08 Kasım 2024
6 Cemaziye'l-Evvel 1446
halveti
MENÜ
SOHBETLER HAZRET-İ MUHAMMED'IN
(S.A.V) HAYATI
SEVGİLİ PEYGAMBERİM KUR'AN-I KERİM İLMİHAL İSLAM VE TOPLUM 40 HADİS HADİS-İ ŞERİFLER OSMANLICA SÖZLÜK RÜYA TABİRLERİ BEBEK İSİMLERİ ABDÜLKADİR BİLGİLİ
(SEBATİ) DİVANI
NİYAZİ MISRİ DİVANI HİKMETLİ SÖZLER KUR'AN-I KERİM ÖĞRENİYORUM KUR'AN-I KERİM (SESLİ ve YAZILI) SESLİ ARŞİV İLAHİLER KVKK ve GİZLİLİK POLİTİKASI
İSLAM ve TASAVVUF
TASAVVUFUN TARİFLERİ TASAVVUFUN DOĞUŞU TASAVVUFUN ANADOLU'YA GİRİŞİ HALVETİLİĞİN TARİHİ HALVETİLİĞİN TARİHİ GELİŞİMİ HALVETİLİĞİN TÜRK TOPLUMUNDAKİ YERİ HALVETİYYE SİLSİLESİ PİRLERİMİZİN HAYATLARI MEHMET ALİ İŞTİP (VAHDETİ) ABDÜLKADİR BİLGİLİ (SEBATİ) İBRAHİM GÜLMEZ(KANÂATÎ)
EHLİ - BEYT
EHL-İ BEYT KİMDİR? EHL-İ BEYTİ SEVMEK
RESÛLULLAH'I SEVMEKTİR
EHL-İ BEYT EMANETİ RESÛLULLAH'TIR EHL-İ BEYTİN HALİ NUH'UN GEMİSİ GİBİDİR EHL-İ BEYT OLMAK HEM NESEBİ HEMDE MEZHEBİDİR
ONİKİ İMAMLAR
HZ. İMAM ALİ K.A.V RA HZ. İMAM HASAN-I (MÜCTEBA) HZ. İMAM HÜSEYİN-İ (KERBELA) HZ. İMAM ZEYNEL ABİDİN HZ. İMAM MUHAMMED BAKIR HZ. İMAM CAFER-İ SADIK HZ. İMAM MUSA-İ KAZIM HZ. İMAM ALİYYUL RIZA HZ. İMAM MUHAMMED CEVAD (TAKİ) HZ. İMAM ALİ HADİ (NAKİ) HZ. İMAM HASAN’UL ASKERİ HZ. İMAM MUHAMMED MEHDİ






OSMANLICA SÖZLÜK


A B C D E F G H I J K L M N O P R S T U V Y Z

  • bâ : Arabçaya göre harfinin okunuşu. Ebced hesabında iki sayısını ifade eder. Mektup ve eski evraklarda Receb ayına işarettir.
  • ba' : Kulaç. * Erişme. * Yetme. * Kuvvet, kudret, beceriklilik. * şeref, kerem. * Vergili, verimli olma.
  • ba'c : Karına dürtmek, karın yarmak.
  • ba'd : Zaman zarfıdır ve te'hir ifade eder. * Helâk olmak mânâsına mastardır.
  • ba'de : Sonra.
  • ba'de bu'din : Hayli zaman geçtikten sonra, neden sonra.
  • ba'dehâ, ba'dehû : Bundan sonra. Ondan sonra.
  • ba'dehum : Onlardan sonra.
  • ba'del eda : (Ba'de-l edâ) Yapıldıktan sonra.
  • ba'del harb : (Ba'de-l harb) Muharebeden, harpten sonra.
  • ba'del ifa : (Ba'de-l ifâ) Yapıldıktan, ifâ edildikten sonra.
  • ba'del mevt : (Ba'de-l mevt) Ölümden sonra.
  • ba'del milad : (Ba'de-l milâd) Milâddan sonra. Tarih başlangıcı kabul ettikleri seneden sonra.
  • ba'del musâlaha : (Ba'de-l musâlaha) Musâlahadan, barıştan sonra.
  • ba'del mütâlaa : (Ba'de-l mütâlaa) Mütâlaa ettikten sonra, okuduktan sonra.
  • ba'del yevm : (Ba'de-l yevm) Bugünden sonra.
  • ba'dema : (Minba'd, fimâba'd) Ondan sonra. Bundan sonra. Bundan böyle.
  • ba'detteşekkül : (Ba'de-t teşekkül) Teşekkül ettikten sonra, oluştuktan sonra.
  • ba'deza : (Ba'dezin) Bundan sonra.
  • ba'dezzeval : (Ba'de-z zevâl) Zevalden sonra, sona erdikten sonra.
  • ba'dezzuhr : (Ba'de-z zuhr) Öğleden sonra.
  • ba'l : (C.: Buûl) Cahiliyet devrine mahsus bir put. Güneş Tanrısı. * Karıkocadan herbiri. * Yılda bir kez yağmur yağan yüksek yer. * Hayret. * Zaaf, zayıflık.
  • ba'le : Erkeğin karısı, zevce.
  • ba's : Gönderme, gönderilme. * Cenab-ı Hakk'ın peygamber göndermesi. * Diriliş. Yeniden diriltme. İhyâ. * Uykudan uyandırma.
  • ba's-i enbiya : f. Peygamberlerin gönderilmesi.
  • ba'seret : Dikkatle teftiş etme. * Keşif ve istihrac etme. * Perâkende edip dağıtma. * İnkılâb. Karıştırma. Bulandırma. * Meydana çıkma. * Kirli leke.
  • ba'z : Bir şeyin bir kısmı. Bir parça. Bâzısı. Biraz.
  • ba'ziyet : Bazılarına âit oluş. Herkese âit olmama. Herkesle alâkalı olmama. Bir şeyin bir kısmı ve bir miktarı.
  • ba-dad : f. Adaletli, âdil, sâdık, doğru.
  • ba-hem : f. Birlikte. Beraber. (Arabçadaki 'Maa' mânasına)
  • bâ-hired : f. Akıllı, zeki.
  • ba-reng : f. Renkli.
  • ba-saman : f. Varlıklı, zengin. * Düzenli, tertipli, düzgün.
  • bâ-vücud ki : f. Bununla beraber, böyle iken.
  • baad : Helâk olmak.
  • baas : (Bak: Ba's)
  • bâb : Kapı. * Kısım. * Mevzu. * Fasıl. Bölüm. Parça. Kitab. * Hususi madde. * Sığınacak yer. * İş. * Şekil. * Tövbe. ◊ f. Lâyık, uygun, münasib, elverişli. * Hayır, uğur.
  • bab harci : Mahkemelerde kadıların, naiblerin, mal ve mukataa kalemlerinde bulunan memurların aldıkları bir nevi harç.
  • bâb-i hâne : f. Hırsızların yeri. * Fuhuşhane. * Tembeller yurdu.
  • babacan : Biraz kalender davranışlı, cana yakın.
  • babayan : (Baba. C.) f. Tarikat babaları, şeyhleri. Bektaşi şeyhleri.
  • babayiğit : Yetişmiş delikanlı, tam bedenî kuvvetini almış genç. Cesur, yiğit.
  • babet : f. Bent, fırka. * Münasip bir şey. Taalluk, münasebet, alâka, ilişki.
  • babeyn : İki kapı. * Mc: Dünya ve âhiret.
  • bâbil : Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda 'Çeh-i Bâbil' olarak yer alan ve More…
  • bâbil kulesi : 'Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini More…
  • babük : Ahmak, sersem adam.
  • babur : (Zahirüddin Muhammed) Hindistan'da büyük Müslüman Türk devletinin kurucusu ve Timur'un beşinci göbekten torunudur. Fergana Emiri olan babası Ömer Şeyh'in ölümünden sonra tahta More…
  • babur-name : f. Bâbur Şah'ın Vekayi ismindeki meşhur hatıra kitabı.
  • babzen : f. Ağaçtan veya demirden yapılmış olan kebap şişi.
  • bâc : f. Vergi. * Kudretli hükümdarın zayıf olan hükümdardan aldığı vergi. * Eskiden halktan alınan öşür veya haraç ve gümrük vergisi. * Renk. * Çeşit.
  • bâc-bân : f. Geçiş vergisi tahsildarı. Bac toplayan memur.
  • bâc-gir : f. Vergi toplayan kimse. Vergi toplama memuru.
  • bâc-güzar : f. Vergi veren, haraç veren. * Geçiş parasına tâbi.
  • baceng : f. Baca. * Ufak pencere. Tepe penceresi.
  • bâd : f. 'Olsun, ola, olaydı' mânasına gelir ve kelimelerin sonuna getirilir. Meselâ: Aferin bâd $ : Aferin olsun. Çok yaşa. Afiyet bâd $ : Afiyet olsun. ◊ f. Yel. Rüzgâr. More…
  • bad' : Kesmek. Yarmak. * Suya kanmak.
  • bad'a : (C.: Bida') Et parçası.
  • bad-ban : f. Yelken. * Gemi sereni.
  • bad-baz : f. Yelpaze.
  • bad-bedest : f. Elinde avucunda birşey bulunmayan. İflas etmiş.
  • bad-ber : f. Uçurtma. * Daima kendini methettiği halde elinden bir iş gelmiyen kimse.
  • bad-biz : f. Yelpaze.
  • bad-dar : f. Mağrur, kibirli. * Divane, deli. * İri vücut, şişman. * Hiç bir işle alâkası bulunmayan kişi.
  • bad-efra(h) : f. Mücazât, ceza. * Bir çeşit fırıldak.
  • bad-gân : f. Bekçi, gözetici, gözeten. * Hazinedar.
  • bad-gâne : f. Kafesli pencere.
  • bad-gerd : f. Kasırga.
  • bad-gîr : f. Vantilatör. * Baca. * Semaver ve nargilenin başlığı.
  • bad-herze : f. Büyü, sihirbazlık. * Letâfet, güzellik.
  • bâd-i şimalî : f. Kuzey rüzgârı. * Nefes, soluk. * Ah sesi, ah çekme. * Allah'ın inâyeti. * Medih. * Söz. * Büyüklük taslama, kibirlilik. * şarap.
  • bad-nüma : f. Rüzgârın esme istikametini gösteren âlet. * Fırıldak.
  • bad-pa(y) : f. Ayağı çabuk olan (at ve sâire).
  • bad-per : f. Kağıttan yapılmış olan uçurtma. * Hodbin, kendini beğenen ve öven kimse. * Kamçı topacı.
  • bad-peyma : f. Başıboş, boş gezen, âvâre, serseri.
  • bad-reftar : f. Rüzgâr gibi hızlı yürüyen. Çabuk ve hızlı koşan, sür'atli.
  • bad-sene : f. Kibirli, mağrur. Büyüklük taslıyan. * Kötü niyetli.
  • bad-ser : f. Mağrur, kibirli. * Serkeş, isyânkar, âsi. * Taassub ehli, mutaassıb.
  • bad-seyr : f. Hızlı yürüyen, rüzgâr gibi koşan, ayağına çabuk.
  • bad-süvar : f. Koşu atı, hızlı yürüyen at. * Hızlı giden atlı.
  • bad-zehr : f. Panzehir.
  • bad-zen : f. Yelpâze.
  • badam : f. Badem.
  • badame : f. İpek kurdu. * Zincir halkası. * Et beni. * Nazarlık. * Süslü şey. * Eski hırka.
  • badaş : f. Mükâfat.
  • badd : Az az akmak. * Nazik deri.
  • bâde : f. şarap, içki. Kadeh.
  • bâde-i ikbal : İkbal şarabı. Yüksek mevkide bulunmanın verdiği geçici neşe ve keyif.
  • bâdekeş : İçki içen.
  • bademcik : Tıb: Boğazın iki tarafında, badem biçimindeki bezler.
  • baden : Semiz, iri gövdeli kimse.
  • bâdî : Rüzgâra ait. * Muvakkat. Geçici.
  • badi : Sebeb. İllet. Mûcib. Vesile. * Zâhir ve âşikâr olan. * Halkeden. Hâlık. Yaratan. ◊ f. Geçici. * Havaya veya rüzgâra âit.
  • badi' : Deniz içinde olan ada. * Et. * Deri.
  • badia : Derisini ve etini yarıp kanatmış olan, fakat kanı çıkmayıp akmayan baş yarası.
  • badih : (Bâdihe) Beklenmedik ziyaret. * Erkek ziyaretçi. * Birden bire gelen ilham. * Ansızın, âniden.
  • badile : (C.: Bâdil) Koltukla meme arasında olan et.
  • badin : Şişman, bedeni büyük, iri vücutlu.
  • badinc : f. Hindistan cevizi.
  • badincan : f. Patlıcan.
  • badir : Hemen yapmak isteyen. * Birdenbire vuku bulan. * Dolunay. * Büyümüş (çocuk). * Olgun (meyva).
  • badire : Birdenbire meydana gelen hâl. Felâket. Musibet. * Kabahat. * Birden, zahmetsizce söylenen söz. * Kılıcın, namlunun veya her çeşit nebatın ucu. * Zor geçit.
  • bâdiye : f. Kır. Ova. * Sahrâ. Çöl.
  • badk : Tükürmek.
  • bâf : f. Dokuyan, dokuyucu mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ:
  • bağ : f. Büyük bahçe. Bostan. * Üzüm asmaları bulunan yer. * Üzüm asması.
  • bag-ban : f. Bahçıvan, bağcı. Bahçe bekçisi.
  • bag-banî : f. Bahçıvanlık, bağcılık. Bağ bekçiliği.
  • bag-çe : f. Bahçe.
  • bag-van : f. Bahçıvan, bağcı.
  • bag-zar : f. Bağlık yer, bağ, bostan.
  • bagaj : Fr. Yolcu eşyası. * Yolcu eşyası koymaya mahsus yer, yolcu eşyası vagonu.
  • bagal : (C.: Bigâl) Katır. ◊ f. Koltuk.
  • bagan : f. Bahçeler. Bostanlar.
  • bagar : 'Bir yakıcı hastalıktır ki devede vâki olur; suyu içip kanmaz ve sonunda ondan helâk olur.'
  • bagare : Şiddetle yağan yağmur.
  • bagat : (Bağ. C.) Bağlar, üzüm bağları.
  • bagaya : (Bagiyy. C.) Fahişeler.
  • bagbaga : Evmek, acele.
  • bagda' : şiddetli nefret, hiç sevmemek.
  • bağdadî : Bağdad şehrine mensub. Bağdad ahalisinden olan. Bağdadlı. * Dar, ensiz tahta pervazlarından yapılmış ve üstü sıvanmış bölme veya tavan.
  • bagel : f. Ilık su. Sıcak ve soğuk olmayan, harareti ikisinin arasındaki bir ısıda olan su.
  • baggal : (Bagl. dan) Katırcı.
  • bagi : İsteyen. * Zâlim. * İsyan etmiş. Asi. Yoldan sapmış. * Fık: İmâm-ı Adile âsi olan.
  • bagilik : Serkeşlik, âsilik.
  • bağistan : f. Bağlık ve bahçelik yer.
  • bagiyane : f. Allah'a isyan edenlere ve âsilere yakışır surette. * Zâlimlere yakışır şekilde.
  • bagiyy : (C.: Begâyâ) Haddini tecavüz eden. * Zina edici, zâni.
  • bagiz : (Bugz. dan) Herkese nefret eden, buğzeden. Hiç kimseyi sevmeyen. Tiksinen. ◊ Adavet olunmuş, düşmanlık yapılmış.
  • bagl : Katır, ester.
  • bagle : Dişi katır.
  • bagsa' : Tüyü siyahlı beyazlı olan ve yer yer de benler bulunan koyun.
  • bagşe : (C.: Buguş) Çisenti yağmurdan biraz fazlaca olan yağmur.
  • bagt : Ansızlık. Ansızdan gafil iken gelmek.
  • bagteten : Ansızın. Füc'eten. Birdenbire. Apansız.
  • bagy : Azgınlık. Zulüm, İsyan. * İstemek, talep etmek. * Haddini tecâvüz etmek. * Yaranın şişmesi. * (Yağmur) şiddetle yağmak.
  • bagza : şiddetli nefret, hiç sevmeme.
  • bah : şehvet.
  • bah' : Helâk etme.
  • bâha : Ev ortası.
  • bâhâ : Suyun derin yeri. * Açık meydanlık. Alan. * Bir evin çevresindeki kapalı avlu veya bahçe.
  • bahâ : Güzellik. Zariflik. * Zinet. * İzzet. * Bir şeye alışıp ünsiyet etmek. ◊ f. Kıymet. Değer. Bedel. Pahâ.
  • baha-dar : f. Pahalı değerli, kıymetli.
  • bahadir : f. Kahraman. Cesur. Yiğit. Dilâver.
  • bahadirane : f. Yiğitçesine, kahramana yakışır surette.
  • bahadirî : f. Yiğitlik, bahadırlık, kahramanlık.
  • bahaim : (Bak: Bahayim)
  • bahak : Göz patlama veya patlatma.
  • bahal : Malını kimseye vermeyip saklamak.
  • bahandat : Gövdeli, besili kadın.
  • bahane : f. Vesile. Sebeb. * Yalandan özür. * Kusur. Noksan. * Garaz.
  • bahane-cû : f. Bahane arayan, fırsat kollayan.
  • bahar : Güzellik. * Güzel. * Papatya. * Ölçek. * Put, sanem. * Atılmış pamuk. * Tarçın, karanfil ve karabiber gibi güzel kokulu ve ısıtıcı tohumlar ki, bazı yiyecek ve içeceklere de karıştırılır. * More…
  • baharat : Karanfil, tarçın, karabiber gibi sert kokulu şeyler.
  • baharet : Üstünlük, seçkinlik. ◊ Galip olmak.
  • baharî : İlkbahara âit. İlkbaharla ilgili.
  • baharistan : f. İlkbaharın hüküm sürdüğü zaman. * Yeşil ve çiçekli yer. * Molla Câmi'nin eseri.
  • bahariyye : Edb: Birini övmek için yazılan ve bahar tasviriyle başlayan kaside. * Tar : Yeniçeri ağasından itibaren padişah tarafından Yeniçeri kâtibiyle ocak ağalarına verilen baharlık.
  • bahas : Deve tırnağı. * Ayak eti. * Parmak diplerinin ayak tarafındaki etleri. * Gözün üstünde veya altında beliren yumruca et.
  • bahatir : (Bühter. C.) Kısa boylu kadınlar, bodur kimseler.
  • bahayim : (Behaim) (Behime. C.) Suriye'de bir sıradağ ismi. * Canavarlar. * Dört ayaklı hayvanlar.
  • bahbah : Şâdlık, şenlik. ◊ İyi iyi demek.
  • bahbaha : Devenin kükreyip ses çıkarması. * Çıtırdama. Mışıldama. * Deve çağırmak. ◊ Boğazdan boğuk ses çıkartmak.
  • bahdele : İşte çabukluk gösterme. * Eğilme, kırılma. (Kürek kemiği için).
  • bahe : f. Kaplumbağa.
  • bahek : f. İşkence, eziyet.
  • bahh : Ses kesilmek, boğaz kısılmak.
  • bahha' : Sesi kesilmiş olan kadın. (Müz: Ebahh)
  • bahhal : (Buhl. dan) Çok bahil, çok tamahkâr, pek cimri. Çok alçak adam.
  • bahhar : (Bahr. den) Gemici, denizci.
  • bahhas : (Bahs. den) Çok bahseden, bahsetmeyi seven.
  • bahî : şehvete dâir. şehvetle ilgili.
  • bahice : Ses, savt, sadâ.
  • bahik : Tek gözü kör olan adam.
  • bahika : Görmiyen, kör (göz).
  • bahil : Avâre, başıboş, serseri. * Yularsız deve. Deyneği olmayan çoban.
  • bahîl : Hasis. Cimri. Tamahkâr. Hayırlı işlere malını (varsa bile) harcamayan.
  • bahîlân : f. Bahiller, cimriler, tamâhkârlar.
  • bahile : Arap kabilelerinden birinin ismi. * Dul kadın.
  • bâhir : Aşikâr. Açık. Belirli. Apaçık. * Güzel. * Meşhur, namdar. * Galip. ◊ Yalancı. Ahmak, serseri adam. * Kırmızı kan.
  • bahir : (Bak: Bahr)
  • bâhire : Dikenli ağaç. * Çok koşan cins bir deve. ◊ Vapur. Gemi.
  • bahire : Kulağı kesik deve.
  • bâhis : Anlatan. Bahseden. Araştıran. Araştırıcı. * Bir şeye dâir bilgileri içine alan. Bir mes'eleye dair beyanatı ihtiva eden.
  • bahit : Baht ve ikbalden vasıftır. Tâlii yaver olan adama denir. (Kamus'tan)
  • bâhiz : Güçsüz, âciz. Meşakkatli.
  • bâhiza : Musibet. Belâ.
  • bahka' : Gözü çıkmış.
  • bahl : Cimrilik.
  • bahr : (C.: Bihâr - Ebhâr - Ebhur - Buhur) Deniz. * Âlim. Çok bilen. * Büyük göl veya nehir. * Yarmak, yırtmak. * Çok yürüyen at. * İyi kimse. * Deve hastalığı. * Aruzda aslî bir vezinle ondan More…
  • bahre : Arz, belde.
  • bahren : Denizden. Deniz yolu ile.
  • bahreyn : İki deniz. (Basra Körfezi ile Hind Denizi veya Karadenizle Akdeniz. Yahut da Akdenizle Hind Denizi) * Basra Körfezi'nde bulunan bir devlettir. 1971 yılında İngilterenin körfezden More…
  • bahrî : Denize âit, denize mensup, denizle alâkalı.
  • bahriye : Donanma ile ilgili işler. Devletin donanma ve deniz askerleri.
  • bahriyyun : Gemiciler ve kaptanlar gibi deniz işlerini bilen kimseler.
  • bahs : Kazmak. * Ayırmak. * Saçmak. * Birşey hakkında etrafiyle söz söyleyip hakikatı araştırma. Konuşulan şey. * Teftiş. * Söz münazarası, muaraza, mübahese. * Bir mevzû hakkında tafsilât, More…
  • bahş : f. Bağış. Verme. İhsan.
  • bahsan : f. Bozuk, soluk. * Salına salına yürüyen. * Kıyafeti bozuk, pejmürde.
  • bahşayende : f. Bağışlayıcı, afvedici.
  • bahşayiş : f. Bağışlayış. İhsan. İhsan etmek. Afv. Atiyye.
  • bahşende : f. Bağışlayan, ihsan eden. Afveden.
  • bahsere : Dağıtma. * Gizli bir şeyi aşikâr yapma, meydana çıkarma. * Kesilerek tane tane olma.
  • bahset : f. Uykuda ağırlık basma. * Uyurken olan horultu.
  • bahsî : (Bahs. den) Bahisle ilgili, bahse ait.
  • bahşiş : f. Lütfedip verilen para. Fazladan, iyilik olsun diye verilen. İhsan. Hediye, mükâfat.
  • bahşûde : f. Bağışlanmış, verilmiş. * Afvedilmiş.
  • baht : f. Kader. Tâli. Uğur. Alın yazısı. Kısmet. İkbal. * Saadet. Lezzet. ◊ Öz. Hâlis. Saf. Sade.
  • baht-aver : f. Talihli, şanslı, bahtlı.
  • bahtak : f. Evvelce savaşlarda başa giyilen demirden yapılmış başlık. Miğfer.
  • bahte : Semiz, besili koyun. * Burulmuş üç yaşında koç.
  • bahtek : f. Uykuda iken ağırlık basma. * Fena tâlih, küçük şans.
  • bahterî : Salına salına yürüyen, yürüyüşü güzel olan adam. * Mağrur, kibirli. Kendini beğenmiş.
  • bahtiyar : f. Bahtlı, talihli, mes'ud, mutlu, şanslı.
  • bahtiyarane : f. Bahtiyarcasına, mutlucasına, mesut olana yakışacak şekilde.
  • bahtiyarî : f. Bahtiyarlık, saadetlilik, mutluluk. * İran'da bulunan şöhretli bir kavim.
  • bahur : Çok sıcak. Çok sıcaklık.
  • bahûr : Sıcakta yerden yükselen buhar. * Tütsü. Yakılarak güzel kokular elde edilen ot ve sâir şey.
  • bahûrdân : f. İçinde tütsü yakılan kap.
  • bahusus : Hususiyle. En çok. Hele.
  • bahuzûr : Huzur ile. Huzuru ile.
  • bahv : Hurmanın yaş olanı.
  • bahye : f. Dikiş, teyel.
  • bahye-zen : f. Terzi, dikiş diken, dikişçi.
  • bahz : Sıkıntılı olma, can sıkma. * Yük ağır gelip hayvanı çökertme. * Bir adamı çenesinden, sakalından tutup çekme.
  • bahzec : Yaban sığırının buzağısı.
  • baid : (Bu'd. dan) Uzak. Irak. * Umulmadık.
  • baika : (C.: Bevâik) Belâ, felâket, musibet.
  • baim : Heykel, put, sanem. * Bön adam, câhil kimse.
  • bain : Dibi geniş olan bostan kuyusu. Geniş dipli kuyu. (Bak: Bâyin)
  • bair : Şaşkın, şaşırmış. Perişan durumlu. ◊ Erkek deve.
  • baire : Sürülmemiş, ekilmemiş, sert toprak.
  • bais : (Ba's. dan) Gönderen. Sebeb olan. İcab ettiren. * Yeniden yaratan. Ölüleri tekrar dirilten. ◊ Fakir. * Şiddet ve zahmete uğramış kimse.
  • baj : f. Haraç. Gümrük parası.
  • baj-bân : f. Haraççı, gümrükçü.
  • bâk : f. Korku, havf, çekinme, sakınma.
  • bak' : Geniş olmak, büyük olmak.
  • bak'â : Siyah beyaz alacalı koyun. * Belde ismi. * Ucuzluk ve biraz kıtlık olan yıl.
  • bâka : Tutam, demet, deste. * Tere ve sebzevat destesi.
  • bakalorya : Fr. Lise tahsilinden sonra imtihan neticesi kazanılan olgunluk. Olgunluk imtihanı ve diploması.
  • bakan : (Bak: Nâzır)
  • bakar : (C.: Bukur-Bikar) Öküz. Dana. Sığır.Bakr, yarmak demek olduğundan, bu hayvan dahi toprağı sürüp yarmak için kullanılması itibariyle bu isim verilmiştir.
  • bakar-perest : f. Öküzü mâbut yapan. Öküz ve emsalini put yapıp ona ibâdet eden sapkınlar. Ehl-i dalâlet.
  • bakara : İnek. Dişi sığır.
  • bakara sûresi : Kur'an-ı Kerim'in 2. Sûresi
  • bakaya : Artıklar, fazlalıklar. * Ask: Son yoklamaları yapıldıktan sonra istenildiklerinde gelmeyen veya gelip de kıtalarına varmadan savuşanlar.
  • bakbak : Çok söyleyici. Çok konuşan.
  • bakbaka : Desti ve bardaktan çıkan ses.
  • bâki : Ebedî, dâimî. Sonu gelmez. Ölmez. * Sonsuz. * Cenab-ı Hak. * Artan. Geri kalan. * Bundan başka.
  • bâkî : Ağlayan.
  • bâki' : Geniş, vâsi.
  • bakî' : (C.: Buk'ân) Medine şehrinde bir makbere yeri.
  • bakia : Dert, belâ, musibet.
  • bakil : Sakalı belirmiş kişi.
  • bâkir : Tâze. El sürülmemiş. Bozulmamış. * Erken.
  • bakir : Çobanları ile beraber olan sığır sürüsü. * Geniş. * Aslan.* Göz damarı. * Hz. Hüseyn'in (R.A.) torunu İmâm-ı Bâkır'ın bir lâkabı.
  • bakîr : Yensiz gömlek. * Sığır sürüsü. * Karnı yavrusundan dolayı yarılan deve.
  • bâkire : Kız. Kızlığı izale edilmemiş. * El sürülmemiş.
  • bâkiyâne : f. Bâki olana yakışır surette. Ebediyyete yakışır şekilde. Sonsuzca. ◊ f. Ağlayarak.
  • bâkiyât : Bakiler. Devam edenler. Geri kalanlar.
  • bakiyye : Artık. Geri kalan. Artan.
  • bakka : Sivrisinek. * Tahtabiti.
  • bakkal : Sebzevât satıcı.
  • bakkar : Sığır çobanı, sığırtmaç.
  • bakl : (C.: Bükûl) Tere ve sebzevatın her birisi. * Sakal bitmek ve diş çıkmak mânâsına mastardır.
  • bakla' : Bakla. * şahtere dedikleri ota ' baklat-ül melik' derler. * Semizotu denilen bitki.
  • bakr : Açmak. * Genişletmek.
  • bakteri : Fr. Basit, çekirdeksiz, bölünerek çoğalan tek hücreli canlılara verilen addır. Çeşitli şekilleri vardır: Kürevî (coccus), çubuk şeklinde (basil), virgül şeklinde (vibriyon), burmalı More…
  • bakteriyoloji : yun. Bakterilerin ve umumiyetle mikropların biçimlerini, hususiyetlerini inceleyen bilim.
  • bakûre : Sığır sürüsü. * Budala. Fayda ile zararı birbirinden ayırt edemeyen. ◊ Turfanda yemiş. * Evvel yetişen.
  • bakva : Bâkilik, ebedilik, sonsuzluk.
  • baky : Bakmak, nazar. * Muntazır olup yol gözlemek.
  • bâl : f. Kanat. * Kol, pazu. * Kol, cenah.* Üst, yukarı. * Boybos, endam.
  • bal-güşâ : f. Kanat açan, uçan.
  • bal-şikeste : f. Kanadı kırık.
  • bâlâ : f. Yüksek. Yukarı. Yüce. Yüksek kat.
  • bâlâ-bülend : f. Uzun boylu.
  • bâlâdest : f. Galip, eli üstün.
  • bâlâdestî : f. El üstünlüğü, galibiyet. * Zulüm.
  • bâlâhân : f. Birşeyi ifrat derecede yüksek gösteren.
  • bâlâhâne : f. Çatı, evin en üst tarafı. Tavan arası.
  • bâlâhânî : f. Bir şeyi aşırı derecede yüksek gösterme, abartma, şişirme.
  • bâlâhimmet : f. Himmeti fazla olan kimse.
  • bâlâkamet : f. Yüksek boy. * Yüksek şeref.
  • balam : Sığır.
  • balanişin : f. Üstte, yukarıda oturan.
  • balapervaz : Yüksekten uçan. * Kendini olduğundan yüksek makamda gösterip gururlanan.
  • balapervazane : Yüksekten uçar gibi. * Çok yüksek rütbelilere yakışır şekilde.
  • balapûş : f. Palto, pardesü, manto gibi üste giyilen eşya.
  • balarev : f. Yüksekten giden.
  • balast : 'ing. Demir yollarında traverslerin altına; şoselerde ise düzeltilmiş toprak üzerine döşenen taş parçaları.'
  • balater : f. Pek yüksek, daha yüksek.
  • balgam : Solunum yolları tarafından salgılanan ve ağızdan dışarı atılan sümük, irin ve kan karışımı maddedir. * Eskiden bedende bulunduğu sanılan dört unsurdan biri. (Bak: Ahlât)
  • bali : Eski, köhne.
  • balide : f. Gelişmiş, uzamış, büyümüş.
  • bâliğ : (Bâliğa) Yetişmiş. Olgun yaşına gelmiş. Aklı kemal bulmuş, erişmiş, varmış. ◊ f. Boynuzdan yapılan kadeh.
  • bâliga : Koyun ve keçi ayağı.
  • balimez : 16. ve 17. yy. larda Osmanlılar tarafından kara ve deniz savaşlarında kullanılan uzun menzilli top. (Bak: Balyemez)
  • balin : f. Yastık. Koltuk. İskemle yerine kullanılan yuvarlak yastık.
  • balina : Denizde yaşıyan ve yaklaşık olarak 20 ilâ 35 metre kadar uzunlukta olan memeli hayvan.
  • baliş : f. Yastık. * Altın. * Nakit.
  • balistik : yun. Merminin ateşlendikten sonra hedefe varıncaya kadar uğradığı te'sirleri tedkik edip inceleyen ilim dalı.
  • baliye : Zayıf ve çürümüş olan şey.
  • balkan : Doğu Avrupada batıdan doğuya uzanan dağ sırası.
  • balkanlar : (Balkan Yarımadası) Yugoslavya'nın büyük kısmı ile Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan ve Trakya'yı içine alan yarımada.
  • balkar : Kafkasya Türkleri'nin Kıpçak kolundan olan bir boy.
  • balon : Fr. Hava veya hafif gazlarla doldurulan küre. Bugünkü uçaklar balonculuğun geliştirilmesiyle elde edilmiştir. Zeplin adı verilen güdümlü balonlar hava ulaşımında ve savaşta kullanılmıştır. More…
  • balotaj : Fr. Bir seçimde herhangi bir adayın, oyların ekseriyetini alamaması hali.
  • bâlû : f. Ana baba bir olan kardeş. * Siğil, sivilce.
  • bâlûat : Su dökecek çukur. * Lağım kuyusu.
  • balûde : f. Boy atmış, büyümüş.
  • balvane : f. Dağ kırlangıcı. * Darı kuşu.
  • balyemez : Osmanlıların bir zamanlar kullandıkları uzun menzilli toplar.
  • balyoz : Fr. Vaktiyle Avrupa devletlerinin büyükelçi ve büyük konsoloslarıyla, general ve amiral gibi kişilerine verilen bir ünvandır. * (Yunancadan) Kazık çakmak, büyük taşları kırmak için More…
  • balzen : f. Kanat vuran. Uçan.
  • bam : Dam. * Çatı. * Kubbe. * Kemer * Sakf. * Sabah vakti. * Telli sazlarda en kalın tel.
  • bam-gah : f. Seher vakti. * Seher vaktinde.
  • bamdad(an) : f. Sabah, sabahleyin, seher vakti. Tan yeri.
  • bamdadî : f. Seher vakti, erken.
  • bame : f. Sakalı gür olan. * Sık, uzun ve kaba olan sakal.
  • ban : Dam, çatı. * Sorgun ağacı. Bey söğüdü. * yun. Sevgilinin boyu. Farsçada kelime sonuna gelerek, Türkçedeki 'ci, cu' ekleri yerini tutan mânâda kullanılır. Meselâ: Bağban: Bağcı. More…
  • banbu : (Malezya dilinden) Sıcak ve yağışlı bölgelerde yaşıyan bir bitki cinsi. Buğday ailesinden olup ikiyüzden fazla çeşiti vardır.
  • bandira : İtl. Geminin hangi devlete ait olduğnu gösteren bayrak.
  • bando : Askeri mızıka takımı.
  • baneva : f. Zengin, mal, mülk sahibi. * Meşhur, şöhret bulmuş, ünlü, namdar.
  • bang : f. Ses, sadâ, haykırma, bir ağızdan alkış.
  • bang-i nemaz : f. Ezan.
  • bani : Kurucu. Yapan. Yapıcı. Yaptırıcı. Binâ eden.
  • banker : Fr. Çok zengin kimse. Büyük sarraf.
  • banket : Bir otomobili uçtan uca kaplayan ve tek parçadan ibaret olan oturacak yer. * Karayollarında asfaltın her iki yanındaki balastlı kısım.
  • bankinot : (Banknot) ing. Kâğıt para.
  • bankiz : Kutub bölgelerinde deniz suyunun donmasıyla meydana gelen buzların tamamı. Bunlar ençok Kuzey Buz Denizinde görülürler.
  • banliyö : Fr. Bir şehrin yakın çevresinde bulunan mahalle ve yerleşme yerleri.
  • bant : (Band) Fr. Ensiz, uzun zarf.
  • bânû : f. Kadın, hatun, hanım. * Gelin. * Gülsuyu gibi şeylerin şişeleri.
  • banûc : f. Salıncak.
  • banyol : 'Bu kelime; zindan, hapishâne mânâlarında kullanılırdı. Buraya katiller, hırsızlar ve beylik esirlerin satışa yaramıyanları konurdu.'
  • bâr : f. Ek olup 'saçan, yağdıran, döken, ışık veren' gibi mânâda kelimeler teşkil edilir. Meselâ: Ateşbâr : Ateş saçan. Ateş yağdıran. ◊ f. Yük. Zahmet. Eziyet. Sıkıntı. * More…
  • bar-ber : f. Hamal, yük taşıyan kimse.
  • bar-berdar : f. Sabırlı, tahammüllü. * Yük kaldıran. * Hamal.
  • bar-dar : f. Yüklenmiş, yüklü. * Gebe olan.
  • bar-hane : f. Yük yeri, yüklük. * Yolcu eşyası indirilecek ve saklanacak yer.
  • bar-keş : f. Hamal, yük taşıyan. * Mütehammil, tahammül eden, sabırlı.
  • bar-mend : f. Yemiş veren, yemişli ağaç.
  • bar-name : f. Eşya, yük pusulası.
  • bar-senc : f. Yük tartan, dirhem.
  • bar-ver : f. Yemiş veren, meyvedar, verimli, meyve verici. * Mc: Faydalı, faydayı mucib, iyi netice veren. Yararlı.
  • baraj : Fr. Bir akarsuyun akışına mâni olmak için yapılan set.
  • baraka : İtl. Temelsiz küçük yapı.
  • baraklit : (Bak: Faraklit)
  • bârân : f. Yağmur. Rahmet.
  • bârân ü tegerg : Yağmur ve dolu.
  • bârân ü tegerg : Yağmur ve dolu.
  • bârân-riz : f. Yağmur saçan, yağmur döken.
  • bârânî : f. Çivit mavisi renginde, Osmanlılar zamanında Selânik'te dokunan bir cins çuha. Yeniçeri ve Acemi oğlanlarına aralık ve ocak (erbain) aylarında verilen yağmurluk bârâniden yapılırdı. More…
  • baras : Tedavi edilmesi mümkün olmayan ve vücutta beyaz lekeler meydana getiren bir hastalık.
  • barbakan : Fr. Emniyetle ateş etmek için sur duvarlarında açılan dar mazgal deliği. Kale kapılarının savunması için yapılan tahkimat.
  • barbar : Lât. Eski Yunan, Roma ve daha sonra Hristiyanlara göre kendi kavimleri dışında kalan herkes. * Vahşi, ilkel.
  • barbarlik : Medeniyetsizlik, vahşilik.
  • barbut altini : Tanzimattan önce Osmanlılarda kullanılan bir çeşit altın sikke. Yüzlük Mecidiye altını kıymetinde ve ayarında, iki kırat ağırlığında idi.
  • bare : f. At. * Zülf. * Kal'a, kale. * Def'a, kerre.
  • barekallah : Allah mübarek etti. Allah mübarek etsin. Hayırlı ve bereketli olsun.
  • barekte : Sen mübarek ve bereketli eyledin (meâlinde dua).
  • barem : Fr. Devlet memurlarının aylıklarını tasnif ve tanzim eden, miktarlarını gösteren sistem veya cetvel.
  • barende : f. Yağdıran, yağdırıcı.
  • bargâh : f. İzinle girilecek yer. Padişah divanhanesi. * Huzur-u Rabb-il Âlemin. Dua edilen yer.
  • bargam : Levreğe benzer bir cins balık.
  • bargir : Yük taşıyan. * Beygir.
  • barha : f. Def'alarca, zaman zaman, sık sık, devamlı olarak.
  • bari : (Farsça: Bârû) Etrafı surlarla çevrilmiş yer. ◊ f. Hususu ile. Hele. Hiç olmazsa. Bir def'a.
  • bari' : Bir kalıptan döker gibi, düzgün, tertipli ve güzel yaratan. ◊ Tam üstün. Mükemmel.
  • baria : Yakınlarından üstün vasıflı. Emsalinden üstün. Tam ve mükemmel.
  • barid : Soğuk, bürudetli. * Mc: Hoş olmayan.
  • baridane : f. Soğukça.
  • barih : (C.: Bevârih) Samyeli adı verilen sıcak ve şiddetli bir çeşit rüzgâr.
  • bariha : Dünkü gece, evvelki günün gecesi. * Dünkü gün, dün.
  • barik : Şimşek. Işık. Şimşekli bulut. Yıldırım parıltısı.
  • barîk : f. İnce. Nârin. Dakik.
  • barik-bîn : f. İnce gören, dikkatle inceleyen, bir şeyi iyice gözden geçiren.
  • barik-nüma : f. Işıklı. Parlak.
  • bârika : (C: Berâik) Üzerine biraz yağ dökülmüş olan süt. * (C.: Bevârık) Parıltı. Parıldayan.
  • barikat : Fr. Bir yolu kapamak üzere, ele geçirilen her türlü eşyadan faydalanılarak meydana getirilen engel.
  • barimetre : Fr. Gürültünün şiddetini ölçmeğe yarıyan âlet.
  • barimetri : Fr. Beden ölçümü yardımıyla hayvanların ağırlığını tayin etme.
  • bâriş : f. Yağmur. * Sağnak.
  • bariya : (C.: Bevâri) Hasır.
  • bariyy : (C.: Bevâri) Kaba hasır.
  • bariz : Doğan. Zâhir ve âşikar. Meydanda olan. Belli. Açıkça.
  • barograf : yun. Hava basıncını ölçen bir alet. (Bu alet vasıtasıyla bir yerin yüksekliği de ölçülür.)
  • barok : Klâsik Rönesans devrinden sonra başlayan bir mimari ve süsleme tarzı.
  • barometre : Fr. Hava basıncını gösterir âlet.
  • baroskop : Fr. Cisimler üzerine havanın yaptığı basıncı gösteren âlet.
  • barotaksi : Fr. Bazı tek hücreli canlıların basınca göre hareketleri.
  • baroterapi : Fr. Bazı hastalıkların basınçlı hava ile tedavisi.
  • barr : (C.: Berere) İyilik ve ihsan edici, muhsin.
  • bârû : f. Kale duvarı, tabyanın gezinti yeri, hisar burnu, sur. * Sığınak, siper.
  • barut : yun. Güherçile ile kükürt ve kömürden mürekkeb, alev alıcı bir maddedir ki, toz halinde olup, umumiyetle ateşli silahlarda ve taş kırmak gibi işlerde kullanılır. * Mc: Çabuk kızan, şiddet ve More…
  • baryum : yun. Kim: 'Ba' sembolü ile gösterilen bir element.
  • baş : t. Reis, birinci, evvel. Başlıca, en mühim.
  • bas' : Cem' etmek, toplamak.
  • basair : (Basiret. C.) Basiretler. İbretli görüşler. Deliller. İbretler. Hüccet ve bürhanlar. Gözler. * Kalb duyguları.
  • basal : Bot: Soğan ve benzeri gibi kökler.
  • basala : Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde yaradılıştan olan kabartı.
  • başalti : t. Gemilerin baş tarafında tayfa ve er koğuşları. * Yağlı güreşlerde baş'ın altındaki derece.
  • başam : f. Perde, örtü.
  • başame : f. Kadınların örtündükleri yaşmak. Tülbent, başörtüsü.
  • basar : (C.: Ebsâr) Görme duygusu. * Kalble hissetme. Kalb gözü. * Gözün görmesi. * İdrak. Fikir. * İlm-i Kelâm'da: Kendi şânına lâyık bir vecih ile Cenab-ı Hakk'ın 'görme More…
  • basaret : (Bak: Besaret)
  • basarî : (Basar. dan) Görüşle ilgili olan, görmeye ait.
  • basarik : Çulha tezgâhının ayaklığı. * Piyano ayaklığı gibi çifte ayaklık.
  • basbasa : Dalkavukların nefret edilecek hâlleri, tabasbusları, yaltaklanması. * Köpeğin, kuyruğunu sallayarak sokulması.
  • başbuğ : t. Osmanlı devrinde başıbozuk veya akıncı kuvvetlerinin kumandanı. * Lider.
  • başe : f. Atmaca kuşu.
  • başed : f. Olur, ola...
  • başeng : f. Tohumluk olmak için saklanan sarı, iri hıyar, salatalık. * Asma üzerindeki üzüm salkımı.
  • başgûn : f. Uğursuz. * Ters, başaşağı.
  • basi' : (C.: Busu') Ter.
  • basia : Çok kırmızı dudak.
  • başibozuk : t. Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker More…
  • basik : Gövde damarı. (Dirsek içinde bulunan üç damarın aşağısında olandır.) ◊ Eli açık. Cömert. Dolup taşan. ◊ Yükselmiş. Uzamış. Çıkmış.
  • başik : (C.: Bevâşık) Atmaca denilen kuş.
  • basika : Beyaz ve sâfi bulut. * Âfet, dâhiye. * Makbul bir cins sarı hurma. ◊ Su ile tamamen dolu olan kuyu.
  • basil : Kahraman, cesur, yiğit kimse. * Fena, sert, kırıcı, kötü söz. * Haram olan şey. * Güzel olmayan, çirkin kimse. ◊ Fr. İnce, uzun bir bakteri çeşidi.
  • basile : Bir nevi soğan. Bir soğan çeşidi.
  • basim : (Uydurma bir kelimedir) Matbaacılık. Tab'etme sanatı. ◊ (Besm. den) Güleryüzlü, şen kimse.
  • basin : Uydurma bir kelime olup 'matbuat' yerine kullanılır. Gazete, mecmua gibi belli zamanlarda çıkan matbuatın hepsi.
  • basinç : (Bak: Tazyik)
  • basine : Ekincilerin sabanı. * Sanat ehlinin âletleri. * Kaba çuval.
  • bâsir : Gören. Dikkatli ve göz kuvveti ile gören.
  • basir : Basiret sâhibi ve anlayışlı olan. Hakikatları anlayan. En iyi ve en çok anlayışlı. Kalb gözü ile gören. * İt, köpek, kelp. ◊ Kararmış. * Ekşi yüzlü ve katı yürekli kimse.
  • başir : Müjdeci, müjde veren. * Mutlu, mesut.
  • basirane : f. Görerek. Bilerek. Basiret sahibine yakışır halde.
  • basiret : Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiyye. Ferâset. İm'ân-ı dikkat. * İbret alınacak hidâyet sebepleri. Beyyine. Hüccet. * Bir evin iki More…
  • basiret-kâr : f. Basiretli, ferâsetli, önceden gören.
  • bâsit : Açan. Yayan. Serici. * Ferahlık veren. * Dilediği kulunun rızkını genişlendiren Allah (C. C.). * Mücerred olup, mürekkep ve müellef olmayan. * Tıb: Bir uzvu uzatıp açan adele.
  • basit : Kıymetsiz. * Geniş * Yaygın olan. * Mücerred ve münferid olup, mürekkeb ve müellef olmayan. * Neş'eli. Güleryüzlü. Düz, arızasız, engelsiz. * Edb: Aruz vezinlerinden biri.
  • basit kesir : Sûreti (payı), mahrecinden (paydasından) küçük kesir. 2/5 gibi.
  • basita : Uzak yer.
  • basite : Yükseklik ölçen yayvan güneş saati. * Döşeme minder. * Düz yer.
  • başkent : t. Başşehir. Bir devletin idare merkezi olan şehir. Devlet merkezi. Payitaht.
  • baski : t. Basıp sıkacak, tazyik edecek şey. Sıkı tazyik. * Basan, ağırlık veren şey. * Kalıp, damga. * Bir eserin yeni basılışlarının her seferi. * Bir basmanın bir def'ada basılan miktarının More…
  • baskin : t. Ağır, sakil. * Basıp geçen, galip, üstün. * Ansızın, birdenbire hücum.
  • başkirdistan : Rusya'da halkı Türk olan bir bölge.
  • baskül : Fr. Büyük ağırlıkları, küçük bir ağırlık yardımıyla tartmayı sağlamak üzere birkaç kaldıracın uygun bir tarzda birleştirilmesiyle meydana getirilmiş âlet.
  • başmak : Eskiden kullanılan bir çeşit ayakkabı.
  • basra : Yumuşak küfki taşı. (Bu sebepten Basra şehri, 'Basra' diye isimlendirilmiştir.)
  • basriyyun : Milâdi 8. yy. da Basra'da yaşamış lisaniyat âlimlerinden bir grup.
  • bast : Genişlemek, açmak, yaymak. * Bir şeye el uzatmak. * Sevindirmek. * Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak. * Özür kabul etmek. * Kaplamak. * Tas: Allahın cemâl More…
  • bastân : f. Tarih. * Mazi, geçmiş zaman. * Eski.
  • bastân-şinâs : f. Geçmiş zaman, tarih.
  • baştina : Osmanlı İmparatorluğu zamanında Balkanların bazı yerlerinde devlet arazisinden tapu ve miras suretiyle geçen tarla.
  • bâsûr : (C.: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden More…
  • bâşûre : (C.: Bevâşir) Yeni yetişmiş, turfanda olan nesne.
  • bataet : Tenbellik, yavaşlık. Ağırlık.
  • batalese : Ptolemeos soyundan gelen hükümdarlar.
  • batalet : Avarelik. İşsizlik. * Boş şeyler söylemek. * Bahadırlık. Cesurluk. Cesâret.
  • batanet : Oburluk, çok yiyicilik. * Şişmanlık.
  • batar : Çok kibirlenme, gururlanma. * Haksızlık etme. Başkasının hakkını çiğneme. * Çok sevinme.
  • batarika : (Batrik. C.) Patrikler.
  • batarya : İtl. Elektrik elde etmek için hazırlanmış şişeler takımı. * Ask: Bir subayın emrine verilen belli sayıdaki ağır silâhlarla bunların hizmetinde bulunan insan, hayvan ve malzemenin hepsine More…
  • batere : f. Tef.
  • bath : (C.: Bitah) İçinde kum ve çakıl taşları olan geniş su akıntısı.* Yüz üzeri düşme. * Serilip yatan adamın boyu. * Bırakma.
  • batha : Çakıllı, taşlı büyük dere. * Dağ arasındaki dere. * Mekke-i Mükerreme'nin eski bir ismi. * Kamışlık ve sazlık yer.
  • batî : Ağır hareketli. Ağır. Yavaştan.
  • batih : Zengin. Gani. Mâldâr. * Geniş yer.
  • batiha : (C.: Batâyih) Kamışlı ve sazlı dere.
  • batik : Keskin.
  • batıl : Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla kabul olmayan ibadet ve muâmele.
  • bâtin : İç, dâhilî. Gizli. İçyüz. Sır, esrar. Künh ve zâtı itibarı ile gizli. (Zıddı: Zâhir'dir) (Bak: Batn)
  • batin : Uzak yer. * Şişman.
  • bâtinen : İçinden olarak. Dâhilen, içyüzünde.
  • batinî : İçe ait olan. Dış görünüşe ve zâhire dâir olmayan. Bâtına mensub ve müteallik. Dâhili ve manevi meselelere âit. * Tas: Bâtiniyyeden olan.
  • batir : Hayvanları nallayan kimse. ◊ f. Turna kuşu.
  • batir(e) : (C.: Bevâtir) Keskin kılıç.
  • batiş : (Batş. dan) Sertlikle, şiddetle hareket eden. Güçlü.
  • batiye : Büyük çanak.
  • batman : Eski ağırlık ölçülerinden olup, iki okkadan sekiz okkaya kadar yeryer değişir. Ekseriya altı okkadır. Bu, hâlen kullanılan sekiz kilo kadardır.
  • batn : İç, karın, insanın içi. Mide. * Soy, nesil. * Birbirlerine hısımlığı pek yakın olmayan küçük kabile.
  • batnen ba'de batnin : Nesilden nesile, soydan soya.
  • batş : Şiddetle tutup kapma. Kuvvet. Şiddet. * Hastalık geçtikten sonraki zayıflık.
  • batt : Kaz. * Kaz şeklinde yapılmış olan sürahi, su kabı.
  • battal : Boş. Hükümsüz. * İşsiz. * Metrûk. Kullanılmaz. olan. * Bâtıl. Mensuh ve mefsuh. * Faydasız. * Pek büyük. Hantal.
  • battaliye : (Battal. dan) Eskiden, işi bitmiş olan resmi kağıtların konduğu torbaya denirdi.
  • baûda : (Baûza) Sivrisinek. Sinek.
  • baver : f. Sağlam. Pek doğru. * Tasdik, inanma. Razı olma.
  • bay : f. Bey. Mir. Emir. Zengin.
  • bay u geda : Zengin ve fakir.
  • bayeste : f. Lüzumlu, gerekli, zaruri.
  • baygan : f. Muhafız, koruyucu, bekçi.
  • bayi' : Satıcı. Mal satan.
  • bayice : (C.: Bevâyic) Belâ, mihnet, zahmet, âfet, dâhiye.
  • bâyiiyye : Eskiden pazar kurulan yerlere gönderilen mevad ve eşyadan gümrük ihtisab vergisinin haricinde alınan ikinci vergi.
  • bâyika : (C.: Bevâyık) Belâ ve şer olan şey, dâhiye.
  • bayin : (Beyn. den) Aralayıcı. Ayıran. Ayırıcı.
  • bayindir : Mamur, şenlikli. * Bir Oğuz oymağının ve Akkoyunlu hanedânının ismi.
  • bayir : Sürülmemiş, açılmamış, sert, ham toprak. ◊ Az inişli yer. Fazla yokuş olmayan yer.
  • bâyiste : f. Zaruri, lâzım, gerekli.
  • bayiz : (Beyzâ. dan) Yumurtlayıcı, yumurtlayan.
  • baykal : Asya Türk ülkelerinde bulunan yaban kısrağı.
  • baykar : Çulha, bez ve kumaş dokuyan.
  • baykara : Helâk olma, mahvolma. * Böbürlene böbürlene sallanarak yürüme. * Malı çok olma. * Yırtıcı bir kuş.
  • bayrak : Devletin belirli alâmetlerini hâvi ve belirli renklerde kare veya dikdörtgen şeklinde yapılmış olan bez. Sancak, alem.
  • bayrakdar : f. Alemdar, bayrak taşıyan asker. * Bir kabile veya cemaatın başı, reisi.
  • bayram : Bir dinde mübarek addolunan gün.
  • bayramiyye : Hacı Bayram-ı Veli tarafından 14. yüzyılın sonlarında Ankara'da kurulan bir tarikattır.
  • baysungur : Şahin cinsinden olan yırtıcı bir kuş.
  • baytar : Hayvan tedavicisi, veteriner.
  • baytara : Hayvan hekimliği, baytarlık.
  • bayzar : Sövme, sövüp sayma. * Rahmin başlangıcındaki et parçası.
  • bâz : f. Doğan. Yırtıcı kuş. Av kuşu. * Açık. * Ayırma. Temyiz etme. * İniş.
  • baz : f. Yeniden, tekrar oynatan, oynayan, geri ve arka tarafa doğru... gibi manalara gelir. Kelimenin sonuna veya baş tarafına getirilerek kullanılan bir 'ek' dir. Meselâ: Ateşbâz : More…
  • bâz-ban : f. Kuşçu. Doğancı.
  • bâz-dâr : f. Kuşçu, avcı, doğancı.
  • baz-geşt : f. Geri dönme. * Pişmanlık, pişman olma, nedamet. * Gerileme. Çöküş.
  • baz-güşa : f. İnsandaki ayırdetme kuvveti.
  • bazak : Üzüm sıkıntısı. (Kaynatıp koyarlar ve köpüklenir.)
  • bazar : f. Alış-veriş. Ahz ü itâ. * Alış-veriş yeri. Pazar. Üstü açık yer ki, hergün veya belirli günlerde herkes satacağını oraya çıkarıp pazarlıkla veya açık artırmayla satar. * Fiat More…
  • bâzek : f. Küçük doğan (kuş).
  • bazende : f. Oynıyan, oynayıcı.
  • bazende-zeban : f. Boş boğaz, geveze, çok konuşan.
  • bâzergân : f. Tüccar, alış veriş eden esnaf. * Bezirgan.* Ağa makamındaki yahudilere verilen isim.
  • bâzerganî : f. Tüccarlık, tâcirlik.
  • bazgûn(e) : f. Uğursuz. * Ters, başaşağı.
  • bâzi : Beğenmeyen, ehemmiyet vermeyen. * Küfürbaz. ◊ f. Oyun. Eğlence.
  • bazia : Tıb: Derisi kopmak üzere olan yara.
  • bâziçe : f. Oyuncak, eğlence. Mel'abe.
  • bâzig : Ortak, şerik.
  • bazigâh : f. Eğlence yeri, oyun yeri.
  • bazigede : f. Oyun yeri, eğlence yeri.
  • baziger : f. Oynayan, rakseden, köçek.
  • bazigûş : f. Lâtifeci, şakacı, şen kimse.
  • bazih : Büyük. Âli. Yüce.
  • bazihane : f. Oyun yeri, eğlence yeri.
  • bazik : Zeki. Anlayışlı. * Üzümün sıkılmış suyu.
  • bazil : (C.: Büzül-Bevâzil) Sekiz dokuz yaşında olan deve. * Devenin, önce biten dişi. * Şey. * Kan akan baş yarığına 'şecce-i bâzile' denir. ◊ (Bezil. den) Bol bol veren, More…
  • bazile : Tıb: Göğüs veya karnın içinde husule gelen gaz veya su şişlerinin mahfazasını delmeye mahsus ve boru içinde mahfuz bir mil.
  • bazir : Ekici, eken.* Dedikodu yapan, laf taşıyan. Geveze.
  • bazirgân : Eskiden Musevi tüccarlar hakkında kullanılan bir tabirdi.
  • bazmande : f. Kafasız, ahmak, kabiliyetsiz. * Durmuş, geri kalmış.
  • bazoka : (Bazuka) Tanklara karşı kullanılan bir çeşit silâhtır. Soba borusuna benzer, omuza konarak nişan alınıp ateşlenir.
  • bazpes : f. Tekrar, yeniden. * Geri.
  • bâzu : f. Kolun omuz ile dirsek arasında kalan kısmı, pazu. Adud. * Mc: Güç, kuvvet ve istidat.
  • bâzubend : f. Pazvand. Kola bağlanan duâlı kağıt.
  • bâzudirâz : f. Kolu uzun olan. * Nüfuzlu, sözü geçer. * Müdahaleci. * Zâlim, zulmeden.
  • be : f. Kelime başına getirilerek, Türkçedeki: 'de, da, den, dan, ile, için' mânalarında kullanılır.
  • be'r : Kuyu kazmak.BER' : (Berâ, Bur', Bürü') Yaratmak. Halketmek. * Hastanın iyileşmesi. Sağlamlık.
  • be's : Azab, şiddet. Korku. * Zarar, ziyan. * Zorluk, meşakkat, zahmet. * Fenalık. (Arapçada: 'Savaşta şiddetli harekette bulunmak veya sıkıntı ve fakirlikten fenâ durumda olmak' More…
  • be'sa : Fakirlik, muhtaçlık ve benzerleri.
  • be-câ : f. Yerinde. Yerine. Uygun. Münâsib.
  • be-didar : f. Görünür olmak, kendini göstermek. Meşhur. Namdar.
  • be-duş : f. Omuza, omuzda.
  • be-gün : f. (Bak: Bikün tevbe)
  • be-hem : f. Hep. Beraber. Toplu. Bir yerde. Hep bir yere. (Bak: Bâhem)
  • be-kavl : f. Sözüne göre, dediğine göre.
  • be-kef : f. Elde, avuçta olan.
  • be-leb : f. Dudakta.
  • be-nam : f. Meşhur. Namlı. Mütemayiz. Seçkin. Mâlum bir isimle tesmiye edilen.
  • be-şart-i anki : f. Bu şartla ki. Şu şartla ki.
  • be-ser : f. Baş üzerine.
  • be-ser ü çeşm : f. Başgöz üstüne.
  • be-ser ü pâ : f. Baştan ayağa.
  • be-tekrar : f. Tekrar ile.
  • beban : Tarz, yol, üslup, metod.
  • bebga : Papağan.
  • bebr : f. Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile More…
  • becâ : f. Yerinde, münasip, lâyık, uygun, şâyeste.
  • becâ nâ-becâ : f. Yerli yersiz.
  • beca' : Geniş, bol.
  • becayiş : f. Değişme. Trampa. Birini verip ötekini alma.
  • becayiş-i mekânî : f. Yer değiştirme. Mekân değişikliği.
  • becbac : Semiz, besili. * Zayıf kimse.
  • becbece : Çocuk avutmak için yapılan tuhaf hareketler, gürültü.
  • becc : Yarmak. * Vurmak.
  • bece : Çıban, arpacık, sivilce.
  • beçe : (C.: Beçegân) f. İnsan veya hayvan yavrusu.
  • beçe-dar : f. Yavrusu olan, çocuğu olan. * Gebe, hâmile.
  • beçe-gân : (Beçe. C.) f. Çocuklar, yavrular.
  • beçek : f. Bir nevi kesici alet. * Küçük silah.
  • becel : Şaşma, tuhafına gitme. * Yalan, iftira.
  • becer : Göbeğin çıkıp şişmesi. * Suyu içip kanmayan koyun.
  • becidd : f. Ciddi, gerçek, hakikat. * Cidden, gerçekten.
  • becil : Büyük, itibarlı, muhterem, hatırı sayılan kimse. * Şişman.
  • becir : Birçok.
  • becra' : Yüksek yer, yüksek tepe. * Göbeği çıkmış kadın.
  • becrec : Sığır buzağısı.
  • becrem : (C.: Becârim) Belâ ve zahmet, dâhiye.
  • bed : f. Fenâ. Kötü. Çirkin. Yaramaz. şer. şeni'.
  • bed' : (C.: Ebdâ-Büdü') İslâm içinde kazılan kuyu. * Evvel, ibtidâ, başlangıç. * Hisse, nasip. * Başlama, başlayış, ilk.
  • bed'en : Başlangıçta. İlk önce, ilkin.
  • bed'et : Başlangıç.
  • bed-agaz : f. Başlangıcı fena, kötü. Kötü bir şekilde başlanmış.
  • bed-ahd : f. Ahdinde, sözünde durmayan, vefasız.
  • bed-ahlak : f. Ahlâkı ve huyu kötü olan kimse.
  • bed-âhû : f. Karakteri bozuk, huyu kötü.
  • bed-amel : f. Hareketi ve işi fenâ olan.
  • bed-âmuz : f. Kötülük, fenalık öğrenmiş. * Fenalık, kötülük öğreten.
  • bed-asl : f. Aslı kötü, soyu fena.
  • bed-bu : f. Fena kokulu, pis kokan.
  • bed-buk : f. Hâin, korkak.
  • bed-çeşm : f. Nazarı değen, haset kimse.
  • bed-cins : f. Cinsi bozuk.
  • bed-cu : f. Kötülük arayan. Kötülük düşünen.
  • bed-dil : f. Korkak, yüreksiz.
  • bed-dua : (Bedduâ) f. Bir kimsenin kötülüğü için duâ. Kötü duâ.
  • bed-eda : f. Terbiyesiz, nezâketsiz ve kaba olan kimse.
  • bed-endam : f. Endâmı bozuk, biçimsiz, çarpık.
  • bed-endiş : f. Kötü fikir sahibi, fena düşünen.
  • bed-fercam : f. Sonu kötü. Sonu korkulu ve lânetlenmiş olan. Akibeti fena.
  • bed-fial : f. Yaptığı işleri kötü olan.
  • bed-gû : f. Fitnekâr, dedikoducu.
  • bed-hah : f. Fenalık isteyen. Herkesin kötülüğünü isteyen. Kötülük isteyen.
  • bed-hal : f. Kötü ahlâklı. Kötü huylu. Hâli düşkün. Fakir olan.
  • bed-hu(y) : f. Huysuz. Bed huylu, kötü huylu. * Kötü huy.
  • bed-kâr : f. Kötü iş yapan. Fena hareketli kimse. Fiil ve ameli kabih olan.
  • bed-lika : f. Çirkin yüzlü, kötü yüzlü.
  • bed-mihr : f. İyilik etmiyen, insâniyetsiz.
  • bed-nigah : f. Kötü bakışlı.
  • bed-rah : f. Kötü yola sapan.
  • bed-ram : f. Lâtif, hoş, yakışıklı, süslü. * Sert başlı at. * Dâima, devamlı.
  • bed-reftar : f. Gidişi ve hareketi fenâ olan.
  • bed-reg : f. Huysuz, aslı kötü olan hayvan veya insan.
  • bed-reng : f. Açıkla koyu arasında kirli bir renk.
  • bed-sigal : f. Kötü düşünceli, herkes hakkında kötü söyliyen.
  • bed-siyret : f. Ahlâksız. Ahlâkı ve huyu kötü olan.
  • bed-ter : f. Çok kötü, daha kötü, beter.
  • bed-tiynet : f. Yaradılışı, fıtratı, tabiatı fena ve kötü olan, soyu bozuk, bayağı adam.
  • bed-üslûb : 'f. Üslûbu fena; tavrı, gidişi kötü.'
  • bed-zeban : f. Kötü söz söyliyen, hicveden. Ağzı pis, ağzı bozuk. * Kötü dil.
  • beda : (Bedâat) Hayret verici, yenilik ve iyiliklerde üstünlük. Acib ve garib olma. Yeni zuhur etme.
  • beda' : Fikir, rey. * Çöle çıkmak.
  • bedâd : Gözükme, zahir olmak. * Sayış, sayma. * Fırka. * Savaşacak akran. * Nasib, hisse, pay.
  • bedâdân : Eyerin iki yanı.
  • bedah : (C.: Büduh) Geniş yer.
  • bedahat : (Bedihî. C.) Delil ve isbata ihtiyacı olmayan şekilde âşikâr olan şeyler.
  • bedahet : Açıklık. Zâhir delil. Belli, açık, aşikâr. * Birdenbire, hazırlıksız söz söyleme. * Atın yürümesi. * Her şeyin evveli, öncesi.
  • bedaheten : Birdenbire, aniden, ansızın. Düşünmeksizin. Açık ve zâhir olarak.
  • bedal : Değişme, değiştirme, mübadele. Trampa.
  • bedan : (Bed. C.) Kötüler, fenalar. Yaramazlar. * Çirkinler.
  • bedanet : Yağlı, besili olma. Semizlik.
  • bedarf : Muayyen bir gayenin gerçekleşmesi için zaruri olan veyâ zaruri görülen muayyen kalitede bir mal veya meta miktarıdır.
  • bedava : f. Parasız, meccanen, karşılıksız. * Mc: Çok ucuz. (Meselâ: Bunu bu fiata bedava almışsın, cümlesinde olduğu gibi.)
  • bedave(t) : Çölde oturmak, Bedevilik. (Bak: Bedeviyet)
  • bedayi' : (Bedi'-Bedia. C.) Yeni ihdâs olunmuş, görülmedik şeyler. Bedi'alar. ◊ (Bidâa. C.) Sermayeler, anamallar.
  • bedbaht : f. Bahtsız, talihsiz, bahtı kara.
  • bedbin : f. Kötü görüşlü. Ümidsiz. Her şeyin fena cihetini görmek isteyen. Bed ve fena görüp, beğenmez, istihsan etmez olan.
  • bedbinâne : f. Kötümser şekilde. Ümitsizce, bedbincesine.
  • bedbinî : f. Bedbinlik, kötümserlik, ümitsizlik, fenâ görürlük.
  • bedda' : Gövdeli, şişman kadın.
  • beddal : Bakkal.
  • bedde : Derman, takat, güç, kuvvet.
  • bede' : Başlayış. Başlama. Bir şeyi başkasından evvel işlemek.
  • beded : İki uyluk arasının geniş olması.
  • bedel : (C.: Bedelât) Elde ve ayakta olan zahmet ve ağrı. * Karşılık. Bir şeyin yerine verilen ve yerini tutan şey. İvaz. * Başkasının adına hacca giden. * Gr: Söz esnâsında bir şeyi sıfatı veya More…
  • bedelen : Mukabilinde, karşılığında, yerine.
  • bedeleyn : İvazlı akidlerde iki tarafın yüklendikleri karşılık.
  • beden : (C.: Ebdân) Gövde, vücut, ten.* Vücudun kol, bacak ve baş gibi ayrıca kısımlarından başka diğer merkezi kısmı. * Ağacın dal ve budaktan başka olan kısmı, kütük. * Kale bedeni.
  • bedene : (C.: Büdün) Kurbanlık deve.
  • bedenen : Vücutça. Beden ile.
  • beder : f. Hariç. Dışarı. Taşra.
  • bedergah : f. Kapıya çıkma. * Tar: Çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere, acemi ocağına ve ocak dışına verilen acemilerin, Yeniçeri Ocağı'na kayıt edilmeleri.
  • bedestan : f. Değerli, kıymetli kumaşlar, silâhlar ve mücevherler vs. alış-verişine mahsus üstü örtülü ve mahfuz çarşı.
  • bedevî : Çölde yaşayan. Göçebe. Medeni olmayan ve şehir hayatı yaşamıyan. * Seyyid Ahmed-i Bedevî nâmındaki büyük bir zâtın tarikatı ve onun mensubu olan. (Bak: Ahmed-i Bedevî)
  • bedeviyane : f. Bedevilere uygun şekilde, çölde yaşayanlar gibi.
  • bedeviyet : (Bedâvet) Göçer hayatı yaşayış. Göçebelik. Bedevilik.
  • bedg : Bulaşmak.
  • bedh : Vurmak, darp. * Âcizlik. * Aşikâre olmak, aleniyyet, açıklık. ◊ Ansızdan olmak.
  • bedi' : (Bedia) Eşi, benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan. * Garib. Acib. * Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Kimseye benzemeyen. İcad edici olan. * Hâlık ve Hallak-ı Cihan olan. * More…
  • bedia : Nâdide ve güzel, yeni icad edilmiş şey. Beğenilen ve takdir edilen çok yeni şey.
  • bedid : Büyük sahra, geniş çöl. ◊ Su az az akmak.
  • bedih : Şanı, şerefi yüce, yüksek ve büyük olan.
  • bedihe : Birdenbire ve düşünmeden söylenilen güzel söz. Hazırcevaplık. * Başlangıç.
  • bedihe-gû : f. Güzel ve hoş söz söyleyen. Tatlı söz söylemeye alışık olan kimse.
  • bedihî : Aşikâr, belli ve açık olma. * Ansızın zuhur eden. * Delil ve isbata muhtaç olmayacak derecede açıklık.
  • bedihiyyet : Açıklık. Kolayca anlaşılır ve görülür olmak.
  • bedîî : Bedi' ve güzel olan. Ebedî ve güzel olan. İlahî ve güzel eserlere müteallik bulunan.
  • bedîî kiraet : Mantıki kıraet şartlarına riâyet ettikten başka rikkat mevkiinde sesini indirmek, şiddet makamında yükseltmek -acemi aktör tavrı takınmaksızın- mevzuu ses ve işaretle canlandırmaktır.
  • bedil : Bir şeyin mukabili, karşılığı. * Tutuşulan bir bahiste yenilen veya aldananın vereceği şey. * (C.: Ebdâl) Sâlih kişi.
  • bediy : Çok âşikâr, göze çarpan. * Çölde sahrada oturan.
  • bedligam : f. Serkeş at, gem almaz at.* İsyan eden, âsi, serkeş, söz dinlemiyen kimse. * Bedevi, çöl adamı.
  • bedmaye : f. Ahlâksız. * Soysuz. Sütü bozuk.
  • bedmest : f. Kendinden geçmiş derecede sarhoş.
  • bednam : f. Kötü tanınmış, adı kötüye çıkmış olan.
  • bednihad : f. Kötü huylu.
  • bedpesend : f. Kötülüğü beğenen, kötülüğü öven, medheden. * Güç beğenir, müşkülpesend.
  • bedpeyman : f. Verdiği sözde durmayan. Sözünün eri olmayan. Sözünü tutmayan.
  • bedr : (Bedir) Dolunay. Ayın en parlak olduğu hâli. * Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer ismi. * Bir şeyin tamam olması. * Sibâk ve sür'ât etmek. * Bir işin ansızın More…
  • bedraka : f. Delil. Kılavuz. Mürşid. * Allah yolu.
  • bedre : (C.: Bider) Kuzu veya oğlak derisi. * İçi altun dolu olan kese. * Onbin dirhem.
  • bedreka : (Bak: Bedraka)
  • bedrî : Bedr'e ait ve onunla alâkalı. * Erkek ismidir. (Müennesi: Bedriye)
  • bedruc : Bir ot cinsidir ve bazı yerlerde tere-i Horasani diye isimlendirilir.
  • bedud : Suyu az olan kuyu.
  • beduh : Eski yazıda mektub zarfları üzerine yazılması ve zarfa basılan mühüre kazdırılması mûtad ve aslı meçhul bir sözdür.
  • bedv : Zihinde bir şeyin peyda olması. Bir şey zâhir olma. * Başlama. * Sahraya çıkma.
  • bedzehre : f. Korkak, yüreksiz, ödlek kimse.
  • befm : f. Keder, tasa, iç sıkıntısı, üzüntü.
  • befş : f. Azamet, büyüklük, heybet, debdebe.
  • beftere : f. Avcılar tarafından kullanılan ve hususi olarak alıştırılmış kuş.
  • begaya : Askerin ön karakol takımı.
  • begaye : Talep etmek, istemek.
  • begayet : f. Son derece. Pek ziyâde.
  • begend : f. Yuva. * Kümes, folluk.
  • begnek : f. Kuyruğu kesik hayvan.
  • begonya : Fr. Etli ve güzel renkli yaprakları olan bir süs bitkisi.
  • begter : f. Eskiden kullanılan zırhlı elbise.
  • beha : Gökçek olmak, şirin ve lâtif olmak. ◊ (Bak: Bahâ)
  • behacet : Güzellik. Güzel yüzlü olma.
  • behak : İnsanın derisinde pul pul beyazlık ve alaca bir renk peyda eden bir çeşik hastalık.
  • behamin : f. Bahar mevsimi.
  • behanet : Nefesi iyi ve lâtif olan kadın.
  • behas : Susama.
  • behatt : Sütlaç, süt lapası.
  • behbehan : Papağan, tûti kuşu.
  • behbehî : Etli ve gövdeli, kişi. Bahadır, yiğit, kahraman.
  • behbud : f. Sağlık, sıhhat, sağlamlık, iyilik.
  • behc : Her zaman neşeli olma. Birisini şâd ve mesrur etme, sevindirme. * Güzellik, hüsn.
  • behcet : Sevinç. Güleryüzlülük. Güzellik, şirinlik.
  • behdel : Sırtlan yavrusu. * Erkeğin memelerinin büyük olması.
  • behem-ber-âmeden : f. Toplanmak, cem olmak, birikme. * Mc: Kızmak, sinirlenmek, asabileşmek, müteessir olmak. ('Behemâmeden' de denir.)
  • behemehal : f. İster istemez. Mutlaka. Her halde.
  • behemzede : f. Topluluğu dağıtmış, cemiyeti bozmuş.
  • beher : f. Her, her bir, herbirisine.
  • beher-hal : f. Mutlaka, her hâlde.
  • behet : f. Sütlaç. Süt lapası. * Pirinç unu ile pişirilen ve Me'muniye adı verilen helva.
  • behetta : Pirinç çorbası. * Sütlü pirinç yemeği.
  • behi : Şirin, lâtif, gökçek. (Bak: Behiye)
  • behic : Güleryüzlü. Güzel. Şen. Şâduman olan.
  • behice : Şen, güzel. Güler yüzlü kadın.
  • behim : Düz siyah şey. * Alacasız hayvan. * Dik, pürüzsüz ses. ◊ (Behime) Dört ayaklı hayvan.
  • behimât : Hayvanlar.
  • behime : (Bak: Behim)
  • behimî : Hayvanca, hayvana mahsus ve müteallik. Hayvanlık.
  • behimiyyet : Hayvanlık, canlı olmakla beraber akılsız oluş.
  • behin : (Bak: Bihin)BEHİR(E) : Nefesi sıkışıp çok soluyan kimse. Nefesdarlığı olan. * Göğüsdarlığı hastalığı sebebiyle solumaktan yol yürüyemiyen kimse.
  • behişt : f. Cennet. Ahirette iyi kulların gideceği mükâfat yeri. Adn. Firdevs.
  • behişt-hirâm : f. Cennete gitmiş.
  • behişt-nişin : f. Cennette oturan.
  • behişt-zâr : f. Cennet gibi yer.
  • behiştî : f. Behiştle ilgili, cennetlik.
  • behite : İftira etmek. * Kabile ismi.
  • behiye : Güzel.
  • behkele : Nârin vücutlu kız, sevgili.
  • behken(e) : Nârin güzel ve gösterişli vücudu olan kimse.
  • behkeşe : Emir ve işde çabukluk, bir işi acele yapma.
  • behl : 'Az şey; az su. * Lânet, nefret, istememe.'
  • behle : (Behli) f. Yırtıcı kuşlarla uğraşanların giydiği eldiven.
  • behlel : Abes, boş boşuna. Batıl, beyhude.
  • behlül : Çok gülen, çok gülücü. * Hayır sahibi, çok iyi adam. * Hârun-ür Reşid'in kardeşinin adı olup meczûbâne ve hikmetli hareketleriyle meşhur olmuştur.
  • behm : Çok siyah olan şey. Rengi başka renkle karışık olmayan nesne.
  • behman : f. Filân, filânca.
  • behmar : f. Çok, ziyade, fazla.
  • behme : '(C.: Bühüm, bihâm; Cem'ul Cem: Bihâmât) Kuzu. Oğlak. Buzağı. * Keçi otu.'
  • behnan (e) : Güler yüzlü, iyi huylu ve devamlı olarak gülen kimse.
  • behnane : f. Beyaz pide. * Maymun.
  • behne : Yumuşak yer.
  • behneke : Etli, büyük, şişman kadın.
  • behnes : Çirkin, sakil ve kaba olan adam.
  • behr : Nasip. * Galip olmak. * Nefesi tutulmak. * Ümidin boşa çıkması. * Felâket, musibet. * Uzaklık, mesafe.
  • behra : f. Ondan dolayı, ona binaen, onun için.
  • behram : f. Eskiden bir İran padişahının adı. * Bir pehlivan ismi. * Merih yıldızı.
  • behrame : f. Yeşil elbise.
  • behramec : Çiçeği kokulu bir nevi söğüt ağacı. * Her renkte olan leylâk çiçeği.
  • behramen : f. Bir çeşit kırmızı yakut. * Kadınların kullandıkları allık. * İpekten dokunan güzel bir kumaş. * Kırmızı gül, asfur çiçeği.
  • behre : f. Nasib, pay, hisse. * Tez tez solumak. * Vasat, orta.
  • behreber : f. şerik, ortak.
  • behreberî : f. Ortaklık, şeriklik.
  • behrec : Eksik veya ayarı bozulmuş para. * Arzuya, isteğe bırakılmış şey, iş. * Faydasız, işe yaramaz olan şey.
  • behredar : Hisseli. Nimetlenmiş. Faydalanmış.
  • behrek : f. Yaralardan çıkan iltihap. * Çok çalışmaktan dolayı el ve ayak derilerinin sertleşmesi, nasırlaşması.
  • behrem : Kırmızı gül. * Kısa boylu kimse.
  • behreme : Saç ve sakalın kınayla boyanması. * Çiçeğin göz alıcı ve câzib olan güzellik ve parlaklığı. * Hindlilerin ibadeti. ◊ f. Burgu, matkab.
  • behremend : f. Nasibi olan, hissedar. * Bilen, anlayan.
  • behrever : f. Hisse ve nasibini almış, payını zimmetine geçirmiş.
  • behreyab : f. Nasibi olan, hissesi olan.
  • behs : Neşe ve güleryüzle karşılama. * Kahraman, yiğit, mert adam. * Cür'etkârlık.
  • behş : Muki otunun yaşı. * Kara yüz.
  • behsale : (C.: Behâsile) Etli, kısa boylu, tıknaz kadın.
  • behsus : Az miktar, az şey.
  • beht : Yalan söylemek. * Ansızın bir şeyi almak. * Tenbellik galebe etmek. * Şaşkınlık. Hayranlık.
  • behtere : Yalan söyleme.
  • behur : Tütsü. (Dilimizde buhur şeklinde kullanılır)
  • behut : (C.: Bühüt) İşitenleri şaşkına uğratan iftira, yalan.
  • behv : (Behve) Misafir odası. * Yer altında hayvan ağılı. (Bu iki mananın cem'i Ebhâ-Bühüvv şeklindedir) * Geniş meydan, yer. * Göğüsün içi, boğazdan mideye kadar olan aralık. * Rahim ile More…
  • behvet : Sofa. * Çardak. * Odaların önüne yapılan oda.
  • behz : Benû Selim kavminden bir cemaatin adı. * İleri itme. * Şiddetle göğse vurma.
  • behzere : (C.: Behâzere) Semiz davar.
  • behzet : Ağırlaştırmak, meşakkatli yapmak. * Zebûn etmek.
  • beis : (Be's) Zarar. Kuvvet ve şiddet. Zahmet. Zor. Fenâ. Bed.
  • bejendî : f. Geçim darlığı. Maişet derdi.
  • bejman : f. Yırtık, dökük, pejmürde, dağınık. * Hüzünlü, kederli, üzgün, yaslı.
  • bek' : Birbiri ardınca şiddetle vurmak. * Karşılayıp istikbâl etmek. ◊ (C.: Bilkâ) Sütü az olan davar.
  • beka : Devamlılık. Evvelki hâl üzere kalma. Dâim ve sâbit olma.
  • bekale : Yağla karışmış keş. * Karıştırmak.
  • bekam : f. İsteğine, meramına kavuşan, nail olan. Arzu ettiğine erişen. Mesut, bahtiyar.
  • bekamet : Dilsizlik, dili olmamaklık.
  • bekâr : Hiç evlenmemiş, zevcesi olmayan adam. * Taşralı olup, büyük bir şehirde bir işle meşgul olarak, ailesiz yaşayan adam. (Bak: Tecerrüd, Mücahede)
  • bekâret : Kızlık. Erkek görmemiş kızın hali.
  • bekaya : Geride kalanlar, bakiyeler. * Maliye işlerinde tahsil olunmayan gelir, meblağ.
  • bekbeke : Depretmek, tahrik.
  • bekil : Yakışıklı delikanlı, genç.
  • bekile : Yağla karışmış keş.
  • bekim : Dilsiz adam.
  • bekk : Bir şeyi kakmak.
  • bekkâîn : (Bükâ. dan) Ağlayanlar.
  • bekke : Mekke-i Mükerreme'nin eski ismi. * Bir yerde toplanmak. Bir yere cem'olmak. * İzdihamlık, kalabalık.
  • bekl : Karıştırmak, halt.
  • bekr : Genç erkek deve. (Müe: Bekre)
  • bekre : Kuyu ve benzerlerinde kullanılan makara, çıkrık, çark. * Mafsallarda bulunan makara şeklindeki kemik.
  • bekrî : Erken. Sabah. * İçkiye çok düşkün. Sarhoş.
  • bektaş : f. Akrân. Eş. Arkadaş.
  • bektaşî : Hacı Bektaş-ı Veli tarikatına mensub olan kimse.
  • bektaşiyân : f. Bektâşiler. Yeniçeriler.
  • bekûrî : İlk evlat, ilk doğan çocuk.
  • bekûriyyet : İlk evlâtlık.
  • beküsiste : f. Kopuk, kopmuş. Düşük, düşmüş. Gevşek, çözük.
  • bel : t. Geminin orta kısmı. * Bedenin ortası. Göğüs ile karnın arası. * Yüksek dağın iki zirvesi arasındaki kavisli kısmı veya alçakça olan geçit ve boğazı. ◊ Bilâkis, belki, More…
  • bel' : Yutma. Emme. * Belirsiz etme. Ortadan kaldırma.
  • bel'ak : Yaşlı, zayıf. * Bir hurma cinsi.
  • bel'am : Terbiyesiz, açgözlü, obur. * Hz. Musa (A.S.) hakkında, yalan ve fena söyleyerek Beni-İsrail'i kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı.
  • bel'ame : Yutmak.
  • bel'as : Büyük karınlı dişi deve.
  • bela : Evet.
  • belâ : (c.: Belâyâ) Afet. Sıkıntı. Tasa, kaygı. Musibet. Mücazat. İmtihan. Dâhiye. * Yaramaz nesne.
  • belâ-dide : f. Belâ görmüş, belâya çatmış.
  • belâ-ender-belâ : f. Belâ üstüne belâ. Zahmet içinde zahmet.
  • bela-zede : f. Belaya uğramış, başına musibet gelmiş olan.
  • belabil : (Belbâl - Belbele. C.) Vesveseler. Kederler. Tasalar. * (Bülbül. C.) Bülbüller. Andelibler.
  • belad(e) : Kötü kimse. Müzevir, günahkâr. Fena ve kötü şey.
  • beladet : Ahmaklık, sersemlik, kalınkafalılık. Budalalık.
  • beladir : f. Kadınların kullandıkları altun, gümüş, zümrüt, yakut, elmas gibi süs eşyası. * Belâyı def etmek için verilen sadaka.
  • belâg : Eriştirme, yetiştirme. * Maksada uyan güzel ifâde. Kâfi gelme, kifâyet.
  • belâgat : Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme san'atı.
  • belâgat-füruş : f. Belâgat taslıyan.
  • belâgat-perdâz : f. Düzgün konuşabilen, iyi söz söyliyebilen.
  • belah : Büyüklenmek, kibir.
  • belaha : Yetişmemiş hurma koruğu. * Kurumak, yebs. * Yormak.
  • belahet : Ahmaklık. Düşüncesizlik. Ne yaptığını iyi bilmemek.
  • belak : Ayakları alacalı at.
  • belâkeş : f. Belâ çeken. Sıkıntı içinde olan.
  • belakik : (Bülükka. C.) Sahralar, çöller. Düzovalar.
  • belal : Islaklık. Islatış. Su gibi ıslatan.
  • belarek : f. İyi su verilmiş kılıç, çelik. * Ok temreni, ok mahfazası.
  • belat : Döşenmiş taş. * Düzyer. * Köy adı.
  • belaya : (Belâ. C.) Musibetler. Afetler. Beliyyeler. Belâlar.
  • belbal : (Belbele) Vesvese. Tasa. Telâş. Yürek yanması. Iztırab. * Tehyic ve tahrik eylemek.
  • belbed : Akılsız ve ahmak kimse ki, ne ettiğini bilmez.
  • belbel : Tasa, kaygı. Yürek yanması.
  • belbele : (C.: Belâbil) Vesvese vermek, gamkin etmek, kuruntu vermek.
  • belbûs : f. Bir nevi haşhaş. * Yabani soğan. Dağ soğanı, sarmısak.
  • belca' : Kaşları arası açık olan kadın. (Müz: Eblec)
  • beldah : Kişinin kendini yere vurması.
  • beldaran : Geçit yerleri muhafızlarının adı. Tanzimattan sonra bunlara zaptiye denmiştir. İkinci Meşrutiyetten beri jandarma olarak adlandırılırlar.
  • belde : Memleket, şehir. * Büyük köy. * Yer, arz. * Göğüs, sadır. * İki kaş arasında kıl olmayıp açık olması.
  • belec : Zâhir ve rûşen olmak. Gözükmek.
  • beled : (Belde. C.) Beldeler. Memleketler.
  • beled sûresi : (El-beled) Kur'an-ı Kerim'de 90. sure olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
  • beledî : (Beled. den) şehir veya kasaba ahalisinden olan, şehirli. * Şehir ve kasabaya ait. * Belediye İdaresine mensub. * Mahallî, yerli.
  • belediye : Bir şehir veya kasabanın temizliği, bayındırlığı ve nizamiyle ilgilenen daire.
  • beleh : Sersemlik, bönlük, ahmaklık, budalalık.
  • belel : Yaşlık, rutubet, ıslaklık. * Zafer, galibiyet.* Mihnet, keder, üzüntü. * Mücadele, kavga. * Hastalıkdan iyileşen. * Düşkünlük.
  • belem : Üzerinden yol geçen tepe.
  • belemun : Çakır dikeni.
  • belendah : Bodur, şişman kimse.
  • belendî : Enli.
  • belensem : Katran.
  • beles : İncire benzer bir yemiştir ve Yemen'de çok olur.
  • beleş : (Arabça bilâşey'den galattır) Ücretsiz, bedava.
  • belet : Kesilmek, inkıtâ.
  • belge : (Bak: Vesika)
  • belgin : Belâ, zahmet, dâhiye.
  • belh : Bazan, sivâ (gayri) manasını ifâde eder.
  • belhâ : Gönlü kibirli olan kadın.
  • belha' : Bir gözüne sürme çekip, diğer gözünü unutan ve gömleğini ters giyen akılsız kadın.
  • belham : Çiftçilikte kullanılan saban. Çift sürmeğe yarayan âlet. ◊ Nalbant. Baytar.
  • beli : f. Evet.
  • belid : (Belâdet. den) Ahmak, sersem, bön, budala.
  • beliğ : Edb: Belâgatli kimse. Meramını tamamen, noksansız ve güzel sözlerle anlatmağa muktedir olan. * Kâfi derecede olan. Yeter olan.
  • beligane : f. Beliğcesine, düzgün ve fasih olarak.
  • belil : Islanmış olan şey. * Serin ve yağmurlu rüzgâr.
  • belinograf : Fr. Telefon hatlarıyla fotoğraf, şekil ve yazıyı uzak mesafeye nakleden cihaz.
  • belita : Kamış kap.
  • beliyyat : (Beliyye. C.) Felâketler. * Gamlar. Kederler.
  • beliyye : (C.: Beliyyât) Belâ. Müşkilât. Musibet. Âfet. Tasa. Keder.
  • belk : Kapı açmak. * Ak ile kara alaca olma. * Büyük terazi.
  • belka' : Tenha çöl. Harap ve boş yer. * Yazı. * Yalan yere yemin etmek. * Su, süt gibi boğaz ıslatan şeyler. * Bir hurma cinsi. ◊ Alaca. Alaca bacaklı olan at.
  • belkaa : Şam vilâyetinde bir yerin adı. * Kara ile ak alaca nesne. * Parlak nesne.
  • belki : Umulur, ihtimal, olabilir. * Hattâ. * Kat'iyyetle. Dahi. Şüphesiz.
  • bell : Yaş etmek. Islatmak. * Ulaştırmak. * Hastanın sağlamlaşması.
  • bellet : (C.: Bilel) Cisimlerin yüzeyinde olan yaşlık, ıslaklık.
  • belma : f. Faydasız, faydası olmayan. İri ve kaba şey.
  • belsek : Elbise değdiğinde yapışıp ayrılmayan bir ot.
  • belt : Kesmek.
  • belta' : Her hususta hazakati ve feraseti olan.
  • beltah : Kişi nefsini yere vurmak.
  • beltem : Akılsız kimse. * Peltek adam.
  • belû : (Bel'. den) Çok yiyici, obur.
  • belul : Kurtulma. Hastalıkdan, marazdan kurtulma. Halâs olma.
  • belûs : f. Tevazu, mahviyet. Hileci. Hile, yalan, dolan.
  • belût : Bot: Meşe ağacı. * Meşe ağacının meyvesi olan palamut.
  • belv : (Belvâ) Dert, çile. Musibet. Zahmet. * İmtihan, tecrübe.
  • belvaz : f. Çıkıntı. Duvardan dışarı doğru çıkan direğin ucu.
  • belve : Belâ.
  • bely : Mahvolmak. * Belirsiz olmak.
  • belyad : f. Nakışsız, sade kostüm.
  • belzi : Muhkem, güçlü, sağlam deve.
  • bem : Bazı sıfatlara katılarak mübalağa beyan eder.
  • bembeyaz : Her tarafı beyaz, çok beyaz.
  • ben : (Bak: Ene) t. Psk: Şuurlu kişiliğimiz.
  • ben-van : f. Harman, tarla, ekin bekçisi.
  • benadik : (Bunduk. C.) Yuvarlak kurşunlar. * Fındıklar.
  • benadir : (Bender. C.) Ticaret yerleri. Ticareti işlek limanlar.
  • benam : Parmak ucu.
  • benan : Parmak uçları. Parmaklar.
  • benane : (C: Benân-Benânât) Parmak başı.
  • benât : (Bint. C.) Kızlar. * Bebekler.
  • benaver : f. İri, büyük çıban. Kan çıbanı.
  • benbel : f. Ekşi şey. * Ekşi elma.
  • benc : Türkçede 'benek' adı verilen bir ot cinsidir ve tohumuna 'bezr-ül benec' derler.
  • bencil : t. (Bak: Hodbin, Hodgâm)
  • bencileyin : t. Benim gibi.
  • bend : f. Bağlanan. Bağlanmış. * Bağ. Boğum. Mafsal. * Su bendi. Baraj. * Gam. Gussa. * Mekir. * Hile. * Mülâhaza. Fıkra. Madde. * Aldatmak.* Birisini emri altına almak, bendetmek. * Edb: Baştan More…
  • bend-rûg : f. Tarla ve bostan kenarlarına suyun akıntısını kesip havuz gibi birikmesi için yapılan setli çukur.
  • bende : f. Bağlanmış olan. Köle. Esir. Hizmetçi. Hizmetkâr. Kul.
  • bende-zade : f. Köle çocuğu. * Mc: Çocuğunu onun kölesi yerinde tutup mütevâzi muâmelede bulunan.
  • bendegâne : Hizmetçi gibi. Bağlanmışçasına.
  • bendegî : Kölelik. Hizmetçilik. * Ubudiyyet, kulluk.
  • bendeka : Hiddetle bakma, sert bakış. * Bir şeyi fındık kadar ufak yapma.
  • bendene : f. Esvabın, giyilecek şeylerin bazı yerlerine dikilen düğme, kopça.
  • bendenüvaz : f. Kölesini iltifatlandıran, adamını taltif eden.
  • bendeperver : f. Köle besleyici, adam besleyici.
  • bender : (C.: Benâdir) Ticaret yeri, işlek ticaret iskelesi, büyük iskele.
  • benderek : f. Küçük iskele. * Boğaz ve liman ağızlarında yapılan küçük kale. Mendirek.
  • bendergâh : f. İşlek iskele, liman, şehir.
  • benderz : f. Çuvaldız.
  • bendeyan : Hizmetçiler. Kullar. * Mensuplar.
  • bendide : f. Esir, köle. * Bağlı, bağlanmış.
  • bendime : f. Elbise yakasına ve kollarına açılan küçük delik. * Düğme, ilik.
  • bendiş : f. Altın ve gümüş üzerine işlenilen nakış.
  • bene : f. İnce urgan, ip.
  • benefş(î) : f. Menekşe rengi, mor renk.
  • benefşe : f. Menekşe denilen güzel kokulu, küçük çiçek. * Mor.
  • benefşe-gûn : f. Menekşe renkli, mor renkli. Gökyüzü.
  • benefşe-zâr : f. Menekşe tarlası, menekşe bahçesi, menekşelik.
  • benefsec : Menekşe.
  • benek : f. Atlas zemin üzerine sırma işlemeli bir çeşit kumaş.
  • benes : Kötülükden, fenalıkdan ve iyi olmayan şeylerden çekinme ve kaçınma.
  • benevre : f. Temel, esas, asıl.
  • beng : f. Bir bitki ve tohumu ki, afyon gibi uyuşturan, keyf verici olarak da kullanılan bir madde. Esrar. * Atlas üzerine işlenmiş sırma işlemeli bir çeşit kumaş. * Küçük çitlenbik.
  • bengah : f. Keçeden yapılmış olan Türkmen evi.* Âmirlere ve büyük rütbeli şahıslara ait çadır.
  • bengere : f. Çocukları uyutmak için, çocuğu uyutan kişi tarafından söylenen ninni.
  • bengî : f. Beng tiryakisi, esrarkeş.
  • benî : Oğullar, evlâtlar, çocuklar. (Aslı: Benûn-Benîn)
  • benî âdem : Âdem oğlu. İnsan. Âdem oğulları.
  • benî beşer : İnsanlar.
  • benî isrâil : İsrâil oğulları. Yahudiler. Yahudi.
  • benî ümeyye : Emeviler.
  • benika : (C.: Benâyık) Elbisenin koltukaltı parçası.
  • benimsemek : t. Sahip çıkmak, bir şey hakkında benimdir iddiasında bulunmak. Kabullenmek.
  • benîn : (İbn. C.) Oğullar, erkek çocuklar. * Akıllı, temkinli, tedbirli kimse.
  • beniyye : Kâbe-i Muazzama.
  • benk : Her nesnenin aslı.
  • benna : Mimar, usta, kalfa. Her türlü bina yapan. Yapıcı.
  • benna-gûş : f. Kulağın aşağı sarkan yumuşak kısmı ki, küpe asılan yerdir.
  • benne : (C.: Binân) Güzel, hoş koku.
  • bens : Tehir etmek, geciktirmek.
  • benş : Tenbellik. İhmâl.
  • benû : Oğullar.
  • benû(h) : f. Yığın, küme, demet.
  • benûn : (Benîn) (İbn. C.) Oğullar. Zâdeler. Veledler.
  • benzol : Benzin ve toluen karışımı bir akaryakıt.
  • bepga : f. Papağan.
  • ber : f. Üzere, üzerine, yukarı mânasına (ve Arabçadaki 'Alâ' yerine edat-ı isti'lâdır) * Göğüs, sine, bağır, sadır. * Fayda. * Hamil. * Hıfz. * Yan. * Taraf. * Nâkil. Götürücü. * More…
  • ber-akis : f. Aksine, zıddına, tersine.
  • ber-aver : f. Yemiş ağacı.
  • ber-belend : f. Çok yüksek yer veya rütbe.
  • ber-bend : f. Ufak çocuğu annesinin sırtına bağlamağa yarıyan göğüs kuşağı.
  • ber-ca : f. Yerinde, münâsib.
  • ber-dûş : f. Omuzda, omuz üzerinde.
  • ber-endaz : f. Bir yana atan. Yukarı kaldırıp atan.
  • ber-heva : f. Kaybolmuş, havaya gitmiş.
  • ber-kemal : f. Mükemmel.
  • ber-mûcib : f. Gereğince, icabına göre.
  • ber-sabik : f. Eskisi gibi.
  • ber-vech : f. Olduğu gibi, aynen.
  • ber-vech-i ati : f. Gelecek tarz üzere. Aşağıdaki gibi.
  • ber-vech-i mûtad : f. Adet olduğu gibi.
  • ber-vech-i zir : f. Aşağıdaki gibi. Gelecekte görüleceği üzere.
  • bera' : Her ayın ilk ve son günü.
  • beraa : (Beria, Berua) İlim ve fazilet ve cemalde üstünlük (manasına fiil kökü.)
  • berâat : Haşmet, metanet. İlim ve şecaatta, güzel vasıflarda emsâlinden üstünlük. Hüsn ve cemâlde tam olmak,emsâlinden üstün olmak.
  • beraber : f. Birlikte bulunan. * Müsavi, eşit. * Bir hizada olan. * Refakat, birlik.
  • beraberî : f. Eşitlik, müsavilik, beraberlik.
  • beracim : (Bürcume. C.) Boğumlar, mafsallar.
  • berâet : Temize çıkma. Temizlik, münezzehiyet. Bulaşık ve giriftâr olmama. Âri olma. * Huk: Bir davânın neticesinde suçsuz olduğu anlaşılma. (Bak: Ber')
  • beragis : (Bürgus. C.) Pireler.
  • berah : Açık işlenmiş yer. * Zâil olmak. * Ağaçsız arazi. ◊ şiddet. Ezâ ve meşakkat.
  • berahide : f. Yola çıkarılmış, gönderilmiş.
  • berahihte : f. Daha ziyade silâh hakkında kullanılan bir tâbirdir. Çıkarılmış, çekilmiş mânâlarına gelir.
  • berahime : Berehmenler. Bâtıl ve sapkın Hind ve Mecûsi dinindekilerin reisleri.
  • berahin : (Bürhan. C.) Deliller. Şâhidler. Bürhanlar.
  • berail : Horozun, güvercinin ve diğer kuşların boynunda çarpık bitmiş olan yelek.
  • berak : (C.: Berkân) Göz kamaşmak. * Bir yaşındaki kuzu.
  • berarende : f. Üste getiren, üzerine çıkaran.
  • berari : (Berriyye. C.) Sahralar, çöller. Geniş kumluklar.
  • beras : Leke hastalığı.
  • beraş : Ekseri yüzde olan küçük kara noktalar.
  • berasin : (Bürsün. C.) Yırtıcı hayvanların pençeleri.
  • berat : Nişân. Rütbe. İmtiyaz ve taltif için verilen resmi kâğıt.
  • beratil : (Birtîl. C.) Hediyeler, rüşvetler.
  • beraverde : f. İltimas ile korunarak ileri çekilmiş adam. * Seçilmiş, ayrılmış şey. * Yükseğe kaldırılmış.
  • berây : f. İçin, dolayı, binâen. (Arabçadaki 'Li, li ecli' yerinde bir tâbirdir.)
  • beraya : (Beriye. C.) Halk. Bütün mahlûkat. * Halkın kılıç kullanabilenleri ve vergi hârici tutulan müslüman kısmı.
  • beraz : Az olan şey, kalil.
  • berazik : Bölük, cemaat.
  • berbad : f. Harap. Kötü. Virâne. Bozuk. Perişan. Telef ve helâk olmuş.
  • berbar(e) : f. Evin dam kısmında bulunan oda. * Çardak. * Kemeriye. * Tahtaboş. Damın düz bir kısmı ki, en çok çamaşır sermeye yarar ve çinko ile döşelidir.
  • berbekan : Arapların giydiği bir elbise cinsi.
  • berber : f. Tıraş eden, saç kesen. * Afrika'nın kuzeyindeki bir kavim.
  • berbere : Kızgınlık ânında söylenip çağırmak bağırmak.
  • berced : Kalın kilim. * Halı.
  • berceste : f. Sağlam ve lâtif. * Seçme. * Edb: Zahmetsizce hatıra geliveren ve fakat çok kıymetli olan söz.
  • berçide : f. Devşirilmiş, toplanmış.
  • berçin : f. Toplayıcı.
  • bercis : Müşteri denilen gezegen. * Bol sütü olan deve.
  • berd : Soğuk. Soğukluk. Soğutmak. Noksan hararet. * Ölmek. * Soğuk su ile gusletmek. * Uyumak. * Sabit olmak. * Zayıf olmak. * Bir şeyi eğelemek. * Sürme çekmek. * Söğmek. * Tutya, çinko.
  • berdaht : f. Pürüzünü giderme. Pürüzsüz yapma. * Cilâlama, parlatma. * Düzleme, düzeltme.
  • berdar : f. Asılmış, yukarı kaldırılmış.* Tutucu. İtaat edici ve ettirici. * Meyveli. Meyve verici olan.
  • berdaşte : f. Yükseğe kaldırılmış, yukarı çıkarılmış.
  • berde : Tıb: Mide dolgunluğu.
  • berdec : Sürmek. (Farisîden muarrebtir).
  • berdegi : f. Esirlik, esaret, kölelik.
  • berdeng : f. Çöl ortasında yer alan küçük dağ ve tepe.
  • berdevam : f. Devam üzere. Devamlı sürüp giden.
  • berdi : Hasır yapımında kullanılan bir ot cinsi.
  • berdis : Habis kişi, pis kimse.
  • berdiyy : Suriye'de bulunan iki nehrin, bir köyün ve Hicaz'da da bir dağın adı.
  • bere : t. Tıb: Ezilme veya kılcal damarların kopması sonunda kanın, dokular içinde birikmesi ve bundan dolayı meydana gelen morluk. ◊ Fr. Sipersiz ve yumuşak olan bir çeşit başlık. More…
  • bere'te : Sen yarattın (meâlinde fiil). (Bak: Ber')
  • bered : Daha ziyade fırtınalı havalarda yağan dolu.
  • berede : Dolu. * Çok yemekten midenin dolması.
  • berehmen : (Berhemen) f. Puta tapan. Ateşperestlerin bilginleri ile puta tapan kimselerin papazları.
  • berehne : f. Çıplak.
  • berehnegî : f. Çıplaklık.
  • berehrehe : Güzel, nâzik kadın.
  • berekât : (Bereket. C.) Bereketler. Bolluklar.
  • bereket : Bolluk. Çokluk. Feyiz. Cenab-ı Hakk'ın lütfu, ihsanı. Uğurluluk. Meymenet, saadet.
  • berem : f. Asma ve kabak çardağı. * Üzüm çubuklarının altına konulan çatal şeklindeki ağaç. Herek. ◊ (C.: Ebrâm) Kumar oyununa dâhil olmayan.
  • berencen : f. Kadın bileziği.
  • berend : f. Nakışı olmayan ipek kumaş. * Keskin olan hançer, kılıç, pala v.b. âletler. * Kılıcın suyu.
  • berendahte : f. Yükseğe çıkarılmış, üste çıkarılmış. Yükseğe kaldırılmış.
  • berere : (Bârr ve Berr. C.) Dindar ve temiz kimseler. Takvâ ehli olan, her çeşit günahlardan sakınanlar. Çok hayır sahibi kimseler.
  • berestûk : Kırlangıç denilen deniz balığı.
  • berevât : (Berat. C.) Eskiden bir kimseye nişan, rütbe veya imtiyaz verildiğini bildiren fermanlar.
  • bereze : (Bak: Bürüz)
  • berf : f. Kar.
  • berf-âb : f. Karlı soğuk su. Kar suyu.
  • berf-âlud : f. Kar içinde, kara batmış.
  • berf-dâr : f. Karlı.
  • berf-nak : f. Kış yaz devamlı karlı olan yer.
  • berfend : f. Asker, nefer, er. * Güzel ve hoş söz. * Derin yer.
  • berfin : f. Kar ile ilgili, kardan.
  • berfûk : f. Şeftali yemişi.
  • berfûz : f. Ağzın dış kenarı, dudakların çevresi.
  • berg : f. Sed, bend.BERG : f. Yaprak. * Azık. * Azm, kasd. * Hazırlık. Mal, mülk. * İntizam-ı hal. * Serencam.
  • berg-riz : f. Yaprak döken. Sonbahar, güz.
  • bergab : f. Su bendi. Suyun biriktirildiği yer. Baraj.
  • bergal : (C.: Beragil) Sırtlan eniği.
  • bergaman : f. Ejder. Büyük yılan.
  • bergamot : Turunçgillerden bir ağaç ve bu ağacın meyvesi. Meyvenin kabuğundan güzel kokulu bir esans da çıkarılır.
  • bergaş : (C.: Berâgiş) Sivrisinek. * Tahta biti.
  • bergaşte : f. Yüz çevirmiş.
  • bergerde : f. Hatırda tutulmuş, ezberlenmiş, hıfzedilmiş.
  • bergeşide : f. Sıyrılmış, çekilmiş. * Tartılmış.
  • bergeşte : f. Tersine dönmüş. Yüz çevirmiş. Mâkûs.
  • bergeşte-hâl : f. İşi bozulmuş, geçimi güçleşmiş, düşkün.
  • bergriften : f. Ayırmak. Kaldırmak. Gidermek.
  • bergüzar : f. Hatırlatmak için armağan, hediye vermek.
  • bergüzide : f. Seçkin. Seçilmiş.
  • berh : f. Balık, semek. * Parça, kısım, hisse, nasib. * Su birikintisi. * Şimşek, berk. * Yaş olan odunun, yanarken çıkardığı yaşlık. ◊ şiddet, eziyet, meşakkat, zorluk, zahmet.
  • berhabe : Minder. Döşek, yatak. * Aynı döşek veya yatakda beraber yatılan kimse.
  • berhâne : f. Eskiyip harap olmuş konak.
  • berhast(e) : f. Ayaklanmış, kalkmış.
  • berhava : (Berhevâ) f. Boş, faydasız. * Havaya uçurulmuş. Havaya gitmiş.
  • berhay : Yaramaz, haylaz.
  • berhayat : f. Yaşayan. Hayat üzere olan.
  • berhe : Müddet, an, zaman.
  • berhem : f. Karışık, çapraşık. * Toplu, birlikte, berâber.
  • berhem-zede : f. Karmakarışık, altı üstüne getirilmiş.
  • berhem-zen : f. Karmakarışık eden, altını üstüne getiren.
  • berhem-zened : f. Birbirine çarpıyor. Beraber çarpıyor. Birlikte çalışıyor.
  • berheme : Gözünü kıpırdatmadan bir şeye bakıp durmak.
  • berhemen : (C.: Berhemûn) Hakîm. * Efsun okuyucu.
  • berhihte : f. Silâh çekilmiş, hamle edilmiş.
  • berhiz : f. Atılan, kalkan, sıçrayan. Zorbalık eden.
  • berhûd : f. Saçmasapan söz, mânasız söz.
  • berhudar : f. Selâmette. Mükâfata erişen. Nasibli.
  • berhûh : f. Sabun.
  • berhûn : f. Çember, daire, ortası boş olan yuvarlak nesne. * Hisar, varoş, duvar veya bostan kenarlarına ve tarla aralarına çalıçırpı ve diken ile yapılan çit. * Küçük ev, oda, hücre.
  • berhûr : f. Pay, nasib, hisse.
  • berhûz : f. Torba, dağarcık.
  • berî : (Berâet. den) Kurtulmuş. Temiz. Kayıt ve hüküm altında olmayan. Zimmeti bulunmayan adam. Hiçbir karışıklık, kusur ve noksanı olmayan. Hastalıktan sâlim olan. (Bak: Ber')
  • beria : Akılda güzellik, zekâda ve kıyasette emsalinden üstün olan. (Bak: Beraa)
  • beriberi : (Seylanca) Asya'nın güneydoğusu ile Okyanusya, Senegal ve Brezilya'nın yerli halklarında görülen ve B vitamini eksikliğinde vücuda gelen bir hastalık.
  • bericen : f. İçerisinde ekmek pişirilen ocak veya fırın.
  • berid : Postacı. Haberci. Elçi. * Sürücü. * Dört fersah mesâfe.
  • berig : f. Set, bent.
  • berik : Yıldırayıcı, çok parlak nesne. (Mübâlağası: Berrak) * Parıltı, ışık, ziya.
  • berike : Yırtmak. Paralamak. * Un helvası.
  • berilyum : yun. Zümrüt gibi bazı taşların bileşiminde bulunan bir elementtir. (Be) sembolü ile gösterilir.
  • berim : Siyah ve beyaz ipliklerden meydana getirilen ip. * Cemaat. * Etsiz yemek.
  • berin : f. Pek yüksek, en yüce. * Yarık, yırtık, delik.
  • berisa' : Halk, insan topluluğu.
  • berit : (C.: Berâyıt) Halk, beriyye.
  • beriyye : Halk. Mahlûk. İnsan. * Sahra. Çöl. * Kır.
  • berj : f. Kuvvetli kasırga. Su girdabı.
  • berk : Şimşek çakması. Parlama.* Yıldırım. * Zinetlenme, süslenme. * Tas: Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet. * Ahmak olmak. ◊ (C.: Bürük) Göğüs, sadr. * Çok çöken deve. More…
  • berk-asa : f. şimşek gibi parlak.
  • berk-efşan : f. şimşek saçan.
  • berk-endaz : f. Parlayıcı, parıldayıcı.BERKENDE : f. Koparılmış, sökülmüş, kökünden çıkarılıp atılmış.
  • berka' : (C.: Berkavât) Yüksek yer. * Taşlı balçık. ◊ (Bak: Burku)
  • berkaa : Dört ayak üstüne durmak.
  • berkan : f. Tüyü kıvırcık olan kuzu postu veya kürkü. ◊ Parıldama. * Volkan.
  • berkarar : Kararlı. Yerleşmiş. Devamlı.
  • berkaş(a) : Nakşetmek, nakışlamak.
  • berkata : Birbirine yakın olan adım.
  • berkenar : f. Hâşiye. Kenara yazılan yazı. Kenarda.
  • berkeşide : f. Kınından çıkarılmış, sıyırılmış, çıkarılmış.* Mc: İlerletilmiş, çekilip meydana getirilmiş. BERKİYYE : Şimşek gibi. Şimşeğe âit. Elektrik. Telgraf.
  • berki' : Yedinci kat gök.
  • berku' : Yüz örtüsü. Peçe.
  • berkuk : Şeftali, kayısı, zerdali.
  • berm : f. Hıfzetme, hatırda tutma, ezberleme.
  • bermah(e) : f. Burgu, matkab.
  • bermal : f. Zirve, dağ tepesi. Dağın üstü, en yüksek yeri.
  • bermu'tad : f. Her zamanki gibi. Âdet olduğu üzere, alışıldığı gibi.
  • bermurad : f. Emeline kavuşan, arzusu yerine gelen, dileğine eren.
  • berna : f. Delikanlı, yiğit, genç.
  • bername : f. Mektub başlığı. * Zarfın üzerindeki adres. * Fihrist.
  • bernik : Su aygırı.
  • berniş : f. Romatizma ağrısı, mafsal sancısı. * Karın ağrısı, sancısı.
  • berniye : (C.: Berâni) Büyük küp. * Küçük horoz. * Bir hurma cinsi.
  • bernûn : f. İnce tül. Çok ince ipek kumaş.
  • berpa : f. Ayakta, ayak üzerinde, dik.
  • berr : (C.: Ebrâr) Va'dinde sâdık. Sözünde duran. Muhsin. Keremkâr. * Nimetleri herkese, umuma ihsan eden. * Gerçeklik, sıdk. * Susuz, kuru yerler. * Toprak. Yeryüzü, yer.
  • berrade : Suyu soğutmaya ait kap, buzdolabı, karlık. * Bardak asacak yer.
  • berrah : Sahra, çöl. * Zeval, sona ermek. * Gitmek, zehab.
  • berrak : Nurlu, pek parlak. * Bulanık olmayan, duru, açık, saf.
  • berran : f. Kesen, kesici, keskin.
  • berranî : (Berr. den) Sahra ve kıra ait. Yabani. * Hâricî, zâhirî. * Şer'î hükümlere uymayan.
  • berrat : Bıçkı. * Törpü.
  • berren : Karadan, kara yoluyla.
  • berrî : Toprağa ait, kara ile ilgili.
  • berriye : Toprağa âit. * Çöl. Beyaban. Sahra. * Kara askeri. Piyade.
  • berrûd : Tül ağacı.
  • berrüste : f. Karpuz, kavun, kabak, çimen gibi dalbudak salıp da yükselmiyen nebat. * Mc: Alçak, edepsiz, rezil kimse.
  • bers : (C.: Bürâs-Ebrâs) Çukur, yumuşak yer.
  • berş : f. Afyon şurubu, keten yaprağı ile yapılan bir nevi sarhoş edici mâcun. * Arzu, gönül isteği.
  • berşa' : Uzun boylu, iri gövdeli ahmak kimse.
  • bersak : Sevinmek, sürur ve ferah.
  • berşak : Ok atmak.
  • berşan : f. Ümmet. Bir peygamberin tebliğ ettiği dine ve kitaba iman eden cemaat.
  • berşem : f. Kederin belli oluşu. * Dikkatli nazar.
  • berser-zeden : f. Başa kakmak, azarlamak.
  • bertal : Rüşvet almak.
  • bertam : Dudağı kalın adam.
  • bertame : Gadaptan müntefih olmak, hiddetlenmek.
  • bertaraf : f. Bir tarafa atılan, bir yana atılmış, ortadan çıkmış, zâil olmuş.
  • bertarum : f. Kubbe üzerinde. Dam üstünde.
  • berter : f. Daha yüksek, daha üstte, âlâ.
  • bertih : Aşırma.
  • bertil : (C.: Beratil) Uzun taş. * Uzun, sağlam demir.
  • berûd : Soğutucu. * Göze çekilen sürme.
  • berûmend : f. Faydalı, verimli. * Ter ü taze. * Nasibli, hisseli.
  • berûmendî : f. Faydalı, menfaatli olma.
  • berûz : Zâhir olmak, zuhur etmek, görünmek. ◊ f. Kavga, savaş, muhârebe.
  • bervar(e) : f. Sayfiye. * Havadar köşk, mesken. * Evin küçük, arka kapısı.
  • bervaze : f. Gezinti için hazırlanan yemek.
  • berz : f. Ziraat, ekim.
  • berz-gar : f. Ekinci.
  • berzah : İki âlemin arası. Kabir. Dünya ile âhiret arası. * Perde. * Sıkıntılı yer. * İki yer arasındaki geçit. * Mani'a, engel, (Bak: Sırat köprüsü). Ölen insanların ruhları kıyamete kadar More…
  • berze : f. İpekli kumaş * Yakışıklı, nâzik. * Ekin, zirâat. * Dal, budak. * Letâfet, zerâfet.
  • berze-gav : f. Tarla sürecek öküz, çift öküzü.
  • berzede : f. Toplanılmış, biriktirilmiş, bir araya getirilmiş.
  • berzen : f. Sahra, çöl. * Sokak, cadde. Mahalle. Köşebaşı.
  • bes : f. Kâfi. Yeter. Yetişir. (Allah bes, gayri heves)
  • besa : (Arnavutça) Arnavut yemini. * Kan güden hasımlar arasında yeminle akdolunan anlaşma.
  • besâ : f. Pek çok, hayli miktarda, nice nice.
  • besa' : Yumuşak yer. * Benî Selim vilayetinde bir yerin adı. ◊ Ülfet, alışma, ünsiyet.
  • beşaat : Kabahat, suç. * Yiyecek ve içeceklerdeki acılık.
  • beşahe : Çirkinlik.
  • besait : (Basit. C.) Basit şeyler. Mürekkeb ve memzuç olmayanlar.
  • beşale : Harislik, hırslı olma.
  • besalet : Yiğitlik. Bahadırlık. Yürek sağlamlığı.
  • beşam : Hicaz'da yetişen bir cins ağaçtır ki, hoş kokuludur ve dallarından misvak yapılır.
  • besamet : Güler yüzlülük. Mütebessimiyet.
  • beşanika : Boşnaklar.
  • beşarat : (Beşaret. C.) Beşaretler. (Bak: Beşaret)
  • besare : f. Sofa, salon. Divanhâne.
  • beşare : (C.: Beşâir) Hüsn, güzellik, cemâl.
  • besâre-nişin : f. Sofada oturan, uşak, hâdim, hizmetçi.
  • besaret : Göz açıklığı. Dikkatle bakış.
  • beşaret : (Doğrusu Bişârettir) Müjde. Sevindirici haber. Hayırlı haber. * Müjdeye verilen ihsan. * Yeni çıkan acib şey.
  • beşaş : (Beşeş, beşüş) Açık yüzlü. Güler yüzlü.
  • besasa : Göz, ayn.
  • beşâşet : Güler yüzlülük. * Tazelik.
  • besat : (Bisât) Düz. * Döşenmiş. * Geniş. * Yayvan kab. * Düz açık yer.
  • besatet : Basitlik. Düzgünlük. Sadelik. Düzlük. * Dilde düzgünlük.
  • besatin : (Bostan. C.) Bostanlar.
  • besbas : f. Saçmasapan, manâsız söz.
  • besbase : Bir ağaç adı.
  • besbele : Bakla.
  • besbes : (C.: Besâbis) Herze. Mânasız, saçma sözler.
  • besbese : Bir nesneyi yaş etmek, bir şeyi ıslatmak. * Çok çabuk yürüme. Hızlı yürüme. ◊ Haberi yaymak. * İşini halka bildirmek.
  • beşe : f. Atmaca kuşu.
  • besek : (Besdek) f. Esneme. * Harman yerinde toplanılarak demet yapılan arpa ve buğdaylar.
  • beşel : 'f. İki kimsenin birbiriyle tutuşması. İki şeyin birbirine sarılması. * Beşelîden masdarından emir ki; asıl, sarıl, mânâlarına gelir.' ◊ Hırslı kişi. Haris kimse.
  • beşem : f. Kederli, hüzünlü, yaslı. * Hazmı güç olan şey.
  • besen : şirin, lâtif, gökçek, hüsn.
  • beşen : f. Uzun boy. * Beden, cisim. * Taraf, uç, kenar.
  • beşenc : f. Yüz güzelliği, parlaklığı.
  • besend(e) : f. Kâfi, kifayet eder, tamam, yeter, yetişir.
  • beşer : (Beşere) İnsan derisinin dış yüzleri. * İnsan. Âdem.
  • beşerî : İnsana ve insanın fıtrî hallerine mensub ve müteallik. İnsanla ilgili.
  • beşeriyyet : İnsanın tab' ve hilkati ve fıtrî halleri. İnsanlık.
  • besfayic : Bir ot kökü ki, içinde fıstığa benzer bir yemişi olur.
  • beşg : 'f. Dolu; kar; çiy, şebnem. * Naz, cilve, işve.'
  • beşgen : (Bak: Muhammes)
  • besgûy : f. Geveze. Çok konuşan.
  • besî : f. Çokluk, fazlalık, ziyadelik. * Birçok.
  • beşi' : 'Tadı fena olan çirkin şey; acı, ekşi.'
  • besic : f. Hazırlık. Sefer hazırlığı, yol hazırlığı. * Yol ve sefer azığı, harçlığı.
  • besil : Çirkin yüzlü.
  • besile : Kap içinde kalmış içki artığı.
  • besim : (Besm. den) Güleryüzlü kimse.
  • besin : t. Zihayat varlıkların yaşama, gelişme ve çalışmaları için gerekli olan çeşitli gıda maddeleri.
  • besir : Ziyade, çok, birçok.
  • beşir : Müjdeli haber veren. Müjde getiren. * Güler yüzlü. Hub. Cemil. * Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir vasfı.
  • besise : Bir çeşit yemek. * Yağ ve undan yapılan bir çeşit bulamaç. * Ayrılık, nifak, iftira, ihtilaf.
  • beşişe : Açık yüzlü olmak.
  • besit(a) : (C.: Besâit) Döşenmiş nesne, yer yüzü. * Yalnız tek. * Geniş yer.
  • besk : Tükürmek. * Uzamak. * Büyümek. ◊ Yırtmak. * Yarmak ve ayırmak.
  • beşk : Yalan söylemek. * İşleri yaramaz olmak. * Deve, sür'atle gitmek. * Elbise dikmek.
  • beskele : f. Kapı sürgüsü, kapı mandalı.
  • besl : Helâk etmek. * Men'etmek.* Çirkin yüzlü olmak. * Helâl ve haram.
  • besm : Tebessüm etmek.
  • beşm : 'f. Kırağı; çiy. Şebnem. * Taberistan ile Rey arasında havası çok soğuk olan bir mevki. * Dinsiz, mezhebsiz.' ◊ Çok yemekten dolayı midenin dolması.
  • besman : f. Bir muahededen, bir anlaşmadan sonra rehin olarak bırakılan şey. Kapora.
  • beşme : f. Her çubuğu ayrı ayrı beş renkte olan yollu kumaş. * İşlenmemiş ham deri. * Göz ilâcı.
  • besmele-hân : f. Besmele çeken.
  • besne : Yumuşak yer.
  • besniyye : Alçak ve yumuşak yerde biten buğday. * Şam diyarında belli bir yerde yetişen buğdaya da derler.
  • besr : Yüz ekşitmek. * Talep etmek, istemek. * Acele etmek. Hamlık atmak. ◊ (Besere) (C.: Besûr) Vücutta çıkan bir çeşit ufak sivilce. ◊ Çok, kesir.
  • beşr : Eski fetva metinlerinde erkeği temsil eden isimlerden biri. (Bak: Zeyd)
  • besrik : (Bisrik) Hafif ve hızlı yürüyüşlü bir cins hecin devesi.
  • bess : İçindekini açığa vurmak. * Neşretmek, yaymak. * Ayırmak. * Dert, keder. * Merak. ◊ Parça parça olmak, dağılıp serpilmek.
  • beşş : Açık yüzlü olmak.
  • beşşak : Yalancı, kezzab.
  • bessam : Güler yüzlü olan adam. Çok gülen kimse.
  • bessase : Mekke-i Mükerreme.
  • best : Döşemek.* Yaymak, neşr. ◊ f. Düğüm.
  • besta : Uzunluk, bolluk, genişlik. Yaygın olmak.
  • bestak : Hizmetçi, hâdim.
  • beste : f. Bağlanmış, bitiştirilmiş, bağlı. * Kapalı. Tutucu. Donmuş. * Bir nevi ipek kumaş. * Gr: 'Besten' fiilinin ism-i mef'ulüdür. Kelimelerin başına veya sonuna getirilerek More…
  • beste-dehân : f. Dili bağlı. Ağzı kapalı, susan, sükût eden.
  • beste-dem : f. Nefesi tutulmuş.
  • beste-gî : f. Bağlılık. Kapalılık.
  • beste-leb : f. Dudağı kapalı.
  • beste-rahim : f. Çocuk doğuramayan, kısır kadın.
  • beştek : (Beştük) f. Zarf. Vazo. Kap. Kâse. Çiniden yapılmış saksı.
  • besûr : (Besr. C.) Siğiller, sivilceler, küçük çıbanlar.
  • besûs : Okşadıkça süt veren deve.
  • beşûş : (Bak: Beşaş)
  • beşûşâne : f. Güler yüzlüce. Hoş olarak.
  • besv : Yüz ekşitmek.
  • beşyûn : f. Semiz, besili, yağlı.
  • bet : Çehre rengi, beniz. ◊ f. (Bak: Bed)
  • bet' : Boynu uzun olmak. * Aşikâre ve zâhir olmak. Açık ve görünür olmak.
  • beta' : İkamet. Bir yerde oturma.
  • betain : Astarlar.* Yatak yüzleri.
  • betal(e) : Bahâdır, yiğit, kahraman.
  • betalet : (Bak: Batalet)
  • betan : (C.: Bitnân) Çukur yer.
  • betane : Büyük karınlı olmak.
  • betar : Çok fazla sevinmek. * Hayret. * Dehşet. * Tekebbürlenmek, gururlanmak.
  • betare : Eksiklik, noksanlık.
  • betat : Azık. Bir yolculukta gereken öteberi. * Ev eşyası. * Kesin, kat'i.
  • betatron : yun. Fiz: Elektronları hızlandıran elektromanyetik bir âlet.
  • beter : (Bed-ter'in muhaffefi) Daha kötü, daha fena.
  • beti' : Eğlenici, eğlenen.
  • betiha : (C.: Bitâh-Betâyih) Ufak taşlı büyük dere. * Kamışlık ve sazlık yer.
  • betik : Kat'etmek, kesmek. * Yapışıp bir şeyi çekmek.
  • betil : Hz. İsa'nın (A.S.) anası olan Hz. Meryem'in lâkabı. * Salkımları sarkmış ağaç. * Nehirlerdeki akıntılar. * Ağacın gövdesinden veya ana ağaçdan ayrılıp başka kök salan fidan.
  • betile : (C.: Betâil) Hurma fidanı.
  • betin : Büyük karınlı. Şişman. * Irak, baid, uzak. ◊ Yalnız midesini düşünen kimse.
  • betk : Kesmek, kat'etmek. * Yapışıp bir şeyi çekmek.
  • betkiş : f. Atılacak okların içine konulup omuza asılan mahfaza. Ok mahfazası, okluk.
  • betl : Kesmek, kat'etmek.
  • betle : Kesilmiş, maktû.
  • betonarme : Fr. İskeleti demir çubuklardan yapılmış olan beton.
  • betr : Kat', kesme. * Hatalı, eksik bırakma.
  • betra : (Müz: Ebter) Çocuğu olmayan. Kısır. * Kuyruğu kesik dişi hayvan.
  • betre : Dişi eşek.
  • bett : (C.: Betût) Kesmek, kat'. * Kilim.
  • bettâr : Çok kesen, fazla keskin.
  • bettat : Kilim satıcı. * Kesici.
  • bette : Kat'i. * Kesilmiş, ayrılmış, maktu'. * Tiftikten şal.
  • better : f. (Bed-ter) Daha kötü. Çok fena.
  • betûk : f. Yuvarlak tabla, bakkal tablası ve sepeti. ◊ Çok keskin.
  • betûl : (Betâl) Erkekten kaçınan nâmuslu kadın. * Hz. Fatımatüzzehra ve Hz. Meryem'in sıfatı.
  • betv : Durmak, ikamet.
  • betyab : f. Mihnet, keder, dert, gam, kaygı, elem.
  • betyar(e) : f. şeytan, ifrit. * Düşman, adüvv. * Görülmesi istenilmeyen şey.BE'V : Fahirlenmek, büyüklenmek, kibirlenmek.
  • bev : Deve yavrusunun derisi. (Bunu samanla doldurup anasına gösterirler. tâ ki sağılmaktan kaçmasın diye.) BEV : Geri çekmek. * Lâyık olmak. * İkrar etmek.
  • bev' : Kulaç, kulaçlama. * Sataşma, musallat olma. * Kuytu yer.
  • beva' : Benzer, beraber, eş, denk. * Hazır etmek. * Doğrulanmak. * Nüzul etmek, inmek.
  • bevabet : Kapıcılık, kapı bekçiliği.
  • bevabî : Kapıcılık, kapı bekçiliği.
  • bevadi : (Bâdiye. C.) Bâdiyeler, sahralar, çöller.
  • bevadir : (Bâdire. C.) Bâdireler, olagelen hâdiseler.
  • bevah : Aşikâr, meydanda, belli. Herkesin gözleri önünde.
  • bevahe : (Bûhe. C.) Dişi baykuşlar. * Çakır doğan kuşları. * Ahmak, ebleh adamlar.
  • bevahen : Belli olarak, âşikar.
  • bevahid : Musibetler, felâketler, âfetler, belâlar.
  • bevaik : (Bâika. C.) Belâlar, musibetler, felâketler, âfetler.
  • bevaki : (Bâki, Bâkiye. C.) Bâkiler, kalanlar, daim olanlar.
  • bevani : Kaburga kemikleri. * Deve ayakları.
  • bevar : Mahvolma, çürüme, yok olma. * Kadının kocaya varmayıp evde kalması.
  • bevari : (Bâriyye. C.) Hasırlar, ince kumaştan örülmüş hasırlar.
  • bevarid : (Bârid. C.) Soğutulmuş yemekler. * Omuzlarda boyun arasında, gerdanın yanında veya kulaklar arasında ve ensede olan etler. * Sakat şeyler.
  • bevarih : (Bârih. C.) Şiddetli sıcaklar ve şiddetli rüzgârlar ki, adına Samyeli denir.
  • bevarik : (Bârika. C.) Şimşek ve yıldırım parıltıları. * Parıltılar, gözleri kamaştırıcı olan şeyler.
  • bevas : f. Sıkıntı, keder, mihnet, elem, dert, kaygı, gam. * Yokluk.
  • bevaşe : Çiftçilerin harman savurmakda kullandıkları çatal şeklindeki tahta kürek, yaba.
  • bevasir : (Bâsur. C.) Mayasıllar, basurlar.
  • bevatil : (Bâtıl. C.) Batıllar, hurafeler. Hak olmayanlar, sahteler.
  • bevatin : (Bâtın. C.) Gizli ve kapalı şeyler. Aşikâr olmayan şeyler. (Zıddı: Zevahir'dir.)
  • bevatir : (Bâtire. C.) Keskin, çok kesen kılıçlar.
  • bevb : Menetmek.
  • bevbat : Sahra, çöl, geniş kumluk araziler.
  • bevc : Berk, şimşek. * Yorulma. * Bağırma, haykırma.
  • bevç : Azamet, büyüklük, heybet. Gösteriş, ihtişam. * Zinet, süs, debdebe.
  • bevd : Kuyu.
  • beve' : Geri çekmek. * İkrar etmek. * Lâyık olmak.
  • bevg : Üstünlük, galibiyet, galib gelme.
  • bevga : Yumuşak toprak.
  • bevh : 'Musibete, belâya uğrama; felâket gelmesi. Kederlenme. * Gizli şeyin, sırrın açığa çıkması.' ◊ Lânet etme, beddua etme, söğme. * Haberli olma. * Düşünme. ◊ More…
  • beviş : f. Tahmin, farzetme.
  • bevj : f. Şiddetli kasırga, su çevrintisi, girdap.
  • bevk : Fenalık, düşmanlık, keder ve belâ meydana getirme. * Musibet, felâket. * İzinsiz ve habersiz olarak bir yere aniden çıkagelme. * Çalıp çırpma. * Yalan söz. * Boşboğaz (adam). * Şiddetli More…
  • bevka' : Kargaşalık, karışıklık.
  • bevl : Sidik, idrar.
  • bevle : Çok işeyen adam. * Kız çocuğu.
  • bevliye : Tıb: İdrar yolları ve böbrek hastalıkları. Bu hastalıkların teşhis ve tedavisiyle uğraşan tıp dalı. (Üroloji)
  • bevn : İki şey arasındaki mesafe. Uzaklık. * Fazilet, meziyet. ◊ f. Nasib, pay, hisse.
  • bevne : Küçük kız çocuğu.
  • bevr : Helâk olma. Yok olma. * Sınama, deneme. * Alış-veriş sıkıntısı. * Sürülmemiş yer.
  • bevs : Acele, ileri geçme, ileri gitme. * Bıktırıncaya kadar israr etme. * Bir kimseden kaçıp gizlenme. * Bir şeyin rengi. ◊ Öpmek. (Farisîden muarrebdir.) ◊ Bahsetmek.
  • bevş : Her biri bir yerden gelmiş olan bir bölük cemaat. ◊ f. Çalım, gösteriş, debdebe, ihtişam.
  • bevt : Zengin iken fakir düşme. Düşkünlük.
  • bevva : Hindistan cevizi.
  • bevvab : Kapıcı. * Menedici.
  • bevvaban : (Bevvâb. C.) Kapıcılar.
  • bevvabîn : (Bevvâb. C.) Kapıcılar.
  • bevval : Çok bevl eden, aşırı derecede işeyen.
  • bevvan : (C.: Büven-Ebvine) Çadır direği.
  • bevvee : Hazırladı, yerleştirdi, sâhib kıldı (meâlinde fiil).
  • bevz : Devamlı oturuş. Daimi oturma. * Çillerin kaybolmasından sonra yüzün güzelleşmesi.
  • bevz(ek) : f. Rutubetten dolayı yiyecek ve giyeceklerde meydana gelen yeşil renkte küf. * Ağacın, kök kısmına yakın olan yerleri. * Eşek arısı.
  • bey' : Satmak. * Fık: Bir malı diğer bir mal ile değiştirmek.
  • bey' u şira : Alım-satım. Alış-veriş. (Bak: Bey')
  • bey' u şirâ : Alım-satım. Alış-veriş.
  • bey'at : (Bak: Biat)
  • bey-gâh : f. Pazar yeri, pazar.
  • beya : f. Dolu, dolmuş. * Kapı, girilecek yer.
  • beyaban : f. Çöl. Sahra. * İmar olunmamış arazi. * Kır.
  • beyad : Mahvolma, yok olma, hiç olma.
  • beyadika : (Beyâzıka) (Beydak ve Beyzak. C.) Küçük yapılı, bodur boylu ve çabuk yürüşlü adamlar, paytaklar. * Satranç oyununda paytaklar, piyadeler.
  • beyadir : Harmanlar.
  • beyah : (C.: Büyâh) Küçük balık.
  • beyan : 'İzah. Açıklama. Anlatma. Açık söyleme. * Öğretme. * Fesahat ve belâgat. * Edb: Belâgat ilminin hakikat, mecaz, kinâye, teşbih, istiâre gibi bahislerini öğreten kısmı. (Bak: Belâgat) * More…
  • beyanat : (Beyan. C.) Nutuklar, izahlar, açıklamalar, beyanlar.
  • beyanname : f. Durumu yazı ile bildiren açıklama.
  • beyare : f. Kısa boylu ve bodur olarak yerde yetişen nebat, meyve ve sebze. Kavun, karpuz, kabak...gibi.
  • beyariş : f. Çare. Tedbir. Deva, derman. İlâç, tiryak.
  • beyat : Geceleyin çalışma, geceyi işle geçirme.
  • beyavar : f. Meşguliyet, meşgul olma, uğraşma, iş.
  • beyaz : Aklık, beyazlık. * Aydınlık. * Yumurta akı. * Müsveddenin temize çekilmesi.
  • beyazî : Aklık, beyazlık. * Uzunluğuna açılan yazma kitap. * Sığır dili.
  • beyd : Helâk olmak. * Gayr, diğer.
  • beyda : Tehlikeli mevki. * Sahra, çöl. * Medine ile Mekke arasında bulunan düz bir yer.
  • beydah : f. Sert başlı, haşarı at.
  • beydaha : İri ve şişmanca kadın.
  • beydak : Piyade dedikleri nesne. (Satranç âletlerindendir.)
  • beydane : (C.: Beydânât) Yabani dişi eşek.
  • beyde : Gr: 'Enne' lâfzı gibi, 'şu kadar var ki, lâkin' mânâsında istisna edatlarındandır.
  • beyder : f. Ekin harmanı. * Doğru lügat.
  • beyderî : Harmancı.
  • beydûdet : Mahviyet, hiçlik, yok olma.
  • beygar(e) : f. Tekdir, azarlama, çıkışma. Sövme.
  • beyhan : Sır saklamıyan, aklında ve kalbinde olanları söyleyen kimse. Boşboğaz.
  • beyhoş : f. (Bihûş) Şaşkın. Akılsız. Deli. Serseri.
  • beyhûc : Höyük. (Tarlada ve bostanda dikerler.)
  • beyhûde : f. Boşuna. Boş yere. Faydasız.
  • beyhuşt : f. Kökünden çıkarılmış, dibinden koparılmış olan şey.
  • beyin : t. Kafatasının en büyük kısmını kaplayan, kalınca ve dayanıklı üç zarla örtülmüş olan bir sinir merkezidir. Yumuşak ve beyazımsı bir kitle olan beyin, duygu ve bilgi merkezidir. Ak ve boz More…
  • beyincik : Art kafa çukurunda beyin kökünün üst arka kısmında bulunan merkezi sinir sisteminin bir organıdır. Mühim bir görevi, hareketlerimizin âhenk içinde olmasını sağlamaktır.
  • beyit : (Bak: Beyt)
  • beykara : Kişinin başını sallayarak sür'atle gitmesi.
  • beykem : f. Oda, salon, sofa. * Kasr, köşk.
  • beykur : Sığır.
  • beylek : f. Ferman, emir. Hüccet, vesika.
  • beylem : Rende. * Kazma.* Açılmamış pamuk kozası.
  • beylerbeyi : Tar: Sancak beylerinin başı. Osmanlı eyalet umumi valisi.
  • beyn : Arası, arasında, aralık. İki şeyin arası. İkisinin ortası. Firkat. Ayrılık. * Burnu ve ayakları uzun karga.
  • beynamaz : (Bak: Bînamaz)
  • beyne beyne : İkisinin ortası. İkisinin arasında. Mücerred. Ne iyi, ne kötü.
  • beynehüma : İkisi arasında.
  • beynelmilel : (Beyn-el milel) Milletler arası. Milletler arasında. International.
  • beyniye : Tecvidde: Harfler okunurken sesin mükemmelen akıp akmama arasında olması, kalın ile yumuşak arası okunması. Bu durumda okunan harfler şunlardır: (Râ, mim, ayn, nun, lâm.)
  • beynûnet : Fâsıla, iki şey arasındaki mesafe, aralık. * Fark, ihtilaf, muhalefet. Zıddiyet, anlaşmazlık, terslik. * Ayrılmak, firkat.
  • beyr : Helâk olmak. * Bâtıl olmak.
  • beyrem : (C.: Beyârim) Marangoz rendesi. * Uzun ve sert taş.* Bir yeri kazmakta kullanılan kazma âleti.
  • beysan : Şam hududunda bir yerin adı.
  • beyt : Ev, oda,hane. * Geceyi bir işle geçirmek. * Edb: İki satırlık manzume.
  • beytar : Nalbant. * Baytar, veteriner. Hayvan hastalıkları hekimi. ◊ Yarılmak.
  • beytara : Yarılmak. * Hayvan hekimliği, baytarlık.
  • beytaşî : (Bak: Bektaşî)
  • beytullah : Kâbe, câmi, mescid gibi ibadet edilen yer.
  • beytûtet : (Beyt. den) Gece kalma, geceleme. * Ayırmak, teferruk. * Gece baskın yapmak.
  • beyû : f. Gelin.
  • beyûg : f. Gelin.
  • beyûganî : f. Düğün.
  • beyûn : Dip tarafı geniş olan kuyu, bostan kuyusu. ◊ f. Afyon.
  • beyûs : f. Arzu, istek, taleb. * Ümit. * Tamah. * Alçak gönüllülük. Mütevazilik.
  • beyuz : Yumurtlayan tavuk.
  • beyya' : (Bey'. den) Dellal. * Alıp satan kimseler. * Perâkende olarak satış yapan küçük tüccar.
  • beyyab : Saka, sucu.
  • beyyahe : Balık ağı.
  • beyyin(e) : Aşikâr. Açıklanmış. Gün gibi vâzih delil. * Müteaddit noktaları beyan eden ve açıklayan.* Şâhid. İsbat vasıtası. Kavi bürhan.
  • beyyinat : (Beyyine. C.) Beyyineler. Bürhanlar.
  • beyyine sûresi : Kur'an-ı Kerim'in 98. suresi olup 'Kayyime, Münfekkin, Beriyye, Lemyekün' Sûresi gibi isimlerle de söylenir.
  • beyyinen : Vâzıhan, aşikâr olarak, alenen, açık olarak.
  • beyz : (C.: Büyuz) Yumurta. * Kuşun yumurtlaması. * Hayvanların bilhassa atın ayaklarında çıkan yumurta iriliğindeki şişler.
  • beyza : (Müe.) Parlak. Beyaz. Sefid. * Afet, dâhiye, belâ, musibet. ◊ Yumurta. * Demir başlık. * İnsanın hayası. Husye.
  • beyza' : (C.: Biyâz) Kasaba, köy. * Güzel yüzlü kadın. (Müz: Ebyaz)
  • beyzade : Osmanlı Sultanlarının oğulları. * Bey oğlu. Babası reis veya âmir olan. * Soylu, asil, necib.
  • beyzah : İri yapılı, etine dolgun, şişmanca adam.
  • beyzan : Beyazlar, aklar.
  • beyzar(e) : Geveze, çok konuşan.
  • beyzare : Büyük ve uzun sopa.
  • beyzavî : (Beyzî) Yumurta gibi. Yumurtaya benzer şekil.
  • beza : Konuşmada açık saçıklık. * Hayasızlık, utanmazlık.
  • bezaat : Sermaye.
  • bezadî : Mavimsi bir cins değerli taş. Küçük yakut.
  • bezaga : f. Kertenkele, keler. ◊ Ortaklık, şirket.
  • bezah : Büyüklenmek. Kibir, gurur.
  • bezane : f. Esici. Esen rüzgâr.
  • bezazet : Perişanlık, pejmürdelik. Kıyafetin düzgün ve intizamlı olmayışı. ◊ Bezcilik. Manifaturacılık.
  • bezbaz : f. Hindistan cevizinin kabuğu.
  • bezbeze : Galibiyet, zafer, galebe, üstünlük. * Sıkılma, daralma. * Kısmet, nasib, pay. Hisse. ◊ şiddetle sarsma, depretme. * Sür'atli yürüme. Kaçma.
  • beze : f. Kabahat, suç, hata. Günah. ◊ Miskin, zavallı. ◊ Bez.
  • bezec : (C.: Bezecât) Boyun çekmek. * Laf vurmak. * Kuzu, hamel.
  • bezek : Zinet, süs, debdebe, gösteriş.
  • bezekâr : f. Suçlu, günahkâr.
  • bezekârî : f. Suçluluk, günahkârlık.
  • bezer : Gevezelik, boşboğazlık, çok konuşmaklık.
  • bezesten : f. Değerli eşyanın satıldığı kapalıçarşı.
  • bezeven : Sıçramak.
  • bezg : Yarmak, şakk. * Neşter vurmak.
  • bezha' : Göğsü dışarı çıkıp arkası içeri giren kadın.
  • bezi' : Uslu, akıllı, zarif çocuk. * Zarif.
  • bezie : Çirkin, kabih. Otsuz yer.
  • bezim : Kuvvetli, güçlü kişi. * Hiddet ve kızgınlığını belli etmeyip soğukkanlı olarak hareket eden kişi. ◊ Boncuk dizilen iplik.
  • bezir : Ekilecek tohum, tane. * Keten tohumundan çıkarılan bir yağ. Bu yağ, yağlıboya yapmakta kullanılır. ◊ Geveze, fazla konuşan.
  • bezirgan : (Bâzâr-gân) f. Tacir, tüccar, alışveriş eden esnaf. Efendi ve ağa yerine Yahudiler için söylenen ünvandır.
  • beziyy : Hayâsız, utanmaz kimse.
  • bezk : Tükürmek.
  • bezl : Bol. Bol bol verme. Esirgemeden vermek.
  • bezla' : Kavi, sağlam, muhkem. * İyi fikir.
  • bezle : f. Lâtife, hoşa giden kibar ve nâzik söz. Şaka tarzında söylenen söz. * Ahenk ile okunan şiir.
  • bezle-bâz : f. Şakacı, lâtifeci.
  • bezm : Yayın kirişini çekip, sonra salıverme. * Bir şeyi diş ucuyla ısırma. ◊ f. Sohbet meclisi. Muhabbet yeri. Yiyip içme, îş u nûş. Meclis.
  • bezme : f. Muhabbet ve sohbet meclisinin bir köşesi. ◊ Gündüzleyin yenilen bir öğün yemek.
  • bezmgâh : f. Eğlence yeri.
  • bezr : Tohum. Keten tohumu. Mercimek, bakla, arpa gibi taneli tohum. ◊ f. Ziraat, ekim.
  • bezr-ger : f. Çiftçi, ekinci. Tohum serpen.
  • bezr-kâr : f. Ekinci, çiftçi. Tohum saçan.
  • bezre : Koltuk kılının az olması. Yüzük halkası.
  • bezreka : (Bak: Bedraka)
  • bezv : Et çok olmak. * Ağaçlar sık bitmek. ◊ Beraberlik. * Denk, eşit, misil.
  • bezyûn : Altın işlemesi atlas ki, adına sündüs denilir. * İnce kumaş.
  • bezz : Keten veya pamuktan mamul dokuma. ◊ Galip olmak.
  • bezzaz : Bez satan. Manifaturacı.* Muhaddislerden bir zatın nâmı.
  • bezzazistan : f. Esnaf çarşısı. Bedestan.
  • bezze : Hor ve hakir olmak.
  • bî : f. Kelimenin başına getirilerek o kelime menfi yapılır.Misâlleri için, 'BİA' kelimesinden sonraki kelimelere bakınız.
  • bi : f. İstek bildirmek için emir sigasının başına getirilr. Meselâ:
  • bi'r : Kuyu.
  • bi'r-i zemzem : f. Zemzem kuyusu.
  • bi'se : Ne fena, ne kötü, ne çirkin mânâlarına gelir. Ve birleşik kelimeler yapılır.
  • bi'set : Gönderilme.
  • bî-ab : f. Susuz, kuru. * Donuk. * Rezil, utanmaz, hayasız.
  • bî-bidaat : f. Sermayesiz.
  • bî-bünyad : f. Esassız, temelsiz.
  • bî-ca : f. Yersiz.
  • bî-can : f. Ruhsuz, cansız.
  • bî-çare : f. Çaresiz. Zavallı. Şaşkın.
  • bî-çaregân : f. Zavallılar. Biçareler.
  • bî-çaregî : f. Zavallılık, biçarelik.
  • bî-çarevâr : f. Zavallı gibi, biçare gibi.
  • bî-ciğer : f. Korkak, ciğersiz, yüreksiz.
  • bî-çûn : f. Emsalsiz, eşsiz, ortaksız, benzersiz. * Sebep sorulmaz. (Allah C.C.)
  • bî-dadger : f. Gaddar, zâlim, hain.
  • bî-dadgerî : f. Gaddarlık, hainlik, zâlimlik.
  • bî-dil : f. Ürkek, korkak. * Âşık. * Kalbsiz, gönülsüz. * Nüktesiz.
  • bî-dimağ : f. Kafasız, akılsız.
  • bî-din : f. Dinsiz. * Merhametsiz, acımasız.
  • bî-direng : f. Durmıyan, oyalanmayan, eğlenmeyen, çabuk.
  • bî-diriğ : f. Esirgemeyen, elinden geleni yapan. * Esirgenmeyen.
  • bî-duht : f. Kızı olmıyan. * Zühre Yıldızı.
  • bî-gah : f. Vakitsiz, zamansız.
  • bî-gânegî : f. Yabancılık.
  • bî-garez : f. Garezsiz. * Taraf tutmıyan, tarafsız.
  • bî-gayat : (Bi-gaye. C.) f. Sonu olmayanlar, sonsuzlar.
  • bî-geran : f. Sınırsız.
  • bî-gişş : f. Hilesiz, safi, karışıksız. * Samimi.
  • bî-güman : f. şeksiz, şüphesiz.
  • bî-haber : f. Habersiz, bilgisiz.
  • bî-hanüman : f. Çoluk çocuksuz, yersiz yurtsuz.
  • bî-har : f. Dikensiz.
  • bî-hareket : f. Kımıldamıyan, hareketsiz.
  • bî-hasil : f. Ebedî, sonsuz, nihayetsiz, bâki. * Verimsiz, faydasız.
  • bî-hemal : f. Benzersiz, eşsiz.
  • bî-hemta : f. Eşsiz. Dengi olmayan. Benzersiz.
  • bî-hengam : f. Vakitsiz, zamansız.
  • bî-hesab : f. Sayısız, hesapsız.
  • bî-hod : f. Çılgın, kendinden geçmiş olan, ne yaptığının farkında olmayan. * Bayılmış.
  • bî-hude : f. Boşuna, beyhude, boşu boşuna.
  • bî-huzur : f. Rahatsız, huzursuz, tedirgin.
  • bî-insaf : f. Acımasız, insafsız.
  • bî-intiha : f. Sonsuz, nihâyetsiz.
  • bî-irtiyab : f. Şüphesiz.
  • bî-kâr : f. Kârsız, işsiz kimse. Bekâr kişi. (Bekârlık, bikârların kârıdır. İşârât)
  • bî-keran : (Bî-girân) f. Sınırsız, sonsuz. * Kenarsız. * Hesabsız.
  • bî-kiyas : f. Kıyassız, ölçüsüz.
  • bî-kusur : f. Eksiksiz, kusursuz, tam, mükemmel.
  • bî-meal : f. Hükümsüz, mânasız, saçmasapan söz.
  • bî-mecal : f. Mecalsiz, halsiz, dermansız, zayıf.
  • bî-mekân : f. Mekânsız, yersiz, yurtsuz. * Serseri.
  • bî-mer : f. Sayısız, hesapsız.
  • bî-mihr : f. Sevgisiz, şefkatsiz.
  • bî-nam : f. İsimsiz, nâmsız.
  • bî-nasib : f. Nasibsiz, tâlihsiz.
  • bî-naz : f. Naz etmeden Nazsız.
  • bî-nazir : f. Benzeri olmayan. Nasirsiz.
  • bî-nemek : f. Lezzetsiz, tatsız, tuzsuz.
  • bî-neng : f. Rezil, namussuz.
  • bî-neva : f. Zavallı, nasibsiz, muhtaç, çaresiz.
  • bî-nihaye : f. Sonsuz, nihayetsiz, ebedi, bâki, tükenmez.
  • bî-niyazî : f. Zenginlik.
  • bî-nukat : f. Ebced hesabında noktasız harfler. (Bak: Mühmel)
  • bî-payan : f. Sonsuz. Payansız.
  • bî-perva : f. Korkusuz. Pervasız.
  • bî-râhe : f. Çıkmaz sokak. Sapa yer, yolu bulunmayan yer.
  • bî-reng : f.Renksiz . Taslak halinde resim.
  • bî-reyb : f. şüphesiz, şeksiz.
  • bî-ruyî : f. Yüzsüzlük, edebsizlik, hayâsızlık.
  • bî-sâman : f. Sermayesiz, parasız.
  • bî-sebeb : f. Sebepsiz, boşuna, yok yere.
  • bi-şek : f. Şüphesiz, şeksiz.
  • bî-ser : f. Başsız.
  • bi-şerm : f. Utanmaz.
  • bî-sud : f. Faydasız, boş, neticesiz.
  • bî-sükûn : f. Sükûn bulmaz, durmaz, hareketli.
  • bi-şumar : f. Sayısız, pek çok.
  • bî-tabî : f. Halsizlik, tâkatsizlik, bîtablık.
  • bî-tail : f. Menfaatsiz, faydasız. İşe yaramaz, boşuna.
  • bî-vare : f. Âciz, fakir, miskin, zavallı, kimsesiz, garib.
  • bî-vaye : f. Mahrum, nasipsiz.
  • bî-vefa : f. Vefasız, dönek.
  • bî-zar : f. Bıkmış, usanmış, fütur getirmiş.* Bezginlik.
  • bî-zer : f. Altınsız.* Cimri, hasis, pinti.
  • bî-zeval : f. Zevâlsiz, sona ermez, bitmez, tükenmez.
  • bia : (C: Biyâ) Kilise.
  • bias : Deprenmek, ıztırab.
  • biat : Bağlılığını, itimadını bildirmek. Birisinin hakemliğini veya hükümdarlığını kabul etmek. El tutarak bağlılığını alenen izhar etmek. Bağlılığını tazelemek. * Rey vermek.
  • biberon : Fr. Emzik.
  • bibi : Hala, babanın kızkardeşi.
  • bibliyograf : yun. Kitaplar üzerinde geniş bilgisi olan kişi.
  • bibliyografya : yun. Kitaplar hakkında bilgi. Belirli mevzular üzerindeki neşriyatın tamamı.
  • biblo : Fr. Salonlarda, masaların ve rafların üzerine süs için konan vazo gibi küçük eşya.
  • bicad : Hz. Abdullah'ın lâkabı. * Çizgili olarak yol yol dokunmuş aba, kilim, halı. ◊ f. Yakuttan daha az değerli kırmızı bir taş. * Kırmızı dudak.
  • bicade : Alaca boncuk.
  • bical : Büyük gövdeli şey. Azîm. Cesîm.
  • bicişk : f. Bilgin, hakîm. * Serçe kuşu.
  • biçişk : f. Doktor, hekim.
  • biçiz : f. Pek küçük ve değersiz şey.
  • biçrek : f. Kandırılıp aldatılarak kendisiyle daima alay edilen kimse.
  • bicrit : Temiz, hâlis şey.
  • bicu : ( Custen : Aramak) mastarının emir köküne 'bi' eklenerek yapılmıştır. Ara, bul mânasında emirdir.
  • bicû : (Custen: Aramak) mastarının emir köküne 'bi' eklenerek yapılmıştır. Ara, bul meâlinde emirdir.
  • bid : f. Söğüt ağacı. ◊ Yok olma.
  • bid' : 'Birden dokuza kadar veya üçten ona; yahut da onikiden yirmiye kadar olan sayılar. Birkaç. * Gecenin bir kısmı.' ◊ (Bıd'a) Geceden bir kısım. * Üçten ona ve More…
  • bid'at : (Bid'a) Sonradan çıkarılan âdetler. * Fık: Dinin aslında olmadığı hâlde, din namına sonradan çıkmış olan adetler.
  • bid'iyyat : (Bid'a. C.) Bid'alar. (Bak: Bid'a)
  • bida' : (Bid'at. C.) Bid'atlar. Sonradan meydana çıkan şeyler. (Bak: Bid'at)
  • bidaa : (Bidâat) Sermaye, ana para. * Tahsil olunmuş ilim.
  • bidaa(t) : Bilgi. * Sermaye.
  • bidada : Derinin nazik ve yumuşak olması.
  • bidah : f. Sert başlı, huysuz at, aygır.
  • bidal : Bir şeyi başka diğer bir şeyle değiştirme, tırampa etme.
  • bidanet : Semizlik, besililik, yoğunluk.
  • bîdar : f. Uykusuz, uyumayan. Uyanık.
  • bîdar-baht : f. Mutlu.
  • bîdar-dil : f. Uyanık, aydın.
  • bidare : f. Tutkun, âşık, düşkün.
  • bidâyet : Başlangıç. İlk önce. Evvel ve ibtida. İlk olarak.
  • bidâyeten : İlk olarak.
  • bidde : Derman, tâkat, güç, kuvvet.
  • bîdevlet : f. Mutsuz, zavallı.
  • bidh : Geniş ova.
  • bidişgan : Sarmaşık otu.
  • bidistan : f. Söğütlük.
  • bidre : Ağaç kurdu.
  • bidrûd : f. Sağlık, salimlik, selâmet.
  • bie : Yurt, konak.
  • biet : Bir menzile konma. * Hal, durum, nitelik, keyfiyet.
  • biga' : Zina etmek.
  • bigal : (Bagl. C.) Katırlar, esterler. ◊ f. Kargı, mızrak.
  • bigye : Azgınlık. * Sıçramak.
  • bigza : şiddetli nefret. Hiç sevmeyiş.
  • bih : O, onu, ona, ondan, onunla mânâlarına gelir. ◊ f. Menba, kaynak. * Temel, asıl, kök. ◊ f. Yeğ, iyi. * Ayva.
  • bih-güzin : f. Sarraf. * Bir şeyin en güzelini seçen.
  • bih-ken : f. Kökünden çıkaran, kök söken.
  • bihah(e) : Ses kısıklığı.
  • bihak : Gözsüz etmek, kör etmek. ◊ Erkek kurt.
  • biham : Dolu, memlû.
  • bihan : (Bih. C.) f. İyiler, iyi adamlar.
  • bihar : (Bahr. C.) Denizler. Deryalar. * Mc: İlmi çok olan âlimler.
  • bîhaste : f. Şaşkın. Yorgun. Aciz.
  • bihbud : f. Sağlam, sıhhi vücud, iyi, sağ.
  • bihi : f. Ayva.
  • bihim : O, onları, onlara, onlardan, onlarla mânâlarına gelir ve zamirdir.
  • bihima : O ikisi, o ikisine, o ikisinden, o ikisiyle mânâlarına gelir ve zamirdir.
  • bihin(e) : f. En iyi, pek iyi, seçkin. * Hallaç.
  • bihnane : f. Beyaz ve has ekmek.
  • bihr : Ağız kokusu.
  • bihram : f. Savm, oruç.
  • bihred : Akıllı kimse.
  • bihrit : Mücerred ve hâlis nesne.
  • bihte : f. Kalburdan geçirilmiş, elenmiş.
  • bihter(ek) : f. En iyi, daha iyi.
  • bihterek : f. Farslılarca, 120 senede bir def'a 13 ay kabul edilen yılın ismi.
  • bihterî : f. Üstünlük, en iyi ve üstün olma.
  • bihterîn : f. Pek iyi, en iyi.
  • bije : f. Safi, halis, katıksız, sade, sırf. * Hususiyle.
  • bijeng : f. Kapı anahtarı, miftah.
  • bika : (Buka. C.) Topraklar, memleketler, ülkeler. ◊ Mercimek.
  • bika' : (Buk'a. C.) Ülkeler, memleketler. Topraklar, yerler.
  • bikle : Fıtrat, yaradılış, tabiat. * Kılık, kıyafet. Şekil, biçim.
  • bikr : (Bikir) Bozulmamış. Temiz. * Bekâr. El sürülmemiş. * Her şeyin evveli. * Eşi benzeri görülmemiş, misli sebkat etmemiş her amel ve vaziyet.
  • bikr-i fikir : f. İlk olarak söylenen fikir.
  • bil'asale : Bizzat. Kendisi. Eli ile. Başkasını vâsıta etmeden. Asâleti ile.
  • bil'ayan : Açık olarak. Meydanda olarak.
  • bilâ : Olmayarak, sahib olmıyan '...sız,...siz' mânâları yerine kullanılan edattır. Kelimenin başına getirilerek menfi mânâ hasıl olur.
  • bilâ-addin : f. Sayısız. Adetsiz.
  • bilabil : Elem, keder, tasa, dert, gam. * Telâş.
  • bilâd : (Belde. C.) Beldeler. Diyarlar. Memleketler. Şehirler.
  • bilade : f. Müzevvir, fâsid, fesatçı, ispiyon eden.
  • bilakis : Aksine. Tersine. Zıddına.
  • bilal : Siyah ve beyaz, yâni kara ile ak olmak. (Bak: Belal)
  • bilanço : ing. Ticarî bir müessesenin muayyen bir devre sonunda alacak verecek durumunu göstermek üzere meydana getirdiği cetvel. * Mc: Herhangi bir işte belirli bir müddet sonundaki iyi ve kötü More…
  • bilaz : Kaçkın kimse. * Yemeği doyana kadar yiyen. * Kısa boylu adam.
  • bilbedahe : Açıktan. Aşikâr olarak. Meydanda olarak. Besbelli.
  • bilcümle : Bütün, hepsi. Umumiyetle.
  • bildem : Göğüs önü. * Boğaz. * Akılsız kimse.
  • bilek : f. Çatal temrenli bir nevi ok.
  • bilfarz : Olduğunu kabul ederek. Farzolarak.
  • bilfiil : Sırf kendisi. Kendi çalışması ile. Başkası karışmadan.
  • bilgin : Musibet, belâ, felâket, âfet.
  • bilhads : Hads ile. Son derece bir sür'at-i intikal ile. (Bak: Hads)
  • bilhadsissâdik : Doğru bir hads ile. (Bak: Hads)
  • bilinç : t. Psk: İnsanın kendi varlığından ve kendine tesir eden çevresinde meydana gelen hadise ve değişikliklerin, bilgisine sahip olması hali. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum ve More…
  • bilinemezcilik : (Bak: Lâedriye)
  • bilirkişi : (Bak: Ehl-i vukuf)
  • bilistihkak : Lâyıkıyla, liyakatı olarak. Hakkıyla. Haklı olarak.
  • bilittifak : İttifak ile. Beraberce, birlikte, elbirliğiyle.
  • bilkasd : Kasd ile, düşünerek. Bilerek.
  • bilkülliye : Tamamı ile. Büsbütün. Bütün ile. Tamamen.
  • bilkuvve : Fiil mertebesine varmadan. Tasavvurda, tasavvurî olarak. Düşünce halinde. Kabiliyet ve istidat ile.
  • bill : Mübah olan şey.
  • billahi : Allah'a, Allah'tan. * (Yemin) maksadı ile söylenir.
  • bille : Yaşlık, ıslaklık. Çiy dedikleri rutubet ki sabah vakitlerinde olur.
  • billit : Akıllı, hâzık ve mâhir kimse.
  • billiz : Kısa boylu adam. * Şişman kadın.
  • billur : Şeffaf, parlak taş, elmas gibi kıymetli. Cam gibi parlayan.
  • bilmukabele : Karşılıklı. Karşılık olarak. Mukabil olarak.
  • bilmüşahede : Görmek suretiyle, görerek.
  • bilsam : f. Zâtülcenb, akciğer zarı iltihabı.
  • bilv : Belâ. * Zahmet. * Tecrübe, imtihan.
  • bilvasita : Vâsıta ile. Birisinin vâsıta olması, aracılığı ile. * Edb: Terci' ve terkib-i bentleri teşkil eden parçaları birbirine bağlayan beyit.(Bak: Musarra')
  • bilyakîn : Bir şeyi şeksiz ve şüphesiz olarak itikad-ı kavi ve sahih ile bilmek, derk etmek. (Bak: Yakin)
  • bilye : (C.: Belâya) Belâ, * Zahmet. * Tecrübe, imtihan.
  • bim : f. Korku, havf. * Tehlike.
  • bim ü ümid : Korku ve ümid.
  • bim-nak : f. Korkmuş.
  • bimanend : Eşsiz, nazirsiz.
  • bimar : (C.: Bimârân) f. Mariz, hasta, alil.
  • bimare : f. Hasta, alil. * Muharebeler veya akınlar esnasında ele geçirilen kadın esirlerin ayrıldıkları sınıflardan birinin adı.
  • bimarhane : Tımarhane. Akıl hastahanesi.
  • bimaristan : f. Tımarhane. * Hastahane.
  • bîn : f. Kelime sonuna ilâve ile 'gören, görücü' mânalarına gelir. Meselâ:
  • bina : f. Gören, görücü. * Göz.
  • bina emini : İnşaatı kontrol eden.
  • bina' : (C.: Ebniye) Yapı, ev. Yapma, kurma. * Gr: Müteaddi, lâzım, meçhul, mütavaat gibi fiillerin esasını mevzu yapan kitab.
  • bina-dil : f. Basiretli. Kalbi hakikatı kavrayan.
  • binaberin : f. Bunun üzerine, bu sebebe binâen, bundan dolayı.
  • binâen : ...den dolayı, bu sebepten. Mebni ve müstenid olarak. Dayanarak.
  • binâenalâhaza : Bundan dolayı. Buna binaen.
  • binâenaleyh : Bunun üzerine, ondan dolayı.
  • binaguş : f. Kulak tozu. * Kulak memesi.
  • binavend : f. Mâni, engel.
  • binbaşi : 'Ask: Bin kişiye yakın olan bir tabur askere kumanda eden subay; yarbayın bir alt, yüzbaşının bir üst derecesidir.'
  • binc : Her nesnenin aslı ve kökü.
  • bincişk : f. Şerçe kuşu.
  • binefsihi : Bizzat, kendisi, kendisi ile.
  • binek : f. Gözbebeği, hadeka.
  • binende : f. Görücü, gören. * Tedbirli, ilerisini düşünen, akıllı.
  • binevend : f. Mâni, engel.
  • bingildak : Yeni doğmuş olan çocuğun kafasının üst tarafı. Bu kısım yumuşaktır.
  • binî : f. Burun. (İnsan ve deniz için kullanılır.) * Dağ tepesi. * Zirve, uç nokta. * Yayın ele alınan kısmının ucu. * Görürlük, görmeklik.
  • biniş : f. Basiret, görüş, görme kabiliyeti. * Mülâkat.
  • binnetice : Neticede, netice olarak.
  • binnihaye : Sonuna kadar. Sonsuz.
  • binniyet : Kastederek. Niyetle.
  • binsar : (Binsır) Serçe parmakla orta parmak arasındaki parmak. Yüzük parmağı.
  • bint : Kız. Kızı. 'Fâtıma bint-i Resûl-i Ekrem (A.S.M.): Resûl-i Ekrem'in (A.S.M.) kızı Fâtıma (R.A.)'
  • bir gûna : Hiçbir suretle. Bir suretle. Bir türlü.
  • bir'is : Sütlü deve.
  • bira : (Felemenkçe) İçinde alkol bulunan ve bu sebeple haram olan bir cins içki.
  • birabbi : Rabbimle, Rabbime.
  • birad : f. İhtiyar, pir. Dermansız, güçsüz kimse.
  • birader : (Berâder) f. Kardeş.
  • biraderane : f. Dostça, kardeşçe.
  • biraderî : f. Kardeşle ilgili. Kardeşlik.
  • biraderzade : f. Kardeş oğlu. (Yeğen: Kızkardeşin oğludur.)
  • birak : Cennet merkeplerinden bir bineğin adı.
  • biran(e) : f. Viran, harab, yıkık, dökük, eski.
  • biranda : Alm. Savaş gemilerinde, askerlerin yattığı asılı yatak.
  • biraste : f. Budanmış ağaç. Fazla dalları kesilmiş ağaç.
  • biraz : Karşı karşıya kavga etme. Savaşa atılma.
  • birbas : Derin kuyu.
  • bircis : Sütlü Deve. Müşteri yıldızı.
  • bire'sihi : Kendi başına, bizzat.
  • birig : f. Üzüm salkımı.
  • birinc : f. Bir hububat cinsi olan pirinç. * Pilav. * Pirinç madeni.
  • birişte : f. Kızartılmış.
  • birkaş : (C.: Berâkış) Serçeye benzer bir küçük kuşun adı.
  • birkîl : Tüfek. * Zemberek adı verilen bir savaş aleti.
  • birleme : (Bak: Tevhid)
  • birnas : Derin kuyu.
  • birnis : f. At kestanesi.
  • birr : Temizlik. * Günahtan çekinmek. * Takvâ. * İn'âm ve ihsan etme. * Amel-i sâlih, iyi amel. * Koyunu sevketmek. * Gönül, kalb. * Tilki yavrusu. * Fâre.
  • birs : Pamuk.
  • birsa' : Uzun boylu, semiz.
  • birsam : (Hallüsinasyon) Akıl hastalarının, gerçekten var olmayan bir şeyi varmış gibi yanlış idrak etmeleri halidir. Meselâ karınlarında veya başlarının içinde yılan bulunduğunu söylemeleri yahut More…
  • birşam : Hiddetli nazar, kızgın bakış.
  • birtil : (C.: Berâtıl) Rüşvet. * Meşru olmayarak, kanunen bir iş gördürmek için vazifeli olan kimseye rüşvet olarak verilen şey ki, para vesair menfaatlardır.
  • birun : f. Dışarı, hârici, dış. * Fazla.
  • birunane : Haddini aşarak. Haddini tecavüz ederek.
  • biruz : f. Değersiz, zümrüte benzer yeşil renkte bir taş.
  • biryan : f. Kebabın bir nev'i. Piran. Pürân.
  • birzevn : (C.: Berâzin) Semer vurdukları at. (Farisîde 'esb-i palanî' derler)
  • birzin : Ağaç maşrapa.
  • biş : f. Artık, ziyade. Bıldırcın otu denilen zehirli bir ot.
  • biş-baha : f. Pahalı, fiatı yüksek, değerli, kıymetli.
  • biş-ter : f. Daha çok, daha fazla.
  • bişar : f. Esir, kul, köle. Harpte teslim alınan kimse. * Altın, gümüş kakmalı işlemeler. * Takatsiz, dermansız, halsiz.
  • bişaret : (Bak: Beşâret)
  • bisat : (C.: Büsüt) Döşek. * Döşeme, kilim, minder.
  • bişe : f. Orman, meşelik.
  • biser(e) : f. Atmaca cinsinden, zaganos denilen bir nevi avcı kuşu.
  • bişî : f. Fazlalık.
  • bişing : f. Balyoz. Kazma. Küskü. Burgu.
  • bisinoz : yun. Pamuk işçilerinde görünen, pamuk tozlarının sebebiyet verdiği bir akciğer hastalığı.
  • bişir : Talâkat, güzel yüzlülük.
  • bişkel : f. Elem, keder, gam, tasa, kasavet. * Orak şeklinde ağaç anahtar. * Kıvırcık saç.
  • bişkufe : f. Kusma, istifra. * Çiçek.
  • bişkuh : f. İktidarlı. Kuvvet sahibi. Muhterem ve saygıdeğer kimse.
  • bişkul : f. Becerikli, çevik. * İhtiyatlı, tedbirli. * Akıllı. * Kuvvet sahibi.
  • bismark : (Bak: Prens Bismark)
  • bismihi : Onun adı ile, onun namına. * Allah'ın adıyla.
  • bismil : f. Boğazlanmış, kesilmiş.
  • bismil-gâh : f. Hayvan kesilen yer, salhâne.
  • bismil-şüde : f. Boğazlanmış, kesilmiş.
  • bismillah : Allah namına, Allah için, Allah'ın adı ve izni ile.
  • bişpul : f. Pejmurde, perişan, dağınık.
  • bisr : Vücudu sivilceli olan kişi.
  • bişr : Sevinç eseri.
  • bisre : Sivilce, siğil.
  • bissüyûf : Kılıçlarla ve kuvvet ile.
  • bist : (C.: Ebsât-Büsât) Yavrusu yanında olan dişi deve. * Salıverilmiş, bırakılmış olan şey. ◊ f. Yirmi. (20)
  • bistah : f. Küstah, hayâsız, edepsiz, arsız, utanmaz adam.
  • bistam : f. Kıymetli bir cins taş olan mercan.
  • biştam : f. Sığıntı, parazit, asalak.
  • bistar : f. Çarpık, eğri. Gevşek.
  • bister : f. Yatak, döşek.
  • bistuh : f. Beceriksiz, âciz. zayıf, cılız kimse.
  • bistüm : Yirminci.
  • bisyar : f. Ziyade, çok , fazla.
  • bisyarî : f. Çokluk.
  • bît : Kut. Gıda.
  • bit(e) : Bir gece yiyecek yemek.
  • bita : Ağır davranma, gevşek davranma, gecikme.
  • bita' : Bal şerbeti.
  • bitain : Astar. (Bak: Betâin)
  • bitaka : Küçük parça. (Üzerinde kumaşın fiatını yazıp kumaş içine koyarlar.) ◊ (C.: Batâik) Varaka, pusla kâğıdı.
  • bitan : Deve kolanı. Karnı tok kimse.
  • bitane : Gizlenilen hâl. Gizli şey. Herkesin görüp bilmesi istenilmeyen ve aşikâr olmayan şey. * Mahrem, sırdaş. * Astar. * Bir şehrin ortası, merkezi. ◊ (C.: Betâyin) Çarşaf. * Kaftan More…
  • bite(t) : Geceleme, gece kalma.
  • bitevî : (Biteviye) t. Sürekli, durmadan. * Bütün yekpare.
  • bitke : Kesinti. * Kesilen bir nesnenin ufak parçaları, cüz'leri.
  • bitlab : f. Hurma çiçeğinin tomurcuğu.
  • bitn : Zengin. * Bodur. * Obur. * Şaşkın. * Yalnız kendi nefsini düşünen.
  • bitna : Malın, paranın ve servetin ziyadeliğinden doğan sürur, sevinç. * Mide dolgunluğu.
  • bitr : Bir şeyin boş yere zâyi olması. * İnkâr etmek.
  • bitrik : (C: Betârika) Reis. * Emir. * Çavuş.
  • bitta : Yağ koydukları bardak.
  • bittahrik : Hareket ettirerek, oynatarak. * Kışkırtarak, teşvik ederek.
  • bittasavvur : Tasavvur ile, niyet ederek, düşünerek. (Bak: Tasavvur)
  • bittedric : Yavaş yavaş.
  • bittih : Karpuz. Kavun.
  • bitüm : Yerin altında bulunup sıvı ve sarımtırak veyahut katı ve kara bir durum ve renkte olan maddedir ki, asfalt yol yapılırken kullanılır.
  • bityar(e) : f. Elem, keder, tasa, sıkıntı.
  • biûza : Sivrisinek.
  • biv : f. Güve.
  • bivan : Çadır direği.
  • bivar : f. 'Onbin' sayısı.
  • bivaz : f. Yarasa kuşu. Muvâfakat, kabul.
  • bive : f. Dul kadın, kocasız kadın.
  • bivegî : f. Dulluk. Kocasız kadının hâli.
  • biya' : (Bia. C.) Kiliseler.
  • biyaet : (C.: Biyâât) Satılık mal.
  • biyah : (C.: Büyâh) Ufak balık.
  • biyan : Gece. Gece ile gelen belâ.
  • biyocoğrafya : yun. Nebat ve hayvanların yer yüzünde dağılışını ve sebebelerini tetkik eden ilim kolu. Hayatî Coğrafya. Biyojeografi.
  • biyoelektrik : Canlı varlıkların vücutlarında yaratılmış olan elektrik. (Bu elektriğin varlığı, hususi âletlerle anlaşılır)
  • biyofizik : Canlıların bünyelerindeki hâdiselerin fizikî cephesini inceleyen ilim kolu.
  • biyoğrafi : Şahısların hayatlarını mevzu edinen yazı çeşitlerine verilen isim.
  • biyokimya : Canlıların kimya ile ilgili yapılarını, tepkilerini, belirtilerini inceleyen bilim dalıdır. 19. Asırda başlatılan bu çalışmalarla proteinler, vitaminler, hormonlar anlaşılır duruma gelindi. More…
  • biyolog : Biyoloji ilmiyle uğraşan âlim.
  • biyonik : Canlıların, yaşadıkları muhit içinde değişen şartlara uygun nasıl hareket ettiklerini inceleyerek canlıları model almak suretiyle benzer hareketleri yapabilecek makinelerin yapılması işiyle More…
  • biyoterapi : Tıb: Bazı hastalıkların tedavisinde canlı varlıklardan faydalanma usûlü.
  • biyt : Kuvvet.
  • biyz : (Bîd) Parlak ve beyaz.
  • biza' : Birisine kaba muamelede bulunma. * Faydasız, boş yaramaz söz.
  • bizare : f. Desise, hile, tuzak.
  • bizâtihi : Kendi kendine, aslında, kendiliğinden, esasında, kendisi, yalnızca zâtından, aslından.
  • bizaz : (Bak: Bezazet)
  • bizişk : f. Tabib, hekim, doktor.
  • bizişkî : f. Doktorluk, hekimlik, cerrahlık.
  • bizlah : Geveze, boşboğaz, çenesi düşük.
  • bizle : Gündelik elbise. ◊ f. Lâtife, şaka.
  • bizr : (C.: Büzûr) Sebzevât. * Kuru ot tohumu. ◊ Beyhûde, boşu boşuna. ◊ Heder olmak.
  • bizz : Açmak, feth.
  • blöf : ing. Karşısındakini yanıltmak veya yıldırmak için aslı olmayan şeyleri gerçekmiş gibi göstermek.
  • blok : Fr. Birbirine bitişik yapılar. * Büyük ve ağır yığın. * Resim kağıtları saklanan karton kap.
  • bobin : Fr. Tel veya iplik sarılmaya mahsus silindir şeklinde makara.
  • bodur : Enine göre boyu kısa ve tıknaz olan.
  • bombardiman : Fr. Bomba, top gibi ağır silahlarla yapılan hücum.
  • bön : Budala, ahmak, saf.
  • bonkör : Fr. Hulus-i kalb. Kalb temizliği. İyilik.
  • bono : İtl. Ticaret senedi. Muayyen bir va'denin sonunda belirli bir paranın belli bir kimseye ödeneceğini bildiren senet.
  • bora : yun. Birdenbire çıkan fırtına. Pek şiddetli rüzgâr.
  • borç : Geri verilmek niyetiyle ihtiyaç sahiplerine verilen para. Müslümanlıkta faizle borç vermek haramdır, günahtır. Borcunu ödiyemiyecek durumda onların borçlarını bağışlamak veya sonraya More…
  • bornuz : Başlıklı ve kollu hamam havlusu.
  • borsa : (Ticarette) Vasıfları belli ölçülere uyan yani standartlaştırılabilen malların örnekleri üzerinden alım satımının yapıldığı devlet kontrolü altında teşkilâtlanmış pazar yeri.
  • bostan : (Bustan) f. Ağacı, çiçeği, yeşilliği çok olan yer, kokulu yer. Sebze bahçesi. * Kavun, karpuz.
  • bostan-i hudâ : f. Huda'nın, Allah'ın bostanı meâlinde olup, İlâhî güzellikleri ve tecelli-i İlâhînin aksettiği yer mânâsında kullanılır. 'Vahidiyet mertebesi' diye de söylenmiştir.
  • botanik : Bitkileri inceleyen biyoloji ilmi. (Bak: Biyoloji)
  • boykot : '(Boykotaj) Fr. Bir şahıs veya devlete karşı alış-verişi, münasebetleri kesmek. Bir ülkeyi, bir topluluğu veya bir şahsı zarara sokmak maksadıyla onunla her türlü ilgiyi kesme. * Bir More…
  • boylam : t. Yer yüzünde bir yerin başlangıç dairesine olan uzaklığının açı cinsinden değeri. (Bak: Tul)
  • bozkir : Yağışlı mevsimler de yeşeren ot cinsinden bitkilerin ve bazı bodur ağaçların yetişebildiği yarı kurak yer.
  • bozok : Bugünkü Yozgat vilâyetimizin Osmanlılar devrindeki adı.
  • bronş : yun. Tıb: Nefes borusunun akciğerlere giden iki kolundan her birinin adı.
  • bu' : Bir şeyi kucaklayıp çekmek.
  • bu'bab : Cemaat, topluluk.
  • bü'bü' : Her nesnenin aslı. * İzzet, kerem. * Zeyrek akıllı, zarif kişi. * Hâkim, seyyid. * Gözbebeği. * Mc: Çok kıymetli ve değerli olan şey.
  • bu'd : (C.: Eb'ad) Uzaklık. Baid olma. * Aralık. * Geo: Bir cismin uzunluk, genişlik ve derinliği.
  • bu'dan : (Baid. C.) Uzaklar, ırak yerler.
  • bu'kuke : İzdiham, kalabalık.
  • bu're : Çukur. * Çölde çukur tarzında yapılan ocak.
  • bü's : Güçlük, zorluk. * Fakirlik.
  • bu'susa : Küçük canavar.
  • bu'sut : Derenin ortası.
  • bu(y) : f. Koku, râyiha.
  • buak : Şiddetli sel. * Şiddetli ses, sadâ. Haykırış. * Birden bire, ansızın gelen yağmur.
  • büak : Yağmuru şiddetle yağan bulut.
  • bubürd(ek) : f. Andelib, bülbül.
  • büc : f. Keçi.
  • büç : f. Avurt. Ağzın iç tarafı.
  • bücal : f. Ateş koru. * Kömür.
  • bücbûha : Bir yerin orta kısmı. Orta yer.
  • bücc : Kuş yavrusu.
  • bücdet : İlim, bilgi.
  • büceyr : Ashab. Etba'.
  • bücr : Şaşılacak, taaccüb edilecek şey. * Şer, kötü, iyi olmayan.
  • bücriyy(e) : Musibet, belâ, felâket, âfet.
  • bücud : Bir yerde mukim olma, oturma. İkamet.
  • bücûl : f. Tıb: Topuk kemiği. Aşık kemiği.
  • bud : f. Varlık.
  • büd : f. Sâhip. * Maşa.
  • bud u nebud : f. Var-yok. * Oldu-olmadı.
  • büdad : Nasip, hisse, pay. * Nihayet, son.
  • büdae : Her şeyin öncesi, evveli.
  • budala : Zekâca geri, salak.
  • büdbüdek : f. İbibik kuşu, çavuş kuşu, hüdhüd.
  • büdd : Uzaklaşma. Birbirinden uzak düşme. * Perâkende etmek, dağıtmak. Put, sanem. * Firak. * Tâkat, kudret.
  • büdde : Nasib, hisse, pay. * Nihayet, son.
  • budeî : f. (Hindistan'da) Buda Dininden olan.
  • budene : f. Bıldırcın kuşu.
  • budha : Sâha. Avlu, meydan.
  • büdn : Yoğun gövdeli ve şişman olmak.
  • budu' : Can sıkılması. * İdrak etme, anlama.
  • büduh : Yürümek, meşy. * Esmâullahdan bir isim. (Vedud mânâsına)
  • büdün : (Bedene. C.) Kurbanlık develer.
  • büdur : İleri geçme, hızla geçme.
  • büdüv : Görünür hâle gelme. Aşikâr olma. Zâhir hâle gelme.
  • büfe : Fr. İçinde sofra takımı konulan dolap. * Davetlileri ağırlamak için çeşitli yiyecek ve içeceklerin hazır bulundurulduğu masa. * İstasyon lokantası. * Sigara, kibrit, gazete, sandviç v.s. More…
  • bug : f. Elde omuzda, kucakta taşınmak üzere hazırlanmış eşya çıkını.
  • büga' : İstemek, talep etmek.
  • bugas : Leşle beslenen kuşlar, leş yiyen kuşlar.
  • bügas : (C.: Bügasât-Ebgıse) Ufak, küçük kuşlar.
  • bügase : Ufak kuş.
  • bugat : (Bâgî. C.) Haksızlık edenler, âsiler, serkeş kimseler.
  • bügeyg : Koyun. * Besili erkek geyik. * Semiz keçi. * Bir yerin adı.
  • bugra : f. Turna kuşu veya turna kuşu sürüsünün önünde uçan turna horozu.
  • bügur : Düşmek, sukut.
  • bügye : İstenen ve kasdedilen şey.
  • buğz : Sevmeme. Birisi hakkında gizli ve kalbi düşmanlık hissetme. Kin, husûmet.
  • buh : Zeker.* Nefis.
  • büh : 'Baykuşa benzer bir kuştur, ondan küçüktür. Dişisine büvâhâ derler; ahmak, akılsız kimseyi ona benzetirler. * Puhu.'
  • buh(e) : Erkek baykuş. * Çakır doğan.
  • buhala' : (Bahil. C.) Tamahkârlar, cimriler.
  • buhar : Suyun buğu haline gelmiş şekli. * Seyyal, lâtif cisim.
  • bühar : Deniz balıklarından bir beyaz balık.
  • büharise : Altın ve gümüşten üç kıntar veya üçyüz rıtıl.
  • bühat : Bühtan edici, iftiracı.
  • buhayre : Göl. Küçük deniz.
  • buhbuha : Saha. Alan, orta yer.
  • bühbuha : Bir yerin ortası, orta yer.
  • buhha : Boğaz kısılmak.
  • bühhüt : Haramzâde, piç.
  • buhl : Bahillik, eli dar olma, cimrilik, tamahkârlık, pintilik.
  • buhle : f. Semizotu.
  • bühlul : Güzel yüzlü.
  • bühmâ : Dikenli ağaç.
  • bühme : (C.: Bühüm) Cemaat, topluluk.* Leşker. * Bahâdır, kahraman.
  • buhnuk : Kadınların başlarına örtüp iki uçlarını çenesi altına bağladıkları bez. (Türkçe 'destâr' derler)
  • bühr : Galip olmak. * Yürümekten nefesini tez tez verip solumak.
  • buhran : Sıkıntı. Darlık. Nöbet. Kriz. Hastalığın ağır zamanı. * Bir işin tehlikeli ve karışık hâl alması.
  • bühre : Geniş yer, büyük mekân. * Kesik kesik soluyuş. * Dere içindeki sazlık ve çayırlık.
  • bühsul : İri gövdeli kimse.
  • buht : Arabî ile Acemîden doğmuş develer. ◊ f. Veled, oğul, mahdum.
  • büht : İftira, isnad edilen yalan. * Bir seyyarenin bir günlük hareketi.
  • bühtan : İftira. Birisine yalandan bir şey isnad etme. Birisini suçlu gösterme. * Dalgınlık. * Medhûş ve mütehayyir olma.
  • buhtec : Pişmiş.
  • buhter : Her şeyin esası, aslı. * Kısa boylu.
  • buhtiyye : Melez dişi develer.
  • buhtu(r) : f. Ra'd, gök gürültüsü.
  • bühtür(e) : Bodur, kısa boylu.
  • buhu : Mütevazi bir şekilde hakkını isteme.
  • buhuh : Ses kısıklığı.
  • buhul : Tamahkârlık, cimrilik.
  • buhur : (Bahr. C.) Denizler. ◊ Tütsü. (Bak: Bahur)
  • bühur : Işıklı, nurlu, aydınlık. ◊ Büyük emir.
  • buhur-dân : f. Tütsülük.
  • bühüt : (Behût. C.) İşitenleri hayrete düşürecek kadar olan iftira ve yalanlar.
  • bühüvv : (Behv. C.) Misafirlere mahsus odalar. * Hayvanlar için yerin altına yapılmış ahırlar.
  • bujene : f. Tomurcuk. * Henüz açılmamış çiçek.
  • büjhan : f. Gıpta etme, imrenme.
  • büjmeje : f. Kaya keleri, kertenkele.
  • büjul : 'f. Aşık kemiği; topuk kemiği.'
  • buk : Düdük. Boru.
  • buk'a : Yer parçası, ülke. * Boş ve ıssız yer. * Sağlam ve büyük bina. * Benek leke.
  • bükâ : Ağlama.
  • bükâ-âlûd : f. Ağlatıcı, gözyaşı döktürücü.
  • bükâ-engiz : f. Ağlatıcı. Gözyaşı döktürücü.
  • bukalemun : f. Bulunduğu yerin rengine giren, fare büyüklüğünde, böcek yiyen bir hayvan. * Mc: Sık sık fikir ve kanaat veya meslek değiştiren.
  • bükât : Ağlayanlar.
  • buket : Fr. Çiçek demeti.
  • bukkarî : Musibet, belâ, âfet, felâket.
  • bükmâ : (Ebkem. C.) Dilsizler. Ebkemler.
  • bükre : Erken. Sabah vakti.
  • bükse : Kiremit parçası. * Saksı.
  • bukta : Perişan, pejmurde, dağınık, dökük saçık. * Cemaat, güruh, topluluk, kalabalık.
  • büky : Ağlayıcılar, ağlıyanlar.
  • bukya : Sonsuzluk, bâkilik, ebedilik.
  • bül'a : Değirmen taşının tane dökülecek yeri.
  • bül'um : Gırtlak, hançere.
  • bül-game : f. Herşeye hevesli olan.
  • bülâg : f. Pınar, çeşme.
  • bülâlet : Islaklık, nemlilik, yaşlık.
  • bülbül : (C: Belâbil) Andelib. Güzel öten bir nevi kuş.
  • bülbülan : (Bülbül. C.) Bülbüller. Andelibler.
  • bülbüle : (C.: Belâbil) Emzikli bardak.
  • bülbülveş : Bülbül gibi.
  • bülcet : Genişlik, vüsat.* İki kaş arasında olan açıklık.
  • büldan : (Belde ve Beled. C.) Beldeler, şehirler, iller, memleketler.
  • bülega : (Belig. C.) Beliğ olanlar, Belâgat sâhipleri. Belâgat ilmi mütehassısları. Edebiyatçılar.
  • bülehniye : Maişet genişliği. * Gani olmak, zenginleşmek.
  • bülend : f. Yüksek, büyük.
  • bülend-âvâz : f. Haykırma, yüksek ses.
  • bülend-himmet : f. İyi çalışır.
  • bülend-pâye : f. Rütbesi yüksek, pâyesi bülend olan.
  • bülendî : f. Yükseklik, yücelik.
  • bülga : Maaşa yetecek nesne.
  • bülgat : Geçinmeye kâfi gelecek kadar olan şey.
  • bülheves : f. Heves ve isteği çok, maymun iştahlı.
  • bülka : Kısa boylu. * Bir kuşun adı.
  • bülkut : (C.: Belâki) Bir hurma cinsi. * Ot ve su olmayan harap ve boş yer. * Yalan yere yemin etmek.
  • büllet : (C.: Bilâl) Hurmanın ıslanıp yaş olması.
  • büls : İçine incir koyulan kilimden dokunmuş büyük çuval.
  • bülsün : Mercimek mesabesinde hububattan bir habbe. (Bâzı yerde mercimek de derler.)
  • bülten : Fr. Halka bilgi veren, özet olarak yazılmış resmi yazı. * Bir müessesenin, kurumun faaliyetlerini tanıtan ve belli zaman aralıklarıyla yayınlanan mevkute.
  • büluc : Zâhir olmak, gözükmek. Parlamak, ruşen olmak.
  • bülud : Mukim olmak, ikamet etmek, oturmak. * Köhne olmak, eskimek. * Meclise geç gelmek.
  • büluğ : Erginlik. Olgunluk. Çocukluk devresini tamamlayıp ergenliğe geçiş. Ergenliğe ulaşan genç, namaz kılmak ve oruç tutmak gibi farzlarla mükellef (yükümlü) olur. * Yaklaşıp çatma.
  • büluh : Beceriksiz, âciz. * İşe yaramama, yorgun ve bitkin olma.
  • bulvar : Fr. Geniş ve ağaçlı cadde.
  • bum : f. Yer, toprak, zemin, memleket, yurt.* Huy, haslet, tabiat. * Sürülmemiş tarla, arazi.
  • büm : (C.: Ebvam) Baykuş.
  • bum(e) : f. Zool: Baykuş.
  • bumbar : f. Koyun ve benzeri gibi hayvanların kalın bağırsağı. * İçine kıyma, pirinç vs. doldurulmuş bağırsakla yapılan bir cins yemek.
  • bumehen : (Bumehin) f. Deprem, zelzele, yer sarsıntısı. * Koyun bağırsağı.
  • bun : f. Nihâyet, dip. * Kolay, suhûletli. * Rahim. * Temizlenmiş olan koyun bağırsağı.
  • bün : Temel, esas, kök, netice, son. ◊ Meziyyet, üstünlük.
  • bündad : f. Temel. Binanın esası. * Destek, payanda. Duvar, set.
  • bündar : f. Zengin, asil ve kibirli kişi.
  • bunduk : Yuvarlak küçük taşlar. * Yuvarlak küçük kurşun. * Fındık.
  • bünduka : (C.: Bünduk, Benâdik) Fındık tanesi. * Kemankere taşı. Küçük yuvarlak taş.
  • büniyye : (C.: Büniyyat) Her nesnenin aslı ve yaratılması, fıtrat. * Sazan balığı. * Meçhul yol.
  • bünlad : f. Destek, payanda, duvar, set. * Temel. Esas, bina.
  • bünn : Yemen kahvesi.
  • bünud : (Bend. C.) Büyük bayraklar, sancaklar.
  • bünüvvet : Evlâtlık, oğulluk.
  • bünyad : f. Temel, esas. Yapı, binâ.
  • bünyamin : Yakup Aleyhisselâm'ın en küçük oğlu.
  • bünyan : Yapı. Bina. Duvar. Esas. Yapı yapmak.
  • bünye : Bir şeyin vücut yapısı. Vücut, beden. Fıtrat. * Şekil, tarz, sûret.
  • bünye-hîz : f. Vücudu canlandıran, bünyeyi kaldıran.
  • bur : Hayırsız kişi. * Ekine elverişli olmayan tarla. ◊ f. Fıstıkî renk. * Sülün. * Doru at.
  • bur' : (Bak: Ber')
  • bür' : (Büru') Hastanın iyileşmeğe başlaması. * Kurtulmak. * Fazilette ve bilgide üstünlük. (Bak: Ber')
  • bür'um : Açılmamış gonca çiçek.
  • bür'ûme : (C.: Bür'um - Berâim) Açılmamış tomurcuk gonca çiçek.* Gül gılafı.
  • bura : (Bak: Bevr)
  • büra : Kamıştan yapılan hasır.
  • büra' : Ağaç yongası. Törpüden çıkan talaş.
  • bürabe : Kalem yongası, törpüden çıkan talaş.
  • bürad : Soğuk.
  • bürade : Eğeden çıkan talaş ki, 'bürâde-i zeheb, bürâde-i fizza ve bürâde-i hadid' denir.
  • buraha : şiddet. Ezâ ve meşakkat.
  • burak : 'Binek. Cennet'e mahsus bir binek vâsıtası.(Kelimenin kökü; (Berk) dir. Burak'ın Hadis-i Şerife göre ta'rifi: 'Merkepten büyük, katırdan küçük hacimde bir dâbbe ki; More…
  • büraka : Bütün gün yüzünü süsleyen kadın. * Yemek sırasında bir kimseye kızıp, yemeği kimseye vermeyip yalnız yiyen kadın.
  • büram : Kene dedikleri böcek.
  • büraye : Yontulan ağaçtan çıkan yonga.
  • bürbur : Bulgur. (Buğdaydan yapılır.)
  • burc : Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi. * Tek hisar kule, kale çıkıntısı. * Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir kadarı.
  • bürc : (C.: Bürûc-Ebrac) Hisar. * Yıldız.
  • burcas : Hedef. Yüksek bir yerde bulunan nişangâh.
  • bürcas : Havada ağaç başında olan nişan.
  • bürceme : (C: Berâcem) Parmak boğumu.
  • bürcüd : Arap elbiselerinden bir nevi kalın elbise.
  • bürd : f. Bilmece, bulmaca.
  • bürda : Tıb: Sıtma hastalığı.
  • bürdbar : f. Ağırbaşlı. Sabırlı, mütehammil, uysal, tahammüllü kimse.
  • bürdbarî : f. Ağırbaşlılık, sabırlılık.
  • bürde : Hırka. Üstten giyilen libas, elbise.
  • bürdek : f. Küçük bilmece.
  • bürdî : Hurmanın iyisi.
  • büre : (C.: Bürât-Bürâ-Bürin) Deve burnuna takılan halkalar. * Bilezik gibi olan halkaların her birisi.
  • büreha : Şiddetli azab. Sıkıntı.
  • bürehne : f. Açık, yalın çıplak.
  • bürehne-gî : f. Çıplaklık.
  • bürehne-ser : f. Başı açık.
  • büresa' : Nâs mânâsına kullanılan bir isim.
  • bürgur : Buzağı.
  • bürgus : (C.: Beragis) Pire.
  • burhan : (Bak: Bürhan)
  • bürhan : Delil, hüccet, isbat vasıtası.
  • bürhe : Zaman, an, müddet.
  • bürhin : Zahmet, güçlük, zorluk.
  • bürhun : f. Duvar. Kemer. * Çember, daire. * Hâne, ev ve kale kapısı. * Mâni, engel, çit. Avlu.
  • bürid : Oniki mil.
  • büride : f. Kesilmiş.,
  • büride-ser : f. Başı kesik.
  • bürin : f. Dilim (Daha çok meyveler için kullanılır.)
  • buriya : f. Hasır.
  • burjuva : Fr. Orta halli olup, ne çok zengin ve ne de çok fakir olan halk. Eskiden Avrupa'da köylü ve asilzade olmayıp şehirde yaşayan halka denirdi. Kendi başına işi ve malı olan, ücretle More…
  • bürka : (C.: Birak) Taşlık yer.
  • bürka' : Kadınların örtündükleri yaşmak, peçe.
  • bürkan : Yanardağ, volkan, lavlar saçan dağ.
  • burkat : Sanem, heykel, put.
  • bürke : Martı. * Kurbağa. * Havuz. * Küçük göl.
  • burku' : (Berku') Kadınların yüz örtüsü, peçe. * Kâbe örtüsü. * Yedinci kat gök.
  • bürme : (C.: Birem-Birâm) Çömlek yapımında kullanılan yumuşak taş. * Çömlek. * Baş örtüsü.
  • bürna(h) : f. Yiğit, delikanlı, genç.
  • bürnak : f. Delikanlı, yiğit, genç.
  • bürnüs : (C.: Berânis) Bir uzun takke. (İbtidâ-i İslâm'da ruhbanlar giyerlerdi.)
  • bürokrasi : Fr. Hükûmet dairelerinde aşırı kırtasiyecilik, muamele çokluğu. İşlerin yürütülmesinde şekilciliğin ve idarî işlemlerin ağır basması hâli. Devlet görevlilerinden meydana gelen zümre veya More…
  • bürokrat : Fr. Memur sınıfından olan. * Devlet işlerinde muamelelerde şekle aşırı ehemmiyet veren.
  • bürr : Buğday.
  • bürran : f. Keskin, kesici.
  • burs : Fr. Devlet veya bazı müessese yahut şahıslarca tahsil veya ilmî tetkik için gerekli masraflara kullanmak üzere verilen para.
  • bürs : Ardıç ağacının meyvesi.
  • bürsan : f. Ejderha, büyük yılan.
  • bürsün : (C.: Berâsin) İnsan eli. * Vahşi hayvanların pençesi. * Develere vurulan bir nevi damga.
  • bürsute : Tehlikeli yer.
  • bürt : Nebat şekeri. Zelil, aşağılık kimse. * Balta.
  • bürtule : (C.: Bürtul) Kalpak dedikleri keçe takke. * Rüşvet.
  • büru' : Fazilet, ilim ve iyilikte benzerlerine olan üstünlük. * (Hasta) iyiliğe yüz tutma.
  • buruc : (Burc. C.) Burçlar, hisarlar, kuleler. (Bak: Büruc)
  • büruc : (Burc. C.) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır.
  • büruc suresi : Kur'an-ı Kerim'in 85. suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
  • bürûd : Berd, soğuk. * İşten soğuma, bıkma.
  • bürudet : Soğukluk. Soğuk olmak. Hararetsizlik. * Mc: Münasebetteki soğukluk. Münaferet. Muhasama.
  • bürufe : f. Mendil. * Sarık. * Kuşak, bel kuşağı. Forma.
  • büruk : Un helvası, undan yapılan bir nevi helva. * Büyük oğlu varken evlenen kadın. * Deve çökmek (mânâsına mastardır.) ◊ Bir şeyin şakıması, parlaması. * (Berk. C.) Berkler, More…
  • burut : Bıyık.
  • büruz : Zâhir olma, belirme, meydana çıkma. Çıkmak.
  • burzag : Şişmanca, etine dolgun delikanlı. * Delikanlılık çağındaki neşe.
  • bürzea : (C.: Berâzi) Yuna dedikleri keçe ki, eyer altına koyarlar, teğelti de derler.
  • bürzu' : Dolu, dolmuş, mümteli.
  • bus : f. 'Öpen' mânasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Damen-bus $ : Etek öpen.
  • büş : f. At yelesi. * Kahkül. * Noksan, eksik.
  • busa : Bir gemi cinsi.
  • busak : Ağız suyu.
  • büsak : Tükürmek.
  • busat : (Bisat. C.) Bisatlar, döşekler, kilimler, minderler, keçe yaygıları.
  • buse : f. Öpme.
  • buse-câ : f. Öpecek yer.
  • buse-çin : f. Öpücük alan, öpücük toplayan.
  • buse-gâh : f. Öpülecek yer.
  • buse-zen : f. Öpen, öpücü.
  • büsed : Kırmızı boncuk. * Mercan.
  • busende : f. Öpen, öpücü.
  • buseyla' : Pazu dedikleri ot.
  • buside : f. Öpülmüş.
  • busiden : f. Öpmek.
  • bûsiş : f. Şapırtılı öpüş.
  • büşiy : Fakir ve evlâdı çok olan kimse.
  • büsle : Efsuncuya verilen ücret.
  • büslet : Nam, şöhret, ün, şan.
  • büşra : Müjde. Sevinçli, hayırlı haber. * İncil'in bir ismi.
  • büsre : Herşeyin ucu ve başı. * Herşeyin tâzesi. * Genç kız veya oğlan. * Hurma koruğu. * Biraz büyümüş olan ekşi ot.
  • büssed : Mercan taşı.
  • büstah : f. Edebsiz, küstah, utanmaz.
  • bustan : f. Çiçek ve gül kokularının çok olduğu yer, bahçe.
  • bustan-bân : f. Bahçıvan.
  • büste : f. Fındık.
  • büstûka : (C.: Besâtik) Küçük küp. Küpçük.
  • büsuk : Bir kimsenin, akranına üstün olması. * Ağacın uzaması. * Uzunluk.
  • büsul : Beddua, lânet.
  • busula : Pusula.
  • büsut : Cömertlik, civanmertlik. El açıklığı.
  • büsûta : Genişlik. * Tekellüfsüzlük.
  • butakat : (C.: Bevatık) Pota dedikleri kap ki içinde maden eritirler.
  • bütçe : Fr. Devletin veya diğer kuruluşların yıllık gelir ve giderlerini (sarfiyat ve varidatlarını) gösteren ve bunlarla ilgili harcamaları tayin eden hesap işleri.
  • büteka : (C.: Bevâtık) Pota dedikleri âlettir ve kuyumcular içinde altın ve gümüş eritirler.
  • büteyra : Sonunda evlâdı kalmayan. * Vitir namazını bir rekat kılmak. * Şems, güneş. * Sabah.
  • butha : İyi huy, güzel haslet. Müsbet alışkanlık.
  • buthan : Medine-i Münevvere'de bir derenin adı.
  • butin : Menazil-i Kamer'den üç yıldız.
  • bütlal : f. şaşa kalan, hayret eden, hayran olan.
  • butlan : Haksızlık. Bâtıl olma. Boş ve abes olmak. Hak olmamak.
  • butm : Çitlenbik ağacı. (Yemişine 'habbet-ül hadar' derler.)
  • bütperest : f. Putu mâbut ittihaz eden. Heykellere ibâdet eden. (Bak: Putperest)
  • bütşiken : f. Put kıran.
  • butu' : Geç kalma, gecikme.
  • bütu' : Uzaklaşma. * Kesilme.
  • butul : Çürüklük, boşluk, beyhudelik.
  • bütul : Bâtıl olmak.
  • butule : Çok kahraman ve bahadır olmak.
  • butun : (Batn. C.) Batınlar, karınlar, kucaklar. * Nesiller, soylar.
  • bütun : (Batn. C.) Batınlar, karınlar, kucaklar. * Soylar, nesiller.
  • butv : Eğlenmek, geç gelmek.
  • buuc : Karında olan yaralar.
  • buule : Kadın eş, zevce.
  • buulet : Zevciyet. Karıkocalık. * İmtinâ ve red ve muhalefet etmek.
  • büüre : Çukur kazmak. * Çukur.
  • buus : Sefalet. Yokluk içinde olma.
  • büvan : (C: Ebvine) Çadır direği, direk.
  • buy : f. Koku. * Ümit, umma. * Sevgi, muhabbet. * Tamah.* Huy. Tabiat. * Kısmet, pay, nasib.
  • bûy-dar : f. Kokulu.
  • buy-perest : f. Av köpeği.
  • bûya : Güzel kokulu.
  • bûyahya : Azrail (A.S.)
  • bûyçe : f. Sarmaşık (nebat)
  • buye : Özleme, hasret.
  • buyiden : f. Koklamak, koku almak.
  • buyrultu : t. Sadrazam, kaptan-ı derya, vezir, beylerbeyi gibi devlet erkânının yazılı emirleri.
  • büyü : Cin gibi manevî varlıklar aracılığı ile insan veya başka varlıklar üzerinde etki meydana getirme işi. Dinimiz büyücülerin şerrinden, kötülüklerinden Allah'a sığınmamızı emreder. More…
  • büyu' : (Bey'. C.) Satışlar. Satın almalar.
  • büyud : Yok olma, hiç olma, in'idam.
  • büyüklenmek : t. Kendini büyük görmek, büyüklük taslamak. (Kötü huylardan biridir, günahtır.)
  • büyun : Geniş ve derin kuyu. * Mıntıkalar, bölgeler, yerler.
  • büyût : (Beyt. C.) Beytler, evler.
  • büyûtât : (Büyût. C.) Asilzâde aileleri. * Asil kimseler, soylu kişiler. * Ev kümeleri.
  • büyûz : (Beyz. C.) Yumurtalar.
  • büz : Harap yer.* Fâsid nesne. * Helâk. ◊ f. Keçi.
  • büz-ban : f. Keçi çobanı.
  • büza' : Kibar, zarif.
  • büzaa : Kibarlık, incelik, zerafet.
  • buzak : Tükrük. (Ağızda 'buzak', ağızdan çıksa 'rıyk' denir.)
  • büzak : Salye, tükrük.
  • büzare : Üst dudakta fazlalık olarak sarkık deri olması.
  • büzbûn : Altıda bir, südüs.
  • büzgale : f. Keçi yavrusu, oğlak.
  • büziçe : f. Oğlak. Küçük, yavru keçi.
  • buzine : Maymun.
  • büzm : Kesin karar ve tahammül. * Sertlik, kuvvet. * Doğru rey.
  • büzr : Herkesin sözünü dinleyen. Dinleyici.
  • buzra : Üst dudağın ortasından dışarı taşan et parçası.
  • büzû' : Doğmak, tulû' etmek.
  • büzul : Yarılmak, inşikak.
  • büzur : (Bezr. C.) Tohumlar, çekirdekler.
  • büzürg : (C.: Büzürgân) f. Cesim, kebir, azîm, büyük, ulu. * Reis, baş, başkan, şef. * Türk musikisinde bir mürekkep makamın adı.
  • büzürg-sal : f. İhtiyar, yaşlı.
  • büzürg-var : f. Büyük, saygıdeğer, ulu (kimse).
  • büzürgân : (Büzürg. C.) Büyükler, azimler, cesimler, ulular.
  • büzürgâne : f. Büyük, ulu bir kimseye yakışacak sûrette.
  • büzürgî : f. Azîm olmak. Büyüklük. Ululuk.
  • büzürgmeniş : f. Yüksek fikirli, fikirleri değerli olan.
  • büzuzet : Perişanlık, kıyafetsizlik, pejmürdelik, bezazet.
  • büzzaka : Kabuksuz sümüklü böcek.
  • 
    Derneğimiz
    Mekke Canlı Yayın
    Medine Canlı Yayın
    Eserlerimiz
    İlahiler
    Sure ve Namaz
    Namaz Kılmayı Öğreniyorum
    Tecvid Dersleri
    SON EKLENENLER
    GÜNÜN AYETİ
    Herkesin bir yönü vardır, ona döner. O halde hayırlarda yarışın. Nerede olursanız olun Allah sizi bir araya getirecektir. Allah her şeye güç yetirendir.
    (BAKARA- 148)
    ÖZLÜ SÖZLER
    • Ezeli ervahta nur-u Muhammedi ile beraber olmaya halvetilik denir.
    • Adem "ben hata yaptım beni bağışla " dedi, İblis ise" beni sen azdırdın" dedi ya sen!... sen ne diyorsun?
    • Edep, söz dinlemek ve gönle sahip olmaktır.
    • Güzelliğin zekatı iffet ve edeptir. (Hz. Ali)
    • Zeynel Abidin oğlu Muhammed Bakır'a "Ey oğul, fasıklarla cimrilerle yalancılarla sıla-i rahimi terk edenlerle arkadaşlık etme." diye buyurmuştur.
    • Kemalatın bir ölçüsü de halden şikayet etmemektir.
    • En güzel keramet gönlü masivadan arındırmaktır.
    • Alem-i Berzah insanın kendisidir.
    • Zahir ve batının karşılığı aşk-ı sübhandır.
    • Mutaşabih ayetler ledünidir.
    NAMAZ VAKİTLERİ