Allah (c.c.), Nisa Suresi Ayet 173’te “İnanıp güzel işler yapanlara gelince, onların mükâfatlarını eksiksiz ödeyecek ve lütfundan onlara daha fazlasını da verecektir. Allah’a kulluktan çekinip büyüklük taslayanlara da şiddetli bir şekilde azap edecek ve onlar Allah’tan başka kendilerine ne dost, ne de bir yardımcı bulamayacaklardır.” diye buyurmaktadır.
Arz ettiğim Ayet-i Kerime’nin mealinden de anlaşılacağı üzere; bu ayet, iman edenler ile varlığında münferit olanlara hitap etmektedir. Öyleyse münferit olmaktan, nefsi emarenin esaretinden, diğer bir ifade ile şeytanın esaretinden nasıl kurtulabileceğimizi hep birlikte paylaşalım inşallah.
İslam fıtratında yaratılan ve Müslüman olarak yaşamını idame ettiren her insan bu âleme geldiği andan itibaren, daima Hakk’ı bilmenin, görmenin, O’nda yani birde bir olmanın yollarını aramış, bulanlar bulmuş, bulamayanlarda “Ene’’leriyle baş başa kalmış, egolarının esareti altında ümitsizlik içerisinde ömürlerini tüketip bu fani âlemden göçüp gitmişlerdir. Niyazi-i Mısrî Hazretleri bakın bir ilâhisinde ne buyuruyor:
Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş,
Bürhan arardım aslıma, aslım bana bürhan imiş.
Sağı solu gözler idim, dost yüzünü görsem deyu,
Ben taşrada arar idim, ol can içinde canan imiş.
Allah (c.c.), Zariyat Suresi Ayet 56’da “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk/ibadet etsinler diye yarattım.’’ diye buyurmaktadır.
İkincisini arz etmeye gayret ettiğimiz Ayet-i Kerimenin mealinin bizlere anlatmak istediği şu olmalıdır: Hakikatine vakıf olmak isteyen her insan, bu âleme geldiğinden beri niçin yaratıldığını, nereden geldiğini, nereye gideceğini merak ederek tefekkürlü bir yaşam şeklini kendilerine düstur edinmişlerdir. Bu halde olan insan, diğer bir ifade ile tefekkürü neticesinde Rabbine vuslatını önceleyen bir kişi, Cenâb-ı Hakk’a âşık olacak kadar Rabb’ini sevecek ve böylece varlığının Hakk’ın varlığından gayrı bir varlık olmadığının şahidi olacak. Âşık olduğu Hakk’a kavuşmayı ve soruların cevabını bilmeyi hatta yaşamayı arzu edecek. Bir kişinin derdi olmazsa aşkı da olmaz. O halde demek oluyor ki, kişinin dermanı da aşkıdır.
İkilikte olan insanlar, ene’lerinin esareti altında Cenâb-ı Hakk’ı kendilerinden çok uzaklarda zannettikleri için hayallerinde Allah’ın Zatının veya mutlakıyet yönünün dışında bir bilince sahip olmayışlarından onların iman-ı mutlakiyete ulaşamayacakları anlaşılmaktadır.
Ehl-i hakikatte, imanı üç bölüm halinde mütalaa etmemiz mümkündür. Bunlar sırası ile 1- Bilmek; (ilm-el yakinlik) zahir ilimle, şühudsuz bilme hali, 2- Görmek; (Ayne’l-yakinlik) sıfatlarından tecellilerini görme hali, 3- Olmak; (Hakk-el yakinlik) O’nda O olma hali. Sensin diyebildiğimiz haldir.
(Bu üç ana unsuru daha önceki makalelerimizin birinde arz etmiştik. Bu nedenle detayına girilmemesi uygun mütalaa edilmiştir.)
Bir kimsenin yukarıda arz ettiğimiz üç ana esasa vakıf olabilmesi için, bir Mürşi-i Kamil’in bendesi olması gerekir ki tevhîd tahsilini yapabilsin. Hakikate vuslat etmek isteyen insan, insan-ı asliyesini ancak Mürşid-i Kâmilinin murakabesinde tanıyabilir. Kişi kendisini tanıyıp sensin dediği zaman; Cenab-ı Hak, o kişinin gönlünde mihman olur ve her şeyin hakikatinin O olduğuna böylece iman etmiş olur.
Yaratılma gayesine arif olan bir kimse, Hakk’a vuslat edebilmek için delil arıyorsa ona kendisinden daha iyi bir delil olabilir mi dostlar? O zaman, delil aramaya gerek var mı acaba? Asliyetine rücu etmeyen bir kimse kendisine ayrı bir vücut isnat ettiği için kendisini ayrı, Rabb’ini ayrı zanneder ve delil aramaya yeltenir. Ne zaman ki kendisinin diye bildiği vücudunu Cenab-ı Hakk’a isnat eder, işte o zaman delil aramaya gerek olmadığını anlar.
Daha evvel Allah’ı ayrı, kendisini ayrı olarak bilen bir kimsenin, tevhid tahsilini müteakip, anladığı şu olmalıdır: “Benim kendime ait bir varlığımın olmadığını, (Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyül aziym) kudret ve kuvvetin Allah’ın olduğunu, “ben yaptım, ben ettim’’ diyerek şirk halinde olduğumdan haberimin olmadığını ve böylece Cenab-ı Allah’ın sıfatlarının bizim üzerimizden izhar olduğunu, her fiilin failinin Cenab-ı Allah olduğunu ve bizi istediği yerde kullandığını /kullanabileceğini idrak etmiş oluyoruz.’’ anlayışı ile, tefekkürümüzün bu yönde olması gerekmektedir.
Ey insanoğlu! Nereden geldin ve nereye gidiyorsun. Eğer bunun manasını bilmiyorsan kendini irşat edebilmen için, Allah’ın insanlara bahşettiği akıl nimetini doğru yönde kullan. Akıl nimetinden mahrum olma ki yeme, içme ve nefsanî arzularından başka hiçbir şey düşünmeyen hayvanlardan farkın olsun. Onun için gel, insan-ı asliyeni öğren. Fiziksel bedeninle cemadat, nebatat, hayvanat ve insanat olarak teşriye devrini tamamlanmasını müteakip, topraktan geldiğini, (Teşriye; yasal süre anlamındadır.) ruhsal yönünle de “Elestü bezminden” itibaren Rabb’inden gelip Rabbine rücu edeceğini öğren! Bakara Suresinde “Allah'tan geldiniz tekrar Allah’a rücu edeceksiniz.” diye buyrulan Ayet-i Kerimeyi biraz daha tefekkür edelim.
Sonuç olarak; Hakikat-i asliyesine hicret etmek isteyen bir kişi, gönlünü istila eden nefs-i emmaresinden zerreden kürreye her ne varsa, diğer bir ifade ile Allah (c.c)’dan başka ne varsa tüm masivalardan temizlenerek varlığını Hakk’a teslim etmelidir. Bunların talimini ancak Allah (c.c)’ın hilafet makamının sahibi, Peygamberimiz SAV. Efendimizin Veraset-ül Enbiyası, varisi nebisi, zamanımızın Sahibüz-zamanı olan Mürşid-i Kamillerimizin murakabesi altında hakikatimize vuslat ederek yapabiliriz.
Rabbim cümlemizi hakikatine ulaşanlardan ve hiçliğini fehmedenlerden eylesin. Rabbim cümlenizden razı ve hoşnut olsun.
Rabbim cümlemizin yar ve ayanı olsun.
Mustafa AYALTI
İstanbul, Mart 2016