Kapı eşiği belki kapının kendisi. Artık o kapıdan kapı ondan ayrılmaz bir halde sanki. Bu dereceye işaret ederek Eşrefoğlu Rumi Hazretleri: “Allah bilir dervişlerin halini!” diye buyuruyor. Yine dervişlerin baş tacı Evliyaullah'ın sancaktarlarından Hak şairi ve nedimi Aşık Yunus, insanlar nazarındaki sıfatlardan, unvanlardan geçmeyi ve derviş olmayı, bir nutkunda şöyle ifade etmekte:
Derviş olan kişiler deli olağan olur
Ana bakan kişiler ana gülegan olur
Sakın gülme sen ana eyü değüldür sana
Kişi neye güler ise başa gelegan olur
Yunus Emre sen dahi incitme dervişleri
Dervişlerin niyazı makbul olağan olur
Muhtaç olduğu halde kapıya gelmek, yokluğun ve hiçliğin alametidir. Amma kendisine müracaat edilen kapı öyle bir kapıdır ki, bütün kapılar ona çıkar ve neticede her şey o kapıya muhtaçtır. Böylesine yüce kapının eşiği olmak, beraberinde mevcut içerisinde en büyük zenginliğe de erişmeyi getirir.
Padişahın biri, çok neşeli ve zevkli bir anında, sarayındaki bütün köle ve cariyeleri toplamış: “Bugün çok güzel haberler aldım, gönlüm coştu, herkes benden ne istiyorsa istesin. İster hazine, ister mal -mülk, ister hürriyet! Dileyin benden ne dilerseniz, vereceğim.” demiş.
Kölelerden, cariyelerden herkes isteyeceğini istemiş. O esnada kenarda boynunu bükmüş bir şey istemeden duran cariyeye gözü ilişmiş ve ona hitaben: “Sen bir şey söylemedin haydi sen de bir şey söyle” diye seslenmiş. Cariye “Her şeyi isteyebilir miyim?” diye sorunca padişah evvelki verdiği sözü yinelemiş.
Bunun üzerine “Ben sizin baş hanımınız olarak nikahınızı istiyorum.” demiş ve izdivacına talip olmuş. Verdiği söz üzere padişahta bu akıllı cariyesi ile evlenmiş ve onu hanım sultan yapmış.
Zira o sultanın sahip olduğu hazinelerden almak bir güzellik ve zenginlik olabilir ama bunlar bu hazinelerin sahibine sahip olmakla kıyaslanamaz. Dervişlik, aza kanaat gibi gözükür ama esasında en büyük zenginliğe talip olmaktır.
Tasavvuf kültüründe Hızır, rıza kapısına gelenlerle ilgilenmek üzere memur edilmiş, tayin kılınmış mübarek bir kul olarak kabul edilir.Buna binaen aynı vazifeyi gören yani rıza kapısındaki teslimiyeti talim eden o makamın taliplerine işin hikmetini anlatan her kişi Hızır gibidir. Büyüklerin “Her geceyi kadir bil, her gördüğünü Hızır bil” sözü bu öğrenmenin vakti, feyzi hiç belli olmaz, her an olabilir manasına gelen ifadeleri meşhurdur. Daimi olarak vaktini nakte, nazarını (bakışını) hep bu rızaya ayıran, kendini buna adayan kişiye derviş denir.
Hz. Mevlana Celaleddin er-Rumi (k.s.) dervişi tarif ederken “Derviş ib-nü'l-vakttir” diye ifade buyurmuş. İb-nü'l-vakt, vaktin çocuğu demektir. Bu muazzam bir tariftir. Zira derviş ona derler ki zamanın üzerine gelip geçtiği, fani olan vaktin, fani olan cisim üzerindeki tahribatını baki olan zaman ve baki olan varlığa çevirme kabiliyetine Allah'ın izniyle sahip olan kişidir. Bu nasıl olur? Şöyle ifade ediyorlar ki kim vaktin tecellisini idrak eder o idrak ile tefekkür ve amel eder; böylece zaman içinde zaman, hikmet içinde hikmet onda neşet eder (ortaya çıkar). Bu halde de zaman ve mekan, onun üzerinde seyretmez; o, zaman ve mekanın üzerinde seyreder. Zaman onun üzerine binmez, o zamanı kendisine binek yapar. Böyle söylenildiğinde ilk anda tuhaf gelebilir. Ancak Cenab-ı Hak'ın ayet-i kerimesinde “Biz her şeyi o insanın emrine müsahhar kıldık” (onun emrine tabi kıldık) ifadesi ile bu sırra işaret ettiğini hatırlarsak, esasında bunun var olduğunu, inkar edilemeyecek bir gerçek olduğunu anlayabiliriz.
Yine Hz. İbrahim'in (a.s.) Kur'an-ı Kerim'de kıssasını anlatırken geçen bir ayette “Muhakkak ki o kaybolup giden, zeval bulan şeyleri sevmez” ifadesi ibnü'l-vakt olmanın lüzumuna da dikkat çekmektedir. Daha basit ifadesiyle bizler hep vakti geçirmeyi adet haline getirmişizdir. Derviş meşrep yani dervişliği kendilerine hayat biçimi olarak kaim kılmış kişiler, vaktin içerisinde tabir caiz ise vakit doğurmayı, zamanın içerisinde zaman kazanmayı ve bereketlendirmeyi ilahi aşkla ve irşadla meşk etmiş kimselerdir. Hani hep deriz ya geçmişteki insanlar nasıl yaşamışlar da bu kadar çok işi kısacık zamanlara sığdırmışlar. İşte onlar zamanın çocuğu olarak yaşamamışlar, zamanı kendilerine çocuk yapmışlar.
Her hangi bir şahsa verilen, emanet edilen bir şeyin kaybolması, zayi olması mümkündür ama Cenab-ı Hakk'a verilen bir anın, bir nefesin vakfedilen halin kaybolması, zayi olması mümkün müdür?
Büyükler sohbetlerinde ve eserlerinde ahiret gününü, hesabın şiddetini anlatırken şöyle bir misal getirmişlerdir. Kul, Cenab-ı Hakk'a mazeretlerini sıralarken “Zaman kötüydü, etrafım çok kötüydü, bilemedim, edemedim” gibi sözler sarf ettiğinde kendisine şöyle hitap edilecekmiş “Sen zamanını, malını, mülkünü, sevdiklerini ve canını bize emanet ettin de bizim emrettiğimiz şekilde yaşadın da bunları bizim elimizden mi çaldılar? Sen bize emanet ettin de biz mi muhafaza edemedik? Bu ne kadar ağır bir iftira, ne büyük bir yalan!” Bu hitap karşısında kul kendi sunduğu mazeretlerle daha da zelil durumlara düşecekmiş. (Kıyamet süresindeki ayetlere bakınız)
İşte derviş; ibnü'l-vakt olarak fani zamanını baki zamanla değiştiren, fani canını baki canla değiş tokuş eden, yaşadığı anla istikbaldeki (gelecekteki) anı bir düzlemde değerlendirebilen rıza kapısının müdavimidir.
Zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış. Anlaşılan o ki dervişlik tarifle, işaretle, satırla anlatılabilecek bir meslek değil ancak yaşandığı zaman ve yaşanılabildiği kadarı ile anlaşılacak lakin anlatılamayacak bir hal, hatta yaşayanın bile neticesini veya mazhar olabileceği nimetlerini tahmin edemeyeceği ilahi bir lütuftur. Çünkü dervişlik hali tamamen cemalullah neşesi ile hem hal olmaktır. Böyle düşünürsek cennetlerin dahi adedi vardır nihayet Cenab-ı Hakk'ın zatına nispetle sınırı vardır. Ancak zat-ı ilahisinin cemaline ve cemalinin güzelliklerine nihayet yoktur. O cemali ile aşıklarına, kendisine müştak olanlara acaba nasıl tecelli eder?
“Allah bilir dervişlerin halini” vesselam.
Aslıhan Ketencioğlu
İstanbul, 30.06.2016