Vuslat: Ne güzel bir kelime, insana heyecan veren, umut veren, kavuşma ümidini arttıran, sevginin pazarlıksız, riyasız, her şeye rağmen iki bedenin tek bir beden olma arzusuyla aşığın maşuğuna duyduğu özlemdir.
Bu mecazi aşkta da böyledir, ilâhi aşkta da. Aslında mecazi aşk diye vasıflandırdığımız da ilâhi aşkın, sevenle sevilen arasındaki Hakk’ın hakikatinin yansımasıdır. Seven sevdiği için her türlü meşakkatlere göğüs gerse de, bunlardan zerre nedamet duymaz, çile olarak görmez, hatta bunları zevk edinip, vuslatına vesile olma ümidiyle mutluluk da duyar.
Tasavvufta vuslat: Bir olmaktır, tek olmaktır, “iki”nin “bir” de fani olup tevhit ile “Vahdet” sırrına ermektir. İki birbirine benzeyenin yek vücut olmasıdır. Allah(cc) bu âlemi Kendi var’ından var etti. Bu âlemde her ne var ise, gördüğümüz, göre mediğimiz, bildiğimiz, bilemediğimiz hepsi O’dur, O’ndandır.
Çünkü O, evvelinin evvelinde ve ezelinin de ezelinde olduğu gibi Evvel, ahirinin sonsuz ve sınırsızlığında Ahir, batınının görülmezliğinde sır ve Batın, zahirinin zuhurunda apaçık aleni olmasının Zahir’liğindendir. Çünkü O var, O’ndan başka hiç bir şey yok. Her şey Allah ile var, Allah, her şeyde var. Bunun ayrısı gayrısı yok, aynısı var. İllallah var. Her şey kendi ismi olmaksızın O’dur.
Hal böyle olunca insan bunun neresinde kalır. Bu vuslat ehlince malumdur ki, arifler bunu böyle izah edebiliyorlar: İnsan, vücudu ile, sıfatları ile, fiiliyatı ile O’nun senden zahir olup, göründüğü yerdir. Bunu Sevgili Peygamberimizin (salat ve selâm O’na olsun) “Kendini bilen Rabbini bilir” hadis-i şerifi ile daha iyi tefekkür edip, idrak edebiliriz.
Bu sırra vakıf olan Hakk dostlarından bazıları, heyecanlarını, taşkınlıklarını önle yemeyip, akıl almaz sözler söylemişlerdir. Bunlardan bazıları:
Ene-l Hakk (Hallac-ı Mansur)
Benim şanım ne yücedir. (Beyazıd-ı Bistami)
Muhammed’in (sav) yere göğe sığdıramadığı Allah’ı, ben cübbemin (!) içine sığdırdım. (İbn-ül Arabi)
Benim hakikatimi bilseydiniz, bana secde ederdiniz. (Mevlâna Celâleddin Rûmi)
Bu isimlerini zikrettiğimiz Zat’lar, herkes kendi yakınlığı kadar, aşkı kadar, ünsiyeti kadar Allah’ın sırlarına akrab olmuşlardır. İki cihan güneşi Sevgili Peygamberimiz ise, yakinen yakin, (sır-rel yakin) mertebesine erip, kendilerinden böyle taşkın sözler zuhura gelmemiştir. O, vuslatını ancak “mirac” ile anlatmaya çalışmış, bizler de birçoğumuz halâ bu sırrı çözmeye çalışıyoruz.
Vuslat ümidiyle say ve gayret eden aşığın niyazı: Rabbim! Senin mananı idrak etmeye başlayınca daimi dirilenlerden oldum. Zira gayretimle idrakim, beni Senin her an yeni bir isimle zuhur ettiğini görme ve bilme seviyesine ulaştırdı. Ama bildirdin ki, gayret sandığım ve idrak sandığım Senin lûtfunmuş ve aşk ile zuhura gelmiş. İşte bu aşk sayesinde ben, kendimdeki Sen’i, daha doğrusu bendeki Ben’i buldum.
Ey Rabbim! Bu nefis perdesi, bu dünya arzusu ve isteği, benlik zevki ile Seni nasıl bilebilirim? Ancak Seni, Sana ait vasıflarla (sıfatlar) görebilirim. O halde lûtfet ki, bende sana ait olandan başka bir şey kalmasın. İşte o zaman bir âlemden diğer âleme, yani Senin bir zuhurundan, diğer zuhuruna seyran edebilirim. (1)
Değerli dostlar: Vahdet’e erişip vuslata ermek için yukarıda arzettiğimiz gibi kişinin kendine ait hiçbir varlığı kalmayacak. Bu da ancak kendimizin Hak’tan olduğumuzun arifi olabilmekle mümkündür. Burada hiç kimse sapık düşüncelere ve fikirlere kapılmasın; kendimize bir paye çıkarmayalım. Biz sadece O’ndan olduğumuzun arifi olalım. Biz Allah ile varız, Allah ile kaimiz, Allah ile O’ndanız. (Bakara – 156)
Benlik ile hiçbir şey olmaz. Benlik iddiasında bulunanlar, enaniyet sahibidir, nefsi emmaresi ile Hakk’a şirk koşmaktadır; yaptıkları ibadet dahi olsa.
Ke’nan er Rifai şöyle der;
Ya Rab Seni hiç bilmeye kâdir mi olur “ben”
Bilse bilir ancak Seni “ben”siz olan ben
Ben kendimi kaybettiğim anda Seni buldum
Devreyledim âlemleri yok var olarak “ben”
Allah’ın Zahir esmasının arifi olanlara “vuslat” bütün âlemin sende cem olduğunu, senin bütün âlemlerin sırrı olduğunun şehadeti ile mümkündür. Bu arifliğin tahsil ve talimi de ancak bir Mürşit’te talim edilir. Bu vuslat yolculuğunda rehberimiz, Mürşid-i Kâmil olmalıdır. Rehbersiz olmaz. Çünkü yolu bulamazsın, bulsan varamazsın, varsan bilemezsin, bilsen göremezsin, görsen tanıyamazsın. Bu ancak bir Mürşit yardımıyla kişinin kendini bilip tanımasıyla olur. Kendini bilebilmen için de “kendini bilen Rabbini bilir” sırrına agâh olan , bir Mürşid-i Kâmil’in yol göstermesi ile olur.
Kul kendisini Hak’ta fani ettikçe, “ “Biz onu yeriz, yeriz de diyeti biz oluruz; artık onunla aramızda boşluk kalmaz” (Hadis-i kudsi) diye müjdeliyor Rabbimiz.
Secde et yaklaş. (Alâk-19) Burada secdeden murad, kulun tüm benliğiyle Rabbini kendinde kabul etmesidir. Secde, abid ile Mabud’un cem olduğu andır. Bu rabıta ile yapılırsa vuslattır, Vahdettir. Kulun rabbine yaklaşabilmesi için, bu yolda kendisine ayakbağı olacak bütün engellerden kurtulması gerekir.
Secde et ve yaklaş!
Yaklaş, biraz daha yaklaş!
Zamandan, mekândan sıyrıl; varlıktan ayrıl da yaklaş!
Kaç engel varsa önünde, yık da yaklaş!
Kaç kırgınlık varsa gönlünde affedip, sev de yaklaş!
Kaç yorgunluk, kaç durgunluk, kaç durak varsa, geç de yaklaş!
İnsanın gideceği tüm yollar kendinden geçer;
Çukurları, yokuşları, patika patika, uzun uzun yolları, dağları aş da yaklaş!
Kendine yaklaşan Hakk’a yaklaşır,
Kendinden geç de Hakk’a Hak’ça yaklaş
Tüm dervişanın aslına “vuslat” edebilmesi dileği ile. Selâm ve dua ile kalınız.
1-Hz.Âdem Cemalnur Sargut (24-25)
Enver EFE
İstanbul, 24 Ocak 2023