Aziz dostlar, insanların ayıplarını araştırmamak, hatta tesadüfen görülen ayıp ve kabahatleri dahi örtmek, her müminin beşerî münasebetlerinde dikkat etmesi gereken mühim bir husustur. Bu davranış tümüyle Muhammedî ahlakın en güzel şekilde yaşanmasıyla hayat bulur.
“İnsanda ayıptan başka bir şey görmeyene, binlerce ayıplar olsun” diyen manevî büyüklerimiz; yaratılmışlarda ayıp ve kusur aramak, onların eksiğiyle uğraşmak yerine, “Mümin, müminin aynasıdır” hadis-i şerif’i gereğince bu aynada kendi eksik ve kusurlarımızı görüp onları düzeltme yoluna gitmemizi tavsiye etmiştir.
İnsanın kendi kusurlarını görmesi, yüce Allah’ın ona bir nimeti ve lütfudur. Onun için İmam-ı Gazali Hz. şöyle der: “Allah kuluna bir iyilik dileyince ona kendi kusurlarını gösterir. Derin görüşlü kişiye, kusuru gizli kalmaz. Kusur bilinince tedavisi kolay olur. Fakat insanların çoğu kendi kusurlarının farkında değildir. Kardeşinin gözündeki çöpü görür, kendi gözündeki odunu görmez.”
Şeyh Sadi ne güzel buyurmuştur:“Şunu bil ki, bu dünyada başkalarının hep iyi taraflarını görenlerin, yarın mahşer günü kusurları görmezlikten gelinir. Ey akıl sahibi! Gül, dikenle beraber bulunur. Senin dikenle ne işin var? Gülü demet yap. Eğer tabiatında daima ve yalnız kusurları görmek varsa tavus kuşunda çirkin ses ve ayaktan başka bir şey göremezsin.”
Seyyid Burhaneddin Hazretleri de Maarif adlı eserinde şöyle der: “Birisi bir şeyhin kapısına vardı, yukarı baktı: ‘‘Şeyhim’’ dedi, ‘‘Damınız, tavanınız eskiyip harap olmuş.’’ Şeyh: ‘‘Bu adamın ayakkabılarını önüne koyun.’’ buyurdu. ‘‘Bu kişinin perişan bir bakışı, perişan bir görüşü var. Geldi, oturur oturmaz, damdan tavandan, perişanlıktan haber vermeye başladı.’’ (Maarif, 64)
“Her kim, bir Müslüman kardeşinin ayıp ve kusurlarını, kimsenin görmediği ve görmesini istemediği şeylerini örterse, Allah u Teala da kıyamet gününde onun ayıplarını örter. Her kim, Müslüman kardeşinin ortaya çıkmasını istemediği bir şeyini ortaya çıkarır ve dile verirse, Allah da onun ayıplarını, kimsenin bilmesini istemediği hallerini meydana çıkarır.” (Hadis-i Şerif)
Bizler başkalarında ayıp ve kusur olarak gördüklerimizi ortaya dökmedikçe Settar olan Allah da bizlerin eksik ve kusurlarını ortaya döküp insanlar arasında bizleri zelil, hor, hakir bir hale getirmez. Cenab-ı Hak tarafından hoş görülmek, affedilmek, bağışlanmak istiyorsak öncelikle biz başkalarına karşı hoşgörülü, bağışlayıcı ve affedici olmalıyız.Gönüllerinde Allah’ın muhabbetini taşıyanlar, affetmeyi ve kusurları örtmeyi de severler.
Fussilet Suresi, 34. ayetinde: “Güzellikle çirkinlik, iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir davranışla sav. O zaman görürsün ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sımsıcak bir dost oluvermiştir.” diye buyrulmaktadır.
Koca bir cihan hükümdarı olan Kanuni Sultan Süleyman, bir beyitte ayıp örtmeyi ne güzel ifade etmiştir:
“Kimsenin ayıbını görüp kılma zinhar aşikâr,
Günde yüz bin ayıbın örterken İlahe’l-alemin”
Bir gün Cebrail (as) Efendimiz’e (s.a.v.) gelir. Elinde Tuğba Ağacı'nın dallarından, yapraklarından örülmüş yeşil bir hırka vardır. Cebrail (as), Efendimiz’e Allah’ın emrini iletir ve bu hırkayı önce kendisinin giymesini, daha sonra da birine giydirmesini söyler. Efendimiz o hırkayı ilk önce kendisi giyer, daha sonra da meclisinde bulunanlardan Hz. Ömer’e sorar: ‘‘Ya Ömer, bu hırkayı sana versem ne yaparsın?’’ ‘‘Ey Allah’ın Peygamberi, o hırkayı giyerim ve insanları adaletle yönetirim.’’ der. Sonra peygamber Efendimiz aynı soruyu Hz. Ebu Bekir’e sorar.Hz. Ebu Bekir: ‘‘O hırkayı giyer ve insanlara doğruluğu ve hakikati anlatırım.’’ der. ‘‘Ya Osman, sen ne yaparsın bu hırkayla?’’ diye sorar Efendimiz. Hz. Osman cevaben: ‘‘Ey Allah’ın Resulü, o hırkayı giyer ve insanları edebe, hayaya ve iffete çağırırım.’’ der. Ve Efendimiz son olarak Hz. Ali’ye sorduğunda aynı soruyu Hz. Ali: ‘‘Ey Allah’ın Resulü, o hırkayı giyer ve bütün insanların kusurlarını örtmeye çalışırım.’’ deyince Efendimiz, hırkayı Hz. Ali’ye giydirir.
Efendimiz ‘den Hz. Ali’ye gelen bu feyz ve aşk, silsile silsile devam edip erenlerin gönlüne işlenmiştir. Bundan dolayıdır ki gönül ehli olanlar, hata ve kusurları örten kişiler olmuşlardır.Hırkayı giyen, insanların kusurlarını örter.
“Bir kimse birinin ayıbını kusurunu görüp onu da söylerse, o kusuru kendisi satın almış olur.” Bu söz Tirmizi’den nakledilen bir hadis-i şeriftir. “Din kardeşini bir suçundan dolayı ayıplayan kimse, o suçu(günahı) kendisi de işlemedikçe ölmez.”
Aşağıda anlatacağımız dört Hintlinin hikayesi bu hadis-i şeriflere en güzel örneği teşkil etmektedir:
Dört Hintli Müslüman bir mescide namaza girerler. İbadet etmek için rükuya varırlar, ardından secde ederler. Her biri niyet eder, tekbir getirir, kendi noksanlarının ve hatalarının idraki içinde, hulus ile candan yakararak namaza başlar.
Bu sırada mescidin müezzini gelir. Namaz kılan hintlilerden biri, kendisinin namazda olduğunu unutarak: ‘‘Ey müezzin! Ezanı okudun mu? Yoksa daha vakit var mı?’’ der. Öbür Hintli, namaz içinde olduğu halde: ‘‘Sus be kardeşim, söz söyledin, namazın bozuldu.’’ diye söylenir.Üçüncü Hintli, ikincisine: ‘‘Be kardeşim, ona ne kusur buluyorsun? Sen de namazda söz söyledin. Sen kendine bak, öğüdü kendine ver!’’ der.
Dördüncüsü de: ‘‘Allah’a hamd olsun ki üçünüz gibi ben kuyuya düşmedim, sizin gibi namazda konuşarak, namazımı bozmadım.’’ der.
Böylece dördünün de namazı bozulur. Şunun bunun hatasını, ayıbını görüp söyleyenler, ayıplı ve kusurlu kişilerden daha çok hata yapar, daha çok yol kaybeder, sapıklığa düşerler.
Yukarıda sözü edilen dört Hintli de gibi aslında dünyada yaşam mücadelesi içindeyken birilerinin eksiğini ve kusurunu görüp bunu söyleyenler de aslında aynı hataya düşerler. Bu hikâye de önemli olan nokta, dördüncü kişinin şükrediyor olmasıdır. O sadece ‘Ya Rabbi, çok şükür ben konuşmadım’ dedi. Onun bu şükrü dahi namazının bozulmasına sebep oldu. Bu şükürde çok gizli de olsa bir şirk, bir benlik, kendi kusurunu görememe vardır.
Anlatılanlardan sonra şöyle bir soru akla gelebilir: ‘‘Varsayalım ki birinin hatasını, yanlışını gördük. Onu uyarmak ve yanlışını düzeltmek yerine, susup etrafı kırıp dökmesini seyretmek mi gerekir?’’ Elbette anlatılmak istenen bu değildir. Gözden kaçan çok önemli bir anlayış vardır:“Zalimleri affetmek, mazlumlara zulmetmektir.”
Hoşgörünün de bir sınırı, ölçüsü, adap ve erkanı vardır. Cenab-ı Allah’ın hoş görmediğini, Hz. Peygamber’in (sav) kabul etmediğini, aciz bir kul ne hakla hoşgörür ne hakla kabul eder!
Kişi, kendi nefsine ağır geleni affedip hoşgörmekle mükellef olabilir. Fakat sorun, geneli ilgilendiren, toplumsal boyutu olan bir olaysa burada durum başkadır. Ne yazık ki “Ne olursan ol gel” mısrası da aynı manada çok yanlış anlaşılmıştır. Bu ulvi davetten maksat, geldiği yere yakışır bir şekilde yaşama gayreti içinde olmaktır. Güzeller ve temizler şehrinde, ancak güzel ve temiz olanlar yaşar. Aşıklar şehri ise bunun çok ötesinde bir yerdir.
Bütün vücudun zehirlenmesini önlemek için yılanın ısırdığı parmağı kesip atmak gerekir. Böyle bir durumda kesilen parmağı değil bütün bedenin sıhhatini düşünmek gerekir.
“Cenab-ı Hakk’ın haklarını reddedene, saymayana karşı vefalı olmak, iyi bil ki vefasızlığın ta kendisidir. Hiç kimsenin hakkı, Cenab-ı Hakk’ın haklarından önce gelemez.” (Mesnevi, cilt 3, sayfa 324.)
Hiçbir tevil ve şerhe ihtiyaç olmayan son derece açık ve net bir beyit!.. Bu beyit, toplumla ilişkilerimiz çerçevesinde söylenmiştir. Hz. Ali Efendimiz, yüzüne tüküreni affetmiştir fakat gerektiğinde Zülfikarı da elinden bırakmamıştır. Asıl gaye, birilerinde herhangi bir yanlış, hata gördüğümüz zaman onları ayıplamamak, küçümsememek, rencide edecek şekilde hatasını yüzüne vurmamak, aynı hatayı kendimiz hiç yapmayacağız duygusuna kapılmamak veya sağda solda birilerinin dedikodusunu etmemektir.
Yoksa göz göre göre uçuruma düşen bir kişiyi susup seyretmek ya da haksızlığı hoş görmek demek değildir. Yanlış davranışlar içerisinde olan herhangi bir kişiyi kırmadan, incitmeden, en zarif biçimde uyarmaya çalışmak en önemli insani vazifelerimizden biridir. Fakat önüne her gelen eline neşteri alıp ameliyata kalkışırsa da durum çok vahim olur. Dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan biri budur.
“Kendisi himmete muhtaç dede/ Nerede kaldı gayrıya himmet ede” durumuna düşmemek gerekir. Yanlışı düzeltmenin en makbul yolu dil ile değil, hal ile örnek olmaya çalışmaktır. Çok kıymetli mücevher satıcıları hiçbir zaman mahalle pazarcısı gibi bağırıp çağırarak müşteri çekmezler.
“Her insanın nefsani huylarından ve hayvani ahlakından birçok hastalığı var. Eğer kişinin merhemi varsa, onu önce kendi başına sürmesi gerekmez mi? Kendi kusurlarını görmek ve kendini ayıplamak, o ayıbı iyileştirmenin merhemi ve ilacıdır. Bir kimse işlediği suçlar ve günahlar neticesinde pişman olur, kırık dökük bir hale gelir ve tam bir pişmanlık yaşarsa, “Bir kavmin azizi zelil olursa, ona acıyın” hadis-i şerifi o kişi tarafından yaşanmış olur. Bir müminde gördüğün ayıp ve kusur sende yok ise kendinden emin olma, kendine fazla güvenme! Olabilir ki o ayıbı sende bir gün işleyebilirsin. Senin de o ayıbın, kınadığın adam gibi halk içinde yayılır, etrafça duyulur.Şeytan yıllarca iyi bir adla ömür sürdü. “Azzazil” adı ile melekler arasında aziz ve muhterem tutuldu. Sonra rezil ve rüsvay oldu. Bak da gör, ibret al, adı ne idi, şimdi ne oldu.”
“Bir gün Hz. Âdem gurura kapıldı da ismi Azzazil iken şeytan olan İblise hakaret ve nefretle baktı. Kendini gördü, kendini beğendi de lanetlenmiş şeytanın işlerini beğenmedi, onu kınadı, ayıpladı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak‘‘Ey tertemiz Âdem, sen sırları bilmiyorsun’’ diye seslendi. Eğer Allah beklenilmeyen bir iş murat eder de lütfu yerine kahrı tecelli ederse, dağı bile kökünden söker atar. O anda senin gibi yüzlerce kimse Adem’in perdesini yırtar, yüzlerce İblis de yeniden Azzazil olur gider.’’ diye buyurdu. Bu hitap üzerine Hz. Âdem:‘‘Allah’ım, ben şeytanı kınayan, ayıplayan görüş ve düşüncemden tövbe ettim. Bir daha böyle küstahça düşüncelere kapılmam. Ya Rabbi, kullarını ayıplamak, onları kınamak, onlarda kusur ve eksik görmek sadece Sana yaraşır. Çünkü kusursuz, ayıpsız, eksiksiz bir tek Sensin.’’ dedi.
Görüldüğü üzere Cenab-ı Hak, gerektiğinde şeytanına bile laf söyletmiyor. Eşref-i mahlukat olarak yaratılmış olan kullara hangi cesaretle dil uzatabiliriz ki? Vesselam, bizlere haddimizi bilip sadece kendi eksik ve kusurlarımızı düzeltme yoluna gitmekten başka çare görünmüyor.
“Şibli Hazretleri bir gün yolda giderken sarhoşun birini çamurlara bulaşmış, yerde yatarken görür. Onu ayıplayarak, yaptığı işin çok yanlış olduğunu anlatır. Sarhoş ise: ‘‘Ey Şibli, benim üzerimdeki çamurlar bir kova su ile temizlenir. Beni ayıpladın ya şimdi otur düşün bakalım, seni hangi su temizler?’’ der. Hz. Şibli, sarhoşun bu sözlerinden öyle etkilenir ki bu anı ve sözü, hayatındaki dönüm noktalarından biri olarak kabul eder.”
“Allah birisinin perdesini yırtmak, ayıbını ortaya dökmek isterse, onun gönlüne temiz kişileri kınama, ayıplama isteği verir. Allah, bir kimsenin ayıp ve kusurlarını örtmeyi dilerse o kişi, nefs yüzünden kirlenmiş, günahlara, ayıplara bulanmış insanların bile ayıplarını göremez, söyleyemez olur. Eğer ki sen, insanların kusurlarını gören iki gözünü kapatırsan, ancak o zaman öteki aleme bakan mana gözün açılır. Yoksa hep kör olarak yaşar, öteki aleme de kör olarak gidersin.”
Niyazi Mısri Hazretleri: “Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı,
Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyâr kalmadı.” diye buyurmuştur.
Her türlü çirkinliğin doğma sebebi olan nefs anası ortadan kaldırılınca, diken gibi görünenler bile hoş kokulu bir gül haline gelecektir. Tüm insanları, kendi isteklerimiz doğrultusunda tek şekil, tek suret, aynı görüş ve aynı düşünce kalıbına sokmaya muktedir olmadığımıza göre, Cenab-ı Hakk’ın istediği doğrultuda bir kul olarak bu alemde yaşamaya mecburuz. Zaten nefsini terbiye etmekten aciz olan bir insan, başkalarını nasıl terbiye edebilir ki?
Ey her noksandan münezzeh olan, eşi benzeri olmayan Rabbim, sonsuz rahmetinle bizlere rahmet ve merhamet eyle.
A. KETENCİOGLU
İstanbul, 08 Nisan 2017