"Aşk nedir, nasıldır, bilen var mı?" diye soruyor şair. Aşkı hiç bilmediğinden midir, aşkı tanıyamadığından mıdır, aşkı yaşayamadığından mıdır yoksa aşkı bize anlatmak için midir bilinmez ama dikkatimizi bu yöne doğru çekiyor.
Aşk üç harfli bir kelime olmasına rağmen cazibesine kapılanlar bizlere aşkı anlatılabilmek adına nice edebi eserler ortaya koymuştur. Bu yolda nice şarkılar, türküler, ilâhiler, romanlar, hikayeler ve tiyatral eserler yazılmıştır. Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, Yusuf ile Züleyha, Ferhat ile Şirin… Hep aşk adına, aşk için yazılan eserlerdir.
Aşk denilince, aşktan sual edilince hepimizin aklına ilk olarak Leyla ile Mecnun'un gelmesi boşuna değildir. Kim aşk uğruna kendi adını unutacak kadar divane olursa gerçek âşık odur derler. Hikmet-i ilâhî; Leyla, kendi kasabasında olduğu halde Mecnun çöllerde idi. Şirin, bey kızı olduğu konakta dururken, Ferhat dağlarda idi. Aslı kendi köyünde iken Kerem diyar-ı gurbette idi.
Aşkın olduğu yerde sevgiliye kavuşmak için hiçbir mücadeleden kaçılmayacağının, verilen sözlerde ahde vefa gösterilmesi gerektiğinin, sevgilinin ricasının emir kabul edilmesi gerektiğinin ve sevgilinin bir tebessümü uğruna insanüstü bir gayret gösterilmesi gerekse dahi yapılamayacak hiçbir şeyin olmadığının ispatını etmişlerdir.
Aşk galiba sevgiliye çekilen hasret, sevgiliye duyulan özlem, sevgiliye yanmaktı ki âşıklar sevgiliye kavuşabilmek için dağlar, çöller ve yollar aşmışlar ve sevgilinin gözlerinde kaybolmayı, sevgilinin gönlünde erimeyi, sevgilinin vuslatında hiç olmayı arzulamışlardır.
Âşık, ister halk âşığı olsun ister Hakk âşığı olsun. Sonuç değişmez. Aşk, her halükarda vuslatta hiç olmanın arzusuyla yanıp tutuşmaktır. Nitekim Fuzuli Hazretleri aşkı anlattığı eserinde; Mecnun kisvesi altında anlattığı aşk için yapılan delilikleri ve çılgınlıkları aslında bizzat kendisi yaşamıştır. Belki dünyevî aşkın vuslatında özlem bir gün sona erer. Fakat ilâhî aşkın vuslatı, kişiyi hayretten hayrete düşürür, hâlden hâle sokar. Canan'ın başka başka sırrına vakıf oldukça talibin hayranlığı her geçen gün artar.
Aşkın ilâhî, tasavvufî boyutunda ise öyle Hakk âşıkları çıkmıştır ki; hepsini anlatmaya zamanımız yetmez. Bu konuda bir Mevlana ile Şems-i Tebrizi'yi, bir Yunus Emre ile Taptuk Emre'yi, bir İbrahim Ethem'i anmadan geçemeyiz. İster zahirî ister batınî bir aşkın kahramanlarının hayat hikâyelerini okuduğumuz zaman kendimizde onlardan bir şeyler bulmaya, kendimizi onların yerine koymaya çalışırsak sevgiliye kavuşmak yolunda bu hikâyeler bizlere gayret ve cesaret verirler.
Sahabeyi kiramın Cenâb-ı Resûlullah'a duydukları aşk, onları o kadar âlileştirdi ki bu sevgi onlara akla hayale gelmeyecek kadar fedakârlıklar, şecaatler ve kahramanlıklar yaptırdı. Her an Cenâb-ı Resûlullah ile birlikte olmalarına rağmen O’na duydukları özlemi ve hasreti yaşayıp dile getirdiler. Bu konuyla ilgili küçük bir misal verelim.
Cenâb-ı Resûlullah, Hz. Zeyd'i üç günlük bir yola gönderir. Hz Zeyd iki gün sonra sabaha karşı geri gelir. Cenâb-ı Resûulullah'ın hane-i saadetinin kapısında beklerken Resûlullah namaz için dışarı çıkar. Hz. Zeyd:
İşte Hz. Zeyd'de olduğu gibi, seven için rahattan ve istirahatten de önemlisi bir an önce sevgiliye kavuşabilmektir. İşte bu sevgiler, insanı dosta yaren kılar, yar kılar. İnsanın Hakk katında kadri ve kıymeti sevgisi kadardır. (Kendi Gerçeğine Seyir, Ali BEKTAŞ)
Aşk; hiçbir menfaat beklemeden karşılıksız sevmek anlamındadır. Işk isminden gelip sevenin içini aydınlatan, sevene huzur veren ve seveni ilahileştiren bir duygudur. Aynı zamanda adını aldığı sarmaşık türü gibi insanı saran, kaplayan, ihata eden manasına da gelir.
Hz. Mevlana ile Şemsi Tebrizî arasındaki aşk, ilâhî manada farklı iki beden olmalarına rağmen sanki tek vücutlarmış gibi düşüncede bir, harekette bir ve gayrette bir olmanın en güzel şahidi ve ispatıydı. Şems’in aşkı Hz. Mevlana’yı o kadar ihata etmişti ki Hz. Şems'in sır olup gözden kaybolması ile Mevlana Mesnevi yazmış ve sevgisini, hasretini, özlemini tüm dünyaya duyurmuştur. Mesnevi ise bugün bile Hakk âşıklarına yol gösteren bir rehber olmuştur.
Yunus Emre ile Tapduk Emre arasındaki aşk ve gönül birliği ise Yunus’u "Bana seni gerek seni" diyecek kadar cezp etmiştir. Öyle ki Yunus bütün dünya ve ahiret nimetlerinden uzaklaşmıştır.
Her gün şeyhi ile beraber olmasına rağmen yine efendisine hasret olan Yunus, onun gözlerinin derinliklerine bakıp kendinden geçermiş. Bunu bilen Tapduk Sultan bir gün Yunus'a: “Evlat, aşk nedir?” diye sorar. Yunus: “Özlemdir, hasrettir.” diye cevap verir. Sultan soruyu yineler: “ Evlat, aşk nedir?” Yunus: “Derttir, çiledir.”der. Sultan tekrar sorar: “Evlat, aşk nedir?” Yunus: “Ateştir, yanmaktır.” der. Sultan sorusunu son kez yineler: “Evlat, aşk nedir?” Yunus: “Ayrılıktır, gurbettir.” deyince Tabduk Sultan Yunus'a: "Evlat sana yol göründü, var gurbet ellerde benim asamı ara." der.
Yunus şüphesiz gurbeti istememişti. Fakat şeyhi onu gurbete göndererek Yunus'un dediğini ona yaşattırdı. Bu ayrılıktan geri döndüğünde "Bizim Yunus" sözü ile birbirlerine sarılmaları, aşkın vuslat olduğunu ona ispat etmek içindi. Yunus:
diyerek efendisine duyduğu özlemi dile getirirken bu özlem ve sevgi Yunus'un dilinden hiç düşmedi. Gittiği yerlerde hep onu anlattı.
diyerek efendisini hep medh ü sena etti ve aşkını sevgisini yüreğinde daha da alevlendirdi.
Aşk hususundaki diğer bir örneğimizde Hz Yakup’un ve Züleyha'nın Hz. Yusuf’a duydukları sevgidir. İkisi de Hz. Yusuf'u çok seviyordu. Fakat biri ruh güzelliğine, diğeri cemal güzelliğine âşıktı. Biri ağlarken gözlerini feda etti, diğeri beklerken gençliğini. Meğer aşk böyle bir şeymiş. sevgili uğruna her şeyi feda edebilecek kadar kendinden geçmekmiş.
M E N K I B E
Yusuf pazarda satılırken bütün Mısır halkı onu elde etmek aşkıyla yanıp tutuşuyormuş. Müşterileri çoğalıp rekabet kızıştıkça satıcı da fiyatı arttırıyormuş. O sırada nefes nefese yaşlı bir kadın gelmiş. Elinde bir kaç iplik yumağı varmış ve satıcıya dedi ki:
- Ey Kenanlı Yusuf'u satan tellal! Bu çocuğun özlemiyle aklım başımda değil. Bunu almak için tam on yumak ip eğirdim. Gel, yumaklarımı al hiç bir söz söylemeden de Yusuf'u bana ver.
Tellal güldü:
- A saf kadıncağız yürü var git yoluna. Yusuf, eşi bulunmaz bir inci. O senin harcın değil.
Kadıncağız boynunu büktü ve söylenerek uzaklaştı:
- Bu kadarcık yumakla onu bana vermeyeceğinizi ben de biliyordum. Fakat hiç olmazsa görenler ‘şu kadın da ona talip olanlardan biri’ desinler, bu bana yeter. Hem belki ona alıcı oldum diye adım onun âşıkları arasına yer alır. Bu az saadet midir?
Değerli dostlar, buradan da anlıyoruz ki aşk, bazen tek taraflı karşılıksız da olabiliyormuş. Fakat âşık sevgisinde kararlıysa, ümidini bir an bile yitirmemişse, onun adını dilinde zikir, gönlünde sertaç etmişse bu sevgi onu maşukuna bir gün mutlaka kavuşturur.
Mecazî aşklar, insanı ilâhî aşka ulaştıran birer vesiledir. Tıpkı Züleyha gibi, tıpkı Mecnun gibi. Sevdiğinin cemalinde Hakk'ı seyretmek, hakikati seyretmek. İlâhî aşka ulaşmanın en kestirme yolu; mürşid ile mürid arasındaki sevgi bağıdır.
Müridin bu sevgiye ulaşabilmesi için mürşidine tam bir teslimiyetle bağlanması, en ufak bir menfaat hesabı bile yapmaması gerekir. Kişinin gönlünde hala menfaat varsa bu ondaki dünya sevgisinin henüz bitmemiş olduğunun ispatıdır. Aşk ki sevgilidendir, ona muhalefet olmaz. Belki uğruna feda olunur. Âşık, sevgiliden gelecek bir vuslat umuduna karşı bin can fedaya hazırdır.
"Kulluk, önce talep ve istek vadisinde evresini tamamlıyor. Sonra sevgi vadisine geliniyor. O vadide de ma'şuktan gayri olan her şeyden feragat ediliyor. Çünkü orası ateş vadisi, orada ma'şuktan gayrı olan her şey yanıyor, yok oluyor. Ve sadece ma'şuk baki kalıyor. Onun için "aşk" makamında aşığın, ma'şuktan gayri bir şey istemiş olması, aşığın en büyük günahı oluyor.” (Sensin, Ali BEKTAŞ)
M E N K I B E
Dervişin biri bir taşın üzerine oturmuş, cübbesinin altındaki tespihi ile virdini tamamlıyor. O sırada elinde bir sepetle yanından geçen delikanlıya sesleniyor:
Delikanlının cevabı üzerine derviş mahcubiyetinden tesbihinin iplerini koparıyor.
M E N K I B E
Bir gece pervaneler toplanmış, bir mumu nasıl bulabileceklerini tartışıyorlarmış. İçlerinden biri: “Hepimiz birden gidip niye yorulalım ki birimiz gidip mum bulsun sonra gelip bize haber versin.” diye bir öneride bulunmuş.
Öyle de yapmışlar. Seçtikleri pervane hayli gittikten sonra uzakta bir köşk görmüş. İçinde de parlak yanan bir mum varmış. Sevinçle geri dönüp arkadaşlarına mumun ne olduğunu, nasıl olduğunu bire bin katarak anlatmaya başlamış. Aralarında tecrübeli, güngörmüş ve mumun ne olduğunu bilen yaşlı bir pervane de varmış. Habercinin bu sözlerinden sonra onu kınamış ve "Senin mumdan haberin bile yok, yanılmışsın" demiş.
Bu olaydan sonra ikinci pervaneyi göndermişler. O da bir mum bulmuş ve ona şöyle bir dokunup geri gelmiş. Sonrada ona nasıl kavuştuğunu, önceki arkadaşından da fazla ballandıra ballandıra anlatmaya koyulmuş. Yaşlı pervane yine sözünü kesmiş ve "Azizim bu senin anlattığın mum değil. Sen de bilmediğin şeyleri anlatmaya çalışıyorsun." demiş.
Son gönderilen pervane mumu görünce sarhoş olmuş, sevgiliyi kucaklar gibi kendini mumun ateşine atmış. Bütün bedeni kıpkırmızı kesilmiş. Geri döndüğünde yaşlı pervane daha onu uzaktan görür görmez: "İşte yalnızca o başardı mumun ne olduğunu öğrenmeyi. Yalnızca o erdi hakikate. Çünkü mum onu kendi rengine boyadı onu onurlandırdı.” demiş.
Eğer aşk iddiasındaysan cisimden geçmelisin. Bedeni ve varlığı aşk ateşinde yakmalı, aşkın rengine boyanmalısın. O kadar ki dervişte gitgide sevgiliden başka bir şey kalmayıp derviş varlığından kurtuluncaya kadar. Ta ki "fenâfillah’a” ulaşıncaya kadar.
Derviş Allah dışında her şeyi kalbinden silip atmadıkça, O'nun sevgisi dışındaki sevgileri temizlemedikçe kemâle ermiş ve olmuş sayılmaz. Gönülde başkası var iken, sevgili edindiğine "seni seviyorum" diyebilir misin?
Aşk, bir ateştir ve âşık daima yanar, yakılır, erir. Denizden çıkarılıp karaya atılan balık, belki tekrar denize ulaşırım diye nasıl çırpınır durursa, âşık da varacağı makama varmak için öyle çırpınıp durmalıdır.
Değerli dostlar; buraya kadar haddimizi aşarak "aşk" hakkında bir şeyler yazmaya çalıştık. Kah bize söylenilenlerden kah duyduklarımızdan kah da gördüğümüz âşıkların hallerinden kendimize göre aşkı tanımlamaya çalıştık. Fakat gerçek âşık olan der ki:
Nitekim Kur’an-ı Kerim'de "Siz Allah'ın boyası ile boyanın." diye buyuruyor Mevlâ’m. Demek ki ölçü bu! Aynı rengi tutturuncaya kadar gayrete devam. Ehlullah: "Sen hulusî kalb ile mürşidine iman edersen o senin için özel bir sevgi halk edecektir. Bu sevgi ile seni kendine çekecektir." buyuruyor.
Demek ki biz sevmesini ve âşık olmasını bilmiyoruz. Hakk katında geçerli olan; bizim mutlak imanımız ve samimiyetimizdir. Kişinin safiyetine göre Allah o kişiye kulum deyip kendisine yaklaştırmak için bir sürü sebep halkediyor.
Allah'ın "Vedûd" ism-i şerifini her sabah zikreden âşık, sevgiliye giden yolu bulmuş demektir. Âşığın aşkı ve sadakati neticesinde de Allah onu Hakk'a âşık kulları ile yakınlaştırır. Âşık; aşkı, sevgiyi, samimiyeti ve cömertliği o kullar ile birlikte talim eder. Hiç kimsede kusur görmemeyi, kusur aramamayı kâinattaki tüm varlıklara sevgi ile bakmayı öğrenir.
Nitekim Eşrefoğlu Rumî Hz. bir ilahisinde: "Âşıklara karış âşık olasın, gör ne cevherler var erkân içinde." diye buyurmaktadır. Demek ki aşk, bizim içimizdeki cevheri açığa çıkarmamızı ve kendi özümüze arif olmayı öğretirken, bu yolda göstermiş olduğumuz tüm gayretlerde bizi azimli, sadakatli, şecaatli ve sabırlı bir şekilde vuslata hazırlıyor.
Sevgi bulaşıcıdır, dostlar. Gerçek aşığın sevgisi etrafına sirayet eder de kâinata sevgi ile bakar. Onun bu bakışı, her zerre de mevcut olan sevginin de açığa çıkmasına vesile olur.
O halde mecburi ibadetlerimizin dışında Rabbimizi çok çok zikretmeliyiz. O'nun büyüklüğünü her yerde anlatmak, O'nun ahlâkını kendi vücudumuzda yaşayıp talim edelim ve kâinata sevgi ile bakalım ki O'nun sevgisi bizim gönlümüzde yer bulsun. Bizi "Aşk" makamına taşısın ve hiçlik şerbetini içtikten sonra bu bedende Hakk'tan gayrı bir şey bırakmasın.
İşte o zaman insan gönlünde Cenâb-ı Hakk'ın kendinden kendini sevmesine "AŞK" denir. Rabbim cümlemizi bu menzile eriştirsin.
O halde hemen ‘Ey iman edenler, tekrar iman ediniz’ ayeti gereğince mürşidimize sıkı sıkıya bağlanıp teslimiyet, samimiyet ve sadakatle gönül kapısında adanmış olalım.
Aşk her kişide ayrı ayrı hallerde tecelli ettiğinden her kişinin aşk hakkındaki görüş ve anlayışları farklı olsa da konu aşk olunca hepsi kendince doğrudur.
Hu.
Enver EFE
İstanbul, 23.11.2012