Nefs, insanın kendine özel manevi kimliğidir. Bu kimlik, kişinin beşeriyeti ile ilgilidir. Kimsenin nefsi davranışları kimseye benzemese de bazı hallerde ortak noktalar vardır. Zira fiiliyatlar değişse de sonuç hep aynıdır.
İnsanlardaki nefsin terbiye görmemiş ilk haline nefs-i emmare denir. Yani emir veren nefs. Kendini daima haklı gören nefs. İyiyi kötüyü düşünmeyen, daima kendi arzularını önceleyen nefs. “Ben ve bencillik” taslayan nefs. Kendisini ilâh gibi görüp ukalalık taslayan nefs. Kendi çıkarları için karşısındakini kırıp döken zalimleşen nefs.
Nefs; enfüsi (teklik) manada Hakk’ın aynası olmaya aday iken, âfâkta (çokluk) bizim için gerçekleri gizleyen bir perdedir. Bu nefis, ilk mertebe olan nefs-i emmaredir ki zifiri karanlıklar içindedir. Kör, paslı bir ayna gibidir. Allah dahil hiçbir şeyi göstermez. Duygusuz, düşüncesiz, köleleşmiş, taşlaşmış bir nefistir. Kur’an nefisi emmareyi “Muhakkak ki nefs bütün şiddeti ile kötülüğü emredicidir.” diye tarif eder. (Bkz. Yusuf, 53)
Allah nefsi özel olarak yaratmıştır. Nefis enfüste de âfâkta da varlığını sürdürür. Enfüse yaklaştıkça ilâhî kudret karşısında küçülüp erime noktasına gelir. Bu yüzden âfâka kaçar, varlığını enaniyetini orada devam ettirir.
Nefs; insan vücudundaki yaşantısında bizlere bütün şiddeti ile kötülüğü emretmesine rağmen kontrol edildiğinde, ahlâkî terbiye ile süslendiğinde eşi bulunmaz bir cevher olur. Nefs kendindeki bu cevheri bildiği halde aşkın potasına girip erimemek için bu manevi yoldan devamlı kaçar. Bu kaçış, bizim sevdiklerimize ve etrafımıza zarar vermemize sebep olur.
İki cihan güneşi sevgili peygamberimiz; bir savaştan dönerken Medine yakınlarında ordusunu durdurup: ” Ey ashabım! Cihad-ı asgardan, cihad-ı ekbere gidiyoruz.” diye buyurdu. Bu sözü duyan sahabiler şaşırarak: “Ey Allah’ın Resûl’ü düşman geride kaldı! Artık evlerimize geldik.” dediler. Bunun üzerine Hz Peygamber: “Evet evlerimize geldik fakat şimdiki cihadımız nefislerimizledir.” diye buyurdu. Cihat; seni rahatsız eden, sana sıkıntı veren, bütün gücü ile seni ezmeye çalışan kuvvete karşı mücadele etmektir. Cehd kelimesinin çoğulu olan cihattın diğer bir manası da gayret etmektir. Yani bir işi yapmaya, o işe yönelmeye gayret göstermek de cihat etmek demektir.
Burada cihadı nasıl yapacağımızı iyi anlamamız gerekir. Bizler bağlı olmak ile bağımlı olmak kavramlarını iyi tefekkür etmeliyiz. Kişi bir yanıyla Allah ve Resûl’üne, mürşidine, dinine, yol ve erkânına, ailesine, dostlarına ve vatanına cani gönülden sevgi ile bağlıdır. Diğer bir yanıyla da nefsinin arzu ve isteklerine, aşırı kıskançlıklarına, ihtiraslarına ve tiryakiliklerine de bağımlıdır. Bunlardan korunanlar umduklarına kavuşanlardır. (Bkz. Tegabun, 16)
İşte bizim yapacağımız cihat, bağımlıklarımıza karşı yapacağımız cihattır. Cihat, aşırı gayret ve istektir demiştik. İşe başlarken bir o işe dört elle sarılmak var, bir de o işi parmağının ucu ile tutmak var. Bizler yapmak istediklerimize dört elle sarılmazsak sonunda hüsrana uğrar, mağlup olanlardan oluruz.
Gafil insan, nefsinin esiridir.
Sevgili Peygamberimiz: “Nefsini bilen Rabbini bilir.” demiştir. Nefsimizin bu hükümranlığından kurtulabilmemiz için muhakkak bir mürşid-i kâmilden inâbe alıp talim ve terbiye görmeliyiz.
İslam’ın şartlarını yerine getiren kişiye bir mürşid-i kâmil tavsiye edildiğinde o kişi 'onlar da namaz kılıyor ben de kılıyorum. Onlar da oruç tutuyor ben de tutuyorum. Onlar da Allah diyor, ben de diyorum. Dinimiz bir, Peygamberimiz bir, kitabımız bir, kıblemiz bir. Niye bir mürşide bağlanayım ki!' diye düşünürse bilsin ki o ses nefsinin sesidir. Şeytana esir olan, seni Hakk’tan ayıran, batılı sana şirin gösteren nefs-i emmarenin sesidir. Sakın dinleme, nefsinin tuzağına düşme! “Peygamberler size nefislerinizin hoşlanmayacağı buyrukla geldi. Siz büyüklük tasladınız.” (Bkz. Bakara 87) Bu şeriatın nefs-i emmaresidir.
Bazı gafil kişiler İslam’ın bütün şartlarını yerine getirseler de ibadetlerinden arta kalan zamanlarını gıybetle, kinle, kibirle, başkalarını kınamak ile geçirirler. Çünkü “Onların nefisleri aşırı kinci ve kıskançtır.” (Bkz. Nisa 128)
Tarikatte nefsi emmare:
Mürşid-i kâmilden inâbe alıp O’na biat eden salikin nefs-i emmaresi, suret-i Hakk’tan görünüp (Hakk’tan yana) seni din ile kandırmaya bakar. Örnek vermek gerekirse; televizyon başında dini bir film veya program seyrediyorken, namaz vakti geldiği halde 'sen zaten namazdan ayrı değilsin, bu seyrettiğinde Allah’ı anlatıyor. Hele bir bitsin de namazını öyle kılarsın diyen, vakit geç olduğunda yorgunluğunu bahane edip kıldığın namazı aceleye getirten, sabah namazını duyduğun halde biraz daha uyu, vakit var diyen ve seni Hakk’tan uzaklaştırmaya çalışan nefsinin sesidir.
Bir mürşide bağlı olduğu halde, kendisini başkalarından üstün görür. Bazı konuları fark edip anlayınca kendi bilgisine güvenir. Herkese karşı tenezzül ve tevazu ile davransa dahi içten içe bu tenezzülü ile öğünür.
İçinden gelen sese kulak verdiğinde bu sesin Rabbinden mi yoksa nefsinden mi olduğunu anlayabilmesi için kişinin “Sana dokunan herhangi bir iyilik Allah’tandır de. Sana isabet eden herhangi bir kötülük nefsimdendir de.” ayetyi kerimesine bakması yeterlidir. (Bkz. Nisa, 79) Şu halde bize Hakk’ı tavsiye eden, bizi Hakk’a yönlendiren, bizleri hayır ve hasenata teşvik eden ses Hakk’ın sesidir. Bizleri güzel hallerden alıkoyan, bu halleri yapmamıza engel çıkaran, bulduğu bahaneler ile kendisini haklı gösteren ses ise nefsimizin sesidir.
Nefs-i emmareye karşı en etkili silah, kelime-i tevhittir.
Dikleşen ve ilâhlaşan nefsimize karşı galip gelebilmemiz için öncelikle bizim neye lâ , neye İllâllah dediğimiz çok önemlidir. Çünkü kelimeyi tevhid de hem inkâr hem de ikrar vardır. Nefsimizin bencilliğine, ukalalığına, ilâhlığına “lâ” deyip inkâr ederiz, mutlak olan Allah’ı da “illallah” deyip ikrar ederiz. Her nefeste kelimeyi tevhidi zikredelim ki emmarenin hilelerinden kurtulalım.
Nefis okşanmak , alkışlanmak , takdir edilmek, methedilmek ister. Bunlar onun gıdasıdır. Nefsin isteklerini yerine getirdiğimiz müddetçe o da bizim üzerimizdeki saltanatına devam eder.
Nefsimizi, kendi üzerimizde ancak onun sıfatları ile tanıyabiliriz. Nefs-i emmarenin sıfatları şunlardır: Allah’a şirk koşmak, kendisinden üstün birisini çekemeyip kıskanmak, hakaret etmek, gönül kırmak, gıybet etmek, ehl-i küfür olmak, kendisini herkesten üstün görüp kibirlenmek... Yani Muhammedî ahlâka ters gelen her oluş nefsin sıfatlarındandır. Nefs-i emmarenin bu çirkin sıfatlarından kurtulmak yine bizim elimizdedir.
Bizler bu konuda öncelikle kendimizi deneyerek nefsimizi tanıyalım. Nefsimiz bizden olumsuz olan her ne istiyorsa biz onun tam tersini yapalım. Eğer tam tersini yapamıyorsak abdest alıp iki rekat namaz kılalım ve bu olumsuz duygu ve düşüncelerden kurtulmaya çalışalım.
Mürşid-i kâmili gören bir insanın nefs-i emmaresindeki bazı hal ve hareketler ondan uzaklaştırılır. Bunlar vücudundan tam manası ile atılamasa da manevi bir kuvva ile üzerleri sıkı sıkıya bastırılıp örtülür. İşte bu hal de kişiyi nefs-i levvâmeye taşır.
Nefsin kendini kınayan, yaptıklarından üzülen, pişmanlık duyup çok çok tövbe eden halidir.
Nefsin bu haline Allah’ın nuru ve merhameti biraz tesir etti ki nefs kendisini hesaba çekip sorgulayan ve kendisini suçlu görüp ayıplayan, kınayan bir hale geldi. “Kendini kınayan nefse yemin ederim.” (Bkz. Kıyamet, 2)
Levvâme olan nefs yaptığı kötü işlerin farkındadır. O artık gafletten bir nebze sıyrılmıştır. Kalbinin nuru ile bir parça nurlanmıştır. Bununla birlikte nefsini hesaba çekip yaptığı kötülüklere tövbe eder.
Nefsi-i Levvame, bazen yaptığı ibadetleri yeterli görmediği için bazen de yaptığı olumsuz davranışlardan dolayı kendisini kınar. Rabbinden, zikrinden, tefekküründen gafil olduğu anlara nedamet duyar. Anlık duygu ve düşüncelere sahip olup bunlardan kendisini tövbe ile kurtarmaya çalışır. Bu halde olan nefs, ömrünü kararsızlıklar içinde geçirir.
Fakat nefsin tövbe tuzaklarına da çok fazla güvenilmemelidir. İnsan, kendisini iyice dinleyip nefsinin hal ve hareketlerini kontrol ederse nefsinden gelen sese arif olmaya başlar. Yani hastalığı teşhis ederse tedavisi de kolay olur.
İslam, sadece emir ve yasaklar dini değildir. İslam; tevhid dinidir, güzel ahlâk dinidir, kendimizi ve Rabbimizi tanıma dinidir. Allah’ı bilmek ve sevmek ise Cenâb-ı Resûlullah’ı her şeyden çok sevmekle mümkün olur. Cenab-ı Resûlullah’ı sevmek ise O'nun şeriatını ve teklifatını tatbik etmek ile olur.
Nefs gerçeklerden kaçmasına rağmen, Allah’a muhatap olma şansına da sahiptir. Bu muhataplık ancak âfâktan enfüse yapılan hicretle mümkündür. Nefs mücadelesi, insan olabilmenin kaçınılmaz bir mecburiyetidir. Namaz ise bu mücadelede en emin yoldur. Bu noktada gerçek manadaki namazı bize öğreten ve sevdiren, bizi ilm-el yakîndan Hakk-al yakînlığa hicret ettiren mürşid-i kâmilin muhabbetlerine ihtiyacımız haddinden fazladır. Çünkü namaz ve muhabbet bizim nefsimize karşı yapacağımız cihatta en önemli ve en güvenceli silahımızdır. Bunula birlikte zaman zaman bunlardan gafil olup nefsimizin hile ve tuzaklarına aldanırız. İşin farkına varıp üzüldüğümüz zaman nefis yine devreye girer ve 'üzülme, Allah’ın rahmeti boldur, tövbe edenleri bağışlar' diye bize vesvese verir.
Evet, -amenna ve saddakna- Alah’ın rahmeti, lütfü, ihsanı, keremi boldur. O Rahmân’dır, Rahim’dir, Tevvab’tır. Tövbeleri çokça kabul edendir. Fakat unutmayalım ki tövbe, yaptığımız günahı bir daha işlememek kaydıyla değer kazanır. Tövbe ettiğimiz halde aynı hatayı bir daha bir daha işlemek, bizim istikrarsızlığımızı ve ciddiyetsizliğimizi gösterir. Ciddiyetten yoksun yapılan tövbeler de Hak katında makbul olmaz. Biz Allah'ı ciddiye almazsak Allah da bizi ciddiye almaz. Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.(Bkz. Şems, 9-10)
Yapılan bu hatalardan, günahlardan ve tövbelerden ibret alıp aynı tuzaklara bir daha düşmemek için namazlarımıza ve arifler meclisine, mürşidin muhabbetlerine devam etmekle birlikte ismi celal olan “ya Allah” esmasını her nefeste söyleme gayretinde olalım. Zira yaptığımız ibadetler, dinlediğimiz muhabbetler ve zikri celal bizi nefs-i mülhimeye taşır.
Mülhime, ilham demektir.Yani gönlüne güzellikler, yenilikler, doğuşlar gelen nefistir.
Bu mertebe, nefsin talim ve terbiyesinde insanın en çok dikkat etmesi gereken yerdir. Çünkü kişinin bu makamdaki güzellikleri kendinden bilmesi onu aşağılara düşürür. Kişi kendisine gelen bu ilhamlarla ucuba düşebilir. Gerek ilham yolu ile gerek erkân içindeki tecrübeleri ile gerekse de bağlı bulunduğu yol kanalı ile kendisine gelen hâlleri kendinden zan etmeye başlar. Çevresinde gördüğü olumsuzlukları tenkit ederek kendisini üstün görme gafletine düşer.
Şeytan burada insana musallat olur.
Nefsin dışa bağımlı azgınlıklarından kurtulan insan, edeb ve takvası ile gerek kendi çevresinde gerekse erkan içinde aranılan, akıl danışılan, yol yöntem sorulan, müşküllere cevap veren bir büyük durumundadır. Bu durum nefsin çok hoşuna gider. Şeytan burada devreye girer ve zaten kibirlenmeye müsait olan nefse sinsice fısıldamaya başlar.
Gururunu içten içe okşayıp kendini beğenenlerden olmanı sağlar. Şeytanın en büyük özelliği olan kıyası, vesvese yolu ile sana aşılar. Sen de kendini diğer insanlarla kıyaslamaya kalkarsın. Dışta tevazu ve tenezzül sahibi gibi görünüp içten içe gurur ve kibir sahibi olursun.
Nefs-i mülhime, aşıklık makamıdır.
İnsanı, kelime olarak iki türlü zevk edebiliriz. Biri üns, biri nisyan. Üns, enis fiilinden türeyen Allah’a dost olan demektir. Nisyan ise hem zalim hem de cahil anlamınadır ki aldığı emaneti zalimce ve cahilce kullanıp kıymetini bilmeyen demektir. (Bkz. Ahzab, 72)
Kendisine gelen ilhamları Rabbinden bir lütuf olarak bilip kendisine bir pay çıkarmayan kişinin Rabbine olan hayranlığı artar. Kişi zikrinde, fikrinde, tefekküründe, ibadetinde, hayalinde ve gerçeğinde, enfüsünde ve âfâkında, ef’âlinde, sıfatında, zatında, gerek uyurken gerekse uyanıkken velhasıl her anında Rabbi ile dopdolu olur. Hayranlığı ve aşkı artar. Adeta Rabbinin del
“O’na iyilikleri ve kötülükleri ilham edene yemin ederim.” (Bkz. Şems 8) Bu nefis artık kah ağlayıp acı çeker, kah sakin olur. Kah feryat eder, kah kalbini ihya eder. Kah terk eder, kah dört elle sarılır.
Allah’ın veli kulları bu hâle ‘varlık denizinde aşk ile yolculuk etmektir’ derler. Aşkın sevinci tüm benliklerini sarıp sarmalamıştır. Kalp gözü açılan bir mü’min, her yerde Rabbinin ilâhî tecellilerini müşahede eder. Bu durum keramet değil, irfan ve marifete dönüşmüş bir ilimdir. Gönülde olan ilâhî aşkın bir ürünüdür.
Bu makam, her şeyde hayranlıkla Hakk’ı seyretme makamıdır.Tam manası ile yokluğa eren insanda Hayy sırrı (ölmezden evvel ölünüz) yaratır. Derviş burada rabıtasından bir an bile gafil olmamaya çalışır. Yukarıda da söylediğimiz gibi insan, bu makamda güzellikleri kendisine mal ederse aşağılara düşer. Fakat bu güzelliklerin Rabbinin nimeti olduğunun bilincine varıp şükrünü arttırırsa nefs-i mutmainneye ulaştırılır.
Nefs-i mülhime’nin esması; ism-i celal olan Ya Hu’dur ki bu da hiçlik makamıdır. Bu makam, Allah’tan gayri hiçbir şeyin olmadığı bir makamdır.
Mutmainne; tatmin olan, ikna olan, içinde şek ve şüpheye yer kalmayan, kanaat getirmiş, tam teslimiyete ermiş demektir. Mutmainne olan nefis, nefs-i emmarenin, levvâmenin ve mülhimenin olumsuz şartlarından kurtulmuş, baharın yaklaştığını müjdeleyen kardelen çiçeği gibidir. “Elestü” hitabında verdiği söze ve hakikate koşmaktadır. Bu hicrat yolculuğunda aşığın azığı, ibadetlerinin haricinde zikridir. Çünkü onun kalbi ancak zikir ile mutmain olur. (Bkz. Rad 28)
Nefsin kendi gerçeğine, kendi hakikatine koşması; artık O âşığın ruhunun (öz varlık) nefse kucak açıp onu sarmaya başlamasıdır. Ruh ve nefis birbirlerini sevip tanımaya başlarlar. “Siz birbirinizi sevmedikçe mü’min olamazsınız.” hadisinin ışığında, ruh nefse kendi sırlarını açmaya başlar. “Fesemme Vechullah” ayetinin inkişafı o kişiden açığa çıkar. (Bkz. Bakara,115)
Hak artık O âşığa vâsî sıfatını ihsan eder. Vâsî; bir insanın noter tasdikiyle bir kişiye vekalet vermesi gibidir. O vesayeti alan âşık, artık her ne yaparsa Hak adına, Hak ile yapar. O, artık Hakk’ın aynası olmuştur.
Nefse musallat olan şeytan son bir gayretle yine ona fısıldar ve bu vekaleti kendi menfaatlerinde kullanması için onu zorlar. 'Artık sen hürsün, şimdi kemâle erdin, ibadet etsen de etmesen de fark etmez' diyerek onu kibirlenmeye zorlar.
Bu vesveseler bize geldikçe yapacağımız tek şey, rabıtadan ayrılmamak ve mürşidimize sıkı sıkıya sarılmaktır. Nefs-i mülhimede Rabbini tespit eden nefis, nefs-i mutmainnede ise Rabbini tenzih etmeye başlar. Bu tür olumsuz düşünce, fikir ve vesveselere itibar etmez. Artık O, gözü ve gönlü yaşlı olarak Rabbinin âşığı olmuştur.
Bu makam, gerçek manada dervişlik makamıdır. Bu makamdaki kişinin kendine ait iradesi yoktur. Bu kişi zühd ve takva sahibidir. Ne kendisini ne de bir başkasını kınama ya da küçük görme gibi bir kaygısı yoktur. O’nu Hakk’ın zikir ve tefekküründen alıkoyan her şeye ilgisiz kalır, önem vermez. O artık Hz. Peygamberin ahlâkını uygulamaktan zevk alır. Ve ancak bunları tatbik ettikçe mutmain olur. Çünkü bu makam “insan” olma makamıdır.
'Nefsini bilen Rab’bini bilir' hadisinin açılımı dervişte tekâmül ettikçe derviş kendisine ait hiçbir şeyinin olmadığının arifi olur. Artık o derviş ben ve benim demekten hicap duyar. Her yerde Hak, her şeyde Hak, gören de Hak, görünen de Hak olmuştur. O, Hallac-ı Mansur makamındadır.
Derviş, Rabbinin “İrcıi (dön Rab’bine)” hitabına mazhar olmuştur.(Bkz.Fecr 27-30) Allah’ın Cenneti’ne davet edilmiştir. Bu cennete ancak davetli olanlar, Allah’ın seçkin ve veli kulları girer. Burada rızalık vardır, kabul vardır, hayret vardır. Burası nefs-i razıyyenin yeridir.
Nefs-i razıyye; razı olmayı, gönül hoşluğu ile kabul etmeyi, her şeyden memnun olmayı gerektiren bir yaşamdır.
“ İrcıi” emri ile davet edilen kulun gönlüne dolan huzur, onun hayat yaşantısını cennete çevirir. (Fecr 27-30) Nefsinin bütün zanlarından, isteklerinden, kaba davranışlarından, şüpheciliğinden, neden ve niçin sorgulamalarından kurtulup, manevi hürriyete ermiştir. Artık o dikkatini tek bir yönde toplar ve görünürdeki işlerin, fiiliyatların nedenlerini değil de bunların oluşumları meydana getireni tefekkür edip seyreder.
Âşık, bu seyr-i sülûkünden aldığı zevk ile “Elhamdülillahi Rabbil âlemin” der. (Bkz.Fatiha 1) Bu sır ilimleri aşığa Rabbi tarafından ihsan edildiği için, aşık Rabbine karşı aşırı bir güven duyarak O’nun Rahmân ve Rahim sıfatları içinde oluşan tecellilerini müşahede eder.
Bazılarına göre dünyanın çilesi gibi görünen olaylar, aşığa hoş gelmeye başlar. Aşık her olana olması gerekenler oluyor zevki ile bakarak 'Rabbim böyle yaptı ise bir hikmeti vardır' der ve Rabbinin hikmetine sorgulamadan, şüphe etmeden güvenir. Bu makama eren kişi, Allah’ın Celal ve Cemal sıfatlarının tecellilerini gönlünde yaşattığı için ne sevinç yaşar ne de kedere ve üzüntüye düşer. (Bkz Yunus 62) Her şeyin Allah’tan olduğunu bilip rıza gösterir.
Konumuza bir misalle devam edelim. Bir temmuz sıcağında, bölgedeki herkes şehir parkında oturmuş yeşillikler içinde birbirleri ile sohbet ederler. Bu sırada nereden geldiği belli olmayan bir kaç çocuk parktaki su vanalarını açar ve birbirlerini sırılsıklam eder. Çocuklar oynarken çevredeki vatandaşlarda ıslanır ve rahatsız olurlar. Parkın görevlisi işin farkına varıp çocukları kovalayıncaya kadar her yer su içinde kalır.
Çocuklar gidip ortalık sakinleşince oraya yakın olan kuşlar parka gelir ve bu su birikintilerinden su ihtiyaçlarını giderip bir güzel yıkanıp serinlerler. Olayı seyreden âşık tefekkür yolu ile: 'Ya Rab kuşları sulamak için bu çocukları gönderdin. Senin hiçbir işin abes ve lüzumsuz değildir' diyerek Rabbine olan şükrünü arttırır.
Nefs-i razıyye mertebesindeki aşık; kul olmanın zevkine varmış, kulluğun tadını çıkarmaya başlamıştır. Bu kulluk içerisinde 'ancak sana kulluk eder, ancak senden isterim' diyerek, nefse kul olmaktan kurtulup, çıkarcılık ve menfaatçilikten haya duymaya başlamıştır. (Bkz. Fatiha,4 )
Ancak sana kulluk ederim derken Allah’ı takdis eden kulun hayranlığı bir kat daha artar. Kul, Rabbine karşı sonsuz bir edep ve haya duyarak, kâmil bir iman ile tecellilere rıza göstererek mükemmel bir teslimiyet örneği gösterir. Buradaki teslimiyeti iyi tefekkür edelim!
Kişi vardır ki kendisini kaba kuvvet ile teslim alan güçten aşırı bir kin ve öfke ile kurtulmaya bakar. Örneğin; dedelerimizin kurtuluş savaşında verdiği mücadele gibi.
Bir de âşık ile maşuğun vuslatında birbirlerinin gözlerinin derinliklerinde kaybolup birbirlerine olan teslimiyetleri vardır. Sevgideki bu teslimiyet ile maşuğun her ricası âşık için emir olur.
Rabbine teslimiyetindeki kulluk hali aşığı nefs-i merziyyenin güzelliklerine taşır.
Nefs-i merziyye; Allah’ın hoşluğuna layık olan nefis demektir. Allah’ın kendisinden razı olduğu nefis demektir.
Nefs-i merziyye makamına eren aşık, nefsiyle olan cihadını başarı ile tamamlamıştır. Bu aşığın ruhu nefsini tamamen ihata etmiştir. ”Ben nefsimi nur ettim” hadisinin mazharı olmuştur. O’nun kalbinde dünyaya ait sevgilerin kokusu dahi kalmamıştır. Aşık, neye bakarsa baksın, kimi severse sevsin, gördüğünde Hakk’ın varlığı, sevdiğinde ise Hakk’ın sevgisi olduğunun arifidir.
Bu makama erişen insan, Allah’ın halifesi olma unvanını da üzerinde taşımaya hakkıyla layık olmuştur. Artık Kur'an ona kendi sırlarını açmıştır ve o, ilm-i ledün okyanuslarının enginliğinde hayretten hayrete, zevkten zevke tevhid neşesinin doruklarındadır.
Her şeyin arifi olup, kulluğunu en iyi şekilde temsil eden aşık, sahip olduğu ilm-i ledün sırlarının ve hikmetlerinin ilâhî tecellilerini yaşamış, eksiksiz ve katıksız marifetullahı tam anlamı ile kavramış insandır. Artık ona Allah’ın ahlâkı lütfedilmiştir.
O, beşerî sıfatlardan tamamen arınmış ve temizlenmiştir. O’nun her yanı Allah’ın nuru ile dolup taşmıştır. Keşif ve keramet göstermesi işten bile değilken O bunlara teşebbüs ve tevessül etmeyecek kadar da alçak gönüllüdür.
Bundan sonraki makam nefs-i kâmile veya nefsi safiye’dir ki bu makam sıradan insanların makamı değildir. Bizim gibi acizlerin burada kalem gezdirmesi bile hayaldir. Unutmayalım ki Cenâb-ı Resûlullah’ın “Mustafa” ismindeki sâfilik bu makamın özelliğidir. Bu sâfilik kelime olarak Allah tarafından arıtılarak yüceltilmiş demektir.
Enver EFE
İstanbul, 28.08.2014