BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Din gününün sahibi, Rahman ve Rahim olan alemlerin Rabbine hamdolsun. Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz. Bizleri nasipsiz ve sapıkların yoluna değil kendilerine in’am ettiklerinin yoluna sıratı müstakimine ulaştır. AMİN!
Cenabı Allah:
“Ey Habibim, seni kendi nurumdan, alemleri de senin nurundan halk ettim” buyurmuştur.
Cümle yaratılmışların özü yüce Allah’tır. Bu kudsi hadise göre alemlerin yaratılışı Fahri Kainat efendimizin nurundandır. Bu nur Cenab-ı Allah’ın nuru olduğu anlaşılır. Ancak zenginlik, sıfatlar, fiiliyatlar ve her ne halk olduysa yerine göre zevk edilsin, zevkin, muhabbetin ve ilahi aşkın esası meydana çıksın diye çeşitli zenginlikler içinde bir isimler dizisi olarak ortaya konulmuştur. Gerek maddi gerekse manevi, ikilikten birliğe, maddeden manaya, inkardan ikrara takip edilecek yol ve kemalat mertebeleri, hikmeti ilahi tahtında karmaşık bir düzen ve erkan adabında Cenab-ı Hakk tarafından düzenlenmiştir.
Başlangıçta yalnız Allah vardı. Kendi kendisiyle kaimdi. Alemleri dolduran maddi ve manevi tüm varlıklar, (KÜN) emri verilip de tecelli etmeden önce Cenab-ı Allah’ın ezeli ilminde malum ve sabittir. Yani tecelli anında ne gibi biçim ve renklere girecekleri Allah’ın ilminde belli idi. Allah’u Teala ve Tekaddes Hazretleri Ahadiyyet mertebesinde bi gizli hazine iken tanınmayı murat edip ilahi sevgisiyle alemleri halk etti. Rahmetinin Cemalini, kudretinin kemalini, azamet ve celalini, ihsan ve nimetini, sanatının inceliğini ve hikmetinin sırlarını meydana çıkarmayı murat ettiğinde, önce kendi nurundan latif ve büyük bir cevher halk etti. Bu cevhere; Cevher-i Evvel, Nur-i Muhammed, Levh-i Mahfuz, Akl-i Kül, Akl-i Evvel ve Süh-i İzafi gibi isimler verilmiştir. Bütün ruh ve cisimlerin başlangıcı ve özü o cevherdir.
“Allah’ın ilk yarattığı benim nurumdur.”
“Ne Adem, ne su, nede çamur varken ben yine peygamberdim.”
“Allah önce ruhumu yarattı, Allah önce nurumu yarattı, Allah önce kalemi yarattı, Allah önce Akl-i küllü yarattı.” Gibi şerefli hadisler bunu göstermektedir.
Bu sebepten Muhammet SAV. Allah’ın sevgilisi (Mahbubu) dir. Allah ezelde habibinin yüzünü nurlandırdığı zaman, kemalatın varacağı son mertebeyi görerek sevindi. Bütün bunların hepsinden tek şey murat edilmektedir. O da hakikat-i Muhammediye, yani Muhammet SAV.’in gerçek yönüdür. Ona nur dendi, çünkü o celal sıfatı altında saklı olan zulmetten yana saftı. Hak Teala bunu haber verir ve derki:
“Ey Nas! Size Rabbiniz tarafından bir öğüt, kalplerinizdeki hastalığa şifa, müminler için hidayet ve rahmet gelmiştir”(Bkz.Yunus 57)
Ona Akl-i Kül dendi çünkü o her şeyi idrek ederdi. Kalem dendi, çünkü ilim onunla yayılmış, ilmi harfler alemine dökmeye de o sebep olmuştur. Allah’u Teala Lahut aleminde bu cevhere muhabbet ederek, onun özünden Nefs-i Külli-yi yarattı. Sonra sırasıyla meleklerin, peygamberlerin, evliyanın, ariflerin, hayvanların, bitkilerin ve tabiatların hayatiyetlerini yarattı. Belli bir süre sonra Allah’u Telala Muhammet’in SAV.göz nurundan Arş-ı yarattı. Arş-ı Mecidin etrafı kırmızı yakut olup, bütün mahlukların sıfat ve suretleri orada nakşolmuştur. Yeryüzündekilerin kıblesi Kabe olduğu gibi, meleklerin kıbleside göklerin üstündeki Arş-ı Mecittir. Arş-ı Azam’ı taşıyan melekler dört tanedir ve bunlara Hamele-i Arş denir ki; bunlardan bir tanesi de İsrafil As.dir.
Allah’u Teala Arş-ı Azam’ın etrafında sekiz büyük nehir yarattı. Bunların ötesinde ise Arş’ın nurunun şiddetinden yanmamaların için, bu oradaki meleklere bir engel olmak üzere, nurdan ve zulmetten yetmiş bin perde yarattı.
“Mana veya Tevhid yönünden bu perdeler, otuzbini zulmani, kırkbini nurani olmak üzere kul ile Rabbi arasındadır. Kul bu beşeri alemde Rabbini bilme yolunda yedi makam kat eder ve bu perdeleri kaldırarak (Men arefe nefsehu fakat arefe Rabbehu) hadisinin sırrına erer.”
Daha sonra Kürsi, cennet, cehennem, yedi kat gökler ve toprak, su, hava ve ateşten anasırı Erbaa yaratılmış ve şekli verilmiştir.
Peygamber efendimiz Ebu Zeri Gifari’ye
“Ya Ebu Zer, yedi kat gök ve yedi kat yerin kürsi yanında büyüklükleri en çok bir çölün ortasına atılmış bir kapı ya da yüzük halkası gibidir. Arşında kürsiye göre büyüklüğü o çölün o halkaya nazaran büyüklüğü derecesindedir” buyurmuştur.(Bkz.Mülk-3)
Ruh Cenab-ı Hakk’ın Kün emri ile zuhura gelmiş emir aleminden bir varlıktır. Buna teyit eden ayet Esteüzubillah:
“Gulu ruhu Min Emri Rabbi” dir. Cenab-ı Rabbülalemin insan Ruhlarını Lahut aleminde Nur denilen mananın cevherinden bütün yaratılanların en güzeli olmak üzere yaratmıştır. Allah’u Teala ruhları Lahut aleminden Ceberut alemine gönderdi. Onlara Ceberut aleminden kisveler giydirdi. Buna sultani ruh denildi. Sonra bu kisve ile Melekut alemine saldı. Orada da Melekut nurundan kisve giydirdi. Buna da Ruhani ruh denildi. Sonra mülk alemine gönderdi. Mülk kisvesini bürüdü. Buna da cismani ruh denildi.
“Sonra onu aşağıların en aşağısına gönderdik.”(bkz.Tin-5)
Bu halleri şu ayeti kerimede haber verir.
“Sizi ondan yarattık, ona iade edeceğiz, ikinci bir sefer yine ondan çıkacağız.” (Bkz.Taha-55)
Mülk alemi içinde bulunduğumuz bu alemdir. Buna Şahadet alemi, alemi eflak, alemi encam, alemi anasır ve mevalid dahi derler.
Eksiksiz ve noksansız cümle mükevvenat batında gizli iken, zevk itibariyle Cenab-ı Hakk muhabbetin bütün ihtişam ve sonsuzluğu ile tecelli kılınacağı bir alem halk etmiştir. Seyredene ve ilahi muhabbete bu alem bir aynadır. Cenab-ı Hakk’ın batında gizli ilmi ile kuşattığı ve noksansız yarattığı alemde henüz meydana çıkmamış bütün sırları, onun katında ve bilgisinde zaman denilen mefhum ile sınırlı olmadan mevcuttur. Hiçbir şey sebepsiz de halk edilmemiştir. Bu zahiri alemdeki yani mümkünat alemindeki varlıklar için başlangıç, oluşum ve hitam bir düsturdur. Varlıklar bu düstur ile hareket ederler. İlahi tecelli ve ilahi emir ile vazifesini yapmak için bu aleme gelecek varlıklar bu alemdeki seyrüseferlerini tamamlıyacaklardır.
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi istedim ve halkı halk ettim” buyuran Cenab-ı Allah, muhabbetine mazhar kıldığı insanın kendisini anlaması için, alem içindeki insanı ve insan içindeki alemi halk etmiştir. Cenab-ı Hakk’ın ilahi tecelliyatına ve zenginliğine mazhar olan varlık yani; Dünya’daki varlıkların en şereflisi, Hakk’a ayna, muhabbete vesile olacak insan, batın aleminde gizli olduğu yerden dünyaya ilk şekli ile tecelli ettirilmiştir. Adem As.dan itibaren günümüze kadar, insanları uyarıcı olmak üzere, ilahi program dahilinde gereken zaman ve mekanlarda bir çok uyarıcılar gönderilmiştir ve kıyamete kadar da gönderilecektir.
“Dereceleri yükselten, Arş’ın sahibi, kavuşma gününe karşı uyarmak için emrinden olan Ruh’u kullarından dilediğinin kalbine indirir.”(bkz.Mü’min-15)
Ademlik vasfı cisimde değil özde ve manadadır. Bizdeki bu özün manasını bize bildirecek ve talim ettirecek bir kamil insana tabi olursak kendimizi ve Rabbimizi anlayabiliriz. Cismani vücuttaki her zerre o vücuttaki manaya secde kılar ve her varlıkta, özündeki manayı bilen insana hizmet eder. Kemalat, Adem As.dan itibaren zaman içinde çeşitli mertebelerden geçerek, Cenab-ı Resulullah’da en üstün olgunluğa ulaşmıştır.
Kesif ve Latif olarak her zerreye tecelli edip, sıfatlarıyla mütecelli olan Cenab-ı Hakk’ın ilmi, şüphesiz bütün kainatı ihata etmiştir.
Madde; enerjinin yoğunlaşması, özellikleri meydana getirici biçimde grup ve eleman kümelerinin kimyasal ve fiziksel kurallar dahilinde sistemleşmesi halidir. Maddeyi meydana getiren enerji, maddenin en küçük özelliğini taşıyan atom denilen yapının özünde saklıdır. Bu hal, ibret verici ilahi bir titizlikle, atomun ve atomlardan meydana gelen sistemlerin düzeninin bozmadan her an çevremize gördüğümüz biçimlerin meydana gelmesine vesiledir. Kainattaki ilk biçim ve ilk biçimden itibaren gelişen her varlık ilahi “Ol” emrini duymaya ve kendisine şifrelenmiş bilgi ile yeni yeni oluşumlar meydana getirmeye hatır olan atomda, aslen hiç kesilmeyen tecellinin mütecelli olmasıdır. Başlangıcı izah edecek bilgi oluşumuna sahip değiliz. Mümkünat sonludur, fakat Allah’ın bu ilmi zaman ve mekan açısından sınırlandırılamaz. Kainatın oluşumunun nüvesi Cenab-ı Allah’ın zatıdır. Gerek zahiri ve gerekse tabani ilme göre suda başlayan hayat ise “Hay” esmasının mazharıdır. Oluşum, “Ol” emrinin ilk çarkı döndürmesiyle başlamış, birbiri ile iç içe girmiş dişlilerin yine bir birini döndürmeleriyle devam etmektedir. Yani her an değişik bir tecelli zuhur etmektedir. Ne olduğunu, kendisini yaratanı, kendinden fiiliyle, sıfatıyla ve zatıyla işleyen ve görünen Rabbini bilmeyi, Rabbinde fani olmanın ve bekaya erişmenin evrelerini yaşamayı Cenab-ı Hakk insana nasip kılmıştır. İslam’ın ve Resulullah’ın gerçek yönünü tahsil ederek bu tecelliye mazhar olan insan “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisinin sırrına agah olan kişidir.
Eşref-i Mahluk olan insanın, zahiri ilim ve görüşlere akıl ve mantığa ters düşmeyen bir var oluş ve gelişimi vardır. İnsan suret itibariyle seçilmiştir. İnsanın sireti ise mana ve hakikat yönüdür. Suretimiz zaman ve mekana bağımlı oluğundan fanidir. Siretimiz ise zaman ve mekan ile sınırlı olmadığından ebedidir.
İnsanlar asırlar boyunca günümüze kadar devam eder var oluşlarına bir başlangıç noktası bulabilme çabası içindedirler. Bu arayış, aklın tezahürü olan düşüncenin tatmin olma çabası olsa gerekir. Hatta bütün ilim çevrelerini en çok meşgul eden var oluş veya yaratılış sırrıdır diyebiliriz. İlahi sırra gönüllerini açmış, bütün gönüllerin hakikatte bir gönül olduğunun zevkine varmış ve o bir gönülde yok olmuş Hakikat Erenlerinin lisanından Cenab-ı Hakk:
Her ne varsa bu alemde
Mevcut kıldık bir Adem’de
Buyurmuştur.
Hazreti Mevlana’ya insanın hikmetinden sorulduğunda; “İnsanın değeri, anlamı öyle yüksektir ki söylesem yanarım, duyanda yanar.” Buyurmuştur.
Bu sözlerden anlaşıldığına göre, yaratılış sırrı insanın kendi manasında gizlidir. İnsanın bu sırrı idrak edebilmesi için, ilmi hakikat yolunda, teslimiyat, azim, çalışma, sabır ve kemalat ile mana gözündeki perdeleri kaldırması gerekmektedir.