Değerli dostlar, malumunuz hicri takvimin ilk ayı muharremdir. Kâinatın dengesini bozan ve tecellilerin şeklini değiştiren hadiselerin isabet ettiği ay, matem-i muharrem ayıdır. Bundan dolayı muharrem ayının İslam tarihinde önemli bir yeri vardır.
Bu ayın onuncu gününe "aşure günü" denilmektedir. Cenâb-ı Resûlullah Efendimiz Allah’ın değer verdiği bu ay için: “Ramazan orucundan sonra en faziletli oruç, haram aylardan biri olan muharrem ayında tutulan oruçtur.” diye buyurmuştur. Efendimiz Medine'ye hicret ettikten sonra bu orucu tutmuş ve müminlere de tutmalarını tavsiye etmiştir.
Ramazan orucu farz kılındıktan sonra da peygamberimizin tavsiyesi üzerine muharrem orucu sünnet olarak süre gelmiştir. Aşure orucu olarak adlandırılan bu oruç, muharrem ayının onuncu günü tutulmakla birlikte, sünnet olan bu günü bir öncesi veya sonrası ile oruçlu geçirmektir. Böyle olmakla birlikte muharrem ayının ilk on gününü oruçlu geçirmek daha efdâldir.
Tarihte birçok hadisenin muharrem ayında gerçekleşmiş olması, bu aya ayrı bir değer verilmesine sebep olmuştur. Hz. Âdem'in cennetten yeryüzüne indirilmesi, Hz. Nuh'un tufandan kurtulması, Hz. Musa'nın ve ona iman edenlerin firavunun zulmünden kurtulmaları, İbrahim Peygamber'in nemrutun ateşinden kurtulması, Yunus Peygamber'in balığın karnından karaya çıkması, Eyüp Peygamber'in dertlerine şifa bulması... Saymakla bitiremeyeceğimiz bütün peygamberlerin kurtuluşa ulaştıkları aydır muharrem. İnsanlık tarihinde dönüm noktası sayılabilecek önemli olayların bu ayda vuku bulduğu bilinmektedir.
Hz. Hüseyin’in Kerbela'da şehit edilmesi de yine bu aya isabet etmiştir. Bilindiği gibi, sevgili peygamberimizin Ehlibeyti, başta Cenâb-ı Hüseyin olmak üzere, müessif bir şekilde şehid edilmiştir. Bu üzücü olay, Ehlibeyt-i Resûlullah'ı seven müminlerin gönüllerinde kapanmaz bir yara açmıştır.
Tarihte yaşanmış ve geri dönüşü olmayan bu olay, bütün müminleri derinden sarsan ve kederlendiren acı bir tecrübedir. Ehlibeyt-i Resûlullah'ı ve ashab-ı güzini sevmek hepimizin müşterek heyecanı olmalıdır.
Efendimizin âlem-i cemâle irtihal edişinden 48 sene sonra, 10 muharremde, Kerbela'da dünyada eşi benzeri görülmemiş bir zulümle Ehlibeyt katledilmiştir.
Muharrem ayı denince Ehlibeyt âşıkları için yas veya matem ayı akla gelir. Onların kederi ile kederlenir, acılarına ağlaşır, gördükleri zulme de matemi muharrem tutarlar. Evlad-ı Resûl'e yapılan zulmün acısını kendilerine yapılmış gibi hissederler.
Kerbela’da İmam Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin’in sağ kurtulmuş olması ise mateme bir nebze teselli olur.
Yalnız muharrem ayının yası hiçbir zaman tarihle günümüzü kavga ettirmek için değildir. Hem Ehlibeyt-i Resûlullah’ın yasını tutmak, hem de kötülerden ibret iyilerden örnek almak için tarihi iyi okumalıyız.
Yalnız bir manada da bu on gün bir matem-i erbaindir. Bunun için muharrem âdâbında oruç için sahura kalkmak yoktur. Düğünlere, eğlence yerlerine gidilmez. Düğün, nişan yapılmaz. Fazla sulu yiyeceklerden sakınılır, yaşanılan ortama göre, mümkünse tıraş olunmaz. Etli yemekler yenilmez. Bu muharrem matemi itikâfın adabıdır.
Dolayısıyla muharrem ve Kerbela adabında hayvansal gıdalar tüketilmez. Bütün nefsi hevalardan ve zevklerden mümkün olduğunca uzak durulur. On muharemi oruçlu geçirilmeye çalışılır. Tabi bu muharrem orucu, sağlığı ve işi müsait olanlar için sünnet oruçtur. Muharrem orucu, ramazan orucunun haricinde tutulan nafile oruçların en efdâlidir.
Âdem peygamberden günümüze kadar bütün büyük vakalar muharrem ayına isabet etmiştir. Dolayısıyla nasıl ki bütün peygamberler Cenâb-ı Resûlullah’ta hatm oldu ise, yaşanılan bütün büyük vakalar da Kerbela vakasıyla hatm olmuştur. Zira kazaların, belaların, musibetlerin en nihaisi Kerbela'da yaşanmıştır. Kıyamete kadar da böyle bir vaka yaşanmayacaktır.
Evlad-ı Resûl'ün Kerbela'da yaşamış olduğu belalardan dolayı Ehlibeyt'in âliyeti yücelmiştir.
Bizim Kerbela yasımız; Cenâb-ı Resûlullah adınadır. Evlad-ı Resûl'e yapılan zulmün, haksızlığın, matemini hissedebilmek adınadır.
Bu kıyamımız; Ehlibeyt'in dedesi Cenâb-ı Resûlullah’a, babası İmam Ali Murtaza'ya, annesi Fatıma-tüz Zehra'ya ve Ehlibeyt'e olan hürmetimizi gösterir. Bu kıyamımız; Cenâb-ı Resûlullah’ın safında olduğumuzu gösterir. Dolayısıyla bu bir muharrem adabıdır. Belki günümüzde farklı kesimlere mal edilebilir. Fakat bu matem bütün ümmet-i Muhammedin matemidir.
Bu matem Sünni’lerin, Alevi’lerin, Şia’nın ve Ehlibeyt-i Resûlullah'ı seven herkesin matemidir. Hiçbir zaman bir kesime mal edilemez. Zira Cenâb-ı Resûlullah rahmeten lil alemindir.
Dolayısıyla hem insanların hem cinlerin hem dünyanın hem de ukbânın sultanıdır. Biz günümüzde taraftarlaştırmadan, ötekileştirmeden Ehlibeyt sevgisini yaşamalıyız ve istifade etmeliyiz.
Yani muharrem matemi ve orucu; bir mana, bir nefis perhizi yapmak, nefsi izole etmek, nefsi biraz daha istikamete almak ve nefse hâkim olmaktır. Bu manada biz, Allah’ın iradesini kendimizde biraz daha hâkim kılmak için, tecellileri doğru okumalıyız.
Cenâb-ı Resûlullah’a ve onun evlatlarına olan sevgilerimizi ziyadeleştirmiş olmak için Hüseynî kıyamda durmalıyız.
Hikmet-i Hüdâ Ehlibeyt'in âliyetini yüce kılmayı murat etti. Onları şahadet makamına eriştirmek için de musibetlerin ve belaların en zoruyla imtihana tabi tuttu ve onları bütün insanlığa örnek kıldı. Dolayısıyla sadece ibadet ve gayretle ulaşılması zor olan makamlara Kerbela'da yaşadıkları ağır imtihanların neticesinde ulaşmışlardır.
Hadiseyi böyle seyrettiğimiz zaman bizim de yaşadığımız tecelliler karşısında isyan edecek, sızlanacak, şikâyet edecek hiçbir halimizin kalmadığını tefekkür ediyoruz. Zaten Huseyn-i Kerbela'yı duyanlar, hallerinden şikayet etmeye artık utanırlar.
Ehlibeyt, Kerbela vakasında, yaşamış olduğu haksızlıklara ve maruz kaldığı belalara rağmen yine de davasından dönmedi. Saltanatı, batılı tercih etmediler. Hakk'ı tercih etmenin bedelini, canlarını vererek ödediler. Böylelikle aşkın şehidi oldular.
Dolayısıyla Kerbela sahrasında Ehlibeyt'e yapılanları bir de kendi üzerimizde düşünelim! Bizde de hem yezidi taraf olan nefsî emmaremiz hem de Hüseyni taraf olan ruhaniyetimiz vardır.
Kerbela sahrasında Cenâb-ı Resûulullah’ın evladı katledildi. Peki, kaybeden kim oldu, kazanan kim oldu? Zahira yezidin askerleri kazandı gibi görülse de aslında savaşı kazananlar, Hüseyniler olmuştur, Ehlibeyt olmuştur.
Çünkü Ehlibeyt, dostluğunu ve kulluğunu ispat ederken canlarını canan için feda ederek, canan-ı Rahman'a kavuştu. Diğerleri ise saltanat için, çıkar için Evlad-ı Resûl’ü katlettiler ve ebedi olarak lanetlenen cehennemliklerden oldular. Dolayısıyla kazanan Cenâb-ı Resûlullah’ın evlatları, kaybeden ise yezit ve taraftarları oldu.
Şimdi biz kendimize dönelim. Bizler de eğer nefsimizin hevası için, maneviyatımızın katili olursak biz de cahillerden, fanilerden ve kaybedenlerden oluruz.
Hüseynî duruş; neticesi ne olursa olsun Rahmân için rağmen kıyam durmaktır. Bizim kulluğumuz ikrarımız, sevgimiz Rabbimiz için olmalıdır. Davası büyük olanın kavgası da gayreti de büyük olacaktır.
Davanın büyüklüğü, Allah’a ve Resûlullah’a talip olmaktandır. Bundan dolayıdır ki bu dava, o kadar ucuz değil dostlar. Bu kuru temenniler ile ulaşılacak bir menzil de değildir.
Sohbetimizi toparlayacak olursak; bütün peygamberlerin yaşadıkları büyük vakalar muharreme isabet etmiştir. Âdem peygamber’in cennetten çıkarılması, Havva annemizden ayrılması, Kabil’in Habil’i öldürmesi, Nuh peygamberin tufandan kurtulması, Yunus peygamber'in balığın karnına düşmesi, Eyüp peygamber'in kurtlanması, Yakup peygamber’in Yusuf'tan ayrılması, Yusuf’un kuyuya atılması, İbrahim peygamberin ateşe atılması, İsmail’i kurban etmesi, Zekeriya peygamberin testereyle kesilmesi, Yahya peygamberin kavmi tarafından öldürülmesi gibi bütün bu vakalar muharrem ayında olmuştur. Dolayısıyla muharrem ayında yaşanılan, vakaların üzerindeki en büyük vaka Cenâb-ı Resûlullah’ın evlatlarının Kerbela sahrasında katledilmiş olmasıdır. Kundaktaki bebelerin dahi su içmesine müsaade edilmemiştir. Kundaktaki bebekler oklarla mızraklarla şehit edilmişlerdir.
Din saltanatlaştırıldı, siyasileştirildi ve taraftarlaştırıldı. Saltanatın tarafını tercih edenler, Cenâb-ı Resûlullah’ın evlatlarına kıymışlardır. Bunlarla beraber yezid ve saltanat düşkünü kan içici askerleri Kerbela vakasının akabinde -Hicretin 61.-62. senelerinde- önce Medine'ye saldırıp Müslüman kız ve kadınlara tecavüz ederek Medine'yi yağmaladılar. Devamında Mekke'ye saldırıp Beytullah'ı ateşe verdiler.
Emevilerin Ehlibeyt-i Resûlullah'a olan düşmanlıkları aynı zamanda İslam'a hakikat diye birçok hurafelerin ve hikayelerin girmesine ve bu hurafe ve hikayelerin de din olarak kabul görmesine neden olmuştur. Bu hadiseler, İslam'ın bütün dünya insanlığına hızla yayılışının durmasına başlangıç olmuştur.
Bu manada Kerbela'yı düşünürken; hayalimize yezidî ve Hüseynî duruşlar gelecek. Cenk başlayacak. Cenâb-ı Resûlullah’ın evlatlarına yapılan haksızlıkları düşündükçe üzüleceğiz. 'Keşke biz de o sahrada olsaydık da küfrün karşısında bizde savaşarak Hüseynîler safında şehit olsaydık' dedik, çok da diyeceğiz. Fakat sakın bu işi hayalle sınırlamayalım.
Bizim Kerbela sahramız kendi duygularımızda zaten mevcut. Bizim yezidî duygularımız da var, Hüseynî duygularımız da var.
Yani 'sahrayı Kerbela'da olsaydım da şehit olsaydım' diye üzülmekle kalmayalım. Ehlibeyt'in kıyamı ve şahadeti; namaz içindi, Kur'an içindi, ahkâm-ı Resûlullah içindi. Bizim de cihadımız; Kur'an'ın hükmü, ahlâk-ı hamidiye ve Hüseynî kıyam için ve namazın devamlılığı için olsun.
Şimdi bizim Hüseyni safta olmamız için onların uğruna canlarını verdikleri Şeriat-ı Muhammedî’yi, ihmal ve ihlal etmeden tevhidî ölçülerde yaşayarak Ehlibeyti temsil etmemiz gerekir.
Bu manada insanın mücadelesi, şecaati, cihatı kendi nefsiyle olmalıdır. Düşmanı dışarıda ararken kendimizdeki emmare düşmanını da sakın beslemiş olmayalım!.. Dışarıda düşmanların sonunu getiremezsin. Sen sendeki düşmanı bitirmelisin. Senin sevgilin üzüldüğünde sen gülebilir eğlene bilir misin? Sen nasıl sevgili nasıl dostsun demezler mi? matemi Kerbela’da, Cenâb-ı Resûlullah’ın evlatlarının yasını tutmak; ümmeti Muhammed olmanın gereğidir!
Aşura, Âdem Peygamber'den süre gelen bir hayır adedidir.. Yani ne varsa ebede gidecek olan ezelden gelir.. Her ne yaşanılıyorsa ezelden ebede gitmek için gelir.
Dolayısıyla Âdem Peygamber'den gelen, Nuh peygamber'de açığa çıkan vakalar ve ahı arşa yükselen Kerbela matemi ile günümüze kadar gelen bir adet olmuştur aşura.
Bu adet hem bütün peygamberleri yâd etmek hem de geçmişteki yaşanılan büyük vakalardan, ibret ve örnek almak içindir. Tabi bununla beraber de her tecellide, her yaşanılanda insan kendini geliştiren ve kendi gerçeğine yol bulan olmalıdır.
Bu manada aşureden de maksadımız; yine kendimizi okumak için olmalıdır. Kırk çeşit karışımdan yapılan aşurenin içine koyulanların hepsinin aroması, tadı çiğken farklı farklıdır. Kıvamında pişip aşure olduğu zaman tevhit olur ve tadı bir olur.
Kırk karışım piştiğinde adı da değişir, tadı da değişir. Bakarsın, fasulyenin, nohudun, buğdayın ve diğer karışımların suretlerinde bir değişiklik yok. Fakat hepsinin sireti değişmiş. Hepsinin tadı aynılaşmış.
Dolayısıyla düşmanlıklar, kavgalar, zıtlıklar, bencillikler hâsılı her türlü olumsuzluklar aşure misali; tevhid kazanında, muhammedî ahlâk, zikrullah, muhabbetullah karışımı ile zâhir-bâtın bütünlüğünde adanmışlık ile aşk-ı sübhân ateşinde Rahmân’ın mürşid-i kâmil eli arasında, Ehlibeyt kıvamında pişirilirse; insanın esmasında, suretinde bir farklılık olmamakla birlikte manası ve hali Ehlibeyt-i Resûlullah'ın haline dönüşür.
Bu tevhidi hale ulaşan insan, bütün varlığın hakikatte bir ve aynı olduğunun arifi olur.
Maşuk-u Hüdâ, Hatem-ül Enbiya Muhammed Mustafa, Hatice-tül Kübra, Fatıma-tüz Zehra, Aliyyel Mürteza, Hasan Mücdeba, Hüseyin-i Kerbela, Zeynel Abidin, Muhammed Bakır, Cafer-i Sadık, Musa-i Kazım, Aliyyül Rıza, Muhammed Tâkî, Aliyyün Nâkî, Hasanül Askerî, İmam Muhammed Mehdî, sahibüz zaman pirân, azizân, müridân, mürşidân, mühibbân, dedehân, dervişân, salikân, kalenderhân, on iki imam, on dört masumu pak, on yedi kemerbest efendilerimizin ruhlarını şâd u handan eyle ya Rabbi.
Bizleri Ehlibeyt-i Resûlullah'ın sevgisinde ve hizmetinde daim eyle ya Rabbi.
Mevlâ’m cümlemizi muharrem ayını hissederek yaşayanlardan ve istifade edenlerden eylesin.
Bütün şehidi şühedanın, garibi gurebanın ve bilcümle geçmişlerimizin ruhları şâd olsun.