04 Aralık 2024
3 Cemaziye'l-Ahir 1446
halveti
MENÜ
SOHBETLER HAZRET-İ MUHAMMED'IN
(S.A.V) HAYATI
SEVGİLİ PEYGAMBERİM KUR'AN-I KERİM İLMİHAL İSLAM VE TOPLUM 40 HADİS HADİS-İ ŞERİFLER OSMANLICA SÖZLÜK RÜYA TABİRLERİ BEBEK İSİMLERİ ABDÜLKADİR BİLGİLİ
(SEBATİ) DİVANI
NİYAZİ MISRİ DİVANI HİKMETLİ SÖZLER KUR'AN-I KERİM ÖĞRENİYORUM KUR'AN-I KERİM (SESLİ ve YAZILI) SESLİ ARŞİV İLAHİLER KVKK ve GİZLİLİK POLİTİKASI
İSLAM ve TASAVVUF
TASAVVUFUN TARİFLERİ TASAVVUFUN DOĞUŞU TASAVVUFUN ANADOLU'YA GİRİŞİ HALVETİLİĞİN TARİHİ HALVETİLİĞİN TARİHİ GELİŞİMİ HALVETİLİĞİN TÜRK TOPLUMUNDAKİ YERİ HALVETİYYE SİLSİLESİ PİRLERİMİZİN HAYATLARI MEHMET ALİ İŞTİP (VAHDETİ) ABDÜLKADİR BİLGİLİ (SEBATİ) İBRAHİM GÜLMEZ(KANÂATÎ)
EHLİ - BEYT
EHL-İ BEYT KİMDİR? EHL-İ BEYTİ SEVMEK
RESÛLULLAH'I SEVMEKTİR
EHL-İ BEYT EMANETİ RESÛLULLAH'TIR EHL-İ BEYTİN HALİ NUH'UN GEMİSİ GİBİDİR EHL-İ BEYT OLMAK HEM NESEBİ HEMDE MEZHEBİDİR
ONİKİ İMAMLAR
HZ. İMAM ALİ K.A.V RA HZ. İMAM HASAN-I (MÜCTEBA) HZ. İMAM HÜSEYİN-İ (KERBELA) HZ. İMAM ZEYNEL ABİDİN HZ. İMAM MUHAMMED BAKIR HZ. İMAM CAFER-İ SADIK HZ. İMAM MUSA-İ KAZIM HZ. İMAM ALİYYUL RIZA HZ. İMAM MUHAMMED CEVAD (TAKİ) HZ. İMAM ALİ HADİ (NAKİ) HZ. İMAM HASAN’UL ASKERİ HZ. İMAM MUHAMMED MEHDİ






MUHARREM

Değerli dostlar, bizleri Ehlibeytin yasına, Muharremin matemine tekrar ulaştıran Rabbimize varlığının sınırsızlığınca ve sonsuzluğunca hamd ve şükür ederiz. Mevlâ’m bu vesileyle tutmuş olduğumuz oruçları, Kerbela matemimizi ve Ehlibeyt-i Resûlullah’a hizmetlerimizi kabul eylesin inşallah.

Malumunuz insan olarak, Ehl-i ihvan olarak hepimizin duygusunda Muharrem ayı çok önemli bir yer işgal etmektedir. Muharrem ayı; büyük vakaların isabet ettiği dört haram aydan biridir.

Muharrem ayı aynı zamanda hicri yılbaşımızdır. Zira Cenâb-ı Resûlullah Efendimizin Mekke'den Medine’ye olan hicreti müminler için hicri takvimin başlangıcı sayılmıştır.

İslamî miladımızın da başlangıcıdır. Bununla beraber bu ayda savaş, kavga ve her türlü kötülük haram kılınmıştır.

Kulun gün içindeki yönelişlerinden, gönlünde olan bütün mâsivâlardan, olumsuzluklardan ve oksitlerden arınması için yıl içerisinde farklı aylar, farklı günler, farklı geceler olmasına rağmen kişinin tekâmülü için Muharrem ayının ayrı bir önemi vardır.

İnsan, oruç ile farklı bir perhize, matem ile de farklı bir duygusallığa giriyor. Biz, besin yönünden farklı bir diyetle bütün hayvanî gıdalardan ve his yansımalarından kesiliyoruz. Sadece Ehlibeytin yasını tutarak masumiyet içerisinde hayatımızı sanki on günlük bir erbain gibi, on günlük bir uzlet gibi yaşamaya çalışıyoruz.

Bu sürece takvim olarak “on aşura” diyoruz. Bu on gün içerisinde tutulan oruçlar, matemler, maddi-manevi perhizler gibi gayret ve hizmetler insanın manasının değişmesine ve yeniden şuurlanmasının başlangıcına zemin hazırlamış oluyor.

Muharremde kendimizi kontrol ettiğimiz zaman farklı bir duygusallık içerisinde olduğumuzu zaten yakînen müşahede ediyoruz. Muharrem içerisinde katılıklarımız gidiyor, gönlümüz ve duygularımız yumuşuyor.

Bizim tarihi izlemiş olmamız tarihteki bu kavgayı yargılamak, bu kavganın sadece bir tarafını övüp de diğer tarafını yermek adına olmamalıdır. Biz, tarihten remz ve ışık alarak kendi hakikatimize yol bulmak için iyilerden örnek, olumsuzluk safında duranlardan da ibret alacağız.

Biz, bu örneklemeyi hayatımıza yaşam tabelası edinirsek inanıyorum ki bu Muharrem ayından çok daha farklı istifade edeceğiz. İyiler her zaman insana örnek ve iz olurken kötüler de her zaman insana akıbeti itibariyle ibret olmaktadır.

Kâinatta her ne var ise insanın hakikatini insana tanıtmak içindir. Kâinatta her ne olmuşsa insanın kendi gerçeğinde olanların bir karşılığı var olduğu içindir. Dolayısıyla kendimize döndüğümüz zaman bizler de dışarıdaki yezidilere kızarken içerdeki ego yezidilerini göz ardı etmeyelim.

Bu minvalde edeceğimiz bütün gayretler, bugünün Hüseyini olabilmek, bugünün Hüseyinî kıvamında ve kıyamında durabilmek için olmalıdır. Zira ne Hüseynîler nihayet bulacak ne de yezidilerin ardı arkası kesilecek. Ne nemrutlar ne de firavunlar bitecek. Bunların bir tamamı zaman zaman nefsanî sıfat olarak önümüze gelecek. Bizim duygu, düşünce ve rağbet boyutunda, dikkat edeceğimiz nokta ise hangi safta olduğumuzdur.

Bizler ne nefsimizin egosuna ne de izzetine meyil etmeyeceğiz. Biz sadece Allah adına kıyam durabilmenin, duruşumuzla Hüseynîler gibi neticesine razı olmanın, Allah ve Resûl’ünün gönüllüsü olarak kullukta adanmışlığı rağmen yaşamanın gayretinde daim olmalıyız.

Tarih cihetine baktığımız zaman Âdem Peygamberden Kerbela vakasına kadar olan zaman içerisinde yaşanan bütün büyük vakalar anlatılıyor. Fakat Kerbela vakası bütün o hadiseleri örtecek kadar insanın duygularını sarsıyor.

Kur’an-ı Kerim’de yirmi sekiz peygamberden bahsediliyor. Hadis-i şerifinde peygamberlerin sayısının yirmi dört bin küsur olduğundan bahsediliyor. En doğrusunu Cenâb-ı Allah bilir ki biz bundan şunu anlıyoruz: Yaşamlarıyla olağanüstü örnekler sergileyen ve bizlere örnek olan peygamberler Kur’anda kayda geçmişken davası büyük olmayanların isimleri listede yerini almamıştır.

Kendimize dönersek; eğer yaptıklarımızla ve yaşadıklarımızla insanlığa ve İslam’a hizmet adına kalıcı izler bırakabilirsek o zaman bizler de ehl-i Hakk olan insan-ı kâmilin gönlünde kayda geçeriz. Eğer yaptıklarımız vasat bir duruştan öteye geçmez, halimizle Rabbimizi ikna edemezsek; işte o zaman bizler de unutulanlar listesinde yerimizi almış oluruz.

Dolayısıyla Âdem peygamberden Kerbela’ya kadar insanlığa yön verecek ve hükümleri şekillendirecek büyük vakalar bu “on Muharremde” tecelli etmiştir. Bu Muharrem, hem hüzün hem de kurtuluş günü diye anlandırılır. Zira başta Âdem alehisselamın günahının affedilmiş olması ve birçok peygamberin selamet bulması bu aya isabet eder.

Bu belki kelime itibariyle çok sıradan gibi geliyor; fakat Âdem Peygamberin affedilmesi o kadar kolay bir mesele değildi. Zira üç yüz sene yalvarıp yakardığı rivayet edilir. Tabii bu rakamlar belki zaman ile kayıtlı değildir. Çünkü üç yüz veya dokuz yüz sene ömrünün var olduğunun kesin delili yoktur.

Yalnız Âdem Peygamberin affedilebilmek için öyle bir yakarışı, öyle bir yalvarışı vardı ki yemekten içmekten kesilmiş, yaş damarları kurumuştu. Sanki Âdem Peygamberin o yakarışı, bir insanın yaşamındaki yalvarış yıllarına vurulsa belki altı yüz, belki dokuz yüz senede o kadar hüzün yaşanabilirdi.

Bu rakamlar izafi, mecaz rakamlardır. Hiçbir peygamber altı yüz ya da dokuz yüz sene yaşamamıştır. İnsanın fizikî yapısı bellidir dostlar. Bu anlatılanlarda farklı rivayetler ve abartılar vardır. Süleyman Peygamberin üç yüz ila altı yüz sene yaşadığı rivayet edildiği gibi.

Gerçi Rahmân dilerse zâhir bedeni dahi ol demesiyle ölümsüz kılar. Fakat usulüne riayet, O’nun âdetullahındandır. Biliyoruz ki peygamberler, insanlığa örnek olarak halk edilmişlerdir. Peygamberler beşeriyetleri itibarı ile ümmetleri gibidirler. (Bkz.Kehf,110-Fussilet,6)Zira ümmet olmanın, kul olmanın ölçüsü peygamberdir.

İnsanın ortalama ömrü neyse peygamberlerin de yaşam süreleri öyledir. Cenâb-ı Resûlullah Efendimiz, altmış üç yaşında zâhiren Hakk’a irtihal etti. Fakat O, sonsuza kadar hep yaşayacaktır. Çünkü O, hatem-ül enbiyadır, ahir zaman peygamberidir. O, şeriat-ı Resûlullah ve nur-u Muhammedî olarak daim ebed olacaktır. Bakın! Bin dört yüz küsur senedir, Cenâb-ı Resûlullah Efendimiz ahkâm-ı Resulullah, enetemüm ahlak olarak yaşıyor. İşte böyle yaşamaktan bahsediliyor dostlar.

Peygamberler şeriatları ve sünnetleri ile yaşarlar!

Âdem Peygamberin şeriatı dokuz yüz sene yaşadı. Süleyman Peygamberin şeriatı üç yüz sene, altı yüz sene yaşadı. Cenâb-ı Resûlullah’ın şeriatı ise yıllarla sınırlı değildir dostlar.

Biz bu rakamları dinlerken peygamberleri fizikî yapıda yıllarla yaşlandırmış olmayalım. Bu rakamlardan anlayacağımız mutlaka mecazî rakamlar olmalıdır.

Peygamberleri ümmeti yaşatır ve yine ümmeti öldürür!

Dolayısıyla Âdem Peygamber de üç yüz ila altı yüz sene diye rivayet edilen zaman içerisinde Rabbine yakarıyor, yalvarıyor. Sonunda duasında Cenâb-ı Resûlullah ‘ın hatr-ı şerifini önceleyince hatasından ve zellesinden arınmış oluyor.

Âdem Peygamberin hayatı aslında bize büyük bir ders, büyük bir mekteptir. Her türlü yalvarışı ve yakarışı altı yüz seneye tekâmül edecek olan bir duayla ve nedametle Rabbine gözyaşı döküp af dileyen bir peygamberin affedilmesi bile bizlere büyük bir derstir. (Bkz. Bakara,37)

Arafat Dağı, teşbihen kâmil insanın gönül yüceliğidir, gönül semasıdır. O da ancak insan-ı kâmilin gönlüdür. Yani insan, gönlünü mâsivâdan ne kadar arındırırsa, kendini o kadar saf bir hale getirecek ve gönül duygularının ufkuna çıkacak. Arife gününden kasıt ise insanın irfana ulaşması ve Rabbine arif olmasıdır.

Tabii ki bir insan, duasında bizim yaşantımızla altı yüz seneye tekâmül edecek bir yakarışla Rabbiyle meşgul olursa akıbeti ariflik olur. Arifliğin neticesinde de bayram eden olur.

Fakat bunların öncesinde altının çizilmesi gereken ve dersimiz olan yer; Âdem Peygamberin Cenâb-ı Resûlullah’ın hatr-ı şerifini duasında önceleyince affedilmiş olmasıdır. Demek ki, hangi ibadet, hangi gayret olursa olsun muhataplığın öncesinde Cenâb-ı Resûlullah’ın hatr-ı şerifi öncelemeyen kula af da vuslat da yoktur.

Yani bizler, Cenâb-ı Resûlullah’a yakîn ve dost olmadıkça Allah’a ne yakîn olma ne de dost olma şansımızın olamayacağını güzel okumalıyız. (Bkz.Ali İmran,31)

Eğer Zeynel Abidin de Kerbela sahrasında şehit olmuş olsaydı, bizim ilm-i hakikat adına ya da Ehlibeyt adına ne bir arada olma şansımız olacaktı ne de bunları konuşacak bilgiler bizlere ulaşacaktı. Fakat bu ilâhî bir takdirdir. Dinin koruyucusu Allah’tır. Zira Allah, nurunu hiçbir zaman söndürmeyecektir. (Bkz. Hicr,9) İslam, zâhir boyutta ahkâm-ı şeriat olarak yaşansa da şeriatın ruhunu oluşturan ilm-i ledün de zâhir-bâtın bütünlüğünde mutlaka onunla beraber yaşanmalıdır. Yoksa tek taraflı olan ilim de yaşam da mutlaka nakıs ve malûl olur.

“Cenâb-ı Allah fiilini iki hâl mertebeyle izhar etmektedir.” denilen noktada her varlık, zıtlıkların zuhuru olarak bu âleme tecelli ediyor, zuhur ediyor. Dolayısıyla ilmin akide ve mana boyutu, Zeynel Abidin ile devam etmiştir.

Cenâb-ı Resûlullah Efendimiz, veda hutbesinde: “Ben sizlere iki emanet bırakıyorum. Biri Kur’an-ı Kerim, biri de Ehlibeytimdir.” diye buyurmuştur. ‘Ehlibeytimi ümmetime, ümmetimi de Ehlibeytime emanet ediyorum’ dediği noktada Ehlibeyt bu ümmetin emanetidir.

O gün Ehlibeyte sahip çıkmayanların akıbeti nasıl ki insanlığa ibret olduysa, Ehlibeytine sahip çıkanların hâli de bütün insanlığa, kıyamete kadar örnek olacaktır.

İnşallah, hepimiz Ehlibeyt-i Resûlullaha sahip çıkanlardan olalım. Emanete ihanet edenlerden olmayalım. Bütün kavgamız; nefsimizin bütün zorluklarından, egolarından ve zıtlıklarından arınarak hayatı, Hakk’ı temsil eden örnek duygularla yaşayabilmek olmalıdır.

Kerbela’da bir tarafta ganimet için savaşanlar diğer bir tarafta ise ikrar ve akide için savaşanlar vardı. Kendilerini İslam zanneden yezid ve askerine baktığımız zaman, onlar ganimet için savaştılar. Diğer taraftaki Ehlibeyt ise Kur’an ve akide için savaştı. Bu noktada bizler de yaşantımızla ve duruşumuzla safımızı belirlemiş oluruz.

Tabii biz, bu dinin bizlere hangi merhalelerle ulaştığının gafili olmadan, bugünün ve bu emanetin kıymetini bilerek inşallah emanete sahip çıkanlardan olalım.

Âdemde ne varsa âlemde olandır!

Yani yapılan her türlü fiilin, açığa çıkan her türlü işlerin ve tecellilerin aslında insana kendi gerçeğini tanıttığının mutlaka seyrinde, tefekküründe olalım ki bizim hayattan istifadelerimiz çok daha ziyade olsun. Yoksa âmâ bakarız, baktığımızdan ve gördüğümüzden istifade etmemiş oluruz.

İşte en yakın misali bugün yapılan aşuremizdir. Aşureye baktığında kazan içerisinde kırk karışım vardır. Karışımda genelde kuru bakliyatlar vardır. Dolayısıyla çeşitleri, renkleri ve aromaları farklı farklı olmasına rağmen pişimden sonra ki halinde kırk karışımın sureti ayrı olsa dahi tatları aynılaşır.

Dolayısıyla bu yönüyle aşure de bize tevhidi tanımlıyor. Nohudu, buğdayı, fasulyesi… Aslında yenilirken tatlarının farklı farklı hissedilmesi gerekir. Ancak onlar aynı kazanda kaynadıkları ve haşroldukları için aynı tatta bir olurlar.

Bundan şunu anlıyoruz ki: Duyguda, düşüncede, meşrepte ve fıtratta farklı farklı olan kişilerin Muhammedî talimle tevhid kazanında pişmesi ve irfan tezgâhında Muhammedî desende dokunmuş olmaları, kişilerin tevhidî birliğine vesile olur.

Dolayısıyla bizler ‘Allah var, gayri yoktur’ zevkinde birleşmiş oluyoruz. Sonra bakıyoruz, o kadar çok asgari müştereklerimiz var ki bizleşmeye başlıyoruz. Yani kırklar misali. İnsanların tevhid lezzetinde birlik olması ve tevhidî, kesret içerisinde hissedip yaşamış olmasını, aşureden teşbihen zevk edebiliyoruz.

Halk içinde Hak ile, kesretteki vahdeti yaşamamız; varlığımızı Hakk’ta tevhid etmemizle mümkündür. Ancak o zaman tevhid kıvamında ve tadında oluruz.

Bütün söyleşiler, muhabbetler ve zevkler aynı vahdaniyetin kesret tanıtımıdır. Her ne kadar da çeşni, çeşit çok olursa olsun çokluğun hakikatte bir ve aynı olduğunun lezzetinde ve zevkinde olmalıyız.

‘Her şey hakikatte bir ve aynıdır’ zevkine ulaşabilmek için insanın öncelikle kendisini tanıması, tevhidî bir esastır. Bunun için “lâ ilâhe ilallah” derken, bizler ‘Allah var, gayri yok’ dediğimizi mutlaka çok yakînen müşahede etmiş olmalıyız.

İllallah zevki ancak o zaman bizden açığa çıkar.

Aşureyi zevk ettiğimizde görüntüde fasulye olabilir, nohut olabilir ama tat aşure tadıdır. Biz zâhira beşeriz ama manamız mutlaka Muhammedî tatta ve tevhidî lezzette olmalıdır. Hâlimiz, Ehlibeytin kıvamında ve kıyamında olmalıdır.

Dolayısıyla bizler, hayat dersi olarak, talim ettiğimiz hayatta her türlü var oluşun, aslında insana teşbih, tespit, tenzih, takdis ve tevhid için olduğunun arifi olacağız ki hayatın hakkını vererek yaşamın ve insanlığın sanatkârı olalım.

Şimdi yine Kerbela’ya dönelim, çünkü günümüzün konusu matem-i Muharremi nasıl okumamızla ilgilidir. Kerbela’da Ehlibeyte zulmü reva gören zalimler, aslında Ehlibeytin şanını yücelttiler.

Ehlibeyt, Medine’de iken yezidin emri ile Medine valisi velid bin utbe ve mervan tarafından yezide biat için zorlandı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hüseyin yakınlarıyla birlikte Mekke’ye intikal etti. Bu esnada Kufelilerin daveti öyle bir noktaya ulaştı ki bütün Müslümanlar baskı altında idiler. İslam kendi kızağından, kendi zaviyesinden çıktı; tamamen ihtişama ve saltanata dönüştü.

İslamdaki yönetim, Cenâb-ı Resûlullah’ın şeriatı ve Kur’an’ın ahkâmından uzaklaşmış, şirazesi tamamen bozulmuş ceberut bir hale dönüşmüştü. ‘Ya Hüseyin gel. Biz sana biat edeceğiz ve senin kıyamında dini yaşayacağız’ diye haber üstüne haberler gönderdiler. Cenâb-ı Hüseyin Mekke’deydi ve zaman hac mevsimiydi.

Kendisi için yapacağı bu kulluk tadından ve ibadetinden vazgeçti. İslam’ın tevhid akidesi ve insanlık için yakınlarıyla ve katılmak isteyenlerle birlikte Küfe’ye doğru dönüşü olmayan bir yolculuğa bile bile çıktılar. Adanmışlığı yaşamak böyle bir şeydir, dostlar.

O’nlar Küfe’ye ulaşamadan yezidin askerleri Fırat nehri kenarında, Kerbela denen zulüm sahrasında Hüseyin’i ve yakınlarını ablukaya aldılar. Amansız bir mücadelenin sonunda evlad-ı Resûl’ü, yakınlarını ve yetmiş iki kişiyi hunharca elîm bir şekilde katlettiler.

Tabii kim ki kendini İslam’ın devamına, insanlığın mutluluğuna ve selametine adarsa o sonsuz mutluluğa ulaşır. Halka hizmet eden aslında Hakk’a hizmet etmiş olur. Aslında bizâtihi kendine hizmet etmiş olur.

Şehitler ise öyle bir makama ulaşıyorlar ki! Allah, onların canlarının ve kanlarının karşılığında onları ulaşamayacakları bir ubûdiyet makamına ulaştırıyor. Şehitlik böyle bir şeydir. (Bkz. Tevbe,111- Nisa,74)

O, ömrünü Allah için feda etmiş olanlar, vatan için, bayrak için, İslam için şehit olmuş olanlar… İşte onlar cennet öncüleridir.

Kimi kılıçla savaşırken şehit olur, kimisi ise savaşta sadece ölür. Ancak kimileri de vardır ki başı yastıktayken şehit olarak Hakk’a irtihal eder.

Demek ki şehitlerin haline gıpta ederken bizim de o şahadete ulaşmak, o şehitliği yaşamak gibi bir fırsatımız var. Bizim burada yapacağımız savaş ve cihad, sadece nefsimize karşı göstereceğimiz kulluk şecaatidir. Tabi önce kul olmalıyız! Bunun içinde nefsin egosundan, hevasından ve dünyanın zevkinden, zilletinden, çilesinden, cilvesinden kendimizi arındırmalı ve her daim Rabbimiz ile meşgul olmalıyız. Ehlibeytlin halini, kendimize hâl edinmeliyiz.

Hendek savaşında Hz. Ali namaz kılarken yanındakiler: “Ya Ali! Biz burada can derdinde cenk ederken sen kalkmışsın savaşın ortasında namaz kılıyorsun.” dediler. Hz. Ali ise: “ Biz zaten bu namaz için savaşmıyor muyuz?” diye cevap verdi.

Dolayısıyla insan, namazın ve niyazın huzur olduğunu bilmeli ki daim niyazda ve huzurda olsun. Yani kul, Rabbinin her dem amadesi olmalı ki, ‘lebbeyk Allahumme lebbeyk’ yani ‘emrine âmâdeyim, emret ya Rabbi’ diyebilsin. Herkes kendi hâlince cihat etmelidir ve herkes bu noktada şecaat göstermelidir.

‘Bizde orada olsaydık, biz de şehit olsaydık’ demiş olmak bizi şehit yapmaz. Fakat şu an varlığın şahidi olmakla, yani ‘fâil Allah’tır’ zevkinin yaşamakla bizler şahitlerden oluruz, zira olmalıyız da. Çünkü bizim bu âlemde olmamızın sebebi de bir manada budur.

Zira bu âlemde âmâ olanlar, sonsuz âlemde de âmâ olacaklar. (Bkz.İsra,72) Buradaki âmâlıktan kasıt; bu zâhiriyet âleminde Hakk’ı görmeyenlerin ebediyet âleminde de Hakk’ı görmeyecek olmalarıdır. Dolayısıyla irfaniyet ve arifiyet belli bir mücadelenin ve gayretteki devamlılığın neticesinde yaşanılacaktır.

Bunun da en kolay yolu talibe kolaylaştırılan hizmetler üzerinde gayretli olması iledir. Yani dini kolaylaştırmaktan kasıt; bizim farziyetlerimizi yerine getirdikten sonra en kolay yapabileceğimiz nafilemiz neyse onun üzerinde gayret etmemizdir. Yapamayacağımız nafilelerin üzerinde durup da kulluğumuzu zorlaştırmayalım. Yani ihvanlık adına neyi seviyorsan neyi yapabiliyorsan onu yap. İşte senin dervişlikteki sanatın budur. Kulluk adına hangi hizmeti yapmaktan haz duyuyorsan işte o Rabbinin sana sevdirdiğidir ve kolaylaştırdığıdır. (Bkz.Leyl – 5/7)

Dolayısıyla, Kerbela sahraları bitmiş değildir. Şuanda da nefis sahraları olarak devam etmektedir. Herkes kendisini, kendi enesi adına ben merkezli yaşamaktan, biz anlayışına ve tevhid duruşuna yönlendirmelidir. Meşguliyeti, kavgası, neşesi, davası her ne ise sadece Allah ve Resûl’ü ile olmalıdır.

Tabii bunları söylerken dünya işinden elimizi eteğimizi de çekmeyeceğiz. Her neyle meşgul olursak olalım her meşguliyetin bize birer kulluk dersi olduğunu unutmadan yaşamaya devam edeceğiz. Kendi hakikatimize arif olmak için de yaşadığımız her tecelliyi, tefekküre ve tekâmüle dönüştürmüş olmamız bize dünya ile meşgul olurken Rabbimiz ile meşgul olmayı talim ettirir. Fakat gafil olan namaz da kılsa, beytullahı tavaf da etse ne yaptığından bîhaberdir. Arif olan ise her ne yaparsa yapsın yaptığını ibadete dönüştürebilendir. İnsanın tefekkürle hayatını yaşamış olması, Rabbini sürekli zikretmiş olması, her yaptığı işte Rabbinin rızasını gözetmiş olması, hak ve adalet üzere olması, talibi irfana ulaştırır.

Yönelişimizde ve tercihlerimizde Rabbimizin rızasını gözeterek, Rabbimizi hoşnut ve razı etmek adına bir hayat yaşarsak; işte o zaman işimiz de ibadet olur, yaşantımız da ibadet olur. İnsanın tefekkür ile istikamet üzere yaşaması, onun uykusunu dahi ibadete çevirir. Hakk’a veli olanlar, başı yastıkta dahi ölseler onlar şehitler mertebesindedir.

Bizler hangi hâli yaşıyorsak o halde irşat olacağımızı unutmayalım. Bunun için de bizler hangi tecelliyle karşılaştıysak ve hangi tecelliyi yaşıyorsak o tecellinin bizde mutlaka kulluk ve hayat dersine dönüşmüş olması gerekir.

Ne yaşadığımız tecellilerin ne de kulluğumuzun bigânesi olacağız. Biz, Allah ve Resûl’ü için yegâne olduğumuzun zevkinde ve hazzında yaşamalıyız ki kulluğun hazzından ve tadından, gönül cezbesini yakalamakla birlikte gönüldeki vecd halini yaşayalım. Gönlünde Muhammedî vecd hali olmayanın yaptığı her ne olursa olsun yavan olur. Yaptığı işte gönüllü olanlar ve yaptığı işi sevgiyle yapanlar, yaptığı iş ne olursa olsun mutlaka değer üreten olurlar.

İbadetleri borç ve mükellefiyet bildiğimiz halde, amelî uygulamayı yapmıyorsak hesabını vermek zorunda kalırız. Ancak ibadetlerimizi sadece ‘yapalım, kurtulalım’ anlayışıyla yapıyorsak bu da bizi tekâmül ettirmez dostlar. Biz sadece dogmatik ve taklidî bir kulluk yapmış oluruz. Oysa kuldan tefekkür, irfan ve kâmil bir duruş isteniyor.

Her gördüğümüze Hakk gözüyle bakalım ki Hakk’ı görmüş olalım.

Dostlar, insanın Hakk’ı görmesi ve âmâlıktan kurtulması da ancak bu nazar ile mümkün olur. Zira insanın hakikatinde var olan gerçek, Allah gerçeğidir.

Onun içindir ki Âdem’e olan secde de Âdem’in hakikatinde mevcut olan Hakk’adır. Bu gerçeği sezenler, Âdem’e secde etmekte hiç gecikmediler. Âdem’in hakikatinde Hakk’ın hakikatini sezemeyenler ise benden bir farkın yoktur dediler. Âdem’i inkâr etmiş olmakla de Hakk’ı inkâr etmiş oldular ve kovulmuşlardan oldular. (Bkz. Araf. 11-13)

İnşallah bizler de hayatı yaşarken Hakk’ı ikrar edercesine ve hakikatte her varlığın bir ve aynı olduğunun zevkinde, tevhide ulaşmış oluruz. Hiçbir varlığın gayri olmadığının şuhûduyla ariflerden olalım inşallah. Kulluğumuzu sadece belli hareketleri yapmaktan ibaret düşünmeyelim. Zira bizim yaptığımız bütün ibadetler ve ameller sembolik hareketlerdir. Bu sembollerin hikmetlerine arif olmalı, düşünen ve akleden olmalıyız.

Biz, neden-niçin demeden yap denileni yapacağız fakat yap denilenlerin hikmetini de mutlaka araştıran olacağız. Kıyam nedir, rükû nedir, secde nedir, tahiyyat ve selam nedir? Bunları mutlaka araştırmalıyız. Hayatta yaşadığımız her tecelli, bizi kendi gerçeğimize ulaştırmak içindir. Karşılaştığımız her tecelli aslında bize kulluğu talim içindir. Bu manada okuyanlara hayatın kendisi mürşittir.

Bizim hayatı zorlaştırdığımız taraf, sevgisizce yaşadıklarımızdır. Hayatın kolay olan taraflarıysa sevgiyle yaşadıklarımızdır. Rahmân da kulundan sevgiyle ünsiyet istiyor. Yoksa mükellef olarak mecburiyetten yapılan ibadetler, bizi hiçbir zaman kurbiyete taşımaz. Kulluğa gönüllü olarak adanmış, kulluğu sevgiyle, aşkla yaşamış olmak; insanı vuslata ve velayete taşır.

İşte adanmışlıkta Kerbela şehitleri… Onlar canı canana sunmuş olmakla ölümsüzleştiler ve örnek oldular.( Bkz. Bakara,154) İnsanın, istikamet üzere daim yaşayabilmesi için en önemli ve elzem olan, arkadaştır. Bu noktada insanın kendine seçeceği arkadaşına çok dikkat etmiş olması gerekir. Kişinin, duruşundan, ünsiyetinden, sevgisinden ve muhabbetinden istifade edeceği dostlarla hem hâl olması, yakîn olması gerekir.

Hak dostlara yakîn olalım, ehl-i gönüllerden uzak durmayalım. ‘Salih olmak için salihlerle beraber olun’ ikazını hiçbir zaman göz ardı etmeyelim inşallah.(Bkz. Tevbe,119) İnsan, kendine yeterli değildir. Eğer kendimize yetemeyeceksek o zaman birbirimizden Hakk dostluğu mutlaka talim etmeliyiz.

Davamız Ehlibeyt-i Resûlullah’ın davası, sevgimiz Allah ve Resûl’ünün sevgisi, niyazımız Rahmân’ın niyazı, kıyamımız Hüseyin’in kıyamı olsun inşallah.

Ya Rabbi, yaptığımızla ve yaşadığımızla bizleri, İslam’ın örneklediklerinden eyle. Yaşantımız ve akıbetimiz insanlara ibret olmasın inşallah.

Allah cümlemizi Ehlibeyt-i Resûlullah’a layık eylesin. Hayatını evlad-ı Resûlce, Ehlibeytçe yaşayanlardan eylesin inşallah. Rabbim, cümlemizi Ehlibeytin sevgisinde ve hizmetinde daim ve hâdim olanlardan eylesin inşallah.

Mevlâ’m cümlemizden razı, hoşnut ve memnun olsun. Gönlümüzde aşkını ve muhabbetini ganî eylesin. Bizleri nefsimizle baş başa bırakmasın.

Bu vesileyle başta Bedir, Uhud, Kerbela, Çanakkale, bayrak, vatan ve ezan şehitlerimiz olmak üzere bütün geçmişlerimize Kadir Mevlâ’m ganî ganî rahmet eylesin inşallah. Bizleri de onların şefâatine nâil eylesin inşallah.

Rabbim, cümlemize hakikati idrak edecek izân ve aşkla coşan ganî gönüller versin inşallah. Bütün mümin kardeşlerimizin Muharrem matemini gönülden paylaşıyor, hayırlara vesile olmasını niyaz ediyorum.

Rabbim yâr ve ayânımız olsun.



Ali BEKTAŞ
İstanbul, 05.12.2011







Derneğimiz
Mekke Canlı Yayın
Medine Canlı Yayın
Eserlerimiz
İlahiler
Sure ve Namaz
Namaz Kılmayı Öğreniyorum
Tecvid Dersleri
SON EKLENENLER
GÜNÜN AYETİ
Şübhesiz, Allah’ın velî (kul)larına hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun
(da) olmayacaklardır.
(YÛNUS - 62)
ÖZLÜ SÖZLER
  • Ezeli ervahta nur-u Muhammedi ile beraber olmaya halvetilik denir.
  • Adem "ben hata yaptım beni bağışla " dedi, İblis ise" beni sen azdırdın" dedi ya sen!... sen ne diyorsun?
  • Edep, söz dinlemek ve gönle sahip olmaktır.
  • Güzelliğin zekatı iffet ve edeptir. (Hz. Ali)
  • Zeynel Abidin oğlu Muhammed Bakır'a "Ey oğul, fasıklarla cimrilerle yalancılarla sıla-i rahimi terk edenlerle arkadaşlık etme." diye buyurmuştur.
  • Kemalatın bir ölçüsü de halden şikayet etmemektir.
  • En güzel keramet gönlü masivadan arındırmaktır.
  • Alem-i Berzah insanın kendisidir.
  • Zahir ve batının karşılığı aşk-ı sübhandır.
  • Mutaşabih ayetler ledünidir.
NAMAZ VAKİTLERİ