ZİKİR kelimesini tasavvuf terimler sözlüğünden araştırdığımızda; Arapça bir kelime olan zikrin, hatırlamayı ifade eden bir sözcük olup korku (havf) veya sevginin çokluğu sebebiyle, gaflet meydanından müşahede alanına çıkış demek olduğunu görürüz. Zikir; ariflerin yaygısı, muhiblerin sağlamca bastığı yer, aşıkların şarabı diye ifade edilir. Zikrin hakikati; zikredilen (Allah’tan) başkasını unutmaktır. Zikir aynı zamanda; hatırlamak, zihinde tutmak, yad etmek, unutmamak ve anmak manalarına gelen Kur’an kaynaklı bir tasavvuf kavramıdır.
Allah (cc.) Bakara Suresi Ayet-152’de “Beni zikrediniz ki, Ben de sizi zikredeyim." diye buyurmaktadır. Allah (cc.)’ı günlük hayatımızın hemen her safhasında; ayakta, otururken, yatakta, yan yatarken dahi zikretmeliyiz. (Al-i İmran/ 191 ve Ahzab/41). Buradan anladığımız şu olmalıdır: zikir için müsait bir zaman, müsait bir ortam aranmamalıdır. Sultanlarımız, ‘ehl-i ihvan daima zikir üzere olmalıdır’ diye buyururlar.
Yani zikrin icrasında diğer ibadetlerde olduğu gibi, bir şekil veya belirli bazı şartlar söz konusu değildir. Bir Mütefekkirimiz şöyle buyuruyor: "Üç şeyde nefsinizin haz duyup duymadığını araştırınız: Bunlar namaz, zikir ve Kur'an okumaktır.Eğer bunlardan tatlılık duyup, lezzet alıyorsanız ne ala! Eğer lezzet alamıyorsanız hakikat kapısı size kapanmış demektir!"
Dervişin zikrindeki inceliği kısaca şöyle ifade etmemiz mümkündür: Derviş en çok zikrettiğini sever, sevdiğini tanır, tanıdığına teslim olur, teslim olduğuna da dost olur. Sonucunda kul olur, değerli dostlar.
Zikri dört ana başlık altında toplayabiliriz. Bunlar sırası ile:
ZİKR-İ ALENİ: Açıktan yapılan zikre ‘’zikr-i aleni’’ veya "zikr-i cehri" denir. ‘’Sabah ve akşamları içinden yalvararak, gizlice ve kendin işitecek kadar bir sesle Rabbini zikret de gafillerden olma’’ ayetinde de buyurulduğu üzere; hafif sesle tek başına yapılabileceği gibi, halka oluşumuyla toplu halde de, yine sesli tarzda icra edilen bir zikirdir. (A'RÂF-205)
ZİKR-İ ERRE: Arapça ve Farsça bir terim olup bıçkı zikri demektir. Buna "zikr-i minşari" de denir. Minşar, Arapça'da "erre", Farsça'da "testere, bıçkı” anlamlarına gelir. Zikir sırasında hançereden (hançere; gırtlaktan çıkan ses anlamında) odun kesen bıçkıyı andırır gibi bir ses geldiği için bu türe "bıçkı zikri" denmiştir.
ZİKR-İ HAFİ: Gizli zikir anlamına gelen Arapça bir ifadedir. Bu zikir, kalbden yani tefekküri olarak uygulanır. (Araf/205). Zihinsel olarak kalbin üzerinde bir "Allah" yazısı teşekkül ettirilir (yani hayal edilir) ve bu yazı, hayalden silinmeden, sürekli sabit tutularak, zihnen ve aklen tekrarlar halinde okunur.
Bu okunuş, dudak kıpırdatmadan gazete veya kitabı gözle okumamıza benzer. Ancak bu uygulamada maddi gözle okumak asıl olmakla beraber, basiret gözü ile okumamız söz konusudur. Zikr-i hafi için, zikr-i kalbi tabirine de kullanabiliriz.
ZİKR-İ KIYAM: Arapça, ayakta yapılan zikir demektir. Allah (cc.) zikrin ayakta yapılacağına, Al-i Imran Suresi ayet 191 ile "Allah'ı ayakta zikredenler..." işaret buyurmaktadır. Bu çeşit zikre "kaimen zikir" de denir. Ayakta zikir, gözlemlediğimiz uygulamalarda, halka halinde ayakta yapıldığı gibi; bir kısmında halka sabit, bir kısmında dairesel olarak dönüş halinde de yapılır.
Zikir ne yapar, bizi nereye götürür diye bir sual hasıl olursa, cevaben zikrin bizi bizden alıp benliğimizi aşarak, Hak benliğine ulaştırdığını söyleyebiliriz. Zikir, Allah'ı sevmenin ifadesi olup Hak mürşidin açtığı yolda, bizleri Rabbimize ulaştıracak en kutsi vasıtadır.
Zikirsiz, fikirsiz derviş olunmaz. Zikir; fikrimizi, tefekkürümüzü ve düşüncemizi açar. “Ey iman edenler, Allah’ı çokça zikredin” diye buyuran Allah (cc.) kurtuluşa, saadete ve huzura zikirle ulaşılabileceğini ifade buyurmuştur. (Azhap-41)
Zikrullah insan vücudunda bir ihtilali gerçekleştirir. Gerçekleştirir de ne tecelliler, ne zuhuratlar hasıl olur. Allah (cc.)’ın adının anıldığı bir yerde ne haset, ne gurur, ne kibir, ne öfke olur. Nefsani hareketler yok olmaya mahkûm olur. İşte o zaman derviş, gönül bahçesinde aradığını bulur. Bu zevke eren Hak dostu der ki: “Gitti kesret, geldi vahdet, oldu halvet dost ile.”
Dostla halvet edebilmek için zikir; dervişin gönlünde ihtilal ve inkılap yapacak ki dervişin gönlünde aşkullah, zevkullah, muhabbetullah tecelli etsin ve dervişin gönül bahçesinden inciler, mercanlar, yakutlar zuhur etsin. Böyle bir derviş, böyle bir kemale erebilmek için nefsi mücadelede muzaffer olmuş olarak, Hak mürşidin emrine itaat etmiş, telkinine sadakat göstermiş olur. Sadakatinin karşılığı olarak da Hakk’a vasıl olur. Çünkü yap denileni yapmıştır, yapma denileni de yapmamıştır.
Buradan şunu anlıyoruz ki dostlar, Rabbimizʼi zikretme görevimiz, sadece taklidi manada namaz kılmaktan ibaret değildir. Namazdaki Allah ile beraberlik şuurunu namazdan sonra da devam ettirmek gerekir. Zira kullarını bir saniye dahi unutmayan Allah (cc.), kullarının da kendisini daima hatırlamasını ister. Zira marifetullah’a ermiş bir gönül artık nefsini razı etmiş, marziye mertebesindedir. Cenab-ı Hakʼtan gafil olarak, alıp verdiğimiz nefeslerin hesabının bizlere sorulacağı Efendilerimizce defalarca buyrulmuştur.
Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Peygamberimiz (sav.) Efendimiz: “İnsanlar bir mecliste oturur da orada Allâh’ın ismini anmazlarsa, eksik bir iş yapmış, bir günah işlemiş olurlar. Kim bir yolda yürür de Allah -azze ve celle-’yi zikretmezse, eksik bir iş yapmış, bir günah işlemiş olur. Kim yatağına girer de orada Allah’ı zikretmezse, yine eksik bir iş yapmış, bir günah işlemiş olur.” diye buyurmuşlardır.
Mustafa AYALTI
İstanbul, 01 Ekim 2019