Öyle Bir Sevgi ki... "Ya Selam" İslâm aslen teslim olmak, selamate ermek manasını taşıyor. Öyleyse İslâm, çözümsüzlük ve üstesinden gelemeyeceği hiçbir sorun kabul etmiyor. İslâm, sorun üretmek olmayıp sorunları çözerek, s'ay ve gayret gösteren insanları selâmete taşımak manasına gelir. İslâm, bir manada da Allah (c.c)'ın ilahi sisteminin ve düzeninin adıdır. Allah (c.c) gerçeğinin izharının adıdır. İlahi sistem yani İslâm, selâmete erme, selam bulma ve ilahi sistem gerçeğine ermektir. Bütün bunları özümseyebilmek için tevhit gerçeğini anlayıp illaallah potasında erimek gerekir. Lâ ilâhe illallah gerçeğinde; "Yüzünüzü hanif olarak Allah'ın dinine çevirin" (bkz. Yûnus,105) ayetini düşünürsek, tevhit dininde hiçbir ilâh yok, illallah var noktasının idraki ve şuhudu; sadece Allah (c.c) erçeğinde erimek ile mümkündür. Tevhit, özünde gerçeğe yol tutan, mevcut halinden sıkıntı duyan, gönlünde depreşmeler olan, hakikate yol bulmak isteyen taliplere sesleniyor. Talibin tevhit gerçeğini idrak edebilmesi için istikamette s'ay ve gayret ederek özünden de bunu talep etmesi gerekiyor. Bunlar özümsenerek; coşkuyla, sevgiyle, aşkla, muhabbetle oluşacak hallerdir. Bu ibadetler de, insanın ruh bedenini ve ruhunu yükleyecek çalışmalardır. Dolayısıyla kişi hangi istikamette çalışıyor ve gayret gösteriyorsa onun neticesini elde edecektir. İslâm, Allah (c.c)'ın yaşam sistem ve düzeninin adıdır. Hz. Muhammed'in işlediği gibi, geçmiş ümmetlere Nebi ve Resul olarak gelen Hz. İsa ve Hz. Musa gibi bütün peygamberler de, aynı gerçeği işlemişlerdir. Zahire çıkardığı yönüyle farklı, bâtınî yöne göre farklı anlaşımlar oluşmuştur. Çünkü her Nebinin her Resul'ün şeriatı farklı farklı olmuştur. Bu demek değildir ki, Hz. İsa'da Hz.Muhammed'in gerçeğine yol bulmak mümkün değildir. Hepsi aynı gerçeği, yani Allah (c.c) gerçeğini anlatmışlardır. Onun için de İslâm'ı özümseyip İslâm ahlâkıyla ahlâklanın diye Ayet-i Kerimede uyarı vardır. Hz. Muhammed buyuruyor ki: "Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim." Talibin bu ahlâka ulaşabilmesi için, maddeden manaya yol bulması lazım. Tabi oruç etmesi de gerekir. Fakat sırf yemeden içmeden kesilme hâdisesi değil. Kesafetinden kesilmesi lazım ki letafetine yol bulsun. Dolayısyla İslâm, esma yönüyle bereber tamamen hükme tabir edilen emirlerle, yaşantıya, beşerî ilişkilere dönük olan esma ciheti oluyor. Bunun ötesinde ise, işin müsemma yönü, tevhit yönü, dolayısyla tasavvuf yönü vardır. Tabi bu arayışta olanların, işin özüne inmek isteyenlerin tercih ettiği ya da ulaşmak istediği bir noktadır. Cenab-ı Resulullah: "Din kemale ermiştir, din tekmil olmuştur, ben size farklı bir din teklif etmiyorum. Sadece dini tekmil bir şekilde size anlatıyorum. Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim." diyr buyurmuşlardır. Dolayısıyla İslâm anlayışında talip olanın, ulaşmak istediği hâllenmek istediği nokta hâl noktasıdır. Güzel ahlâk noktasıdır. Dolayısıyla dine baktığımız zaman, din tamamen güzel ahlâk dinidir. Sevgi, hoşgörü, bağışlamak, affetmek, paylaşmak gibi... İnsanlar, nefesleriyle bütün ortamları aşılarlar. Sevgiyle nefes alınıp verilen mekânlarda mutlaka sevginin pozitif enerjisi olur. O havayı teneffüs edenler de mutlaka o hâl ile hâllenir. Tabi kâinata olumsuz bakmak, insana olumsuz bakmak, talibi olumsuzluğa götürür. Bununla beraber insana, kâinata ve oluşuma olumlu bakmak; kâinattaki görebileceğimiz güzellikleri çoğaltacağı gibi, ihvandaki açılımlara da vesile olacaktır. İhvandaki güzellikleri ve oluşumları çoğaltacaktır. Din ahlâk dini olduğuna göre mutlaka esma cihetinde "Lâ ilâhe illallah" diyoruz. Ama Lâ ilâhe illallah'ın müsemma yönüne yönümüzü döndüğümüz zaman, mutlaka işin bâtınî yönü de var. İşin güzelliği var. Yani var edilmenin asıl olan gayesi tabi ki bu beşer sofralarında avunmak ve ömür tüketmek değildir. Bunun ötesinde mutlaka Yaradan'ın, halk edenin belli bir muradı vardır. Bu murad üzerine insanı halk etmiştir. En şerefli mahluk, kâinatın zübdesi ve özün özü diye tabir edilen İnsandır. İnsan hakiyatının gereği olan, hakikatını ve Rabbi'ni bilmesi gerçeğidir. Bu konuda günümüze kadar din bilginleri ve araştırmacılar sayısız kitaplar yazmışlardır. Çünkü insan çözülemeyen sır şehridir. Allah'ın (c.c) sonsuzluğunun terkip olduğu mekândır. Zübdeyi Alem, Alemi Ekber, Evrensel Varlık, Allah'ın Halili (Dost,Allah'ı Seven) Habibi (Maşuk Allah,ın sevgilisi) gibi insanın âliyetini anlatan birçok isimleri vardır. Hadisi Kutsî'de buyrulduğu gibi: "BEN İNSANIN SIRRIYIM İNSAN BENİM SIRRIMDIR". Anlaşılan o ki insanda araştırılan sırrın sonsuzluğunda, Allah'ın (c.c) sonsuzluğu var. Dolayısıyla bu konuda günümüze kadar sayısız kitaplar yazılmıştır. Ve sonsuza kadar yine araştırılıp kitaplar yazılacaktır. Yalnız insandan bahsediyoruz. İNSAN!!!
Kerim olan, tekmil olan, Allah'ın beyti şerifi olan İnsan-ı Kâmil, İnsan-ı
Kebir, Mükerrem ve Münevver olan Allah'ın (c.c) esmalarının müsemmalarının
zuhur mekânı olan, Allah'ın (c.c) halefi olan İNSAN... Allah'ın bütün sıfatlarının zuhur mekânı olan insan, tabii ki mükerrem ve münevver bir varlıktır. Ama İnsan! ihvanın kendi hakikatine ulaşması, Rabb'ini bilmesi yine kendisini bilmesiyle mümkün oluyor. Çünkü nefsini bilen Rabb'ini bilir. Sen kendini bilmezken mümkün mü Rabb'ine vakıf olman, arif olman? Kişi, bu arifiyeti kazanması için ariflerle beraber olmakla ariflerden olur. Sadıklarla beraber olmakla kişi, sadıklardan olur. Bu da kişinin tamamen kendi tercihine ve talebine kalmıştır. Zira, dinde zorluk yoktur. Tabi ki kişi Rabb'ini merak ettiği nispette, Rabb'ine yakın olur. Kişi, kendi hakikatini düşündüğü, merak ettiği, araştırdığı nispette kendi hakikatine vâkıf olur. Yoksa insan sadece surette göründüğü gibi et ve kemikten ibaret bir varlık değildir. Bunun ötesinde, bu işin esma cihetinde değil, madde yönünde hiç değil. Mana yönünde, müsemma yönünde, kendi hakikatine arif olması gerekir. İşte bu sırra, İslâm olsun, din olsun bütün kavramların özüne ancak tasavvuf ile dolayısıyla tevhit ile ulaşılır. Dört kitabın manası Lâ ilâhe illallah olup, bütün kitapların özü Lâ ilâhe illallah'ta gizlidir. Kur'an'ın sırrı, Allah sırrı, insanın sırrı dolayısıyla sırların sırrı Lâ ilâhe illallah sırrında gizlidir. İşin mutlaka ve mutlaka bilincinde olmak ve işin müsemma cihetinde, işin hakikatine arif olmak önemlidir. İslâm, teslimiyet, selâmet bulmaksa; idrakli, şuurlu, bilinçli insanların ulaşacağı yoldur. Tasavvuf, şuurda bilinçte yaşanılacak hâldir. Neyin, neden, niçin olduğunu araştırıp deşifre ederek bilinçli bir şekilde bir teslimiyet gerekiyor. O zaman da sırf esmada, isimde kalmayıp sadece yegâne var olan Allah (c.c) gerçeği ve idraki ile yaşamak gerekir. Bütün esmalar Allah'ın sıfatlarıdır. Bütün sıfatlarına cami olan isim Allah (c.c) 'tır. Kelâmullah, sünnetullah ve evliyaullahın sözleri insana aktarılmıştır, sunulmuştur. Talip bunları araştırsın ve kendisinde bulsun. Şimdi hep insan dedik. Asıl olan yine insan, yalnız burada tekâmül etmiş olan, ihsan edilmiş olan İnsan. Yoksa insanlıpına arif olmayanın bu vasıflarla vasıflanması, şereflenmesi, şeref bulması zaten mümkün olmaz. Cenab-ı Resulullah'ın tezahür etmediği hiçbir mekânın şeref bulması mümkün değildir. Kâinat Cenab-ı Resulullah'ın teşrifi ile şereflenmiştir. Resulullah'ın Medine'ye teşrif etmesinden dolayı Medine Münevverleşmiş, Mekke'ye teşrif edişlerinden dolayı da Mekke Mükerremleşmiştir. Kişinin de o şerefe nail olabilmesi ve şerefli varlık olabilmesi için mutlaka Cenab-ı Resulullah'ın nurunun o varlıktan tecelli etmesi lâzım. Cenab-ı Resulullah'ın hâli ile hâllenmedikten sonra, O'nun nuruyla gönül kandilimizi yakmadıktan sonra bizim de o şerefe nail olmamız mümkün olmaz. Bütün hakiyet Cenab-ı Resulullah'ın nurundan zuhura gelmiştir. Yaratılmış bütün şuurlu varlıkların, yaratılış gayesi ise Nuru Muhammediye'yi zuhura getirmek içindir. İnsanın özünde ve mayasında var olan nur, Cenab-ı Resulullah'ın nurundan gayri bir nur değildir. Bütün mesele ve gayret bu gerçeğin arifi olmaktır. İşte Allah (c.c) kendi bilinmekliğini murat etti de halkı halk eyledi. Halkiyet'in gelişi Allah'tan (c.c), ahadiyetindendir. Dönüş yine ahadiyete, Allah'adır. Onun için insan araştırmaya girdiği zaman hayreti artıyor. Neden? Çünkü ulaştığı yere yanabcı değil de ondan. İşte insanların tatminsizliği huzursuzluğu da bu gerçeğe ulaşamadığındandır. O zaman kişinin âleme zuhur etmesindeki ana esas, mutlak olan Yaradan'ına dost vasıflarıyla vasıflanmasıdır. Bunu için sa'y ve gayret gerekiyor. Gayri dediğimiz Allah (c.c)'tan gayri birşey yok. Bizim o zannımızdaki gayriler var. Kişinin şirki de zaten görememektendir. Hakikatı gören bir insanın şirke düşmesi mümkün değildir. Birey, tecellinin arkasındaki bazı hikmetleri göremediğinden dolayı tecellileri kendi zannınca değerlendiriyor. "Bana göre bu böyledir" deme zorunluluğunu yaşıyor. Birey, sırf hakikati görememekten zannınca hüküm verebiliyor. Oysa zâhiriyet perdesinin arkasını gören için, Hakk'ın varlığından gayri bir varlığın mevcut olmadığının şuhudu yaşanır. O da ancak irfaniyetle ve tevhit ile mümkün olur. Foto sentez denilen bir olay var. Mevcut bir karede bir fotoğraf düşünün, bu fotoğrafın bir köşesini alıyorsunuz. O fotoğrafın tümelini o köşeden çıkarıyorsunuz. Bugünkü pozitif ilim buna ulaşmış. Sistem-i ilahi içerisinde olmayan birşeye ulaşmak mümkün değil. Hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan hiçbir şey de yok olmaz. Yalnız tebeddül ve tegayyür var. Yani hâlden hâle dönüş terkibinin devamlılığı vardır. İslâm, Allah (c.c)'ın sistem ve düzenin adıdır demiştik. O zaman İslâm pozitif ilimden geri kalmamalıdır. Hz. Resulullah, Hadis-i Şerif'inde "Zerre külün aynısıdır." diyor. Pozitif ilim, her zerrede kâinatın bilgisi yüklüdür diyor. Pozitif ilim insanın bir damla kanında bütün vücut kanını tanımlayabiliyor.Bir damla suda suyun bütün özelliğini bulabiliyor. Bir kilogram toprakta, bir dağda; hangi özellikte, ne kadar maden bulunduğunu tespit edebiliyor. Bu suret âlemi diye vasıflandırılan aynı zamanda teşbih ve tespit âlemi diye adlandırılan dünya âlemidir. Hakikati anlatabilmek için kıyas âlemidir. Bu zâhiriyet görselliğinde hakikati tanıyıp, şuhud edebilmek içindir. Bunlar zâhirî bilimde olduğu gibi mana ilminde de böyledir. İlim ister zâhirî, ister bâtınî olsun bütün ilimler Allah (c.c)'ın ilim sıfatıdır. İşte bu manada izah etmeye çalıştığımız "Lâ ilâhe illallah" kelimesi , küllü kelâmullah'tan bir nokta, bir kelime gibi ise de Allah (c.c)'ın bütün tevhit ve vahdaniyet sırlarının mevcut olduğu noktadır. Lâ ilâhe illallah 'ın sırrına ulaşıldığında bütün Hak sırlarının hakikatine ulaşılmış olur. Bu manada Hz. Ali'nin de vurguladığı gibi: İlim bir noktadır,cahiller bunu
çoğalttı! Hz. Ali, özünde kendi gerçeğini bulmuş, tevhidin manasına ulaşmış ve bu sözü söylemiştir. Tevhit talibinin de hedefine ulaşana kadar mücadelesinde kararlı ve gayretkâr olması gerekmektedir. Bugününüzün bu hale gelmiş olması dünkü yaşantınızdan dolayıdır. O zaman dikkat et! Yarınlarını bugünkü yaşamında örüyorsun. Kendine çeki düzen ver. İnsanlarla olan ünsiyetine, diyaloğuna, sevgine ve saygına dikkat et. Çünkü her attığın adımda, manada örülme oluyor. Manevi bedenin örülüyor, şuursallıkta belli kazanımların belli kayıpların oluyor. O zaman zâhir-bâtın bütünlüğü hiçbir zaman gözden kaçırılmamalı. İnsanlar hep dualarının neticelerini yaşarlar. Tercih ettikleri yerde bulunurlar. "Allah (c.c) kuluna azap etmez. Kul azabını kendi eliyle hazırlar." (bkz. Yûnus,44) Cennet denilen yer nimetsiz bir mekân, herkes nimetini buradan götürür. Kendi tercihleriyle, kendi duasıyla, kendi safiyeti, kendi gayreti ile beraber götürür. Cehennem denilen yer ise, zulümsüz, azapsız bir mekân. Herkes bütün azap malzemelerini yaşam tercihi ile beraber burada götürür. İnsan mutlaka tercihlerinin neticesini yaşıyor. Allah (c.c)'a dost olmak çok ucuz bir istek değil. Büyük bir iddiadır. Burada tercihler çok önemli. Gayrileri terk ederek Hakk'tan yana olan bütün yaklaştırıcı bahaneleri tercih etmekle, Hakk'a dost oluruz. Bizim böyle bir iddiamız yoksa, işin esma boyutunda kalıp sadece gördüğümüzle yetinirsek yine tercihimizle yarın karşı karşıya kalmak durumunda olacağız. Onun için her yaratılan, her yaratılandan mes'uldür.
"Selam olsun hidayete tabi olanlara " (bkz. Tâhâ,47) |