Değerli dostlar: Nefes, soluk almak değildir. Nefes, Allah’ın insana bahşettiği özel bir an, özel bir duygu, özel bir zevk halidir. Soluk almak, insan vücudunun hayatını idame ettirebilmesi için ciğerlerimize teneffüs ettirdiğimiz havadır. Nefes ise ruhumuzun derinliklerinden gelen özel bir an, özel bir duygu, özel bir neşve halidir. Kimileri bu hale ilham dese de, aslında Allah’ın kuluna bahşettiği bir zevk ve tefekkürden doğan bir haldir nefes.
Tasavvufta, gaibden gelen lâtif haller ile kâlpleri ferahlandırmaya “nefes” denir. Allah kalpleri yarattı ve bunları marifet cevherlerinin menbaı kıldı. Kalplerin ötesinde sırları yarattı ve buraları da “tevhit” mahalli kıldı. Marifete delâlet ve tevhide işaret etmeden (Hak’tan gafil olunan anlar) alınıp verilen her soluk ızdırar yaygısı üzerine serilmiş bir ölüdür. (Yani bu gibi nefesler sadece fiziki ve fizyolojik bir ihtiyacı karşılayan “soluk” gibidir. Manevi bir değeri olmaz.
Allah, Kuran-ı Kerimde Hz. Âdem’i as. kastederek meleklere: “Biz ona Kendi Ruhumuzdan nefhettik; (üfledik, nefes verdik) siz de ona (itaat) secde edin.” (Hicr 29) buyurmaktadır. Bu nefes her ne kadar Âdem’e as. söyleniyor olsa da aslında Allah’ın şe’enlerini seyrederken tefekkür ile düşünceye dalan, Allah’ın namütenahi güzelliklerini basiret gözü ile seyredip zevk alan, hayreti artan, Allah aşkı ile cezbelenip, bir an kendinden geçip, Hakk varlığını kendi enfüsünde hisseden kişilere de Allah o anda, bu hali o kişinin gönlüne ilham eder. O anda kişinin ağzından çıkan her kelâm, Hakk kelamı olup, gönüllerde iz bırakan kelâmlardır. Pir Sultan Abdal bir şiirinde :
Bir nefesçik söyleyeyim / Dinlemezsen neyleyeyim
Aşk deryasın boylayayım / Ummana dalmaya geldim. Diyor.
Hakikaten böyle anlarda söylenen sözler, Hakk’ın Aşk deryasından gelen inci mercan gibi değerli Hakk sözlerdir. Bundan dolayıdır ki Hakk dostlarının sözleri gönüllere tesir eder, gönüllerde iz bırakır; ilgilenenler için kalplerin uyanmasına vesile olur.
Bir hadis-i kutside Allah cc. “Ben bir gizli hazineyim, bilinmekliğimi murad ettim; insanı halk ettim” buyuruyor. Buradan da anlıyoruz ki insan, Allah’ı önce araştırıp bilmek, sonrada görüp tanımak ve Hakk’ı her yerde, her zerrede, arayıp bulmak, tıpkı bir sanatçının eserlerini seyreder gibi seyredip, onlardan zevk almak gibi anlaşılsa da, arifler için ise, sanattan önce sanatkârdır aslolan. Sanatlar fani olabilir ama baki olan Sanatkârdır.
Tevhit ehli ise, aradığını etrafında değil de önce kendi bedeninde Hakk varlığının mevcudiyetine birde bir şahit olabilendir, bu şahitlikle Ona gerçek manada kulluk yapabilirmiş insan. Yaratılan her insanda kul olabilme özellikleri olsada her insan Hakk’a gerçek manada kul olamaz; kulluk apayrı bir şeydir. K Kulluk mertebesi ile şereflenenler Kendini bilen, Rabbini bilir hadisinin sırrına erenlerdir. Bu sırra eremeyenler ise, ancak Allah’ın yarattıklarındandır.
Ahsen-el takvim üzere halk edilen insanı Allah, Kendi subuti sıfatları ile müzeyyen kılmıştır. Onu “fert” sıfatı ile özel kılıp, Hayat sıfatı ile diri, ilim sıfatı ile Hakk’ı ve hakikatleri idrak edebilmesini, Semi sıfatı ile duyup, Basir sıfatı ile basiretinin açılmasını, Kelâm sıfatı ile Hakk’ı ve hakikatleri anlatabilmesi içindir. İlim ile bilen, basar ile kâlp gözleri açılan, kelâm ile Hakk’ı ve hakikatı söyleyen insan, kendi nefsinden ve kendiliğinden hiç bir kelâm söyleyemez; artık onun görüşü keskinleşmiştir, her söylediği söz gönülden gelen Hakk sözüdür. İşte bu sözlere Haktan gelip gönüle doğan, gönülden de lisana gelen sözlere Hakk aşıklarınca “nefes” denir. Katkısız, riyasız, menbağından çıkan saf ve tertemiz su gibidir böyle kelâmlar.
O anda böyle kelâmları dinleyebilenler çok şanslı kimselerdir. Gönülden gönüllere akıp giden, dinleyeni bir hoş eden, arifleri ve aşıkları mest eden sözlerdir bunlar; her zaman olmaz. Ama bir kere de duyulup, etrafa yayıldığı zaman, halkın dilinde, Hakk aşıklarının söylediği şiir, deyiş ve ilahiler gibi, söyleyeni ve dinleyenleri bir hoş eden sözlerdir bunlar.
Bu hale halk dilinde “ilham”, tasavvufta ise “doğuş veya in’am” denir. Tasavvufta dervişte bu hallerin zuhura çıkabilmesi için, dervişin Mürşidi ile rabıta halinde olması, zikrini, fikrini, düşüncesini yalnızca Rabbine odaklanıp, arada dünyaya ait hiç bir duygu ve düşüncenin olmadığı, gönlünde Rabbinden başka bir şey bulunmadığı anlarda olur.
Tasavvufta bu rabıta hali için güzel bir “nefes” vardır; Şemseddin Sivas-i Hz buyurmuşlar ki; Sür çıkar ağyarı dilden (gönülden) ta tecelli ede Hakk / Padişah konmaz saraya hâne ma’mur olmadan. Bu “deyiş” için Ehlullah: “Allah’tan gayrı ne varsa gönlünden çıkar ki Hakk sende tecelli etsin. Çünkü Padişah, mamur hale gelmeyen gönül sarayını şereflendirmez” demişlerdir.
Değerli dostlar: Bizler, Mürşit, mürid ilişkisini daha iyi anlayabilmek adına şöyle de değerlendirebiliriz: Tıp dilinde “sun-i teneffüs” diye bir deyim vardır. Bilhassa boğulmak üzere olan birini karaya çıkardıktan sonra, o kişiye ağız yolu ile yapılan “hava veya nefes” diye tabir ettiğimiz bir işlem uygularlar. Bu işlemden sonra ölmekte olan kişiye yeni bir can, yeni bir hayat lütfedilir. Mürşit, mürit ilişkisi de buna benzer. Dervişin ölü gibi olan maneviyatına suni teneffüs gibi “nefes” verir. Dervişin maneviyatının dirilmesine, güzelleşmesine vesile olur.
Rabbim bizleri manevi anlamda “nefes”siz bırakmasın. Selâm ve dua ile kalınız.
Enver EFE
İstanbul, 14 Mart 2024