dininin emirlerini yerine getiren, mütedeyyin. dindarane : Dindar bir kimseye yakışacak tarzda. dinen : Din bakımından, diyanet noktasından, dince. dinkas : İfsad etmek, bozmak. dinn(e) : Bahillik. dinnabe : Kısa boylu kimse. dinname : Kısa boylu. dinneme : Kısa boylu. dinperver : f. Sağlam dindar, dine hizmet eden. Salabet-i diniye sâhibi. dintar : Çok yaşamış kertenkele. dinya : Emmi oğlu, amca oğlu. diplomat : yun. Memleket hakkında siyasi söz sâhibi. Dış meseleler hakkında milletlerarası işlerle uğraşan siyaset adamı. * Becerikli, söz söyliyebilen. dir' : (C.: Dırâ'- Duru') Cevşen. Cenkte, muharebede giyilen zırh. ◊ Zırh, demirden gömlek. * Kadın gömleği.dir-baz : f. Uzun zaman, uzun müddet, uzun. dirab : Erkek dişiye aşmak. * Küçük dağlar. dirahş : f. Nur, ziya, parıltı, parlama, ışık. dirahşan : f. Parlak. Parıldayan. Parlaklık. Münevver, ziyâdar. ◊ f. Parlıyan, parlak.dirahşende : f. Işıklı, nurlu, ışıldayan, parıldayan. diraht : f. Ağaç. Şecer. dirak : (Daraka. C.) Deriden mâmul kalkanlar. ◊ Tâbi olmaklık, itaat etmeklik.diram : Ateşin alevlenmesi. * Ateşin alevi. * Odun parçası, tahta parçası (tezcek ateş tutuşup alevlenir.) diran : (Dâr. C.) Evler, hâneler. dirar : Ziyân yetiştirmek. dirase : Kitab okumak. * Elbiseyi eskitmek. * Gizli yol. * Harmanda buğday döğmek. * Uyuz olan deveyi katranlamak. dirayet : Zekâ, bilgi. Kuvvetli tecrübe sahibi olmak. * Fetanet. Temkin ve tecrübeye dayanan akıl. dirayetkâr : f. Bilgili, dirâyetli, kavrayışlı. dirayetli : Kavrayışlı, zeki, bilgili, anlayışlı. diraz : f. Uzun. diraz-dest : f. El uzatan. El uzunluğu. dirazî : f. Uzunluk. dirdih : Yaşlı, pir, ihtiyar kişi. dirdim : Ağzında dişleri kırılmış ve kütelmiş yaşlı deve. direfs : İpek. * Katı, sağlam nesne. * Büyük iri yapılı adam. * Büyük deve. direfş : f. Alem, bayrak, sancak. direktif : Fr. Üst makamlardan, tutulacak yol üzerine verilen emirlerin tümü, hepsi. Talimat, emir. Nasıl, ne şekil olacağına çalışacağına dair emir. direktuvar : Fr. Fransız ihtilâlinin üçüncü yılında Konvansiyon'un yerine geçen idare şekli. direm : (Dirhem) f. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Şimdiki üç gram ağırlık. Okka denen eski ağırlık ölçüsünün (1/400) kadarıdır. Şer'an, orta büyüklükte yetmiş tane arpa ağırlığı. * More…direm-sera : f. Darbhâne, para basılan yer. direng : f. Gecikme, yavaşlık, teenni, teahhur. * Dinlenme, karar, istirahat, aram. direv : f. Ekin biçme, hasat. direv-ger : f. Ekin biçen, orakçı. dirga : Sıvı, balçık. dirgam : (C.: Darâgım) Arslan, esed, gazanfer, şir, leys, haydar. dirha : Süngü ile oynadıkları halka. dirham : (C.: Derâhim) Kuruş. dirhami : Bir dirhem. dirhem : (Bak: Direm) dirhevs : Katı, şiddetli nesne, şedid. diriğ : f. Men'etmek, korumak, esirgemek. * Eyvâh, yazık. diriga : f. Yazık, eyvahlar olsun! dirin(e) : f. Eski, kadim. diritnot : (Diritnavt) ing. Büyük harp gemisi. dirkite : Acem diyarında bir oyun adıdır. (Bir yere gelip raks ederler.) dirr : Avret üzerine avret almak, evli iken bir daha evlenmek. dirre : (C.: Direr) Sütün çokluğu. * Sütün akanı. * Turra. * Kırbaç. dirriz : Bahil kimse. * Kısa boylu, âdi kadın. dirs : (C.: Derâsa-Edrâs) Kertenkele, fare ve kedi gibi hayvanların eniği. ◊ Azı dişi. * Katı, muhkem yer. * Az yağmur. * Kötü huy.dirv(e) : Av öğrenmiş olan köpek yavrusu. * Dağ ağaçlarından pelit ağacına benzer bir ağaç. dirvas : Büyük deve. * Boynu kalın olan adam. * Arslan. * Köpek ve devenin sütü. diryak : Tiryâk, ilâç. dirz : (C.: Duruz) Dünya nimetleri. * Lezzet. disam : Şişe ağzına konulan tıpa. * Yaraya bağlanan bez. * Kulak içine sokulan şey. * Yarık ve delik tıkamada kullanılan tıkaç. disar : (C.: Düsür) Üste giyilen kaftan, elbise. * Yatak çarşafı. * Arapçada elbise demek olduğu hâlde Osmanlıcada yalnız Farsça kaidesi ile yapılan sıfat terkiblerinde ziyadelik, çokluk, bolluk More…dise : f. Kişi, şahıs, zât, fert. disiplin : Fr. Uyulması lâzım gelen kaide ve yasaklar. * Nizam ve intizam te'mini için zihnî, ahlâkî, ruhî, cismanî tâlim ve terbiye. diskalifiye : Fr. Müsabaka dışı bırakılmış. div : f. Dev. * İblis, şeytan. * Cinn, ifrit. div-bad : f. Şiddetli rüzgâr, kasırga, fırtına. * Divanelik, delilik, cinnet. div-beçe : f. Deve yavrusu. div-came : f. Eskiden savaşlarda giyilen kaplan veya arslan postekisi. div-çe : f. Sülük. * Kadın tuzluğu adı verilen bir bitki çeşiti. * Ağaç kurdu, güve. * Arka kaşağısı. divan : Eskiden yaşamış şâirlerin şiirlerinin toplandığı kitap. * Büyük meclis. Büyük ve idâre işlerine bakan bilgili, nüfuzlu kimselerin toplandıkları yer. divan durmak : Huzurda hazır olarak beklemek. divan-i hümâyun : 'f. Halkın dâva ve şikâyetlerinin dinlenip halledildiği, devlet meselelerinin görüldüğü padişah huzuru. Bu mecliste; sadrazam, şeyh-ül İslâm, kazaskerler, defterdarlar ve sair büyük More…divançe : f. Kafiye itibariyle harf sırası tertibiyle yapılan küçük şiir mecmuası. divane : f. Deli. Aklı başında olmayan. divane-gî : f. Delilik, divânelik. divane-rev : f. Çılgın, delicesine davranan. divanhane : f. Odalar arasındaki büyük salon. Büyük ev. Divan kurulacak büyük oda. Saraylarda odalar hâricinde olan büyük salon. divar : f. Duvar. divâr-ger : f. Duvarcı. dive : f. İpek böceği. divek : f. Ağaç kurdu, güve. diver : f. Ev sahibi. divit : Yazı yazmak için kullanılan hokka ve kalemi bir arada ihtiva eden mahfaza. diya : Helak olmak, telef olmak. diyaf : Bir mevzi. diyanet : Dindarlık. Dinin hükümlerine riâyet ve muktezasınca amel etmek. Din emirlerinin hüsn-ü ihtiyar ile tatbiki. Din işleri. diyar : (Dâr. C.) Memleket. diyar-i gurbet : f. Gurbet diyarı. Yabancı memleket. diyar-i rum : f. Eskiden Osmanlı ülkesindeki Anadolu. diyas(e) : Ekini davar ayağı ile bastırıp çiğnetmek. * Kılıcı ruşen etmek, kılıcı parlatmak. diyat : (Diyet. C.) Diyetler. (Bak: Diyet) diyeke : (Dîk. C.) Dîkler, horozlar. diyer : (Dâr. C.) Dârlar, hâneler, evler. diyet : Kan bedeli. Yaralanan veya öldürülen bir kimse için en yakın vârisine ödenmesi şer'an hükmolunan para veya mal. Can pahası. * Para, değer. Kıymet. ◊ Tar: Almanya'yı More…diyk : (Bak: Dîk) diz : f. Kal'a, sur. diz(e) : f. Levn, renk. diza : Noksanlaştırmak. * Eziyet vermek. * Ezâ etmek. * Hor ve hakir etmek. dizçek : Dizleri muhafaza etmek için muharebelerde kullanılan bir nevi zırh. dizdar : f. Kale muhafızı, kale ağası. doğa : (Bak: Tabiat) doğa ötesi : (Bak: Metafizik) doğma : yun. Fikir, rey. * Fls: Kat'i olarak ileri sürülen fikir. doğmatizm : (Bak: Nassiye) dok : ing. Gemi tamir veya inşasında kullanılan üstü örtülü havuz. * Ticari eşya için rıhtımlarda yapılan büyük depo. doktrin : yun. Hatt-ı hareket. Hareket tarzı. Düstur, tarik. Re'y. * Fls: Bir sistem meydana getiren fikir ve kanaatlerin hepsi. Bir felsefe veya edebiyat okulunun fikirlerinin tümü. dolap : (C.: Devâlib) Kuyudan su çıkarıp bahçeleri sulamaya mahsus döner makine. * Her çeşit döner çark, çıkrık. * İçine eşya vesaire konulan raflı veya rafsız göz. * Eskiden selâmlık ile harem More…dolunay : t. Ayın yuvarlağına karşı gelen yarım küre yüzeyinin tamamıyla aydınlık görünmesi hâli. Ayın 14 veya 15 nci günleri. * Bedir. domaniç : Kambur. Tümsekli, fırlak. dominyon : ing. Büyük Britanya İmparatorluğu'nun, anavatanla aynı hakları olan deniz aşırı parçalarından beherine verilen isim. dönüm : 919 m2 lik eski bir arazi ölçüsü. dost : (C.: Dostân) f. Sevilen insan, muhib, yâr. * Erkek veya kadın sevgili, mâşuk, mahbub, mâşuka, mahbube. * Hakiki dost ve âşıkların ve âriflerin âşık oldukları Allah. dostan : (Dost. C.) Dostlar. dostane : f. Dostça, dostlukla. dostî : f. Dostluk. döviz : Fr. Yabancı devlet parası. * Yabancı ülkelerde ecnebi paralarla ödenecek olan poliçe, çek gibi senetler. doz : Kim: Bir maddenin bir karışıma girmesi gereken muayyen miktarı. * Tıb: Bir hastaya bir defada veya bir günde verilecek ilâç miktarı. * Ölçü, miktar. dram : yun. Korkunç ve kanlı tiyatro piyesi. * Müthiş bir vakıa. Musibet, felâket. Heyecan uyandıran hâdise veya hareket. dramatik : yun. Drama benzer. Heyecan verici, acıklı. * Temsil yapılmak üzere yazılan heyecan verici veya acıklı tiyatro eseri. Acıklı olanına Trajedi, gülünç olanına da Komedi denir. du' : (C.: Ezvâ-Zayân) Erkek baykuş. dü'bub : Zayıf nesne. * Çirkin huylu, kısa boylu kimse. * Kolay yol. * Uzun at. * Karınca nevinden bir nev. * Hububattan bir cins. dü'bus : Ahmak. du'ce : Gözün büyük ve siyah olması. du'k : Zayıf adam. dü'lul : (C.: Dâlil) Belâ, zahmet, dâhiye. du'ma : Ulu yol. du'mus : (C.: Deâmis) Rengi siyaha benzer bir küçük su canavarı. du'şuka : Bir böcek cinsidir ve sahrâlarda olur. dü'sur : (C.: Deâsir) Yıkılmış havuz. dü-bâlâ : f. İki kat. dü-dide : f. İki göz. dü-dilî : f. Tereddüt, kararsızlık, neticeye varamamak. dü-gane : f. İki adet, iki tane, ikiz. Çift. dü-giti : f. İki âlem. Dünya ve âhiret. dü-muy : f. Saçına sakalına kır düşmüş adam. dü-nim(e) : f. İki parça, ikiye yarılmış, bölünmüş ikiye ayrılmış. dü-şah(i) : f. Çatal ağaç. * Tomruk. * Eskiden suçlunun boynuna takılan çatal ağaç. dü-vazdeh : f. Oniki. dü-vist : f. İki yüz. dü-vüm(in) : f. İkinci, saniyen. dü-zeban : f. İki dilli. dua : Allah'a (C.C.) karşı rağbet, niyaz, yalvarış, tazarru. * Salât, namaz. * Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek. Allah'ın rızâsını, hidayet ve istikamete muvaffakiyyeti More…düabe : Lâtife etme, şaka yapmak. * Oyun. duâgû : (Duâhân) f. Duâ okuyan. Duâ eden. duat : (Dâî. C.) Duâ edenler. Allah'a yalvaranlar. * Dâvet edenler. duban : Duman. dübar : Çarşamba günü. dübar(e) : f. İki kat, çift kat, kat kat, katmerleşme. dübb : Ayı. dübba' : Kabak. dübbe : Yol, tarik. dübeyt : f. İki beyitten müteşekkil rübainin diğer ismi. düble : Beyaz helva parçası. * Büyük lokma. dübr : (Dübür) Kıç, mak'ad, süfre. * Bir işin nihayeti, sonu. * Bir şeyin arkası, gerisi. dübse : Siyaha benzeyen kırmızılık. dübsiyy : Kumruya benzer bir kuş. dubu' : Yapışmak. dübul : Su arkı. düca : Zulmet, karanlık. dücac : Galebe ile çağrışmak. * İnlemek. * Aldatmak, kandırmak. dücace : (Bak: Decace) dücale : Katran. dûçar : f. Yakalanmış. Çatmış. Mübtelâ. * Ulaşmış. dücce : Fazla karanlık, ziyade zulmet. düci : (Dücye. C.) Karanlıklar, zulümat. dücme : Karanlık, zulmet. dücne : (C.: Dücen-Dücenât) Kapalı hava, karanlık. ducret : Sıkıntı, gönül darlığı, zahmet. Zaruret. ducret-ver : f. Sıkıntılı. dücüc : (Decâc. C.) Tavuklar. Tavuk, horoz ve piliç cinsleri. dücun : Bulutun göğü bürüyüp örtmesi. dücünne : (C.: Dücünnât) Bulut kat kat olma. * Karanlık, zulmet. * Yağmur yağma. dücye : (C.: Dücâ) Bal arısının kovanı. * Avcılar kümesi. * Zulmet, karanlık. dud : f. Duman, sis. Tütün. * Elem, gam, keder, tasa. ◊ Kurt, böcek.dud-alud : f. Dumanlı. dûd-hâne : f. Kabile, silsile, hânedan, soysop. dude : f. Kavim, kabile, aşiret, ocak, aile. * İs'inden mürekkeb yapılan çıra. ◊ Kurtcağız, küçük solucan, böcek.düden : Coğ: Yerin altında akan suların oyup meydana getirdiği derin kuyu. dudhar : f. Kelebek. * Aşçı, yemek pişiren kimse. * Külhancı. dudman : f. Hanedân, sülâle, akarib, aile, kabile, kavim, aşiret. dudu : (Tuti) Dudu kuşu, papağan. ◊ Hanım, kadın, hatun.düello : İtl. Hakareti tamir için iki kişi arasında hususan Avrupa'da ve şâhitler önünde yapılan silâhlı çarpışma. düf : (C.: Düfuf) Def. düf'a : (C.: Difâ) Çok çabuk akan su. düfak : Bir şeyin dolu olması. düffa' : Büyük sel. düfn : Gömülmüş kuyu. düfuk : Atılmak. * Dökülmek. dug : f. Ayran. duga : Akılsız kadın. duga' : Kedi miyavlaması. * Tilki sesi. * Zelil, hakaret görmüş kimsenin sesi. dugab : Tavşan sesi. dugaga : Ahmak, akılsız kişi. dugata : Eğri bir ağaç cinsi. dugd : f. Gelin, yeni evlenmiş kız. dugmeran : Kara, esved. dugmus : (C.: Degâmis) Rengi siyaha yakın küçük bir su canavarı. dugn : Karanlık, zulmet. dugta : şiddet. * Meşakkat, zorluk. duh : f. Çorak, otsuz ve çıplak arazi. * Tüysüz, çıplak yüz ve baş. Köse ve dazlak. * Yapraksız ve meyvasız ağaç. * Hasırotu. ◊ f. Kız, kerime, duhter. * Havai fişek. * Hasır otu, More…duha : Kuşluk vakti. * Güneş. * Vuzuh ve beyan. * Kur'ân-ı Kerim'in 93. Suresinin adı. Vedduhâ da denir. duhala : (Dahil. C.) Yabancılar. Muhacirler. Sığınanlar. Dahilde olanlar. duhan : Duman. Tütün. * Kur'an-ı Kerim'in 44. suresinin adı. * Mc: Gaflet ve dalâlet dumanı ki, hakikatların görünmesine mâni olur. Arap lisanında galib olan şerre, duhan tesmiye ederler. More…duhas : Denizlerde çok olan büyük bir canavar. (Arkasıyla, boğulan kimselere yardım edip kurtarır, 'dülfin' de derler.) dühat : Akıllılar. Akılda çok ileri olanlar. Dehâ sâhibi. Son derece anlayışlı ve zekâ sahibi olanlar. dühdün : Bâtıl nesne. dühdür : Bâtıl nesne. duhh : Tütün. duhl : (C.: Dehâhil) Ufak kuşlar. dühme : Siyahlık, karalık. duhmesan : Kara yağız, iri yapılı adam. * Akılsız adam. duhn : Darı. dühn : Ot, yemiş veya çiçekten çıkarılan yağ. duhne : Tohum tânesi, tek tâne. * Darı. dühriyy : Yaşlı, ihtiyar, müsinn. duhruce : (C.: Dehâric) Yellengen böceğinin yuvarladığı ters. * Deve kuşunun yavrusu. duhseman : Kara yağız, iri vücutlu adam. duht : f. Kız, kerime. duht-ender : f. Üvey kız. * Eskiden kadın esirlerinin bir cinsi. duhte : f. Sağılmış. * İğne ile dikilmiş. duhter : f. Kız. duhtere : f. Bekârlık, kızlık. duhterî : f. Kızlık, bekârlık. duhuk : Doğurduktan sonra rahmi çıkan dişi deve. duhul : İçeri girme. İçeri dahil oluş. dühül : f. Davul. duhul ü huruc : İçeri girip çıkma. duhuliye : Eskiden, satılmak üzere şehir ve kasabalara getirilen her cins ticaret malından alınan vergi. * Bir yere girmek için verilen para. duhur : Zillet, zelillik, hakirlik, aşağılık. Adilik. ◊ Def'etme, çıkarma, kovma, uzaklaştırma.dühûr : Devirler, zamanlar. Dünyalar. duhus : Bâtıl olmak. duhye : Kuşluk vakti kesilen kurban. duka : Eskiden Avrupa'ca pek yüksek bir asalet ünvanı idi. düka' : Deve öksürüğü. dukak : (C.: Dekâyık) İnce nesne. * Un. * Zor, güç. dükas : Uyuklamak. dükne : Siyâha benzer bir renk. dülake : Davar emziğinde kalan süt bakiyesi. dülbe : (C.: Düleb) Çınar ağacı. dülbent : f. Tülbent. dülce : (Delce) Gece vakti bir yere gitmek. düldül : Fahr-i Kâinat (A.S.M.) Efendimize mahsus bir katır ki, sonradan Hz. Ali (R.A.) Efendimize bahş buyurulmuştur. dülfin : Denize düşenlere yardım edip, onları kurtaran bir balık. dülke : Küçük bir canavar. dull : Helak.DUM $ (Devâm) : Sâbit ve sâkin olmak. dülu' : Huruç etmek, çıkmak. düluk : Batma, güneş batması. düm : f. Kuyruk. düm-büride : f. Kuyruğu kesik. düm-çe : f. Kısa kuyruk, kuyrukçuk. düma : (Dümye. C.) Suretler. Küçük putçuklar. düma' : Hastalık veya ihtiyarlık sebebiyle gözden akan yaş. * Bahar günlerinde üzüm çubuğundan akan su. dümac : Çok sağlam nesne. * Gizli örtülü olan şey. düman : Yemişin çürüklü olması. * Ekine su düşüp, kesilmek. dümasir : (Demser) İnişi yumuşak olan yer. * Etli, büyük deve. dümdar : f. Askerlikte arttaki emniyeti te'minle vazifeli, geriden gelen ve askeri tâkib eden birlik. Ordunun geriden emniyet kuvveti. * Mc: Son zamanlarda gelen büyük evliyâullah. dümel (dümmel) : Tıb: Büyük kan çıbanı. dümlüc : Doğan kuşu. * Kan alacak yer. dümluk : Yassı, yuvarlak taş. dümlus : Berrak, yumuşak nesne. dümme : Arap oyunlarından bir oyun ismi. * Yol, tarik. dumr : Zayıflık. * Hafiflik. dumu' : (Dem'. C.) Göz yaşları. dümu' : (Dem'. C.) Gözyaşları. dümuk : Ansızın duhul etmek, birdenbire girmek. dumur : Bir uzvun maddi veya mânevi kabiliyetinin körelmesi. Gıdasızlıktan dolayı bir uzvun kuruyup kalması. Helâk. Körelmek. * Bir yere izinsiz gitmek. ◊ Büyüyüp gelişememek. More…dümur : Destursuz olarak eve girmek. dümus : Geceleyin çok karanlık olmak. dumuz : Susma, sükut. dümye : (C.: Dümâ) Oyun. * Ağaçtan yapılmış nakışlı suret. Sanem. dûn : Aşağı, alçak. Kolay. Zayıf. Gölgeli. Aşağılık. Altta, aşağıda. ◊ Gayrı, diğer, maadâ.dûn-perver : f. Kötü kimseleri koruyan, alçak kişileri muhafaza edip onların ilerlemelerine yardımcı olan. dunak : Nezle. dünb(e) : f. Kuyruk. dünbal(e) : f. Kuyruk. dünbek : f. Bekçi davulu. * Dümbelek. dune : Hastalık. dünu' : Horluk, hakirlik. dünüvv : Ulaşmak, yakın olmak. dünya : (Müz: Ednâ) (Denâet veya dünüvv. den) En yakın, en aşağı. dünyadâr : f. Dünya işleriyle uğraşan, mal ve mülk sahibi olan. Dünya hayatına fazla meyilli olan. dünyalik : t. Zenginlik, para ve mal. dünyaperest : f. Dünyaya tapacak derecede ehemmiyet verip âhiretini düşünmeyen. Maddiyatı çok seven. dünyevî : (Dünyeviye) Bu âleme mensub ve müteallik. Dünyaya âit ve dünya ile alâkalı. dür : (Bak: Dürr) dur ü diraz : Uzun uzadıya. dur-baş : f. 'Uzak ol!' anlamına gelen bir emir. * Değnek, sopa, âsa. dur-bin : f. Uzak gören. Uzağı gösteren âlet. dur-binî : f. İlerisini görürlük, uzağı görmeklik. dür-dane : f. İnci tanesi. * Mc: Çok güzel ve sevimli çocuk. dur-dest : f. Ulaşılması zor şey, erişilmesi güç şey. Uzak, uzun. dur-endiş : f. Önceden görüp düşünen. Tedbirli. Her şeyin ilerisini evvelden mülâhaza eden. İlerisini düşünen. dur-nüma(y) : f. Uzağı gösteren. dur-nüvis : f. Uzağı yazan. Telgraf. dura-dur : f. Uzaktan uzağa. Uzak uzak. Uzun uzadıya. durah : Gökte melâike kâbesi olan beyt-il mâmur. dürahis : Katı nesne. * Gövdesi etli olan insan veya hayvan. düramih : Yürürken sallanan kişi. durat : Yellenme. dürb : (Bak: Derb) durbe : Âdet, haslet. * Cür'et. * Tecrübe. dürbe : Âdet. Haslet. * Cür'et ve mümareset. Tecrübe. dürbîn : Uzaktan gören, dürbün. durc : İçine inci ve altın konulan küçük hokka. dürc(e) : Kutu, kutucuk, küçük kutu. * Mücevherat kutusu. * Hokka gibi olan ağız, biçimli ağız. dürd(e) : f. Tortu, çöküntü, posa, işe yaramayan kısım. dürdakis : Başla boyun arasında olan kemik. dürdî : f. Çöküntü, tortu. dürdür : Dişin kök yeri. * Çocukların dişlerinin çıkıp bittiği yer. dure : Hakir ve şânı küçük olan adam. dürece : Süllem, merdiven. * Bağırtlak kuşu. (Kanatlarının içi siyah ve dışı boz olan bir kuş.) dürer : (Dürr. C.) f. Büyük inciler. dürhamin : Belâ. Zahmet, meşakkat. durî : f. Uzaklık. durit : Kovmak, def etmek. dürnuk : (C.: Derânik) Bir cins döşek. durr : Zayıflık. Hâli yaramaz olmak. dürr : (Dürdâne, dürre) f. İnci. İnci tanesi. dürr-efşan : f. İnci serpen. Söylediği sözler inci olan ağız. dürr-i cân : f. Canın incisi. Çok sevgili. dürr-i misâl : f. Misâlin incisi. İnci misâlinde, misâlin parlağı. dürr-i yetim : f. Sadef içinde tek olan inci. * Mc: Hz. Peygamber Muhammed (A.S.M.) dürrace : (C.: Derrâc) Türac denilen kuş. dürrae : (C.: Derâri) Ferâce, kaftan, elbise. dürrat : (Dürre. C.) Büyük, iri inci taneleri. durre : (C.: Dür-Dürrât-Dürer) İnci. dürre-i beyzâ : f. Parlak, büyük inci. dürrî : Dürr'e mensub, inci ile ilgili. dürşe : Hâcet, ihtiyaç. duru' : (Dır. C.) Savaşda giyilen zırhlar, cevşenler, çelik elbiseler. ◊ Uzak, ırak, baid.düru' : (Dır'. C.) Zırh gömlekler. durub : (Darb. C.) Döğmeler, vurmalar, darblar. düruc : Dürmek. * Geçmek. * Koymak. dürud : f. Dua, medih, tahiyye, selâm. * Ekin biçme. * Yontmuş ağaç, kereste. dürug : f. Yalan, Doğru olmayan söz. dürug-zen : f. Yalancı. dürur : İnmek. * Akmak, seyelân. durus : Kuyu örülen taş. dürus : (Ders. C.) Dersler. * Müfret olarak: Bir şeyin eseri mahv ve müzmahil olmak. dürüst : f. Sıhhati yerinde, sağ, sahih, salim. * Doğru, hatasız. * Bütün, tam. dürüşt : f. Katı, kalın, yağun. * Kaba, sert. dürüstî : f. Doğruluk, düzgünlük, sağlamlık. dürüştî : f. Kabalık, sertlik, katılık, kalınlık, yoğunluk. dürye : Bilmek. dürzi : (C.: Düruz) Suriye'nin güneyi ile Ürdün ve İsrâil'de yaşayan ve sonradan Araplaşmış olan bir kavimdir. Arapça konuşurlar. Dalâlet fırkalarından en bâtıl yolda olan bir fırkadır. More…dûş : f. Omuz. Ketif. * Dün gece. * Âlem-i menâm, rüya âlemi. * Mütesadif ve mütelâki olan. düş : f. (Bak: Dûş) dûş azmak : Rüyâda iken kirlenmek, ihtilâm olmak. duşab : f. Hurma ve üzüm pekmezi. Pekmez. düşab : f. Pekmez. düşenbih : f. Haftanın ikinci günü, pazartesi. düşeş : f. İki altılık. Tavla zarında iki defa altı gelmesi. düşin(e) : f. Dün gece. duşize : (C.: Duşizegân) f. Kız, bâkire. El değmemiş. düsme : Toz bulaşmış olan nesne. * Adi, alçak kimse. düşnam : f. Sövme, sövüp sayma, ta'n. düsse : Arap çocukları arasında meşhur olan bir oyun. ◊ Başa soğuk geçmek.düstur : f. Umumi kaide. Kanun, nizam. * Örnek, nümune * Üslub. İzin, müsaade. * Mu'teber ve mu'temed kimse. * Destur. düsum : (Desem. C.) Yağlar. düsur : Mahvolma. Eseri kalmama. Ortadan kalkma. Nişanı belirsiz olma. * Kaftan eskime. * Ev köhne olma. düsür : (Disar. C.) Perçinler, halatlar, kenetler. Geminin tahtalarını birbirine bağlayan rabıtalar. ◊ (Disar. C.) Üste giyilen kaftanlar, elbiseler. * Yatak çarşafları.düşvar : f. Müşkil. Güç. Zor. düşvar-ger : f. Dağ. düşvarî : f. Zorluk, güçlük, suubet. duud(e) : Nezle olmak. duva : Baykuş sesi. düvab : İşi birbirine ulaştırmak. düval : f. Tasma, kayış. düvam : Sabit ve sakin olmak. düvar : Baş çevrilme. düvel : (Devlet. C.) Devletler. düvel-i muazzama : f. Büyük devletler. Düvel-i muazzama-i İslâmiyye gibi. düvel-i müttefika : f. İttifak etmiş, birlik olmuş, birleşmiş devletler. düvelî : (Düveliyye) Devletlerle alâkalı. düvuk : Ahmaklık, hamâkat. düvvac : Hâkimlerin giydiği bol kaftan. * Yorgan. * Tac. düvvame : Çocukların çevirerek oynadığı bir fırıldak. düyun : (Deyn. C.) Borçlar. düyunat : (Düyun. C.) Borçlar. duz : f. Dikici, diken, dikmiş. duzah : f. Cehennem. Tamu. * Mc: Keder. Külfet. duzah-mekân : f. Makamı Cehennem olan kâfir, münâfık. duzahî : f. Cehennem'e mahsus, cehennemî, zebani. düzd : (C.: Düzdân) f. Sârık, hırsız. düzdan : (Düzd. C.) f. Hırsızlar, sürrak. düzdâne : f. Hırsız gibi, hırsıza yakışır şekilde, hırsızca. düzdî : f. Hırsızlık, sirkat. düzeç : (Uydurma bir kelimedir.) (Bak: Tesviye âleti) düzenbaz : Hile yapan, aldatıcı. duzene : f. Sivrisinek, arı gibi haşeratın iğnesi. düzine : On iki parçadan ibaret takım. düzlem : (Uydurma bir kelimedir.) (Bak: Müstevi) düztaban : t. Tıb: Ayak tabanı düz olan kimse. Böyle kişiler çabuk yorulurlar ve hızlı yürüyemezler.