Değerli dostlar; “Kur’an-ı Kerim ayet ayet edeptir.” Edep bize; eline, beline, diline sahip olmak şeklinde takdim edilmiş olmasına rağmen bundan farklı bir hususiyet arz eder. Hazret-i Mevlana’nın sözlerine bakarsak onun bu farklılığa işaret ettiğini görürüz. Ama ondan evvel şunu arz etmek icab eder: Bir kere ‘edep’ kelimesinin İslami literatürde, İslam ahlakında nasıl kullanıldığına hemen bir bakmak lazımdır. Hazret-i Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz; ‘Beni Rabbim terbiye etti, edeplendirdi, O’nun edeplendirmesine güzel! ‘ dediğine göre edep, gözle görülen ahlakın ötesinde bir cevherdir. Ahlak taklid edilebilir fakat edep taklid edilemez.
Ahlak insanın hilkatinde, fıtratında zahiren algılanabilecek hallerdir. Mesela bir insanın konuşma şeklindeki tevazuyu taklid edebilirsiniz. Fakat o tevazunun kalpte olan manasını taklid etmek mümkün müdür? Eşrefoğlu Rumi Hazretleri(ks)’nin buyurduğu gibi, “Allah bilir dervişlerin halini.” Kimseciklerin bulunmadığı anlarda bile, kalbinde Cenab-ı Hakk’a karşı yakınlık hisseden insan, elbette edeplidir. Ve tasavvuf böyle bir edebe vasıl olmak; vasıl olduktan sonra bunu yaralamamak için telkin edilen, müessese haline gelmiş bir manevi ilimdir.
Ahlakın ve ahlaki tüm davranışların kalpte neşet eden noktasına ‘edep’ denir. En önce o, edep cevheri olarak kalbi ihata eder; ondan sonra kalpteki o edep fiiliyata geçer. Dolayısıyla edep ilk başta ‘kalbin ahlakı’dır. Kalp ise nazargah-ı ilahidir. Mahbub-ı Sübhani’nin nazar ettiği, mihman olduğu mekandır, imanın temekkün ettiği makarr-ı ilahisidir. O halde kalpteki imanın ilk alameti edeptir.
İmanın şartı altı olarak bilinip de sadece o altı şartın cümlelerinde ve zahirinde kalınırsa, kişinin imanı; penceresi, kapısı, tefrişatı olmayan evin haline benzer. Cenab-ı Hak buna işaret buyurarak Kur’an-ı Kerim’inde; “Ey iman edenler, Allah’a ve Resulü’ne iman ediniz.” buyurmaktadır. Bu da götserir ki, imanın batıni şartı, deruni hali vardır. Allah Teala bunu tahsil etmemizi bizzat emretmektedir. İmanın batini şartlarından evveli edeptir. Edep, kalbin ahlakı demektir. Yani kalbin Allah Teala’nın razı olduğu amellere rağbet etmesi ve Cenab-ı Hakk’ın rızasından ve muhabbetinden düşmek korkusunun kalpte yerleşmesinin tezahürüdür.
Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’inde, adeta tamamıyla edebe hasrettiği Hucurat suresinde; “İmanı kalplerinize sevdirdi.” (Hucurat Suresi,7) tabiriyle beyan etmiştir. Daha doğrusu muhabbetle iman edenlerin edebe mazhar olduklarını; “Ve O, onunla kalplerinizi süsledi, giydirdi.” diye beyan etmiştir. Kalpte iman tam olmadan edep zuhur etmiyor. Dolayısıyla edep hem imanın alameti oluyor hem de kafirle mü’mini kılıç gibi kesip ayırıyor.
Edep latiftir, yani zahiren hemencecik fark edilmez. Menşei itibariyle kalbi olduğu için ancak kalpteki letafetle anlaşılabilir. “Ez Huda cuyim tevfik-i edep/Bi edep mahrum-i geştez lütf-i Rab. – Cenab-ı Hakk’tan bizi edebe muvaffak kılmasını dileyelim. Çünkü edepsiz olan, Allah Teala’nın lütfundan mahrum kalır.”
Cenab-ı Pir Mevlana Celaleddin-i Rumi, Allah Teala’nın lütfuna mazhariyetten bahseder. İşte Latif sırrı o letafetle, bilinen edeple olur. Ancak o zaman Allah’ın lütf-i ilahisinden ve “Latifun bi ‘ibadihi” ayet-i kerimesinden nasibdar olunur. Bu çok önemlidir. Çünkü şeriatın batınında olan hikmetlere ancak bu aşk ile nüfuz edilir. O halde Allah Teala’ya duyulan muhabbetin alameti iman, bu imanın çoşkulu bir halde kalbi sahaya yerleşmesine vesile olan da edeptir. Edebin muhafaza ettiği bu imana aşk denir. O yüzden edep aşktan, aşk da edepten beslenir. Edep olmazsa Latif sırrı olan o aşk-ı ilahi asla tam manasıyla tecelli etmez, savuşur gider.
Edep, hem salih amellerin menbaı, hem salih amellerden edinilen sevap, ecir ve derecatın muhafaza edildiği yerdir. Bu bakımdan düşünülürse edep, hem ibadetin başı hem de sonundaki haldir. İbadete sevk ederken muhabbet vardır, o ibadete muvaffak olduktan sonra edeben kulluğunu idrak vardır. Dolayısıyla edebin ihata etmediği hiç bir saha yoktur. Niçin? Çünkü Allah Teala bu alemi, muradıyla ve muhabbetiyle halketti.
Dolayısıyla onu ne kadar rahmaniyetiyle, ilmiyle, rahimiyetiyle; dünyevi ve uhrevi zuhur perdeleriyle perdelese bile neticede kühnünde bu muhabbet vardır. O halde özünde bu muhabbetle aldığı feyizle insana nizamı, güzelliği bahşeden edep, cümle alemi ihata ediyor demektir.
“Ez edep pür nur geştest in felek/ Vez edep ma’sum ü pak amed melek.- Felek edebi dolayısıyla nurlu, melek de yine edebi sebebiyle masum ve temiz olmuştur.” Burada Hz. Pir’in, cümle eflakin(feleklerin, göklerin) aşk-ı ilahi ile yaratıldığını ve onların kendilerine biçilen sahada hiç taşkınlık etmeden gitmelerini, edeple tavsip etmesi fevkalede mühimdir. Ayrıca edepli insandaki halin, o kişinin hiç bir zaman başkasına kötülük yapmayacağını ve karşısındakini şaşırtmayacağını göstermesi bakımından önemlidir.(Yasin Suresi, 38-39-40). Kamer’e göre Güneş daha baskındır fakat asla bulunduğu seviyeyi, haddi aşmaz. Ben daha baskınım deyip de, kamerin sahasına girmez. Ve kainattaki nizam hep bu edep üzere döner. Emrolunan mecrada gider, ama bir yandan da kendi derecesine göre Allah’tan çekinir, kalbi o çekingenliği hisseder. Dolayısıyla semavatta cansız dediğimiz mülkte bile edebe riayet varsa, Allah Teala’nın muhatap kıldığı idrak sahibi insanda edepsiz olmak veya edebin dışında hareket etmek mümkün değildir.
Efendimiz’in (sas) edebinden kafirler bile emindi. Efendimiz’e hakaret etmelerine ve her türlü düşmanlığı yapmalarına rağmen uzak bir yere gidecekleri vakit kıymetli eşyalarını yine O’na emanet ediyorlardı. İhanet etmeyeceğini biliyorlardı. Edepli insan böyledir. Ancak ikramıyla şaşırtır. Bu haliyle feleklerin ve meleklerin seyri gibi bir hususiyet sergiler.
Güneşin doğudan zuhuru, batıdan batması biraz gecikse nasıl şaşırırız. Güneş ve felekler belli mecrada seyrederler. Feleklerin yörüngesi hiç kendilerine çizilen hududun dışına çıkar mı? Bir de şu taraftan bakalım: Dünya üzerindeki herkes dünyaya sövse, tükürse (ki aşağı yukarı böyle yapıyoruz) dünya emrolunduğu şeklin dışına çıkıyor ve bize karşı dönmemezlik yapıyor mu?
Tüm insanlar karar alsa ve güneşe bakmasa, güneşi kötü kabul etse güneş bizim üzerimize doğmamazlık ediyor mu? Edepli insan da öyle sağlam bir iman ve sadece Allah için işlediği öyle bir ahlak vardır ki kendisine her türlü hakaret yapılsa da, her türlü iftiraya ve anlayışsızlığa maruz kalsa da edebinden hiçbir şey kaybetmez. Mahbubu’nun sözünden hiç ayrılmaz, çıkmaz. Çünkü o halk için değil Hakk için yaşar, Hakk emri ile hareket eder.
Efendimiz(sas), münafıkların başı sayılan Abdullah bin Ubey’in öldüğünü haber alınca cenazesine iştirak için hanesinden çıkıyordu. Hz. Ömer Efendimiz kapıda dikildi. “Ya Resulallah, münafığın namazını da mı kılacaksın?” diye hayretinden sual etti. Rahmeten li’l-alemin Efendimiz, Allah Teala’nın kendisini men edecek bir vahyi olmadığı için gideceğini beyan etti. Lakin malumunuzdur, bu hususla ilgili olarak o an vahy-i ilahi geldi.
Edepli bir insanın felek ve melekler gibi hep aynı değerde, aynı ölçülerde hareket ettiğini göstermesi açısından bu beyit çok zariftir. Ayrıca seyr u süluk ve aşkla kendini göklerde zannedenlere bir gönderme vardır. Eğer sizler hakikaten manevi bir miraç niyetindeyseniz gökteki feleklere ve meleklere bakın ki hepsi edep üzere devr-i daim ederek seyrederler, denilmektedir.
Burada şunu söylememiz icab eder: “ Ey iman edenler! Allah ve Resulüne iman ediniz.” ( Nisa Suresi, 136) ayet-i kerimesi imanın zahiri şartlarını kabulden sonra batıni şartlarını muhakkak yerine getirmemizi tavsiye ettiğinden, edep Allah’a gönül vermiş insanlar için farzdır. Hem itikadi farzdır, hem öğrenmesi farzdır, hem amel etmesi farzdır. Derecesine göre... Mümin olmak için, imanın emrettiği teslimiyatı yaşamak için, İslam için ayrı bir ilim lazımdır ve hayata tatbik gerekir. Yerine göre, ihmali neticesindeki derekesinden cezası kesilir, yerine göre de takdir ve tayini lazımdır. Bu cihetten bakılırsa biz de edepli olmak üzere bu dünyaya geliriz. Bilhassa aşk ve muhabbet sahasında yürüyenler için edep farz-ı ayndır. Başkasının edep göstermesiyle ondan kurtulmaz, herkesin aynı şekilde farzen bunu yapması icab eder.
“Büd zi güstahi küsuf-i aftab/ Şüd azazili zi cü’ret redd-i bab.- Güneşin tutulması küstahlık neticesindedir. Azazil, yani şeytanın rahmet- ilahiyye kapısından kovulması da edepsizce olan cüretinden dolayıdır.”
“Güneşin tutulması küstahlık neticesindedir” beytini, güneşi mabud edindiler, Allah diye güneşe tapmaya kalktılar, Hak Teala onların bu edepsizliği üzerine güneş tutulmasını takdir buyurdu şeklinde anlamak gerekir.
İlk edepsiz şeytandır. Şerrinden Allah’a sığınırız. Cümle alemi ateşe vermektedir. Bir edepsizin nifakı nelere sebep olmaktadır. İlk edebi gösteren Adem’dir(as). Cenab-ı Hak kendisine; “Ya Adem, sen o ağaca yaklaşıp ondan yemenin benden olduğunu bilmiyor muydun?” diye sual ettiğinde Hz. Adem(a.s), “Ya Rabbi, tabii ki senin kudretin ve müsadenle oldu, amma kabahati sana yüklemeye haya ederim.” buyurarak Adem olmayı ve edepli olmayı zahiren göstermiştir. Edep, Hakk katında kendi varlığının olmadığını kalben tastik etmektir. Efendimiz(sas); “Kim la ilahe illallah derse, cennete girdi.” buyurmuslardır. ‘La ilahe illallah’ kelime-i tayyibesi (temiz kelime), vehmettiğimiz her türlü varlığın aslında var olmadığının, ancak Allah’ın var olduğuna iman etmenin lisanen ifadesidir.
Aslıhan KETENCİOGLU
İstanbul, 28.06.2016