Rıza kavramı; sözlük anlamı olarak murakabe etmek, işi kolaylıkla kabullenmek, sızlanmamak, yakınmamak, dert yanmamak, hoşnut ve memnun olmak, beğenmek, boyun bükmek ve iyimser olmak demektir.
Tasavvuf ıstılahında ise rıza kapısı anlamında kullanılır.
Rıza yoluna girmek, acı ve yenmesi zor bir lokmaya benzetilmiştir. Bu nedenle rıza lokması denilmiştir. Rıza; hükm-ü ilâhî karşısında kulun, itirazsız boyun eğmesi ve her konuda tam bir teslimiyet göstermesidir. Rıza, her tecelliye müteşekkir olup kalbi itirazlardan beri tutmak ve Hakk’ı halka şikayetten vazgeçmektir.
Güzel aşık cevrimizi,
Çekemezsin demedim mi?
Bu bir rıza lokmasıdır,
Yiyemezsin demedim mi? (Pir Sultan Abdal)
İnsanın yaratılış sebebi; Rabbini tanıması, Rabbine kul olması ve O’na kulluk yapmasıdır. Kulluğun gereği olan “ubudiyet”; Hakk’a ram olmak ve yaşanan bütün tecellilerden razı olmaktır.
Tevekkül, gassalin önündeki ölü gibi kişinin kendisini Rabbine teslim edip ondan yardım dilemesi olarak tarif edilirken; sabır ise bela ve musibetlere göğüs gerip itirazı terk etmek olarak tarif edilir. Rıza ise tevekkül ve sabrı tamamlayan ruhî bir yükseliş ve tevekkülün nihaî mertebesidir.
Rıza iki aşamada gerçekleşir ve kemale erer. Yani rızanın iki boyutu vardır: Biri kulun Allah’tan razı olması, ikincisi ise Allah’ın kuldan razı olmasıdır.
Bu iki rıza hali, nefs-i râziyye ve nefs-i merziyye yani razı olan ve razı olunandır. Bu hâllerin de sırasıyla yaşanması gerekmektedir. Zira önce kulun Rabbinden razı olması gerekir. Bu noktada razı olanın celali tecellilerden de cemali tecelliler kadar memnun olması gerekmektedir. Hz. Pir Cüneydi Bağdadi: “Rıza, belayı ganimet bilmektir.” diye buyurmaktadır.
Allah’ın kulundan razı olması ise bundan sonra gerçekleşmektedir. Nitekim Fecr sûresinde de önce râziyye, sonra merziyye zikredilmiştir. Rızayı ilahiyi arzulayan salikin, önce Rabbinden razı olması gerekmektedir. Sen Allah’tan razı isen Allah da senden razıdır.
“Ey itmi’nana ermiş nefis, dön Rabbine; sen O’ndan, O senden razı olarak.” âyetinde kulun Allah’tan rızası öne geçirilmiştir.
Salik masivadan, arındığı nispette Rabbinden razı olur. “Rıza mertebesine ulaşmak isteyen salik, unutmasın ki Hak rızası taatları içinde gizlidir.
“Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.” âyetinde, önce Allah’ın kuldan razı olduğu belirtilirken; Allah u Teâlâ kulundan razı olmadıkça, kulun O’ndan razı olmasının mümkün olamayacağı belirtilmiştir.
Rıza kuldan, davet Allah’tandır. Yani kulun rızası, Allah’ın rızasına bitişince itmi’nan gerçekleşmiş olur. Sükûn ve huzur hâli ortaya çıkar. Fevkalade güzel ve kemali bir neticeye ulaşan bu kimselere ne mutlu. Öyleyse kula düşen, önce kulluk görevini yerine getirerek Rabbini tanımak, salih kul olmak ve O’ndan razı olmaktır.
Cüneyd-i Bağdadî: “Rıza, kulun kendi iradesini ortadan kaldırmasıdır.” yani “Külli iradeye teslim olması, kâr zarar peşinde koşmayıp mâsivâya bağlanmamasıdır.” diye buyurmuştur.
Rabiatü’l-Adeviyye’ye: “Kul, ne zaman rıza mertebesine ulaşır?” diye sorulunca: “Allah’ın nimeti kadar musibeti de kendisini memnun edince!” cevabını vermiştir.
Allah Teâlânın Hz. Mûsâ’ya “Ey İmran oğlu, hiç şüphen olmasın ki rızam, kazama razı olmandadır.” diye vahyettiği bildirilmektedir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri de bir beyitlerinde bunu şu şekilde vurgulamışlardır:
Hoştur bana Sen’den gelen,
Ya gonca gül yahut diken,
Ya hil’at ü yahut kefen,
Kahrın da hoş lütfun da hoş.
Görülüyor ki rızada esas olan mutlak bir teslimiyettir. Rıza, tasavvufta çetin ve nihayi bir makam olarak kabul edilir. Aynı zamanda bu makama “Rıdvanullah” makamı da denilmiştir. Rıza makamına ulaşan salih, bütün istek ve beklentilerinden vazgeçmiştir. O salik, artık hiçbir tecelliden şikayetçi olamaz.
Bazı mutasavvıflar rızanın, makam mı yoksa hâl mi olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları rızanın tevekkülün sonu olduğunu ve bir makam olduğunu, kulun kendi çabası ile elde edildiğini söylerler. Bazıları ise rızanın yaşanılan bir hâl olduğunu, kesbî (kazanılan) değil vehbî (verilen, bağışlanan) olduğunu öne sürerler. Aslında bu iki düşüncede herhangi bir zıtlık görülmemektedir . Çünkü rıza, başlangıçta kulun gayretine bağlı olarak kesbi bir biçimde elde edildiğinden makamdır.
Sevgi, rıza makamı içinde önemli bir basamaktır. Bütün güzel ahlâklar arasında olduğu gibi rıza ile sevgi arasında da bir ilişki vardır. Çünkü seven, sevdiğinin yaptıklarından hoşlanır ve razı olur. Seven, sevdiğinden gelen acıyı duymaz. Hak sevgisiyle dolu bir gönle sahip olan sâlik ise tecelliler karşısında asla sarsılmamalıdır.
Bazı mutasavvıflar “muhabbet (sevgi), rızanın içinde mutâlâ edilmelidir” derler. Zira muhabbet, sadece rıza ile gerçekleşir. Rızasız muhabbet olmayacağı gibi muhabbetsiz rıza da olmaz. Rızaya eren, ne dünya için ne de ukba için bir şey temenni etmez, istemez.
Hasılı yaşadığımız bütün tecellileri, Haktan bilerek rızaya ulaşmak için daim gayrette olmamız gerekir.
Cenâb-ı Hak, cümlemizi en güzel şekilde kendisinden razı olan ve razı olunan kullarından eylesin. Rıza’en lillah, Rıza’en Resulullah ve Rıza’en ehlibeytike ya Resulullah ve ila ahir.
Ali BEKTAŞ
İstanbul, 14 Aralık 2018