“ Hakkında denildi sadr-ı levlâk
Levlâke vemâ halaktü'l-eflâk
Vasfın beyan edem ruh-ı zîbânın
Maksûd u murâd-ı künfekânsın. “(Hatayî)
Hz. Muhammed iki âlemin (dünya ve ahiret) şahıdır. Birçok güzelliklerin kaynağı olan Peygamberimiz, Allah tarafından kullara vasıtasız olarak öğretilen ilmin ve Allah'a ait sırlar anlamına gelen ilm-i ledünün de madenidir. O, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Kur'ân'da bu hakîkat "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” şeklinde ifade edilmektedir. (bkz. enbiya 107) Bu anlamda on sekiz bin âlemden yaratıldığı rivayet edilen kâinata da ferman eden sultan O’dur.
Hz. Muhammed aynı zamanda bütün evliyaların sultanıdır.
Hz. Muhammed, Cenâb-ı Hakk'ın zatına, sıfatlarına ve fiillerine mazhardır. O, Allah'ın bir tezahürüdür. Peygamberin yüzündeki nurun kaynağının Allah'tan gelen yansıma oluşu, peygamberin bir ayna gibi bunu yansıttığı görülür.
Allah-u Teâlâ Ehadiyet mertebesinde bir gizli hazine iken; rahmetinin cemâlini, kudretinin kemâlini, azamet ve celâlini, sanatının inceliğini ve hikmetinin sırlarını duyurmayı irade buyurdu. Bu iradesini yerleştirmek için de ruhlar ve cisimler âlemini, dilediği şekil ve nizam üzere halk etti.
“Nur üstüne nurdur.” (Nûr, 35)
Yani Allah-u Teâlâ kendi nurundan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu yarattı. Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtının hepsini de Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurundan yaratmıştır. Onlardaki nur, Resulullah Aleyhisselâm’ın nuru idi.
Peygamberlik kapısı kapandıktan sonra da o nur, “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” Hadis-i Şerif’i mucibince vârislerine sirayet etmeye başladı. Kıyamete kadar gelecek olan onun vârisleri de o nuru taşıyorlar. (Buhârî) Kur’an-ı Kerim’deki “Biliniz ki Resulullah aranızdadır.” her asra hitap etmektedir. (Hucurat: 7) Allah u Teâlâ kendi ruhundan ona ruh verdi ve o ruhtan bütün ruhları yarattı. O ruhtan bütün âlemlere hayat veriyor. O, ebul-ervah’tır, bütün ruhların babasıdır.
“Ey insan!” hitabının muhatabı, Muhammed Aleyhisselâm’dır. (Yâsin, 1) İnsan-ı Kâmil, hülâsa-i insan O'dur. Allah u Teâlâ O'na kendi lütf u kereminin bir nişanesi olarak “Yâsin! Ey insan!” diye buyurdu.
“Biz, insanı en güzel bir biçimde yarattık.” Âyet-i Kerimesi’nde en güzel bir biçimde yaratıldığı buyrulmaktadır. (Tin, 4)“Asluhu nûr cismuhu âdem, Velekad kerremnâ benî âdem.” Aslı nurdur, görünüşü beşerdir. Öyle bir benî âdem ki “Biz Âdemoğlunu mükerrem kıldık.” (İsrâ, 70). O bütün mevcudatın çekirdeği ve mayasıdır. Hakikatın özüdür, her şey O'ndan yaratılmıştır. Bu sebeple Sebeb-i mevcudat olmuş oluyor.
Tasavvuf geleneğinde, özellikle de vahdet-i vücûd anlayışında, insanın daha çok birinci sırada zikredilen özellikleri öne çıkarılarak bir insan-ı kâmil anlayışı geliştirilmiştir. Allah, kendi isim ve sıfatlarının hepsini kuşatan bir suret vücuda getirmiştir. İnsan-ı kâmil, Allah’ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır. İnsan-ı kâmil, maddi ve manevi bütün kemal mertebelerini kapsamaktadır.
Ruhani, cismânî, aklî, duyulur (hissi) ve hayali tüm âlemler insan-ı kâmilde dürülmüştür. İnsan-ı Kamil bu âlemlerin unsurlarını kendisinde barındırmaktadır. Zira insan suret yönünde küçük âlem olmakla beraber, mana yönünde büyük âlemdir. Nitekim Hz. Ali, bu hususta şöyle demiştir: “Sen kendini küçük bir cisim sanırsın, hâlbuki âlem-i ekber sensin ve o sende gizlidir.”
İnsan-ı kâmil, mutlak anlamda “birdir” ve o da Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Henüz Âdem balçık halinde iken peygamber olan Muhammed’dir. Yani Hakikat-i Muhammediyye’dir. O'nun yolundan giden veliler ise Hz. Muhammed’in vekilleri olmaları hasebiyle insan-ı kâmil olarak adlandırılırlar.
SAFİYE TURAN
İstanbul, 11.12.2015