Kelime-i tevhidin ruhu edeptir. Zira edep, dünya hayatının belalarından kişiyi muhafaza eder. Edepli kişi Hakk’ın karşısında varlık iddasından vazgeçmiştir. Hani bir söz var ya; “Edep bir tac imiş nur-ı Hüda’dan, giy o tacı emin ol her beladan.” Göklerden dünyaya yağmur gibi musibet ve bela yağmaktadır. Sadece Allah’ın varlığını tasdik edip kendi varlık vehminden geçene musibet nasıl ulaşır? Hariçte vücud yoktur ki musibet ona isabet etsin. Edep, kulu halka ait musibetlerden saklar. Daha doğrusu Hakk o kişiyi kendi zatı için saklar.
Derler ki Azazil, yani İblis, Hz. Adem’e secde emri gelmezden evvel meleklere hocalık yapıyordu ve yeryüzünde secde etmediği mahal yoktu. Ama o, yaptığı taati kendinden biliyordu. Adem’e secde etmeyi reddettikten sonraki sözleri aslında daha evvel yaptığı küstahlığın ve kendinden olan benliğin eseriydi. İlk olarak taati kendinden görme esepsizliği onu Adem’e secdeden alıkoydu. Zira daha evvel de arz ettiğimiz gibi edepsiz kişinin Hakk’ın huzurundan uzaklaştırılmasının en bariz alameti Hakk celle ve ala Hazretleri’nin sevdiği kullarıyla arasının açılmasıdır. Şeytan, evvelki secdelerini kendinden, Adem’e secde etmeyişini ise Allah’tan bildi. Sonra yaptığı edepsizliğe eman dileyeceğine süre istedi. Bu süreyi tövbe için değil, Allah’a isyan için kullandı. Yani Allah’ın mülkünde, Allah’ın kudretinde Allah’a asi oldu. O isyan bile Allah Teala’nın ona müsadesiyle gerçekleşti.
O halde karşımıza şöyle bir manzara çıkıyor: Aleni isyan edepsizliktir. İmanın tadını almamak edepsizlik alametidir. Günah işlemek ayrı edepsizlik, günaha nereden bulaştığını bilmemek, günahta ısrar etmek, pişman olmamak ise ayrı edepsizliktir. Ama en büyük edepsizlik işlediği kabahatleri Allah’a, yaptığı ibadet ve taatleri de kendine nisbet etmektir.
İbadetlerin evvelinde istiğfar vardır. Efendimiz(sas) bilhassa en büyük zikir olan namazla bizleri bu edebi düşünmeye sevk etmiştir. Namaza durmadan evvel istiğfar etmek sünnettir. İbadetten evvelki istiğfar mabudun huzuruna resmen çıkışımız hasebiyle o ana kadar yaptığımız tüm günahları kabullenip Cenab-ı Hakk’ın mağfiretini talep etmektir. İbadetten sonra yaptığımız istiğfar ise, ibadetin içindeki hataların telafisi içindir. Bu ikinci istiğfarın en önemli manası kendi ibadetimizden dahi Allah’a sığınmak ve taatım benim kuvvetimle, kudretimle oldu düşüncesinden uzak olmak için Hakk Teala’ya rücu etmektir. İbadetler iman nurunun etrafındaki muhafazalar gibidir. Dolayısıyla insan ibadette ve taatte Allah’a kulluğa, itaate devam etmek mecburiyetindedir. İbadet ü taatı ve insaniyeti değerlendirirken Cibril hadis-i şerifinden hareket etmek lazımdır. İman, islam ve ihsan. Bir insan imanı takliden söyler, kalbi kabul ederse mümin olur. İnandığı Allah’ına teslim olmak niyazında bulunursa, o teslimiyeti göstermek üzere hem ibadet taatı hem de itaati haram helal çerçevesinde yerine getirir. Fakat bu kafi değildir. Allah Teala madem ki bu kainatı muhabbet üzere yarattı, bu muhabbetini idrak etmek üzere de insanı yarattı.
Kendisi muhabbet üzere yaratır da insan bu muhabbeten nasıl yüz çevirir? Dolayısıyla Allah Teala’nın emirlerine ve yasaklarına “Emretti mecburuz. Yoksa yapmazsak bizi yakar. Yapalım ki Cennet’e girelim.” diyerek Resulallah Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in edebine ulaşılmaz ancak ahlakı taklid eder bu insan. Taklid de tahkik derecesine göre bir şey getirir. Hiçbir zaman hakikati olmaz. Tefekkür lazımdır. Fakat tefekkür için Allah Teala’nın hislerini tahsiz ettiği, düzelttiği, Allah’ın aklıyla akıllanan bir dimağa sahip olmak lazımdır. Yoksa hindi gibi düşünmeye tefekkür denilmez.
Hakiki manada tefekkür ancak yakınlıkla mümkündür. Yakınlık için de en önce istenileni yapmak gerekir ama bununla da yakine erilmez. Hadis-i şerifte işaret edilen nafileler vardır. Bunlar, Cibril hadisindeki ihsan mertebesine işarettir. Yani “Ya Rabbi! Sen bana bunu emrettin, ben kılarım. Resulallah bundan evvel dört rekat daha kılmış. Aman ne demek! Hemen kılayım. Başka ne yapabilirim Ya Rabbi?” demek ihsan şartıdır. İnsan ancak öyle bu muhabbetin tezahürüne mazhar olur. İşte bir insan buna meylederse işte bu meyil bir zaman sonra muhabbete dönüşür, muhabbet de aşka dönüşür.
İşte o zaman kişi bu edebe sahip olur. Yoksa Arapçada bir tabir vardır; ‘fe-illa la yani’ “Böyle olmazsa olmaz” yahut ‘fe-illa fela’ yani “Böyle olmazsa yok, istisnası bile yok!.” Allah’ın Resulü’nün edebinden nasiplenenlere bakılırsa hepsinin yakin kullar olduğu görülür. Ama onları yakınlığa sevkeden, yakınlıklarını muhafaza eden cevher olarak da hep edebi görürüz. Edebe riayet etmişlerdir ve hep edebin çizgisi üzerinde durmuşlardır. Sahabe-i kiram hazeratı tamamıyla bir edep abidesidir. Edeple fethetmişlerdir. Mesela Mekkeli müşrikler diyor ki, “Hiçbir sultanın katında kendisine böyle tabi olunan, bu kadar muhabbet edilen bir saltanat sahibi görmedik. Konuşmaya başladığı zaman yer gök susuyor adeta. Ve O konuşmaya başladığında yanındaki ashabı taş kesiliyor, kıpırdayamıyorlar bile!” Allah Resülü’ne edep sevenler için şarttır. Ve ihsan mertebesi olarak sadece emir ve yasaklar veya “Resulallah yapmış, biz de yapalım” demek değil, “Gerçekten ben O’na nasıl kavuşurum? Nasıl O’na vasıl olurum?” diye dert sahibi olmak lazımdır. Bu derdin dermanı, bu muhabbetin de vesilesinin edep olduğunu unutmamak icab eder. Hepsi birbirine bağlı, hem birbirini besleyen hem de birbirini çağıran, davet eden hasletlerdir. Efendimiz(sas) hilkaten, yani yaratılışı gereği, ahlaken ve her cihetten yaratılmışların ekmeli, eşrefi ve ahsenidir. Sahabe-i kiram hazeratı da nurdan kandiller gibi Efendimiz’in(sas) güzelliğini yansıtan şahsiyetler olmuşlardır. Sahabinin en alt derecesinde olduğu söylenilen- ki bunu söylerken dahi Allah Resulü’nden utanırız. O’nun ayağının tozu olmaya Cenab-ı Hakk bizi muvaffak eylesin- Vahşi(ra) olduğu söylenilmişse de o zat-ı ali dahi yalancı peygamber Müseyleme’yi katletmiş bir tevhid abidesidir. Yani bu ümmet, ümmet-i edeptir. Çilelere tabidir.
Nimetlere şımarmak musibetinden Efendimiz(sas) hürmetine muhafaza edilmiştir. Efendimiz’in rahmetinden ve şefaatinden onlara en büyük paye yani çile ve edep ihsan olunmuştur. İki cihan serveri Efendimiz(sas); “Ümmetimin alimleri Beni İsrail’in peygamberleri gibidir.” buyurarak edebin ve Cenab-ı Hakk’a yakınlığın bu ümmetin vasfı olduğunu açıkça zikreylemiştir.
Zahirdeki vücudumuzun akıl çerçevesinde takıntığı fiile ‘ahlak’ denir. Bir kişinin Allah ve Resulü’nün ahlakıyla ahlaklanması, esasında kalp insanı dediğimiz o varlığın ahlaklanmasıyla mümkündür. Sinemizdeki kalp insanının ahlakına ‘edep’ denir. Edebin dıştaki vücuda sirayet etmesine ‘ahlak-ı hamide’, ‘ahlak-ı Resulullah’ yahut ‘ahlakullah’ denir. Tertip böyledir.
Edep kişinin hududlarıyla sınırlıdır. Zaten insan veya herhangi bir mahluk kendi edebini idrak etmekle mükelleftir. Çünkü kendi idrakini aştığı anda Allah’ın edebini görecektir. Yine edepten dışarı çıkamaz. O kendi bulunduğu alanın ötesi ayrı bir edep ister. O edebin sahibi de Hazret-i Allah’tır. İnsan o zeminde yürüyebilmek, edebin üzerinde yürüyebilmek için edep kesilmelidir, vesselam.
Zahir ilmin kendine ait zahir bir edebi vardır. Kişi o zahir ilmin edebini yaparsa ilme’l-yakinden ayne’l-yakine yükselir. Ayne’l-yakine geldiği zaman o ayne’l-yakinin gerektirdiği başka bir edep vardır. O edebi yerine getirirse hakka’l-yakine yükselir. Hakka’l-yakinin de edebi vardır.( Necm Suresi,17).
Haddini aşmamak, Allah’ın ona tayin ettiği hududu idrak etmek... Orada muhteşem bir nefis terbiyesi vardır. Kendi cüz’i iradesinin nerede başlayıp nerede bittiğini, külli iradeye hangi hususta teslim olacağını tek tek tefrik edebilmek... Çünkü Allah Teala’ya hakkıyla kul olanları Allah Teala, hem nefsine arif hem kendine arif eylemiştir. Bu adet-i sübhaniyeleridir. Hakka’l-yakinin bile bir edebi vardır.
Efendimiz’in(sas) sadece miracın o ilk tahiyyat kelamındaki selamlaşma bahsine bile baksak, o mertebede edebin olduğu, hatta o mertebedeki edebin çok daha önemli ve çok daha zor olduğunu düşünmek icab ediyor. Dolayısıyla her makamın kendine göre bir edebi vardır. Ahlak, o edebi tahsil içindir. Kişi o ahlaka riayet ederse edebi ayne’l-yakin olur. Allah’ın kendi edebinden giydirmesine de o sahanın edebi denir ki bu, hakka’l-yakin mertebesidir.
Allah Teala Erhamü’r-rahimin’dir, Resulullah Efendimiz Rahmeten li’l-alemin’dir. O’nun ‘merhametlilerin en merhametlisi’ ve Efendimiz’in de ‘alemlere rahmet’ oluşundan dolayı, ancak Latif sırrı ile bulunabilecek bu edebi Hazret-i Allah bizim zahir alemimize de göstermiştir. ‘Mekarim-i ahlak’ insanı doğrudan Allah’a vasıl eden ahlak demektir. Bu ahlakın zahiri ölçüleri bizim alemimizde Allah’ın rahmetiyle ayandır. Fakat bundan ibaret değildir.
Eğer bu idrak ile yürünürse mekarim-i ahlakla edep arasında fark yoktur, denilebilir. Ama “Edep sadece bu zahiri ölçülerden ibarettir.” denilirse o zaman edep ile mekarim-i ahlakı birbirinden zaten ayrılmış olur ki, o zaman bizler için bahşedilen yol anlaşılamaz. Bu, şuna benzer: Kur’an-ı Kerim’deki bir ayetin mealinde; “Senin Rabbin sırat-ı müstakim üzeredir” veya Resulullah için “Muhakkak Sen sırat-ı müstakim üzere gidiyorsun” deniyor. Allah için böyle bir şey söylenebilir mi? ‘Allah Teala sırat-ı müstakimde’ demek “Sırat-ı müstakimde olanları bizzat muhafaza etmek için Allah oradadır” demektir. Allah Resulü’nün sırat-ı müstakimde oluşuysa; “Resulullah, sırat-ı müstakimde bulunanlara rehberlik için o yoldadır” demektir. İkisi aynı şey değidir. Biz sırat-ı müstakime iletilmeyi dileriz ve Allah’tan hidayet isteriz. Ama Onlar o hidayeti gösteren zatlardır. Şimdi böyle bakıldığında, Allah Teala’nın ahlakı vardır, Resulullah Efendimiz’in de ahlakı vardır, müminlerin de ahlakı vardır.
Allah Teala’nın ahlakı haşa hilkatten gelen ahlak masında değildir. Kendi zatını tanıtmak için giydiği; zahiren anlamamız için bizlerin idraki için tenezzülen bahşettiği, beyan ettiği ahlakıdır. Ve bu ahlak, Allah Resulü’nün üzerine tıpatıp, birebir oturmuştur. Hazret-i Hasan bin Sabit’in(ra) söylediği gibi: “Sanki Allah’la başbaşa vermişsinde, Allah sana ahlakını öyle giydirmiş.” Şimdi bir kişi bu ahlakın, batıni alemden ve tamamen mana aleminden giydirilen ahlak olduğunu idrak ederse ve bu ahlakı, kendisine tenezzülen beyan edilen ahlak olarak kabul ederse, işte edebe, o ahlakın edebine kavuşmuştur. Fakat “Ben bunu taklid etmekle bu işi yaparım” diye düşünüyorsa, o zaten ta başından edepsizlik yapmıştır. Çünkü taklidle hakikat birbirinden ayrı şeylerdir.
Aslıhan KETENCİOGLU
İstanbul, 28.06.2016