Kur’ân-ı Hakîm, Lokman’ı hikmet sahibi yani bilen ve bildiğiyle amel eden bir bilge (hakîm) kimse olarak tanıtmaktadır.
Allah, kendisine hikmet vermiş, o bunu şükürle karşılamış ve pek çok hayra nail olmuştur. Hikmet; insanın nazarî ilimleri tahsil ederek, amel yönüyle de gücü nispetinde, faziletli davranışlara tam bir meleke kazanarak kemâle ermesidir.
Kur’ân’da, hikmetin en büyük temsilcileri peygamberler arasında, hikmete mazhar kılınmış örnek kişi olarak, onlarla beraber anılmak ve hatta bir sûreye isim olmak büyük bir hayırdır.
Dolayısıyla Lokman örneği, hikmetin ne büyük bir hayır olduğunun ve insanı nasıl bir makama yükselteceğinin en açık örneğidir.
Lokman, bu manevî büyüklüğü ve bilgeliği ile her kültürde bilindiği gibi bizim kültürümüzde de tanınmaktadır. Fakat Arapçadaki “hakîm” kelimesi, Türkçede “hekîm”e dönüştürülerek “tabip” anlamına nakledilmiştir.
Hâlbuki o, sahip olduğu akıl, fehm, ilim, amel ve tecrübeyle sadece ve öncelikle tıp alanında değil, aynı zamanda din, ahlak ve hukuk alanında da çevresindekilere rehberlik etmiştir. Her alanda isabetli söz söylemiş, isabetli kararlar vermiş ve isabetli davranmıştır. Bu itibarladır ki, Kur’ân’ın sûreleri arasında yerini aldığı gibi insanların sînelerinde de yer bulmuştur.
Felsefî ve ilmî bilgiyle düşünceyi ifade eden hikmet; Türk tasavvuf edebiyatında “ilm-i ledün”, yani Allah tarafından ve yalnız Allah’ın dilediği kullara verdiği özel bilgi olarak anlaşıldığından hikmet sahibi Lokman da bir insân-ı kâmil telakki edilmiştir. Bu sebeple Hak âşığı, Yûnus gibi “Okuyup hikmet ilmini Lokman olayım bir zaman” diyerek onun mertebesine ulaşmak ister.
İlâhî hikmetler gerçek mânasıyla gönül sahipleri tarafından anlaşılabileceğinden hikmetin kaynağı ve yolu “gönül” mânasına da gelen “dil”dir. Bu durumda Lokman, tasavvuf ve tekke şiirinde âşığın gönlünü ifade eden bir tasavvufî remz haline gelmiş olur.
Bir gün Lokman’ın efendisine bir karpuz hediye edilmişti. Efendisi de “Oğlum Lokman hemen gelsin.” dedi. Lokman yanına gelince efendisi şevkle bıçağa uzanıp karpuzdan bir dilim keserek Lokman’a verdi. O da karpuzu şeker gibi yedi. Bir daha verdi, onu da yedi. Böylece dilimler on yediyi buldu.
Sonra efendisi bir dilim alıp ‘Karpuz tatlı mı bir bakayım...’ dedi. Zira Lokman’ı öyle istekle yerken görünce ona da iştih gelmişti. Yer yemez karpuz ağzını yaktı. Dili, ağzı gittikçe acılaştı.
Bir müddet sustu, konuşamadı. Sonra Lokman’a: “Ey benim canım, bu zehre nasıl teveccüh ettin? Kahra karşılık lütuf gösterdin? Bu sabrın, cana düşman gibi. Bu eziyet nedir? Niye kibarca bildirmedin? Özür dileyip maksadı anlatmadın?” dedi.
Lokman da dedi ki: “Ben senin nimetinden faydalanmışım. Canım ve tenim nimetinden mahcup. Senin sunduğun bir şeye acıdır demek, ona karşı iğrenme göstermek ayıptır. Nimetlerinin hakkı vücudumda bellidir. Her bir kemiğim senin nimetinden nasibini almıştır. Senin bir acı lokmana katlanamazsam, bu can ile bu tenin başına toprak saçılsın. Karpuzu veren senin lütuf elin bana onun acılığını göstermez. Sevgi acıyı tatlılaştırır, bakırı altın eder. Bulanıklar sevgi ile durulur, sevgi bir bilinç sonucudur, sıradan kişi bu huzura eremez. Dert sevginin feyziyle şifa bulur.”
SAFİYE TURAN
İstanbul, 11.12.2015